21 Ocak 2008 Pazartesi

Irkçılık Kurumsallaşırken

Faşizm herşeyden önce bir halk hareketidir, sivil bir harekettir.
Onun muazzam tehlikesi de buradan kaynaklanır.

Avrupa’da ırkçılığın yükselmesi "kamuoyunda" bir telaş ve endişe yarattı. Avrupa’nın 18. yüzyılda temellerini attığı evrenselci hümanist modernlik projesi tehlike altındaydı. Irkçılık toplumdaki irrasyonal eğilimleri manipüle ederek Batı’nın akılcı geleneğini yıkmak istiyordu.

Avrupa’nın modern düşünce tarihine eleştirel bir bakış durumun hiç de yukarıdaki gibi olmadığını gösterir. Wallerstein’a göre 18. yüzyılın evrenselliği eril bir evrenselliktir. Kadınlar ve Avrupalı olmayanlar bu evrenselliğe dahil değillerdir. Modern ırkçılık Aydınlanma düşüncesiyle başlamıştır. 18. yüzyıldan önce mitlerin diliyle ifade edilmiş olan ırkçılık Aydınlanma’yla birlikte bilimin, rasyonel aklın diliyle ifade edilir olmuştur. Delacampagne’ın da belirttiği gibi hoşgörünün, hümanizmin büyük savunucusu Voltaire ırkçı ve antisemitik görüşlere sahiptir. Voltaire siyahları hayvanlara yakın bir ırk olarak değerlendirir. Kant’a göre ise Afrika siyahları doğadan zeka almamıştır. Siyahlar insanlık skalasının altlarında yer alırlar. Yahudiler ise tefeci ve dolandırıcıdır. Kadınlar toplumsal konumları itibariyle erkeklere tabi olmalıdır. Hume’a gelince, ona göre siyahlar ve öteki yaratıklar beyazlardan aşağıdır. Hegel siyahların insanlığın yüzkarası olduğunu, Afrika’nın dünya tarihinin bir parçasını oluşturamayacağını ileri sürer. Aydınlanma’nın biyolojik ırkçılığı "pozitivizm yüzyılı" olarak adlandırılan 19. yüzyılda değişik biçimlerde sürer ve muhalif düşünürleri de etkiler. Fourier ve Marx zaman zaman antisemitik görüşleri dile getirirler. Kapitalist üretim ve kültürün daha üstün olduğu yolunda bir Avrupamerkezcilik Marx ve Engels’in düşüncelerinde belirgindir. Larrain’in de belirttiği gibi Engels’e göre Fransa’nın Cezayir’i fethetmesi "uygarlığın gelişmesi için önemli ve talihli bir olaydır." Marx, Venezuellalı halk kahramanı Simon Bolivar’ı zavallı, zalim ve korkak bir hain olarak tanımlar. 1862’de Meksika’nın Fransa’ya karşı kazandığı zaferden sonra bile Marx Meksikalıları "aşağılık insanlar" olarak değerlendirmiştir. Marx ve Engels’e göre Montenegrin’ler "sığır hırsızları," Bedeviler "hırsızlar ulusu," Çinliler ise "kalıtsal olarak aptal"dır. Yüzyılın başlarında emperyalizm olgusunun sosyalistler arasında kabul görmesiyle birlikte sömürge halklarının kapitalist metropollere karşı verdiği mücadeleler desteklenir, "metropol işçiciliği" yaklaşımı eski katılığını kaybeder. Öte yandan ırkçılık Nazizm örneğinde görüldüğü gibi Batılı büyük sermaye için bir politik seçenek olma özelliğini korur, hem de halkın oylarıyla iktidara gelerek. Metropol devletleri arasındaki paylaşım savaşında "günah keçileri" Almanya ve İtalya’yı dize getiren Avrupa burjuvazileri "faşizmi yenmiş olmanın" kredisini kâr hanelerine yazarak savaş sonrasında yeni bir toplumsal modelin inşasına girişeçeklerdir. Faşizme karşı verdiği mücadeleyle itibarını artırmış olan sol da bu projenin bir parçasını oluşturacaktır. 1950’li ve 60’lı yıllar sendikalaşmış emek, işveren ve devlet arasındaki müzakere ve mutabakata dayalı bir refah toplumuna tanık olacaktır. Eski sömürgelerin çoğunun siyasi bağımsızlıklarını kazanmış olması, kadınların kitleler halinde çalışma hayatına katılması, "cinsel devrim," tüm bunlar sanki heteroseksizme ve ırkçılığa karşı olan yeni bir Avrupa’nın gelişimini müjdeliyor gibidir. Wieviorka’nın da işaret ettiği gibi sanayi kapitalizminin hâkim olduğu 50’li ve 60’lı yıllar boyunca "eşitlikçi ve paylaştırıcı sosyal refah devleti" ekonomik gelişme ve tam istihdam ile, "evrensel ulusun" teminatı olarak görülmektedir. Ulus modernlikle, ulusal kimlik evrensellikle birlikte anılmaktadır. Arkalarında örgütlü işgücünün desteği bulunan sosyal demokrat kitle partileri bu "hoşgörü ve ilerleme" ortamının güvencesi olarak değerlendirilmektedir. Öte yandan aynı dönemde üçüncü dünyadan Avrupa ülkelerine gelen göçmen işçiler ırk değil çalışma terimleriyle ele alınmaktadırlar. Avrupa entegrasyon modeli olarak adlandırılan modelde sanayide istihdam edilen yabancı işçilerin kültürel farklılıklarının zaman içinde yumuşak bir şekilde absorbe edileceği ya da bu işçilerin gelecekte evlerine dönecekleri tahmin edilmektedir. Bu dönemde kültürlerin eşitliği, kültürlerarası farklılıkların tanınması, kültürel polifoni, hümanist ve kozmopolit bir ırkçılık karşıtlığı söylemi gücünü artırır. 60’lı yılların sonuna kadar iyi kötü işleyen bu sistemde göçmen işçiler ırkçıların hedefi haline gelmez.



Yukarıda bahsedilen model 1970’lerin ortalarından başlayarak önemli değişikliklere uğradı. Sanayisizleşme ya da yeni teknolojik devrim adlarıyla anılan yeni süreçte büyük fabrikalarda gerçekleştirilen seri üretime dayalı, imalat sanayinin başı çektiği Fordist model çöktü. Bilgisayar, iletişim, enformasyon ve hizmet sektörlerinin önem kazandığı, küçük işletmelerde vasıflı işgücüyle gerçekleştirilen, tüketici talebine bağlı olarak aşırı esnekleştirilmiş postfordist bir üretim modeli hâkimiyet kazandı. Bir ürünün baştan sona üretildiği büyük fabrikalar kapanırken bir mamulü oluşturan parçalar ucuz işgücünün mevcut olduğu çevre ülkelerde, küçük atölyelerde üretilmeye başladı. Sonuç, özellikle sanayi sektöründe büyük bir işsizlik patlamasıydı. İşçi sınıfının kolektif, sendikal gücü bu gelişmelerin sonucunda büyük bir darbe aldı. 1970 ortalarında kapitalizmin dünya çapında bir krize girmesi durumu daha da ağırlaştırdı. Devlet 50’li ve 60’lı yıllarda topluma vermiş olduğu taahhütlerden vazgeçerek sosyal refah uygulamalarını rafa kaldırdı; sertleşen uluslararası rekabet karşısında firmalara ek yük getirmek istemeyerek faturayı çalışanlara kesti. 70’lerin sonuna doğru neo-liberalizmin güçlenmesiyle birlikte solun sınıfsal ve toplumsal söylemi güç kaybetti, işçi sınıfını bir arada tutan geleneksel referanslar kayboldu.

İşsizlik ile ulusal ve sınıfsal kimliklerin erozyonu karşısında devlet toplumu terk etmekle, yolsuzlukla, güçsüzlükle suçlanır oldu, politikacılara olan güven azaldı. Sanayinin çöktüğü yerlerde yabancı düşmanlığı hızla gelişmeye başladı. Göçmen işçilerin işsizliğin baş sorumlusu olduğu yolundaki ırkçı önyargı sadece işsizler arasında değil, güvencesiz, esnek işlerde çalışan geniş bir kesimde de yayıldı. Göçmenlerle arasına bir mesafe koymak isteyen orta sınıfın bir kesimi de ırkçı partilere oy vermeye başladı. Eskiden zamanla Avrupa toplumuna uyum sağlayacağı düşünülen ve çalışma kategorisiyle tanımlanan göçmenler 80’lerden sonra ırk ve din temelinde tanımlanmaya başladı. Modernliğin kriziyle birlikte anılan ırkçılık, aslında küreselleşmenin sarstığı ulus-devletin ve ulusal birliğin zayıflamasına ve toplumsal bağların çözülmesine karşı bir reaksiyondu. Taş’ın da gözlemlediği gibi 1980’li yıllardan başlayarak geleneksel sağ partiler milliyetçiliği gitgide artan bir tonla vurgulamalarının yanı sıra ırkçı sağla flört etmeye başladılar; milliyetçilik-ırkçılık karışımı bir söylem benimseyip rakiplerini, aşırı sağı, zayıflatmak için kurumsal ırkçılığı güçlendirdiler. Devletin yardımlarını göçmenlerin yaşadığı getto bölgelerine aktarmayı büyük ölçüde durdurdular. Göçmenler iş, eğitim ve sağlık imkânları açısından açık ya da örtük olarak eşitsiz, ırkçı uygulamalara maruz kaldılar. Göçmen varoşlarında işsizlik ve suçun artmasıyla birlikte ırkçı sağın yabancıları işgalciler, esrar kaçakçıları, tembeller, teröristler, refah devleti sömürücüleri olarak gösteren propagandası etkili oldu ve ırkçı partiler oylarını artırmaya başladılar. Geleneksel sağ hükümetler ise göçmen yasalarını daha da sıkılaştırdılar. Göçmenlerin vatandaşlık hakkına ilişkin eski hümanist yaklaşımlar son buldu. Irkçı saldırılar hızla arttı.

Küreselleşmenin ulusu ve ulus-devleti güçsüzleştirdiği, Avrupa Parlamentosu gibi uluslar üstü siyasal kurumları oluşturduğu bir dönemde devletlerin milliyetçi/ırkçı kurumsal politikalara yönelmeleri bir çelişki gibi görünebilir. Avrupa Parlamentosu’nun ırkçılığa karşı yayımladığı deklarasyonlara rağmen Avrupa devletleri ırkçılığa karşı bir önlem paketi hazırlayıp bunu pratiğe geçirme konusunda son derece isteksizler. Ulus-devletlerin bu milliyetçi/ırkçı "direnişleri" ulus-aşırı küresel sermaye açısından bir engel oluşturmuyor mu? Hayır. Küresel sermaye işgücünün serbest dolaşımına mutlak olarak taraftar değildir. Küresel sermaye üçüncü dünya ülkelerinden gelen ve Avrupa’daki göçmen işçilerin küçük bir azınlığını oluşturan kalifiye, daha düşük ücretle çalışan profesyonel kesimi kendi işletmelerinde istihdam etmektedir. Ama vasıfsız, işsiz bir göçmen ordusu küresel sermayenin Avrupa’da görmek istediği şey değildir. Bu kesim bir yandan küresel sermayenin ortadan kaldırılmasını istediği sosyal yardımlardan kısmen de olsa istifade ederken öte yandan da devletler açısından bir güvenlik sorunu oluşturmaktadır. Sonuçta küresel sermaye ve ulus-devlet vasıfsız göçmenlerin Avrupa’ya girişini durdurmak ve var olan göçmenlerin de ülkelerine geri dönmesini hızlandırmak için kurumsal ırkçılığı güçlendirmek, ırkçı saldırılara göz yummak, ırkçı partileri el altından desteklemek hususunda görüş birliği içindedir. Devlet bir dönem sigortasız, düşük ücretle çalışmalarına göz yumduğu kaçak göçmen işçileri bu kez sınır dışı etmek istemektedir. Irkçı partilerin hedef gösterdiği kesim kalifiye, profesyonel göçmen kesimden ziyade vasıfsız, işsiz göçmen çoğunluğudur. Öte yandan liberal ideoloji karşıtı olarak ortaya çıkan İkinci Dünya Savaşı öncesinin faşist partilerinden farklı olarak yeni ırkçı partiler neo-liberal ekonomik yaklaşımı tamamen kabul etmektedir. Yine de küresel sermayenin doğrudan desteğini henüz alamamışlardır. Sadece Avrupa Birliği’ne karşı olmalarından kaynaklanmamaktadır bu... Yoksa hükümet kursalar da küresel sermayenin çıkarlarına karşı durma ihtimalleri yoktur. Esas neden devletin kurumsal ırkçılığının şu dönemde yeterli olması ve bir faşist parti aracılığıyla bastırılması gereken bir işçi sınıfı kalkışmasının gündem dışı olmasıdır. Tabii bir de politik vitrin sorunu var. Irkçı partiler ulusal siyasetin içinin boşaldığı, devleti partilerin değil bürokrasiyle doğrudan ilişki içinde olan küresel sermayenin yönettiği, toplumun siyasete ve seçimlere ilgisinin azaldığı, solun merkeze, sağa kayıp partiler arasında ciddi program farklılıklarının kalmadığı bir ortamda tepki oylarıyla güçlendiler. Ama yine de ırkçı partilerin yönetimde olduğu bir Avrupa’nın evrensellik iddialarını telaffuz etmesi pek kolay olmayacaktır. Bugün Avrupa’da işlevsiz bir vitrine dönüşen sadece ulusal siyasi kurumlar, parlamentolar, siyasi partiler değildir; Birleşmiş Milletlerle aynı işlevsizliği paylaşan Avrupa Konseyi de benzer bir kadere mahkûmdur.

Avrupa’da gelişen yeni ırkçılık eskisi gibi biyolojik bir ırkçılık değil ayrımcı (differentialiste) bir ırkçılıktır. Irksız ırkçılık olarak da adlandırılan bu yaklaşım kültürel farkların ortadan kaldırılamazlığı görüşünü temel alır. Bir ulusun üstünlüğünden ziyade yaşam tarzları ve geleneklerin uyuşmazlığı, yabancılara sınırların kapatılması için bir gerekçe oluşturur. Balibar’ın da belirttiği gibi kültürel ayrılıkları olumlayan bu düşünce melezleşmeye karşıdır, insanların, ait oldukları kültürün mirasçıları olarak kaldıklarını, toplulukları birbirinden ayırarak bu kültürel farkların muhafaza edilmesi gerektiğini savunur. Kültürlerin sabit, değişmez olduğunu savlayan bu görüş bir tür meta-ırkçılığı temsil eder. Avrupa’da çok kültürlü toplum modelinin gerçekleştirilememiş olması, göçmenlerin ülkelerine gönderilmelerine hizmet eden bu yaklaşımı yaygınlaştırma çabalarını hızlandırmıştır.

Avrupa’da ırkçılık karşıtı hareketin yeterince etkin olamamasının bir nedeni toplumun muhafazakârlaşmasıysa bir başka nedeni de 90’lı yıllarda etnik azınlıkların birbirlerine karşı olan saldırılarının artmış olmasıdır. Öte yandan sol, ezen ulus milliyetçiliğine/ırkçılığına karşı olduğu gibi ezilen ulus milliyetçiliğine/ırkçılığına da karşı olmalıdır. Kültürlerin sabit ve değişmez görülmesi her iki taraf açısından ırkçılığın koşullarını hazırlar. Karşılıklı kültürel dışlama yerine kültürlerin karşılıklı etkileşimi, melezlik, geçişkenlik, her ırktan, kültürden insanın serbest dolaşım ve yerleşme hakkı, otoriteyi ve hiyerarşiyi içermeyen bir hoşgörü ortamının yaratılmasının asgari koşullarıdır. Sabit cinsel, kültürel, sınıfsal kimlikler varsaymak solun artık tamamıyla terk etmesi gereken eski alışkanlıklarından biridir. Özgürlük "ara"dadır.


Yaşar Çabuklu