16 Ocak 2016 Cumartesi

Medya Küreselleşirken

İnsanın doğayla ve diğer insanlarla olan ilişkisinde kullandığı araçların/aracıların niteliği uygarlığın gelişme sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Doğrudan demokrasinin örneklerinden biri olarak kabul edilen Yunan şehir demokrasisinde iletişimin adı anılmazdı. Teknolojinin, meta üretiminin, paranın, değişimin, özellikle de dolaşımın gelişmesine paralel olarak enformasyon ve iletişim önem kazandı. İşgücünün ve metaların özgürce dolaşımı araçsal aklın damgasını vurduğu bilgi ve haberlerin de serbestçe dolaşımı yönünde bir basınç oluşturdu. On sekizinci yüzyıl kulüplerin, kafelerin birer tartışma ortamı oluşturduğu, yazılı basının, kalem özgürlüğünün önem kazandığı bir burjuva kamuoyunun oluşumuna tanık oldu. Temsilî demokrasilerde basın, yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü gücü oluşturuyordu. Göreli de olsa özgür haber yapma imkânı vardı. Basın özgürlüğü ekonominin kendi işleyişinden çok siyasî iktidar tarafından sınırlanmaktaydı.


Yirminci yüzyılın ilk yarısında kültür endüstrisinin gelişimiyle birlikte yüksek kültür kitle kültürü lehine gerilemeye başladı. Medya kültürel homojenleştirme sürecinin bir aktörü haline geldi. Kültür metalaşıp eleştirelliğini yitirmeye, kitsch'e yönelmeye başladı. Enformasyon ise ulus-devletin elinde ideolojik hegemonya ve meşruiyetin sağlanması yolunda önemli bir araç olmaya devam etti. Yurttaşlardan beklenen kendilerine iletileni pasif bir biçimde kabul ederek kendilerini normlara uydurmalarıydı.


Medyanın postmodern toplumda belirleyicilik kazanması 1970'li yılların sonlarına rastlar. Ulusal devlete ait temsilî siyaset alanının güçten düşmesine paralel olarak medya ulus-aşırı hale gelen ekonominin/finansın doğrudan bir uzantısı olup çıkmıştır. Ramonet'nin de Medyanın Zorbalığı adlı kitabında ifade ettiği gibi küreselleşen iletişim bir yandan enformasyonu kendine tabi kılarken öte yandan ulusal telekomünikasyon tekellerinin özerkliğini ortadan kaldırmaktadır. İnsanlar arasındaki yüz yüze iletişimin yok olma noktasına geldiği bir dünyada yüksek teknolojilere dayalı sanal iletişim alışveriş toplumunun değerlerini her gün yeniden üretmektedir. Sfez'in Critique de la Communication adlı kitabında belirttiği gibi toplumu bir arada tutan ortak değerlerin, inançların, sembollerin ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğa iletişim postmodern bir teoloji olarak yerleşmiştir. Arka planını piyasanın oluşturduğu iletişimin enformasyon üzerindeki hâkimiyetine iletişimsel aracıların iletilerin içeriği üzerindeki belirleyicilikleri eşlik etmektedir. Haberin metalaşması ve anında, gecikmeden bir fast-haber olarak tüketilme gereksinimi yazılı basının çöküşünü beraberinde getirmiştir. Gazete okumaya ayrılan zaman azalmış, gazetelerde haberlere ve araştırmaya ayrılan pay küçülmüş, fikir ve argümanlar birkaç slogana indirgenip basitleştirilerek tüketicilerin kolayca emebilecekleri pastillere dönüştürülmüştür.


Haber niteliği taşıyan iletilerin "bayatlama" süresinin dakikalarla ölçüldüğü postmodern toplumda televizyon haberciliğinin yazılı basına kıyasla avantajlı olduğu reddedilemeyecek bir olguysa da TV haber programlarında da büyük bir gerileyiş söz konusudur. Hiper enformasyon toplumunda televizyondaki haber ve araştırma programları spor, eğlence, müzik, oyun, yarışma vb. programların lehine sürekli gerilemektedir. Bilginin 'olduğu gibi' aktarılmaktansa herhangi bir meta gibi çeşitli sembollerle ilişkilendirilip endüstriyel olarak üretilmesi onun küresel yayımının olmazsa olmaz bir koşulu haline gelmiştir. Kitleler ise üzerlerinde değerlendirme yapacakları fikirlerle değil basit formüller çıkarabilecekleri görsel imajlarla ilgilenmektedir. Politikanın temsilî olana değil sembolik olana bağlı olarak oluştuğu, siyasî meşruiyetin ve tahakkümün iletişimsel düzeyde kurulduğu postmodern toplumda televizyona çıkan siyaset sözcülerinin konuşmalarındaki kelime sayısı genellikle 20-30'u geçmemektedir. İnsanların bilme biçimlerini bilmediği günümüzde basın ve enformasyon sektörü birkaç kuruluşun sağladığı iletişim tekelinin denetimi altına girmiştir. Medya gitgide artan ölçüde basından değil “business” dünyasından gelen profesyoneller tarafından yönetilmektedir.


Medya kanalından geçen tüm iletilerin metalaştığı, ticarîleştiği yeni toplumda reklam ve estetik nesnelerin kutsanması amacı etrafında birleşmiştir. Bugün kiliseden politikaya kadar tüm kurumlar reklama bulaşmış durumdadır. Entelektüellerle medyanın barıştığı 1968 sonrasında çoğu eski radikallerden oluşan yazarlar, illüstratörler, müzisyenler, tiyatrocular, filmciler, şairler tamamen kültürelleşmiş reklam sektörünün imaj üreticileri haline gelmişlerdir. 1968'in ünlü sloganı "hayata geçti": Düş gücü iktidara. Reklamcı-sanatçı tiplemesinin öne çıktığı günümüzde reklam ürünleri ile sanat ürünleri arasındaki farkı algılamak gitgide zorlaşmaktadır. Bougnoux'nun La Communication par la bande adlı kitabında söylediği gibi metanın dünyayla iletişimin tek aracı haline geldiği postmodern toplumda devrimci mesajlar bile ruhlarını kaybetmeden medyadan geçememektedir. Medya bir iktidar aracı olmasının yanı sıra sanatı, estetiği, kültürü, yaşam biçimlerini oluşturan bir güç haline gelmiştir bugün. Popüler müzikten çizgi filme kadar uzanan alanlardaki ürün çeşitliliğinin arka planında "kültürün demokratikleşmesi" değil seri üretimin, değerlerin ve davranışların standartlaştırılmasının mantığı yatmaktadır. Televizyon, kültürü aktaran değil yaratan bir araç olarak bundan böyle tüm göndermelerin kendisine yapıldığı bir kaynak güç, bir otorite haline gelmiştir.


Günümüzde uydu gözetiminden, radyo dalgalarından kaçabilen hiçbir alan kalmamıştır. Balta girmemiş ormanlardan ücra dağ köşelerine kadar her yer ulaşımın ve iletişimin kapsama alanına dâhil edilmiştir. Bugün iletişim ağından geçmeyen her ilişki kuşku ve ayıplama ile karşılanmaktadır. Metin, ses ve görüntünün tek bir taşıyıcı sistemle bir ortamdan diğer bir ortama büyük bir hızla aktarılabildiği multimedyanın gelişimiyle birlikte dünya bir enformasyonel agoraya dönüşmüştür. Telefon, faks, televizyon, bilgisayar, internet ve kayıt ile görüntü cihazlarının birbirleriyle bağlantılı olarak kullanılabilmesiyle birlikte bireyler enformasyon ve iletişim ajanlarına dönüşmektedirler. Veri bankalarının ve interaktif ekranların gelişmesini takiben eskinin pasif ileti alıcısı günümüzde kendi çapında bir gazeteci veya araştırmacı olarak iletişim sistemi içinde aktif tüketici özne konumuna "yükselmiştir". Eğlencenin, haberin, cinselliğin, kültürün, bilginin küresel planda dolaşıma sokulduğu internet sistemi artık muhalefet yapacak halleri kalmamış kitleleri siyasî özne haline getirmek açısından pek bir yarar sağlamasa da muhalif eleştirel azınlığın kendi içindeki iletişimi açısından önemli bir işleve sahiptir. Dışlanmışların kendi aralarında kuracakları iletişim şüphesiz küresel kapitalist iletişim ağının sabote edilmesi ve alternatif ağların oluşturulmasıyla mümkün olacaktır.


Yaşar Çabuklu

Tekno-Endüstriyalizm, Medeniyet ve Primitivizm Sorgusu

Düşüncesini avcı – toplayıcı toplumun bir refah toplumu olduğu inancı üstüne kuran isimlerden ilk akla geleni John Zerzan ’dır. Zerzan insanın kendisiyle ve doğa ile barışık ve yabancılaşmamış bir şekilde yaşadığını iddia ettiği avcı - toplayıcı dönemi, insan soyu için bir altın çağ olarak görür. Zerzan’a göre avcı – toplayıcı insanın yaşadığı bu altın çağın bozulmasının sebebi tarım ile karşılıklı bir şekilde gelişen soyut düşüncenin standartlaştırılma sürecidir. Dil, zaman ve sayı kavramları insanları doğadan ayırmış ve niteliklerin önemlerini yitirdikleri, sosyal makinenin çalışabilmesi için niceliksel bir veriden ibaret olan varlıklara dönüştürmüştür. Zerzan tarımı şu şekilde tanımlar. Yabancılaşmanın maddeleşmesi anlamına gelen tarım, parçalanmanın zaferi olduğu kadar, gerek doğa ile kültür, gerekse insanlar arasındaki kesin bölünmeyi ifade eder. Günümüzde kültür olarak bilinen yapaylık ve çalışma tarımın başlangıcı ile birlikte ortaya çıkmış ve o dönemden itibaren hızla artmıştır. Hayvanları ve bitkileri evcilleştiren insan, zorunlu olarak kendisini de evcilleştirmiştir. Evcilleştirme bir canlının doğal halinde yapılan değişiklikler ile başka bir canlıya dönüştürülmesi anlamına gelmektedir.


Kaczynski (Unabomber) nin insan için önerdiği ideal yapı ise göçebe avcı – toplayıcı toplum modelidir. Unabomber, Zerzan gibi sorunun temellerine kadar inmese de medeniyet çöktükten sonra tarım yapılmasını olağan karşılamaktadır.


Primitivizme yöneltilen eleştirilerin başında bu görüşün geçmişe yönelik bir nostaljiden ibaret olduğudur. Fakat ne Zerzan ne de Unabomber’un görüşleri aslında geçmişe dönmeyi önermez. Primitivizmin vaadi hiç bozulmayacak barış ve kardeşlik toplumu değildir. Ancak primitivizm açlığın ve şiddetin talihsizlik olmaktan çıkıp hayatın bir parçası haline geldiği günümüz tekno–endüstriyal medeni işleyişe karşı alternatif olarak doğal yaşamı önerir.


Düşünüşündeki ve ideal toplum modelindeki tüm paralelliklere rağmen Unabomber anarko – primitivist düşünceyi birçok konuda yanlış ve hatalı bulmaktadır. Unabomber’ın getirdiği en temel eleştiri ise Zerzan’ın altın çağ olarak değerlendirdiği döneme yöneliktir. İlkel insanların sanıldığı gibi bir yiyecek bolluğu içinde yaşamadıklarını, barışın sürekli olmadığını, kadın–erkek eşitliğinin her toplumda bulunmadığını, bazı toplumlarda mülkiyet eğiliminin görüldüğünü dolayısıyla bu dönemi Zerzan kadar mistik değerlendirmediği anlaşılmaktadır. Unabomber tüm bu olumsuz değerlendirmeleri de göz önünde bulundurarak ilkel topluluğun insanlar için daha ideal bir yapı olduğunu da savunur. Çünkü ilkel toplumda yaşam anlamlı ve özgürdür. İnsanlar gerçek amaçlar için yaşarlar ve mücadele ederler. Ayrıca ilkel toplumlarda görülen şiddet ve acımasızlığı modern medeniyetin uyguladığı sistemli şiddet ve kontrol yanında daha “akıl alır” ve kabul edilebilir bir seviyede bulmaktadır.


Primitivizme yöneltilen eleştirilerin bir diğeri ise mümkün olmayan bir ütopyayı öne sürdüğüdür. Bu eleştiri iki şekilde cevaplanabilir. Birincisi; Ay a yolculuk, ozon tabakasının delinmesi gibi uzun süreli adanmış emek gerektiren işler insanoğlunun bugüne kadar ‘’başardıklarına’’ dair verebileceğimiz örneklerden sadece birkaçını oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu hayatı mümkün kılmaya yönelik bir bilinç ile teknoloji ve tarım sistemli bir şekilde azaltılarak insanın üretme zorunluluğu olmadığı bir hayat tekrar mümkün hale getirilebilir. Yani bilinçli bir insan topluluğunun varlığı durumunda primitivizim mümkün bir yapıdır, fakat bu motivasyonun ne kadar gerçekçi sağlanacağı tartışılabilir. İkinci cevap ise tekno–endüstriyel sistemin işleyişi ve bu işleyiş şeklinin sonucunda yaşanması kaçınılmaz olmayan, ama gerçekleşmesi oldukça yüksek bir ihtimal olan çöküştür.


Tekno–endüstriyel sistem enerjiye, dolayısıyla enerjinin elde edileceği doğal enerji kaynaklarına bağımlıdır. Tükenen enerji kaynaklarına alternatif bir enerji kaynağı bulunamadığı takdirde bir bütün olarak medeniyet, insanlık tarihinde ilk kez bir bütün halinde büyük bir enerji krizi ve çöküş yaşayacaktır.


Shell firmasının jeofizikçilerinden Hubbert, 2150 yılında kaçınılmaz bir şekilde doğal enerji kaynaklarını tüketeceğini ve bu durumun sonucunda sürekli ve zorunlu bir şekilde tek üretim yönteminin tarım olacağı bir varoluşa dönmek zorunda kalacağını iddia etmiştir. Tekno-endüstriyalizm bu gidişatıyla adım adım kendi çöküşünü hazırlamaktadır.


Teknik ve Teknoloji:

Teknik ve teknoloji karşıtlığının kökeni bir objeye ya da kavrama duyulan kökensiz bir nefrete değil, bu kavramların yarattığı yeni yaşam şekline dayanır. Teknoloji ile kasıt belli amaçlara ulaşmak için üretilmiş, tekniğin somut dışavurumudur. İlk aşamasında doğanın yerine kültürü yerleştirip, kültürü doğal yapmayı amaçlayan medeniyet prensipteki teknik ve somut teknoloji arasındaki bağı sağlayan, bu iki kavramın birbirlerini geliştirmesini daha verimli çalışmasını mümkün kılan yapıdır. Günümüz tekniğinin temel öğesi emek değil makine organizasyonudur.


Medeniyet içerisinde yaşanan talihsizliklerde insanlar sorunlarını mutsuzluklarını teknik ve teknolojiye var olmasıyla değil, teknolojinin kötü kullanımın bir sonucu olduğunu düşünürlerken bir "üretimi" oldukları teknik ve teknolojik toplumun daha da teknikleşmesi için koşullanmış durumdadırlar. Bu durum bir anlamda yeni bir din haline dönüşmüş olan teknolojinin yok olması halinde insanların boşluk içerisinde olacağı ruhsal bozuklukların yaşanacağı bir durum haline dönüşebilir.


Medeniyet; insana sunduğu daha az bir çalışma ve daha rahat bir hayat vaadi ile insanın doğaya yöneltmek zorunda olduğu enerjiyi kendi enerji üretim çarklarına yüklemesini sağlar. 


Günümüzde insanın doğal çevresi artık doğa değil, medeniyettir. İnsan besinini sağlamak için doğaya çıkıp avlanmayı değil, yaşadığı sistem içinde enerji üretebileceği bir çark aramaktadır. Medeniyetin yarattığı dönüşüm insanı doğal koşullarda hayatta kalması için gerekli olan özelliklerini değiştirmiştir. Medeniyet öncesi dönemde iyi bir avcı olmak hayatta kalmak için gerekli iken; günümüzde gelişmiş ya da gelişmekte olan bir ülkede hayatta kalmanın alt eşiği oldukça düşmekle beraber, bilgisayar kullanabilmek, prezentbl bir çalışan olmak vb özellikler sosyal yapı içinde hayatta kalmanın ön koşulları olmuştur.


Medeniyetin getirdiği hastalıkların semptomları her geçen gün anti depresan kullanımları, kronikleşen kitle eğlenceleri ve hareketleri ile daha da belirginleşmekte, uykusuzluk, depresyon gibi ruhsal rahatsızlıkların sayısı gün be gün artmaktadır. İnsanlar gitgide hareket kabiliyetlerini yitirmekte evinde arabasında okulda işte bilgisayar veya tv başında oturmakta, reklam panoları ve diğer kitle iletişim araçları ile görmek ya da duymak istemediği anlamsız bir sanal gerçeklik dayatmasına maruz kalmaktadır. 


Savaş Düzdaş

15 Ocak 2016 Cuma

Sol-Ötesi Anarşi

Kendilerini siyasal solun şu ya da bu biçimine yakınlık içinde tarif eden hâlâ çok fazla anarşist mevcut. Fakat sol gelenekle birlikte gelen ölü ağırlıkların çoğunu terk etmeye hazır olanların sayısı giderek artıyor. Derginin bu sayısının birçok sayfası yeni bir keşfin başlangıcına ayrılmıştır, ki bu keşfin şansı, anarşistler için herhangi bir yararı kalmayan siyasal sol ile tanımlanıp tanımlanmayacakları üzerinde iyice düşünmelerine bağlıdır.

Aşağı yukarı son iki yüz yıllık varoluşları süresince, bilinçli anarşist eylemciler, teorisyenler, gruplar ve hareketler, ısrarla soldaki sözümona devrimcilerin eklektik dünyası içindeki bir azınlık konumunda ikamet ettiler. Dünyanın pek çok yerinde - bu zaman zarfında isyanları ve devrimleri belirleyen - zaferlerinde hiçbir kayda değer süreklilik bulunmayan - bu otoriter asiler, etkin devrimciler arasında genellikle belirgin bir çoğunluk olmuşlardır. Ve böyle bir çoğunluğa sahip olmadıkları zaman bile, genellikle başka yollarla üstünlüğü elde etmişlerdir. Liberal, sosyal demokrat, milliyetçi, sosyalist ya da komünist, her ne olursa olsunlar, otoriter konumlardan oluşan bütün bir kümeye belirgin bir şekilde kendini adamış olan siyasal solun çoğunluğunu oluşturan akımının parçası olarak kalırlar. Adalet ve eşitlik gibi ideallere takdire değer bir kendini adamanın yanı sıra, çoğunluğu oluşturan bu akım hiyerarşik örgütlenme, (ve çok sıklıkla) profesyonel önderlik (kültü), (özellikle de Marksçı varyantlarında dikkat çekici) dogmatik ideolojiler, kendini haklı çıkaran bir ahlakçılık, ve toplumsal özgürlük ile otantik, hiyerarşik-olmayan topluluğa dair geniş bir alana yayılan tiksinti.

Özellikle Birinci Enternasyonal’den atılmalarından sonra, anarşistler kendilerini genel olarak zor bir seçim karşısında buldular. Eleştirilerini siyasal solun içinde bir yerde konumlandıracaklardı, keşke yalnızca kenarında kalsalardı. Aksi halde muhalif kültürün çoğunluğunu bütünlüğü içinde reddedebilir ve yalıtılma ve ihmal edilme şansını elde ederlerdi.

Çoktan beridir, çoğu değilse bile, anarşist eylemciler, solun otoriter kültürü, ve eteklerine yapışarak kendi temalarını kalıcı bir cazibe edinmiş olan çok daha özgürlükçü bir yönde uyarlamayı tercih etmesi yüzünden duydukları hayal kırıklığı nedeniyle soldan dışarı çıkmaya başladılar. Anarko-sendikalizm bu türden bir sol-anarşizmin belki en iyi örneğidir. Anarşistlerin solcu ideolojileriyle yöntemlerinin, toplumsal adaletin solcu bir vizyonu için çalışmak üzere kullanılmasına, fakat eş zamanlı olarak da doğrudan eylem, öz-yönetim, ve (çok sınırlı ölçüde) belirli özgürlükçü kültür değerleri gibi anarşist temalara bağlanılmasına olanak tanır. Murray Bookchin’in ekolojik anarko-solculuğu, ister özgürlükçü belediyecilik isterse toplumsal ekoloji etiketi altında yürüsün, bir diğer örnektir. Yeşil politika alanında tercih edilse de her yerde ayağını basacağı herhangi bir sağlam zemin elde etmek yönündeki inatçı hatası ile ayırt edilir. Sol-anarşizmin tüm türlerinde en görünmez (sayısız) olan daha aşırı bir örnek de, çok sayıda anarşistin, sırf diğer anarşistlerle doğrudan çalışmanın hiçbir olanağını görmediklerinden dolayı, özgürlükçü değerlere ya çok az bağlı ya da hiç bağlı olmayan solcu örgütlere dalmak yönündeki seçimleridir (ki diğer anarşistler de çoğunlukla benzer şekilde gizlidirler, hali hazırda başka solcu örgütlere dalmışlardır).

Belki de şimdi, siyasal solun yıkıntıları kendi üzerine çökmeye devam ediyorken, anarşistler için solun ha bire ortadan kaybolan gölgesinden iri adımlarla toplu halde uzaklaşmayı düşünmenin zamanıdır. Gerçekten de, hâlâ bir şans var, eğer yeterince anarşist kendilerini solculuğun sayısız hatasından uzak tutar, "ihanetlerinden" arıtırsa o zaman nihayet anarşistler kendi ayakları üzerinde durabilirler.

Kendilerini kendi terimleriyle tanımlamanın yanı sıra, anarşistler bir kez daha, bu kez belki de kendi direnişlerini, siyasal sol ile ortak bir cephe oluşturma girişimleriyle uzlaştırmakta daha az istekli olacak yeni bir isyancılar kuşağına esin verebilirler; ki siyasal sol tarih boyunca her nerede özgür bir topluluğun yaratılışı gerçekleşirse buna karşı koymuştur. Kanıtlaması su götürmez. Solcu örgütlerin çok büyük bir çoğunluğu içinde (Enternasyonal’deki kırılmadan bu yana), her türlü özgürlükçü devrimcinin var olmalarına ısrarla karşı gelinmiş; katılmalarına izin verilen sol örgütlerin (örneğin anarko-Bolşevikler) çoğunda sessiz kalmaya zorlanmış; ve bunu yapacak zorunlu olan siyasal güce ve örgütsel kaynaklara erişen solcular tarafından eziyete, hapse, suikast ya da işkenceye maruz bırakılmışlardır (örnekler kalabalıktır).

Anarşistlerle sol arasında neden bu kadar uzun bir çatışma ve düşmanlık tarihi vardır? Çünkü temelde yatan, sırasıyla eleştiriler ve pratiklerde somutlaşan iki değişik toplumsal değişim görüşü vardır (her grup ya da hareket daima çelişkili öğeler içermesine rağmen). En basitinden, anarşistler - özellikle kendilerini solla en az tanımlayanlar - çoğunlukla, kendini toplumdan ayrı bir siyasal önderlik olarak kurmayı reddeden, kitlesel örgütlerin inşası için gereken manipülasyon ile kaçınılmaz olan hiyerarşiyi reddeden ve herhangi bir dogmatik ideolojinin hegemonyasını reddeden bir pratikle meşgul oldular. Öte yandan sol ise çok daha genel olarak, entelektüel ideologlarla oportünist politikacılardan oluşan seçkin bir önderliğe tabi kılınmış kitlesel örgütlerin vekalete ve temsiliyete dayalı pratikleriyle meşgul oldu. Bu pratiklerde parti kendisini kitle hareketinin, parti önderliği de partinin yerine koyar.

Gerçekte, solun birincil işlevi sermaye ile devlete karşı doğrudan mücadele etmeye gücü yetecek her toplumsal mücadeleyi tarihsel olarak yeniden sağlığına kavuşturmaktır; öyle ki en iyi durumda, devam eden sermaye birikiminin, devam eden ücretli köleliğin ve devam eden alışıldık hiyerarşik devletçi siyasetin toplumsal sırrını daima gizleyerek, buna karşın direniş ve devrime, özgürlük ve toplumsal adalete dair zayıf bir retorik altında zaferin hep sadece yapay bir temsiline ulaşılabilmek olmuştur.

Dipte yatan soru şudur: Anarşistler - apaçık ve uzlaşmayan bir eleştirel konumdan - solda ikamet etmeyi seçmiş olanların sol içinde yaptıklarından daha iyisini sol dışında yapabilirler mi?


Jason McQuinn

Mini Teori

Yıkıntılar ister Zapotecler ister Mayalılar, ister Mısırlılar ve isterse modernler olsun oyun alanlarıdırlar. Onları korumak yerine, onlarla neden tamamen tükenecek kadar oynamıyor ve onları yaratmış olan kültürleri unutmuyoruz? Kültür belleği, kültürün korunmasıdır - ve kültür, sadece yaratıcılık ve oyun üzerine yerleştirilmiş kutsal bir sınırdır. Asiler kutsal sınırları yok ederler.

Konsensüs metodu bireyi grubun buyruğu altına sokar. Konsensüs şimdikini arabuluculuk sürecine maruz bırakır. Konsensüs, değişime sadece tüm grup tarafından kabul edilirse müsaade eder ve dolayısıyla yaradılışından muhafazakârlıktır... Bu, anarşi değil, içselleştirilmiş bir kontroldür.

Toplumun işleyişi için, arzu uysallaşmalıdır. Arzu ekonomi tarafından sömürgeleştirilmelidir – gereksinim/ihtiyaca, toplum tarafından sunulan malları elde etmeye dönüştürülür. Böylece doğrudan arzu kısıtlamalara ve yapılara ihtiyaç duyar. Bunlar arttıkça, arzunun rengi katıksız bir hayalete dönüşür. Kısıtlamalar ve yapılar giderek onlara karşı kullanılabilen sırları öğrenmek için hayatta kalmaya evrilir.

Yıkıntılara olan ilgim, kısmen zorlanmamış isyanın bilinçli kışkırtılması yoluyla yıkılan şehirlerden neşeli bir şekilde stratejiler geliştirme girişimlerinden kaynaklanır. Bu onlara karşı kullanılabilen sırları öğrenmek için şehirleri geniş bir şekilde araştırılmasını gerektirir.

Bir eliti yaratmak için birden fazla yol vardır. Yöneten sınıflar, entelektüel sınıflar ve estetik sınıflar kendi pozisyonlarını sağlamlaştırmak için ayak takımına kendi güçlerinin, bilgi ve becerilerinin yapay bir erişilmezliğini yaratırlar. Diğer taraftan, kendi kendine açığa vurulmuş olan "sınıf bilinçli" radikal aktivistler, kendi “sınıf saflıklarını” veya böyle saçmalıkları kanıtlamak için ve kendi gülünç yalanlamaları tarafından kendilerini bu şekilde yoksullaştırmaya razı olmayan o radikallerin gönülsüz bir elitini yaratmak için kolaylıkla faydalanılabilir olan bilgi, kelime dağarcığı ve iyi bilenmiş analitik becerilere ulaşmaktan kendilerini mahrum bırakırlar.

Birçok anarşist aslında toplumun söylemi içindeki düşüncelerinin tuzağına düşerek halen sosyal bağlam tarafından yaratılmış olan imajlar açısından düşünen solcular veya liberal özgürlükçüler veya bazı durumlarda basit bir şekilde öfkeli insanlardırlar. Birisi, kendi kategorilerinin dışında düşünerek bu söylemin dışına çıkana dek, birinin isyanı otorite yapılarının parçası olarak kalır. Çoğu anarşist, tam olarak meydan okumayan, hafif yapmacıklı, uysal ve hoş olan bir “anarşiyi” sevinçle yaratarak toplumun söyleminden tamamen hoşnuttur – hepsi “eğitim” ve “eylem” için.

Sibernetik teknoloji endüstriyel teknolojiye kendi varlığı için bağımlıdır. Dolayısıyla siber ütopyanın boş hayali için.

Değiş tokuş hala ekonomik bir değişimdir. Para ekonomik değişimin daha randımanlı akışına izin verir. Neden sadece ekonomiden tamamen kurtulmuyoruz?

Çoğu kez "sağlık" canlılığın karşısındadır. “Sağlığa” değer verenler bunu çoğu kez çileci ve pasif bir usulde sürdürür.- bir şeyleri bırakarak. Onların sağlık özlemi yaşamsal değildir, ciddi arzu trajedisidir – bu bir iş veya bir imalat işlemidir – sona ulaşma girişimidir – fakat böyle bir işlem asla memnuniyet vermez, çünkü kendi kökleri olan boşluğu sürekli olarak yeniden üretmek için özlemin doğasıdır. Yaşamsallık, yoğunluk – bunlar sadece sağlığa sahip olmak için gereken nedenlerdir – ve onları yaşamak sağlığı yaratır veya onu konu dışı bırakır.

Post-modernizmin en iyisi başarısız olur çünkü aklın krallığına yönelime taşınır – aktif bilincin lehçesi tarafından yaratılmış olan esrik yaşamlar yerine rasgele düşünceler tarafından hareket edilen statik yaşamlar mı?

Eğer "özne," "kendisi," sonra birini diğerinin kendini yaratmasından alıkoyan her şey yok edilmiş veya yıkılmış olsaydı, birinin kendi öznelliği, her an yaratıcı olan kendisinden daha büyük olan bir şeye sürekli olan inancı olurdu – örnek olarak; sürekli olarak allaha inanmak. Bugünün çağından, tanrı toplumdur.



Gündelik etkileşimlerin devrimi:

Kendi totalitesinden fışkırdıkları mini sosyal bağlamlara karşı çıkmadan ayrı sinir bozucu hadiselere karşı çıkmak kendi totalitesindeki en büyük sosyal bağlamı ispatlamaya çalışmaktan ziyade meseleleri protesto etmek o zaman farklı olmaz. Hiçbir esas değiştirmez. Hayal gücünün başarısızlığı, ümitsizliği, olaylar tarafından yenik düşmüş hissetmek: bunlar tersine giden etkileşimlerin kanıtlarıdırlar.

Aklın tüm içi bütünüyle sosyal bir yaratım... En iyisi o bağlamla yok edilebilecek olan ve sosyal bir bağlam tarafından yaratılmış olan bir ilişkidir... O zaman belki hayal gücü esasen bir fantezi mekanizması olmaya son verebileceği ve sürekli olarak gergin anlar yaratmanın bir aracı haline gelir. Aklın iç kısmı ile aktif bir kendi kendine yaratım yaşamından ayrılmış olan düşünceleri, hayalleri ve tasarımları ifade etmek istiyorum.

Hiç kimsenin hiç kimseye borcu yoktur. Borç ekonomik bir kavramdır ve onun her hangi bir biçimini tanımayı reddediyorum.


Feral Faun

14 Ocak 2016 Perşembe

Gayriresmi Örgütlenme

Öncelikle gayriresmi anarşist örgütlenme ile anarşist sentez örgütlenmesinin ayrımını yapalım. Bu ayrım hatırı sayılır derecede açıklığa kavuşacaktır. Anarşist sentez örgütlenmesi nedir? Periyodik kongrelerle sona eren grup veya kişilerin aşağı yukarı sürekli ilişkide olmalarına dayanan bir örgütlenmedir. Bu açık toplantılarda, temel teorik analizler tartışılır, bir program hazırlanır ve sosyal alana bir dizi müdahaleyi içeren görevler paylaşılır. Örgüt bu nedenle kendisini, bir referans noktası olarak, sınıf çatışması gerçekliğinde devam eden mücadeleleri birleştirmeye muktedir bir birim gibi kurar. Bu örgütlenme modeli içerisindeki çeşitli topluluklar farklı mücadelelere (teker teker yoldaşlar ya da grup olarak) müdahil olurlar ve son kongrede karar verildiği üzere, birinci şahıs olarak müdahil olmakla, bir bütün olarak örgütün teorik ve somut yönelimini göz ardı etmeden katkı sağlarlar. Bu tür örgütler kendilerini tamamen geliştirdiklerinde (İspanya 1936'da olduğu gibi), tehlikeli şekilde bir partiye benzemeye başlarlar. Sentez kontrole dönüşür. Elbette, gevşeklik anlarında, bu çapraşıklık daha az görünürdür ve hatta bir saldırı olarak görülebilir, ancak diğer zamanlarda bunun sebebinin daha açık olduğu anlaşılır.

Özet olarak, sentez örgütlenmesinde (her zaman spesifik ve anarşist), bir uzmanlar çekirdeği hem teorik hem de ideolojik düzeyde öneriler geliştirir ve bu öneriler periyodik kongrede mümkün olduğu kadar kabataslak kararlaştırılan programa uyarlanır. Bu programın değişmesi önemli olabilir (ne de olsa, anarşistler bir şeylere körü körüne bağlılığı asla kabul etmeyeceklerdir), ancak bu gerçekleştiğinde daha önce karar verilen çizgiye mümkün olan en kısa zaman içinde dönmeye özen gösterilir. Bu örgütlenmenin projesi, o yüzden çeşitli alanlarda var olmaktır: Anti-militarizm, nükleer güç, sendikalar, hapishaneler, ekoloji, yaşam alanlarına müdahil olma, işsizlik, okullar vs. Bu varoluş, hem diğer yoldaşlar veya örgütlenmeler (anarşistler veya olmayanlar) tarafından yürütülen müdahalelere katılım hem de doğrudan müdahale yoluyla gerçekleşir. Mücadeleyi sentez projesi içerisine taşımayı amaçlayan bir katılımın otonom olamayacağı açıktır. Mücadele koşullarına gerçekten uyum sağlayamaz ve diğer devrimci kuvvetlerle net bir plan dâhilinde etkin biçimde iş birliği yapamaz. Her şey hem sentezin ideolojik süzgecinden geçmek zorundadır hem de kongrede daha önce onaylanmış koşullara riayet etmek zorundadır. Her daim burada göründüğü kadar katı olmayan bu durum, sentez örgütlerin, riske girmemeyi önererek, ileriye doğru herhangi bir adımın atılmasını, fazla açık herhangi bir hedefi ya da tehlikeli olabilecek herhangi bir aracı önlemek için entrikalara başvurarak mücadeleleri vasat bir seviyeye götürme eğilimlerini taşımaktadır. Örneğin, böyle bir örgütlenmeye üye bir grup (sentez örgütlenmesine üye, ama her zaman anarşist ve spesifik) baskıya karşı mücadele eden bir yapıya sadık kalmıştır, kongrede kabaca kabul edilmiş olan analizin ışığında bu yapı tarafından tasarlanmış eylemler üzerinde düşünmeye zorlanacaktır. Yapı hem ya analizleri kabul edecektir ya sentez örgütlenmesine üye olan grup işbirliğini kesecek (şayet bir azınlıksa) ya da mücadelenin farklı metotlarını uygulamaya koyanları ihraç edecektir (aslında, kesin bir talep olmasa bile). Bazı insanlar hoşlanmayabilir ancak bu tam da bu gibi örgütlenmelerin işleyiş biçimidir.

Birisi kendisine dünya üzerindeki sentez örgütlenmelerine üye olan grubun tasarrufunun tanım gereği neden baskı yapılarına ve sosyal konsensüse karşı olası eylemlere katılan diğerlerinden daha dikkatli ve geri olmak zorunda olduğunu sorabilir. Bunun sebebi ne? Cevabı basittir. Daha önce görmüş olduğumuz periyodik kongrede doruğa ulaşan spesifik anarşist sentez örgütlenmesi, kendi temel amacı olarak sayıca artmıştır. Büyümek zorunda olan faal bir güce ihtiyaç duyar. Tamamen sınırsız değil ama hemen hemen sınırsız olan. Tersi durumda, tek bir referans noktasında senteze giderek, ne çeşitli mücadelelere katılma kapasitesi olacaktır ne de kendi ilkesel görevini yerine getiremeyecektir. Şimdi, asıl amacı üyelerinin artması olan bir örgüt, dini yayma çalışmasını ve çoğulculuğu garanti altına alacağı araçlar kullanmak zorundadır. Herhangi bir sorunla ilgili net bir pozisyon alamaz, ancak her zaman, daha az sayıda insanı hoşnutsuz eden ve çoğunluk için kabul edilebilir olduğu anlaşılan politik bir yol olarak, orta yolu bulur. Özellikle baskı ve hapishane gibi bazı sorunlarla ilgili doğru pozisyon, çoğu zaman en tehlikelisidir ve hiçbir grup, grubun diğer üyeleriyle başta hemfikir olmadan üye oldukları örgütlenmeyi riske atamaz. Ancak bu sadece kongrede olur veya en azından olağanüstü bir toplantıda olur ve bizler biliyoruz ki; böyle durumlarda her zaman en ılımlı fikir hâkim gelir, elbette en gelişmişi değil. Öyleyse, kaçınılmaz olarak, sınıf mücadelesinin özüne ulaşan güncel mücadelelerdeki sentez örgütlenmesinin varlığı, bir frene ve kontrole dönüşmektedir (çoğu zaman istemsiz, ancak bu halen bir kontrol sorunudur).

Gayriresmi örgütlenme böyle sorunlar arz etmiyor. Kendilerini gayriresmi bir projelendirmecilik içerisinde gören ilgi grupları ve yoldaşlar kesinlikle kongrede kararlaştırılmış olan bir programa sadık kalmayarak eylemde bir araya gelirler. Projeyi kendi analiz ve eylemlerinde kendileri gerçekleştirirler. Kongreler ve benzerleriyle alakası olmadığından, bir şeyleri çabuklaştırmak için yapılan bir dizi toplantı veya bildiri arada sırada da olsa bir referans noktası olabilir. Kendilerini gayriresmi bir örgütlenmede gerçekleştiren yoldaşlar otomatik olarak o örgütlenmenin bir parçasıdırlar.

Diğer yoldaşlarla ilişkilerini bir bildiri veya başka araçlarla korurlar, ama daha önemlisi, bunu zaman zaman gerçekleşen çeşitli eylemlere, gösterilere, mücadelelere vs. katılarak yaparlar. Asıl doğrulama ve analiz o yüzden mücadele anlarında cereyan eder. Bunlarla başlamak, daha sonra başka bir şeye dönüşerek teorik doğrulamanın anları olabilecektir. Gayriresmi bir örgütlenmede bir sentez sorunu yoktur. Birbirinden farklı olan tüm konumlarda var olma arzusu yoktur. Hatta mücadeleyi önceden kabul görmüş bir programın derinliklerine çeken bir projenin formüle edilmesine dair hiçbir arzusu yoktur. Sabit olan tek referans noktası isyancı metotlardır: Başka deyişle mücadelenin öz-örgütlenmesi, daimi çatışmacılık ve saldırıdır.


Alfredo Bonanno

13 Ocak 2016 Çarşamba

İnsan ve Devlet Üzerine

İnsan günümüzün Tanrısıdır ve İnsan korkusu eski Tanrı korkusunun yerini almıştır. İnsan dini Hristiyan dininin en son aldığı biçimdir. Feuerbach, kutsal olanı insani hale getirirse hakikati bulacağına inanır. Hayır, eğer Tanrı bize acı veriyorsa, 'İnsan' bize ıstırap vererek daha fazla işkence etme kapasitesine sahiptir. Hakikate inandığınız sürece kendinize inanmıyorsunuz ve siz bir uşak, bir mutaassıp insansınız. Ruh olan Tanrıya Feuerbach 'Özümüz' adını verir. 'Özümüz'ün bizimle karşıt hale gelmesine - özsel ve özsel olmayan kendilik halinde ikiye bölünmemize - tahammül edebilir miyiz? Bununla kendimizi, kendimizin dışına sürgün edilmiş halde görmenin hazin sefaletine geri dönmez miyiz? Öze dayanan ilişki gerçek bir şeyle değil hayaletle kurulan bir ilişkidir. Devletin çekirdeği basitçe 'İnsan'dır, bu gerçekdışılık ve onun kendisi yalnızca bir 'insan toplumu'dur.

Öyleyse Devlet, benim bir insan olmamı talep ederek bana olan düşmanlığı ele verir... Beni, İnsan olmayı bir görev olarak kabul etmeye zorlar.

Devlet, benim kendi değerime ulaşmama izin vermez ve yalnızca benim değersizliğim yoluyla varlığını sürdürür.

Bireyin kendiliğine - ya da benliğine - devlet sahip olur, artık ona toplum sahiptir. Bu toplum hiçbir şekilde benlik değildir, ... bu topluma hiçbir fedakârlık borcumuz yoktur, fakat, eğer bir şey feda edeceksek kendimize feda edelim, - sosyalistler bu konuda hiç düşünmezler - çünkü onlar, tıpkı liberaller gibi, kendi dini ilkelerine mahkumdurlar ve şevkle kutsal bir toplumun, mesela şimdiye kadarki Devlet'in peşinden giderler. "Halk" iktidar tarafından yaratılmış bir bütünlüktür - hiçbir benliği yoktur. Devletin her zaman sahip olduğu tek amacı bireyi sınırlamak, evcilleştirmek ve tabi kılmaktır - o ya da bu genel ilkenin kulu haline getirmektir.

Devlet denilen şey, bir arada yer alanların kendilerini birbirlerine uydurduğu ya da kısaca, karşılıklı olarak birbirine bağlı oldukları, bir güven ve bağlılık dokusu ve şebekesidir; bir hep birlikte ait oluş, hep birlikte tutunmadır. Kilisenin ölümcül günahları varsa, Devletin sermaye suçları vardır; birinin sapkınları varsa diğerinin de hainleri vardır, biri kiliseye dair cezalar veriyorsa diğeri yasaya dair cezalar verir; biri engizisyon süreciyse diğeri maliye sürecidir, kısaca orada günahlar, burada suçlar, orada engizisyon ve burada da engizisyon. Mevcut Devlete karşı ayaklanmak ya da mevcut yasaları devirmek için çok az tereddüt kaldı, ama Devlet fikrine karşı günah işlemeye, yasa fikrine itaat etmemeye kimin cesareti var? - onun her zaman kendine ait bir mantığı vardır ve kısa süre sonra halkın iradesine karşı dönecektir.

Yok edilmesi gereken "yönetim ilkesi"dir, bize hükmeden şey devlet fikridir. ...savaş, belirli bir Devlet'e karşı ya da Devletin zaman içindeki sırf belirli bir durumuna karşı değil durumun kendisine, Devlet'e karşı ilan edilmeli; insanın amacı bir başka Devlet (örneğin "halk Devlet'i") değildir.

Bu andan itibaren Devlet, Kilise, halk, toplum ve benzeri sona ererler, çünkü var olduklarına şükretmek zorundalar ve ancak benim kendime saygısızlığımla bu eksik değerlendirmenin ortadan yok oluşuyla onlar da bizzat ortadan kalkarlar. Devlet, efendilik ve kölelik (tabi olma) olmaksızın düşünülemez; çünkü Devlet bütün bağrına bastıklarının efendisi olma iradesi göstermelidir ve bu irade 'Devlet İradesi' olarak adlandırılır'... Kendi iradesine sahip olmak için başkalarındaki irade yokluğuna dayanması gereken, bu başkaları tarafından yapılmış bir şeydir, aynı bir efendinin hizmetkâr tarafından yapılması gibi. Eğer itaatkârlık sona erseydi, bu tamamen efendiliğin de hepten sonu olurdu. Devlet kendisini, arzulayan İnsanı evcilleşmeye zorlar; diğer bir deyişle, devlet onun arzusunu bir tek kendisine yönlendirmeye ve bu arzuyu kendi sunduğu içerikle doldurmaya çalışır.

'Herkes' dediğiniz bu kişi kimdir? O “toplum”dur! - Ama öyleyse o cismani değil mi? Biz, onun bedeniyiz! - Ya siz? Neden siz kendiniz bir beden değilsiniz? Bundan dolayı birleşik toplum gerçekten onun hizmetinde olan bedenlere sahip olabilir, fakat kendisine ait bir bedene sahip değildir. Toplum bir kutsal kavramına dayanır ve bu yüzden bireyler arasındaki zoraki bir münasebettir. Öte yandan birlik ise ona girmek isteyen bireylerin arzusundan başka bir şeye dayanmaz: bu, her türden öz fikrini çözündüren, yalnızca amaca uygun ve faydalı bir ilişkidir.

Ben, kendimi varsayarken bir varsayımdan başlarım; fakat varsayımım 'kendi kusursuzluğu için mücadele eden İnsan' gibi kendi kusursuzluğu için mücadele etmez, fakat yalnızca onun keyfini çıkarmama ve onu tüketmeme hizmet eder... Ben kendimi önceden varsaymam, çünkü her an kendimi öne sürüyor ya da yaratıyorum. Hiçbir kavram beni ifade etmez, benim özüm olarak belirtilen hiçbir şey beni bitiremez.

Özgürlük ile kendi-olmak arasında ne kadar büyük bir fark var!.. 'Özgürlük yalnızca rüyalar âleminde yaşar!' Buna karşın, kendi-olmak benim tüm varlığım ve varoluşumdur, o benimdir. Kurtulduğum şeyden özgürüm, kontrol etme gücüm olan şeye sahibim... Özgür olmak gerçekten isteyemeyeceğim bir şey, çünkü onu yapamam, onu yaratamam: onu ancak dileyebilir ve ona talip olabilirim, zira o bir ideal olarak, bir hayalet olarak kalır. Yalnızca kişinin kendisi için aldığı özgürlük, yani egoistin özgürlüğü, pupa yelken gider. Özgür bırakılan insan, serbest kalmış bir insandan, bir libertinus'tan, beraberinde zincir taşıyan bir köpekten başka bir şey değildir: o, tıpkı aslan postuna bürünmüş eşek gibi, özgürlük giysisi içindeki özgür olmayan bir insandır.


Max Stirner 
Saul Newman'in, Bakunin'den Lacan'a adlı kitabının 
Stirner ile ilgili bölümünde

12 Ocak 2016 Salı

Düşünceye Bir Övgü

Düşünce herkesin sahip olduğu ve kullandığı uçsuz bucaksız bir ticari mal. Üretimi ekonominin büyük bir bölümünü içermekte ve tüketimi de insanların çokça vaktini alıyor. Başlıca karakteristiği netliği.

Belirsiz bir fikir diye bir şeyin olmayacağını söylemek için aceleci davrandık. Her şey ne iyi ne de kötü. Düşünmenin ya da kuşkunun, çelişkinin ve belirsizliğin acılı teyitlerinin farklı dereceleri düşünceye yabancı. Bu yüzden, düşünce, onu kullananlara ve kararlar alırken tüketenlere ya da başkalarının kararlarına empoze edenlere büyük güç vermekte.

Büyük bir hızla pozitif/negatif ikili mantığına, kırmızıdan siyah düğmeye doğru ilerleyen bir dünyadaki bu değer yitimi, sivil bir arada yaşamın kendisinin gelişiminde önemli bir etken. Şüphenin çözümlenmemiş insafsızlığında kendimizi desteklemeye devam etseydik, geleceğimiz neye dönüşürdü? Nasıl kullanılabilir olurduk? Nasıl üretebilirdik?

Gerçek seçim olasılığı indirgendiğinde netlik gün ışığına çıkar. Sadece net fikirleri olanlar ne yapılacağını bilirler. Ama fikirler hiçbir zaman net değildir, bu yüzden argümanları değil testleri, incelemeleri değil ama alternatif ikilikleri; basit anlaşılabilir araçları sağlayan, fikirleri bizim için netleştirenler sahnededir. Yalnızca gece ve gündüz var, gün batımı ya da alacakaranlık mevcut değil. Onlar bu yüzden kendimizi şunun ya da bunun tarafında ilan etmemiz için ısrar ederler. Sorunun çeşitli yönlerini bize göstermezler, yalnızca büyük ölçüde basitleştirilmiş bir yapıyı gösterirler. Bir evet ya da hayırın tarafında olduğumuzu söylemek basit bir meseledir, ama bu basitlik onu anlamaya ve açıklamaya yönelik bir çaba yerine karmaşıklığı saklar. Hatta diğer karmaşıklıklara başvurmadan açıklamanın dışında, hiçbir karmaşıklık doğru bir biçimde anlaşılamaz. Erişilebilecek çözüm gibi bir şey yoktur. Zihnin ve kalbin neşeleri ikili önermelerle feshedildi ve "doğru" kararların faydasıyla değiştirildiler.

Ama hiç kimse dünyanın olumlu ve olumsuz olmak üzere iki mantıksal ikiliğe bağlı olduğuna inanacak kadar aptal değil. Kesinlikle anlama için, fikirlerin yeniden devralındığı ve bilginin yitirdiği yeri yeniden kazandığı bir mekân var. Bu yüzden; arzu, karmaşıklığın ayrıntılandırılmasının cevaplarına sahipmiş görünen ve bu nedenle bize basit çözümler öneren tüm diğerlerine bunu temsil ederek ortaya çıkar. Bu ayrıntılandırmayı, başka bir yerde meydana gelmiş ve yaşanmış bir şey olarak tarif ederler ve bu yüzden de kendilerini bilimin şahitleri ve emanetçileri olarak sunarlar.

Böylece çember daralır. Basitleştiriciler; kendilerini, sorulan fikirlerin doğruluğunun garantileri ve (cevapların) ikili şekildeki sürekli doğru üretimleri olarak sunarlar. Düşünce - açıklığın bu çarpıtılması - bir kere altında yatan dolambaçlı dokuyu anlamanın tüm kapasitesini, vicdanın büyüyen karmaşık problemlerini, sembollerin ve anlamların ateşli eylemini, kaynakları ve kurumları yok ettiğinde, farklılıkların birleştirici dokusunu da yok eder. Gerçekliğin yalnızca iki olası çözümünün göründüğü, ışığın açık ya da kapalı olduğu ikili kodlama evreninde onları imha eder. Gerçekliği özetleyen model, diğerinin farklılıklarını bozar ve tüketilmeye hazır önceden paketlenmiş formüllerde gösterir. Yaşam planları artık nefes almıyor. Arzuların ve kopya düşlerin yerini semboller alıyor ve onları çifte rüyalara dönüştürüyor.

Potansiyel olarak erişilebileceğimiz sınırsız miktardaki bilgi, düşünce çemberinin ötesine geçmemize izin vermez. Aynen bir markette türlü türlü, aynı ürünün işe yaramaz çeşitliliğinin bolluk ve bereket anlamına gelmemesi ama sadece ticari bir israf olması gibi, bilgideki bir artış düşüncede niteliksel bir büyümeye neden olmaz. Neyin doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olduğuna karar vermek için herhangi bir gerçek kapasite yaratmaz.

Gerçeklikte, bir tarafta iyi var ya da karşı tarafta kötü var değil. Aksine sadece gerekli bir duyarlılığın ve sezginin varlığıyla zekâ kullanma kapasitesinin, bir anlama kapasitesinin idrak edebileceği; koşulların, olayların, durumların, teorilerin ve pratiklerin tamamen bir çeşitliliği var. Kültür bir bilgi kütlesi değil, ama yaşayan ve sıklıkla tutarsız, onun aracılığıyla dünyanın ve kendimizin bilgisini kazandığımız bir sistem. Bu, yaşamımızı ve yaşama kapasitemizi oluşturan ilişkilerin farkına varmamızla hemen hemen her zaman doyurucu ve bazen acıtıcı olan bir süreç.

Tüm farklılıkları ortadan kaldırarak, bir kez daha, kendimizi elimizdeki istatistiksel bir eğriyle, matematiksel bir model tarafından üretilmiş olayların aldatıcı rotasında buluyoruz, -parçalı ve çok büyük gerçeklikte değil.

Fikir bize bir taraftan kesinlik sunar, ama diğer taraftan da bizi yoksullaştırır ve mücadele etme kapasitemizden mahrum bırakır, çünkü dünyanın olduğundan daha basit olduğuna ikna olarak sonuca varırız. Bu tamamıyla bizi kontrol etmek isteyenlerin ilgilendiği şey. Bilimin kendilerinin tarafında olduğuna ikna olmuş memnun olan bir özneler kitlesi, gelecekte hâkimiyet projelerini gerçekleştirmek için ihtiyaç duydukları şey işte bu.


Alfredo Bonanno

11 Ocak 2016 Pazartesi

Can Çekişen Toplum ve Anarşi

İnsanların bu güne kadar anarşistlere karşı getirmeyi başarabildiği en güçlü itiraz onlara "teorileriniz çok hoş ama gerçekleştirilemez" demek oldu. Bu bir ispat değildir. "Neden gerçekleştirilemesinler?" diye sorduğumuzda bize gerekçelerle cevap vermek yerine korkularını öne sürüyorlar. İnsanın kötü doğası yüzünden özgürlüğünden istifade edip çalışmayı tamamen bırakacağından; hiçbir aracı güç var olmadığı zaman güçlünün zayıf olanı sömürmesinin gerçekleşebileceğinden korktuklarını vs. söylüyorlar bize. Anarşistler, insanlar arasındaki bu kötü eğilimin, karakterindeki bu kusurların bir insanı diğerinin karşısına yerleştiren, aşırı bir cimrilikle verdiği üç beş kuruşu bir diğerinden koparmaya zorlayan şimdiki toplumsal örgütlenme tarafından teşvik edilip yüreklendirildiğini ispatlayarak bu korkuların temelsizliğini göstermiş bulunuyor. Anarşistler, iktidara dayalı her toplumsal sistemin kötü etkiler yaratmaktan başka bir şey yapamayacağını da gösteriyorlar; iktidar diğer insanlarla aynı hatalara açık olan kişilerin yetkisine verildiği için açıktır ki insanlar kendilerini nasıl yöneteceklerini bilmiyorlarsa eğer, diğerlerini nasıl yöneteceklerini bundan da az bilmektedirler...

Eğer iktidara gelmeye meraklı bir siyasi parti olsaydık, kendimizi zirveye taşıtmak için halka bir sürü vaatte bulunabilirdik; ama Anarşi'de durum farklıdır; vaat edecek, isteyecek, verecek hiçbir şeyimiz yok ve insanlığın bu ideale olan eğilimini kanıtlayan gerçekleri gösterdikten sonra karşıtlarımız fikirlerimizin imkansız olduğunu söyleyerek karşı çıktığından, bize tüm kurumlarımızda süregiden suistimallerin kanıtlarına, bunların üstünde durduğu temelin yanlışlığına, şarlatanların onlar vasıtasıyla halkın ilgisini başka tarafa çevireceği şu reformların boşluğuna geri dönmekten ve halka açık olan alternatifi - ya sömürüye devam etme ya da isyan etme - hatırlatmaktan ve bu devrimin başarısının, sayesinde iyi olduğunu bildikleri şeyleri gerçekleştirmeyi "arzuladıkları" enerjiye bağlı olduğunu onlara ispatlamaktan başka bir şey kalmıyor. Bizim görevimiz bu: Gerisi başkalarına kalmıştır, bize değil.

Bizler kendi payımıza, tantanalı ve duygusal ifadeler aracılığıyla yürütülen bir propagandanın hiç de taraftarı değiliz; bunların etkisi halkın acil bir zaferi umut etmesini sağlamaktır ki bu da olanaksızdır...

Bizim idealimiz daha az parlak ve daha gösterişsiz ama daha kalıcı bir görevi gerçekleştirmektir. Gayretimizi halkı duygu üzerinden yakalamakla sınırlamak yerine, onları her şeyden önce mantık ve akıl yoluyla kazanmaya çalışıyoruz. Yeteneği duyguya başvurarak halkı kazanmaktan ibaret olanları kesinlikle küçümsemek istemiyoruz. Herkesin görevi mizacına ve görüşüne göredir. Ama kendimiz için inançtan çok kanaati sağlamlaştırmayı tercih ediyoruz. Propagandada yer alan herkes kendisini bekleyen zorlukları bilmeli ki; bu zorluklarla karşılaşmaya hazır olsun ve yoluna çıkan ilk engelde cesareti kırılmasın...

Bazılarımız arasında bir hayli yaygın biçimde kabul gören bir diğer önyargı da kitleleri isteğe göre kalıba dökülebilecek, hakkında canını sıkmanın lüzumu olmayan yoğurulabilir hamurlar olarak farz etmektir. Bu anlayış, bu insanların, diğerlerinden önce bir adım atmakla kendilerini bir şekilde peygamber ve sıradan ölümlülerden çok daha zeki saymaları gerçeğinden ileri gelmektedir.

"Kitlelere falanı filanı yaptıracağız", "onları arkamıza alıp yol göstereceğiz", vs. Gerçekte bir diktatör de bundan daha farklı şeyler söylemez. Kitlelere bu şekilde bakmak otoriteryan geçmişimizin bir mirasıdır. Azınlıkların halk üzerindeki etkisini inkar etmeyi istediğimizden değil, bu etkinin tam da bizi o kadar kaygılandıran şey olduğuna inandığımız için. Ama devrim zamanında Anarşistlerin kitlelerde sahip olabileceği tek etkinin doğrudan eylem yoluyla olacağını düşünüyoruz: Fikirlerimizi uygulamaya koyarak, örnekleme yoluyla vaaz ederek; halka sadece bu araçlar vasıtasıyla yol gösterilebilir. Yine de iyiden iyiye farkında olmalıyız ki açık ve iyi tanımlanmış bir propaganda yoluyla halkın anlayışı iyice hazırlanmadığı sürece, halk bizzat ayaklarının üzerinde durup, daha önce aldığı fikirlerle harekete geçmediği sürece, bu eylemlerin kitle üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır. O halde fikirlerimizi yaymaya başlayacak olursak, fikirlerimizin etkisi kendini hissettirecektir ve sadece onları nasıl açıklayacağımız ve anlaşılır kılacağımızı bilmemiz koşuluyla toplumsal dönüşümde bir pay sahibi olma şansımız olabilir. Bu yüzden takipçiler edinmemekten korkmamıza gerek yok, ama bunun yerine kendilerini lider sananlardan kaynaklanan engellemeler için tetikte olmalıyız.

Devrimin habercileri devrim zamanlarında her zaman kitleler tarafından seçilir. Gelin fikirlerimizi yayalım, anlatalım, açıklayalım, gerekirse onlara yeniden şekil verelim. Hakikatin yüzüne bakmaktan korkmayalım ve bu propaganda, davamıza bağlı olanları yabancılaştırmadığı gibi, adalet ve özgürlüğe susamış kişileri de muhakkak ki kendine çekecektir.


Jean Grave