9 Ocak 2016 Cumartesi

İsyanın Mantığı

İsyan kelimesini duyduğumuzda, geçmişte büyük ve ani bir değişim anı aklımıza gelir veya gelecekte benzer bir çatışmayı hayal ederiz. Kendiliğinden isyan, halkın sömürüye olan sabrının sınırlarının ötesine itildiği zaman ortaya çıkar. Bazı olaylar meydana gelir: Sokak çatışmaları, polise yönelik saldırı, kapitalizmin sembollerinin (bankalar, kuyumcular, süpermarketler vs.) tahrip edilmesi. Halk şiddetinin bazı anları, dünün duyarlılığının bugünün öfkesine dönüşmesine şaşakalmış olarak anarşistleri hazırlıksız yakalar.

Birkaç yıl önceki (1981) Brixton'a bakın: Anarşistler, ayaklanmalardaki başkarakterler değildi, olamadılar. Olaylar onları şaşırtmıştı. Halk, görünüşte basit olan ancak uzun zaman kuluçkada kalan nedenlerle ayaklanmıştı. Anarşistlerin katılımı, sadece duruma adapte olma şeklinde oldu, isyan mantığı olmadan eyleyerek, bir isyanın misafirleri gibi. Bilinçli bir devrimci için taş atmak, bir isyana katılmak için en iyi yol değildir.

İsyanın mantığını uygulamaktan bahsederken bizler, bir şeylerin tam tersine gittiğini söylemek istiyoruz. Kendimizi sosyal gerilimin tanımlayıcı alanlarıyla ve sosyal gerilim patlak verdiğinde buna katılmakla kısıtlamıyor, ayaklanmaya ve daha fazlasına teşvik etmeye, bir isyan örgütlenmesinin oluşturulmasını arz etmeye ve ona katılmaya çalışıyoruz.

Olabildiğince açık olmaya çalışalım. Anlatmaya çalıştığımız örgütlenme biçimi; birliksel, sosyal veya kitle karakterli - bir komite, destek grubu, baskıya karşı birlik, barınma hakları derneği, nükleer karşıtı gruplar, seçimlere karşı abstensionist/çekimser birlik vs. - olmalıdır, sadece belirli bir anarşist gruptan oluşmamalıdır. Sosyal bir mücadelede yer almak için halk neden anarşist bir gruba katılmalıdır ki?

Halkın bu tür bir yapıya katılımı, anarşistlerin içerisinde becerdiği işe bağlı olarak sınırsız olabilir. İster yasadışı grev ister kitle yağması ister NATO üssü işgali ister squat (ev işgali) olsun, belirli bir mücadeleye en hareketli bir avuç yoldaş ve insanla başlamak, başlangıçta durum hakkındaki bilgiyi olabildiğince açık ve doğrudan sergileyerek yaymayı gerektirecektir. Broşürler, dergiler, afişler, toplantılar, konferanslar, halk toplantıları vesaire kullanılacaktır ve yukarıda bahsedilen gruplardan birinin embriyosu oluşturulacaktır. İşin bu kısmı için bazı adımlar atıldığında, bir toplantı mekânı ve iletişim numarası oluşturmanın zamanı gelmiştir. Örgütün eylemleri mücadele ilerledikçe daha da etkili olacaktır, sayılar artar ve buna karşı baskı gelişir.

Sonuç kesin olmayacaktır. Anarşistlerin aktif varlığı, kontrolden ziyade teşvik anlamına gelmektedir. Diğerleriyle aynı haklara sahiptirler ve karar alma süreçlerinde özel bir ağırlıkları bulunmaz. Önerileri, genel ile aynı duygularda ise ve aynı zamanda bu, ruhu ileriye taşımaya çalışıyorsa doğru olarak kabul edilecektir.

Çekingen veya kuşkulu öneriler, mücadelenin ilerlemesi önünde bir engel ve mücadelenin ihtiyaçlarına ve isyana ihanet olarak kabul edilip reddedilecektir.

Çok ileri, anın sınırlarının ötesine geçen bir öneri imkânsız, tehlikeli ve amaca zararlı olarak değerlendirilebilir. İnsanlar kimin neyi bildiği konusunda aklı karışmış olmaktan korkarak geri çekilecektir.

Bu yapı içerisinde hareket eden anarşistler, bu yüzden gerçeklikten kopmamak ve hem mümkün hem de anlaşılır olan eylemleri önermelidir. Bir kitle ayaklanmasının yayılışının, bu ilk teşvik çalışmasından türeyebileceği mümkündür. İşte bizim, isyanın metotları ve mantığından kastımız budur. Bu, saldırıya karşı savunma mantığından başlayan yapılar olarak sendikalizmden (anarko-sendikalizm de dâhil) bütünüyle farklıdır. Bu yapılar niceliksel büyüme (üye sayısını arttırma), geçmiş kazanımları savunma ve sendikalardaki durumda olduğu gibi tek bir kategorinin çıkarlarını koruma eğilimindedir. Bunun tersine bizim önerdiğimiz, mücadelenin bir amacını ele almak için örgütlenmiş temel birliksel yapılardır ve insanların isyan duygularını teşvik etmek, olabildiğince bilinçli bir isyanı doruğuna yükseltmektir.

Bu metodu kullanarak, anarşistlerin yapı içerisinde kendilerini, bir liderlik veya iktidar grubu haline dönüştürebilmeleri mümkün değildir. Aslında, söylemiş olduğumuz gibi, onlar mücadelenin koşullarını takip etmek zorundadır. Onlar, kendi anarşist gruplarında niceliksel bir büyüme için çalışmaz. Sadece koruyucu eylemler önermezler ancak artan oranda gelişmiş olanlara yönelmeye zorunludurlar. Bir yandan bu eylemler, isyana ve önceden kestirilemeyen düzeylerdeki durumlara yol gösterici olabilir. Diğer taraftan etkili olmakta başarısız olabilir. İki durumda da asıl birliksel yapı, kaçınılmaz olarak gereksiz hale gelir ve anarşistler daha önce yaptıkları işe geri dönerler.


Alfredo Bonanno

Devrim ve İsyan

Genel olarak Marxist gelenek, devlet aygıtını kapitalin etkilediği üretim karşıtı bir fail olarak işlev gören baskıcı bir oluşum olarak değerlendirir. Devlet denilen bu baskı aygıtının ortadan kalkması içinde, proletarya tarafından gerçekleştirilecek bir devrimi kaçınılmaz görür. Çünkü devrim, kapitalist bir ekonominin özünde var olan çelişkilerin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Daha doğrusu devlet denilen baskı aygıtını ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetler, ampirik koşullar gerçekleştiği zaman ortaya çıkmaları muhtemel olan şeyler değil, kesinlikle zuhur etmek zorunda olan değişimlerdir. Oysa Stirner açısından bakıldığında devlet aygıtının imgesinde oluşturulmuş ve açıkça devlet aygıtının kontrolünü ele geçirmeye yönelik amaç taşıyan her türlü eylem, benzer şekilde baskıcı bir niteliğe sahiptir. Bunun içindir ki, her türlü devrim hareketi kitleleri bir politik taraf halinde bir araya topladığında etkisiz bir hale gelecektir. Çünkü bu kitlesel hareket, direnç gösterilmesi gereken erk sisteminin bir parçası veya onun devamı olmak zorundadır.


Çağdaş ve yapısalcı düşünüşe paralel şekilde Stirner açısından da devrim, aynen devlet gibi ve tüm önceki toplumsal ve ahlaksal sistemler gibi, kolektif bir bilince ve bu bilinç için bireyden feragat etmesi gerektiğine seslenir. Stirner devrimi, Üst-anlatıların bir diğer çeşitlemesi olarak görür. Herhangi bir fail ya da organa itaat, şu veya bu adına ortaya atılan ahlak kurallarının kutsiyetine duyulan bir inanıştan farklı değildir. İtaat bekleyen her söylem, isterse içerisinde yıkıcılık barındırsın, bireyin biricikliğini, kendiliğini ve tekilliğini ortadan kaldırmaya yönelik yeni bir ‘’amentü’’den başka bir şey değildir. Bunun içindir ki, hem Marx’ın devrim düşüncesi hem Proudhon’un karşılıkçılığı, birey üzerindeki talepleri nedeniyle Stirnerci savaşımda dinsel öğretiler olarak görülür ve eleştirilir. Birey üzerindeki her talebi bir tahakküm biçimi olarak görmede ‘her talep’ kaydı, nihai noktada talepsizliği değil, talebin biçimini değiştirir. Aslında devrimde bir kurulu sisteme karşı talebin değişmiş biçimidir. Düşünür bunun farkındadır, kıyasıya eleştirir. Fakat talepsizlik bir boşluk değilse, adı konulmamış talebin yönü ne olacaktır, sorusu askıda kalmaktadır.


Devrim otoritenin yerini ve biçimini değiştirir ancak otoritenin kendisine hiçbir şey yapmaz ve yapamazda Stirner’e göre. Çünkü devrim ya liberal devletin yerine işçi devletini getirir veya getirmeyi hedefler ya da Tanrı’nın yerine insanı koyar ve ona tapar. Stirner’in diliyle ifade etmek gerekirse, yani devrim, tahakkümsüz, otoritesiz ve tapınmasız bir hedef tayin edemez. Mevcut tahakkümün ortadan kaldırılmasına yönelik olarak devrim, olan tahakkümün üzerine saldırır, tahakkümün kendine değil. Bu durumda mevcut bireysel iradeyi yok sayan egemen anlayış ortadan kalkacaktır ancak tahakküm veya irade üzerine beyanın ortadan kalkması söz konusu olmadığı gibi, liberalin tahakkümü gitmiş, işçi sınıfının tahakkümü gelmiş, Tanrı gitmiş, onun yerine insan gelmiş olacaktır. Oysa olması gereken bireysel iradeyi yok sayan, kendiliği engelleyen, fizyolojik bir varlık olan ego’nun oluş alanını daraltan söylemlerin yok olmasıdır, değişmesi değil. Bunun için sosyalistlerin, liberallerin, bir kısım anarşistlerin önerdiği devrim aracılığıyla tahakkümden arınmak mümkün değildir. Bize bunu sağlayacak olan isyandır.


Devrim ve isyanın eşanlamlı görülmemesi gerektiğini söyleyen Stirner, birincisinin siyasal bir hareket olup devlet ya da toplumun devrilmesini içerdiğini, ikincisinin bir fark ediş, uyanış anlamına geldiğini savunur. Devrim yeni düzenlemeleri amaç edinir; isyan ise artık düzenlemelere izin verilmemesi durumunu tanımlar. Devrimle kurulu düzen değişir; oysa isyanla kendilik ortaya çıkar ve varoluş gerçekleşir. İsyan bir fark ediştir ve bu fark edişin sonucu bütün diğer kurumlar bozulacak ve tükenecektir. Yani isyan artık hiçbir şekilde düzene sokulmaya izin vermemenin adıdır. Bu bireysel isyanın yükselişin bir parçası olarak, insanlar devletin (bütün örgütlü kurumların) son tahlilde bir yanılsama olduğunu kendi başlarına keşfedeceklerdir.


Tüm yıkıcılık iddia ve taleplerine karşın, devrimci örgütlenme, her şeyden önce bir örgütlenme biçimidir. Karşı durulması ve yok edilmesi gereken ise zaten örgütlenmenin her türlüsüdür çünkü her düzen bir tahakkümün ifadesi olmaya mecburdur. Örgütlü bir düzenin tahakküm biçimlerini ürettiği ve en azından buna açık olduğu, her devrimin ise birey üzerindeki talebi değiştirdiği görüşü bir yere kadar sürdürülebilir bir yaklaşımdır. İsyanın duyarlılık, fark ediş olarak bireyin kendine dönük yüzü elbette ki önemlidir. Fakat her fark edişin eyleme dönüşen biçiminin muhtaç olduğu kelimeler ve araçlar ortada bir yerde duran şeyler değildir. Fark edişi sunan her söz, farklı ilişkiler ağını devreye sokar ve kendiliği sınırlar.


Max Stirner
Anarşist-Egoist-Nihilist

Uyuşmazlık Korkusu

"Bana karşı kendinizi katılaştırmanız ve farklarınızı veya özgünlüğünüzü öne sürmeniz gerçekten içinizdeki bir zayıflık değildir: Kendinize boyun eğmemeye veya kendinizi terk etmemeye ihtiyacınız var." - Max Stirner

Ne zaman birkaç anarşistten fazlası bir araya gelirse, tartışmalar yaşanır. “Anarşist” kelimesi çoğu kez tutarsız fikir ve pratiklerin geniş dağılımını tanımlamak için kullanıldığından dolayı bu sürpriz değil. Tek ortak payda otoriteden kurtulmuş olma arzusudur ve onu ortadan kaldırmak için hangi metotların uygun olduğu sorusu şöyle dursun, anarşistler otoritenin ne olduğunda bile mutabık olmazlar. Bu sorular diğerlerine neden olur ve böylece tartışmalar eksik olmaz.

Tartışmalar beni rahatsız etmez. Canımı sıkan şey, bir karara varmaya çalışmaya odaklanmak. “Çünkü hepimiz anarşistiz” farz edilir, hepimiz gerçekten aynı şeyi istemeliyiz; göze çarpan uyuşmazlıklarımız yalnızca ortak bir görüş bularak etraflıca konuşabileceğimiz yanlış anlaşılmalar olmalıdır. Birileri uyuşmazlıkları tartışarak bir yere oturtmayı reddettiğinde ve farklarını korumakta ısrar ettiğinde, dogmatik sayılıyorlar. Ortak bir zemin bulmaktaki bu ısrar, sık sık kendi koşullarımızda yaşamlarımızı yaratmak için eylemenin yerini alan sonu gelmeyen bu diyaloğun en önemli kaynaklarından biri olabilir. Ortak zemin bulmadaki bu girişim pek çok gerçek uyuşmazlıkların yadsınmasını kapsar.

Uyuşmazlığı yadsımakta sık sık kullanılan bir strateji, bir tartışmanın yalnızca sözcükler ve anlamları üzerindeki uyuşmazlık olduğunu iddia etmektir. Sözde insanın kullandığı sözcüklerin ve onları nasıl kullanmayı seçtiğinin, insanın fikirleri, hayalleri ve tutkuları ile bağlantısı yoktur. Yalnızca sözcükler ve anlamları hakkında çok az tartışma olduğuna eminim. Sözcükler ve anlamları hakkındaki bu tartışmalarda, ilgili bireyler açıkça ve kesinlikle neyi amaçladıklarını açıklasaydı, kolaylıkla karar verilmiş olabilirdi. Bireyler kelimeleri ve onları nasıl kullanacakları konusunda bir karara varamadığında, bu onların rüyalarının, arzularının ve düşünüş yollarının tek bir dilin öğesi olmaktan uzakta olduğunu gösterir, ortak bir dil bulamazlar. Böyle uçsuz bucaksız büyük ayrılığı sadece anlambilime indirme girişimi, gerçek uyuşmazlıkları ve ilgili bireylerin tekilliğini inkâr etme girişimidir.

Uyuşmazlığın ve bireylerin tekilliğinin inkârı, arta kalan solculuk veya kolektivizmden kaynaklanan birlik için saplantı gösterebilir. Birliğe her zaman sol tarafından son derece değer verilmektedir. Kendilerini soldan ayırmaya çalışmalarına rağmen, anarşistlerin çoğunun yalnızca devlet karşıtı solcular olduklarından dolayı, onlar, sadece birleşik bir cephenin bizi daima kendi seçimimiz olmayan birlikteliklerin içerisine zorlayan ve bu nedenle farklılıklarımızın üstesinden gelmek ve “ortak nedeni” desteklemek için birleşmek zorunda olduğumuz bu toplumu yok edebileceğine inandırılırlar. Fakat kendimize “ortak neden” verdiğimiz zaman, anlayış ve mücadelenin en düşük ortak paydasını kabul etmeye zorlanılıyoruz. Bu yolda yaratılmış birliktelikler sadece ilgili bireylerin eşsiz arzularını ve tutkularını bastırarak, onları kitleye dönüştürerek büyüyen sahte birlikteliklerdir. Böyle birlikteliklerin, bir fabrikanın işleyişini elinde tutan emeğin yaratılmasından veya iktidar içerisinde insanları çizgide tutan sosyal konsensüs birliğinden farkı yoktur. Kitle birliği, bireyin çoğunluk içerisinde bir birime indirgenmesi üzerine temellendiğinden, otoritenin yok edilmesi için asla ana ilke olamaz, sadece tek biçimde veya diğerinin desteği içindir. Mademki otoriteyi yok etmek istiyoruz, o halde farklı bir temelden başlamalıyız.

Benim için, o temel kendim – tutkularımın ve hayallerimin, arzularımın, projelerimin ve karşı karşıya geldiklerimin hepsi ile birlikte yaşamım. Bu esası, kimse ile “ortak neden” yapmam, fakat sık sık bir yakınlığa sahip olduğum bireylerle karşı karşıya gelebilirim. Pekâlâ, sizin arzularınız ve tutkularınız, hayalleriniz ve projeleriniz benimkilerle uyuşabilir. Otoritenin her şekline karşın bunları gerçekleştirme üzerine ısrarla eşlik edilmiş böyle bir yakınlık yalnızca bu bireyler arzu ettiği sürece devam eden, tekil, asi isyancı bireyler arasındaki gerçek birlik için esastır. Elbette, otorite ve toplumun yıkımı arzusu, bizi geniş ölçekli olan, fakat asla kitle hareketi gibi olmayan; onun yerine yaşamlarını kendilerinin yapmakta ısrar eden bireyler arasındaki yakınlıkların uyuşmasına ihtiyacı olacak isyancı birlik için uğraşmaya götürür. İsyanın bu türü, herkesin mutabık olabileceği en düşük ortak paydaya fikirlerimizin indirgenmesi yoluyla olamaz. Yalnızca, sadece her bireyin tekilliğinin tanınması yoluyla olabilir. Bu, ne kadar acımasız olabileceklerine bakmaksızın, bir kere yaşamlarımızı ve etkileşimlerimizi bizden çalan sosyal sistemden kendimizi kurtardığımız zaman dünyanın bize vermek zorunda olduğu etkileşimlerin insanı hayrete düşüren zenginliğinin parçası olarak, bireyler arasında var olan gerçek uyuşmazlıkları kucaklayan bir tanımadır.


Feral Faun

8 Ocak 2016 Cuma

Denetim Toplumları

1. Tarihsel Bakımdan


Denetim Toplumları Nedir?

Foucault "disiplin toplumları"nı Onsekizinci ve Ondokuzuncu yüzyıllara yerleştirmişti. Bu toplumlar doruk noktalarına Yirminci Yüzyıl başlarında varmışlardı. Bu toplumlar, geniş ve yaygın kapatıp-kuşatma mekânları düzenlemeleriyle ayırdedilirler. Birey hiç durmadan, her biri kendi yasalarına sahip olan bir kuşatma mekânından öbürüne geçer; önce aile; sonra okul ("artık ailende değilsin"); ardından kışla ("artık okulda değilsin"); en sonunda da fabrika; arasıra hastane; olasılıkla hapishane, yani kapatılmış-kuşatılmış çevrenin en önde gelen örneği. Analojik bir model oluşturan hapishanedir burada; Rossellini’nin Europa 51 filminin kadın kahramanlarından biri bazı işçileri işbaşında gördüğünde "mahkumlarla karşı karşıya olduğumu sandım" diye haykırabilir.

Foucault bu kapatıp-kuşatma çevrelerine ilişkin ideal projeyi parlak bir şekilde inceledi; özellikle fabrikalarda görüldüğü haliyle; yoğunlaştırma; mekân içinde dağıtım; zaman içinde sıralama; etkisi, parça parça kuvvetlerin toplamından daha büyük olacak bir üretken kuvveti zaman-mekân içinde kurmak... Ancak Foucault, bu modelin geçiciliğini de tanımıştı. Bu model, amaç ve işlevleri son derece farklı olan, üretimi örgütlemektense vergilendiren, hayatı idare etmektense ölümü yöneten "hükümranlık toplumları" modelini takip etmişti; geçiş zaman içinde gerçekleşti ve Napolyon, görüldüğü kadarıyla, bu modelin bir toplumdan başka bir topluma yayılarak geniş bir ölçek kazanmasını sağladı. Ama disiplinler de, sıraları gelince kendi bunalımlarıyla karşılaştılar ve bu hal, zamanla kurulan ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ivme kazanan yeni kuvvetlerin kârınaydı; bir disiplin toplumu, artık içinde olmadığımız, artık olmayı bıraktığımız şeydir.

Kapatıp-kuşatma mekânlarına ilişkin genelleşmiş bir bunalımın ortasındayız - hapishanede, hastanede, fabrikada, okulda ve ailede. Aile de, diğer bütün "içeriler" - eğitsel, mesleki vs. - gibi kriz içinde bulunan bir "içerisi"dir. Görev ve yetki üstlenen idari mekanizmalar zorunlu olduğunu varsaydıkları reformları ilan etmeyi bir an olsun bırakmazlar: Eğitim kurumlarında reform, sanayide reform, hastanelerde reform, silahlı kuvvetlerde reform, hapishanelerde reform. Ama herkes, tam tükenişleri ne zaman gerçekleşecek olursa olsun, bu kurumların işlerinin bitik olduğunu biliyor. Yapılan aslında son ayinleri ifa etmek ve bu alanlarda istihdam edilen insanları, kapıyı çalacak yeni güçler yerlerine yerleşene dek beslemeyi sürdürmekten ibarettir. Bu yeni kuvvetler, disiplin toplumlarının yerini almakta olan "denetim toplumları"dır. "Denetim", Foucault’nun pek yakın geleceğimiz olarak teşhis ettiği bu yeni canavara Burroughs’un taktığı addır. Paul Virilio da devamlı olarak kapalı bir sistemin zaman çerçevesinde işleyen eski disiplinlerin yerini daha şimdiden almış olan "serbestçe-kayan" denetimin ultra-hızlı biçimlerini incelemeyi sürdürüyor. Bu meyanda olağanüstü ecza ürünlerini, moleküler mühendisliği, genetik müdahaleleri anmaya bile gerek yok; ama bunlar bile yepyeni bir sürecin içine girdiğimizi işaretliyorlar. Hangi rejimin daha berbat olduğunu kendimize sorup durmanın pek bir anlamı yok, çünkü herbiri kendilerine özgü özgürleştirici ve köleleştirici güçlerin karşı karşıya geldikleri durumlardır. Sözgelimi, bir kapatıp-kuşatma mekanı olarak hastanenin bunalımında, "mahalle klinikleri", "sağlıkevleri" ve "gündüz bakım" kuruluşları ilk başlarda biraz özgürlük tattırsalar da, kapatmanın en sertine bile taş çıkaracak denetim mekanizmalarına da katılabilirler. Korku ya da umut çare değildir; yeni silahlar bulmaya girişmek gerekir.


2. Mantıksal Bakımdan


Denetim Toplumları Nedir?

Bireyin içinden geçtiği farklı kapatıp-kuşatma mekânlarında geçen mahpusluklar bağımsız değişkenlerdir: Her defasında sıfırdan başlandığı farzedilir ve bütün bu yerlerde ortak bir dil olsa da birbirlerine oranlanmaları analojiktir. Diğer taraftan, farklı denetim mekanizmaları birbirinden ayrılamaz çeşitlenmeler halindedirler ve dili sayısal olan (ikili olması gerekmez) değişken bir geometri sistemi oluştururlar. Kapatıp-kuşatmalar "öbek"ler, ayrı ayrı düzenlemeler halindedirler; oysa denetimler bir modülasyondur: Bir andan sonrakine sürekli olarak değişen kendini-bozup duran bir yığın, ya da bir noktadan ötekine sıçrayan cıva taneciklerinin oluşturduğu bir kütle gibi.

Bu durum, ücretler konusuna bakıldığında apaçıktır: Fabrika kendi iç güçlerini belli bir denge düzeyinde tutarak kuşatıp kapsayan bir gövdedir - üretimde azami, ücretlerdeyse asgari... Ama bir denetim toplumunda, korporasyon fabrikanın yerini almıştır. Korporasyon ise bir ruh, bir gazdır. Kuşkusuz fabrika da ödüllendirme ve teşvik sistemiyle tanışıktı, ama korporasyon her bireysel ücret üzerine bir modülasyon dayatma konusunda çok daha derinden işlemektedir; orada hüküm süren, meydan okumalarla, sürekli uyarılarla, yarışmalarla ve son derece gülünç grup ya da ekip seanslarıyla işleyen sürekli bir metastaz durumudur bu. Eğer en budalaca televizyon oyun şovları bile o kadar başarı kazanıyorsa, bunun nedeni korporasyondaki durumu büyük bir kesinlikle dışavurmalarıdır. Fabrika, bireyleri hem kitle içindeki her bir unsuru gözetim altında tutan patronun, hem de kitlesel bir direnişi seferber eden işçi sendikalarının lehine tek bir gövde olarak teşkil ediyordu; oysa korporasyon en sert tavırlı rekabeti ve karşıtlığı sağlıklı bir emülasyon biçimi, bireyleri birbirleriyle karşıtlaştıran ve herbirini katedip taa içlerinden bölen harika bir motivasyon gücü olarak sunmaktadır. "Yeteneğe göre ücret" adı verilen motivasyon prensibi milli eğitimleri kendine çekmekten geri kalmamıştır. Gerçekten de, nasıl korporasyon fabrikanın yerini alıyorsa, "sürekli eğitim" de "okul"un, denetimin sürekliliği ise sınavın yerini almaktadır. Okulu korporasyonun eline teslim etmenin en emin yolu da zaten budur.

Disiplin toplumlarında birey her zaman yeniden, hep yeniden başlamaktadır (okuldan kışlaya, kışladan fabrikaya), oysa denetim toplumlarında kimse herhangi bir şeyi bitirecek durumda değildir --korporasyon, eğitim sistemi, askeri hizmet, hepsi, evrensel bir deformasyon sistemine benzer tek ve aynı modülasyon içinde birarada varolan metastaz konumları gibidirler. Kendini daha o zamanlardan iki toplumsal oluşum tipi arasındaki odak noktasına yerleştirmiş olan Kafka, "Dava"da hukuki biçimlerin en korkutucusunu tasvir etmişti. Disiplin toplumlarının "görünüşte beraat"i (iki hapis arasındaki hal); ve denetim toplumlarının "sınırsız erteleme"si (sürekli değişim halinde). Bu ikisi, birbirinden çok farklı hukuki yaşam tarzlarıdır ve eğer hukukumuzun bizzat kendisi kriz içindeyse, tereddüt halindeyse bunun nedeni bir tarzı bırakıp ötekine dahil olmaya gitmemizdir. Disiplin toplumlarının iki kutbu vardır: Bireye işaret eden "imza" ve bireyin bir "kitle" içindeki konumunu işaretleyen sayı ya da idari rakam. Bunun nedeni disiplinlerin hiçbir zaman bu ikisi arasında bir uyumsuzluk görmemesi ve iktidarın hem bireyleştirmesi hem de biraraya massetmesidir. Yani iktidar, üzerinde iktidar icra ettiklerini bir gövde halinde oluşturmakta ve bu gövdenin her üyesinin bireyliğini öbeklemektedir. (Foucault bu ikili yükün kökenini rahibin çobanıl iktidarında - sürü ile hayvanların her biri - görmüştü; ama sivil iktidar da kendi hesabına harekete geçmekte ve başka araçlardan faydalanarak kendini gündelik hayat "rahibi" kılmaktadır.) Oysa denetim toplumlarında, önemli olan artık bir imza ya da sayı değil, bir koddur: Kod bir "şifredir"; öte taraftan disiplin toplumları "parolalar" tarafından düzenlenirler (hem uyum sağlama hem de direniş açısından). Denetimin sayısal dili enformasyona erişimi onaylayan ya da reddeden kodlardan imal edilmiştir. Kendimizi artık kitle/birey çiftiyle uğraşır görmüyoruz. Bireyler bölünür hale gelirken, kitleler örneklemlere, verilere, piyasalara ya da "banka"lara dönüşmüşlerdir. İki toplum arasındaki farkı en iyi ifade eden şey belki de paradır, çünkü disiplin hep altını sayısal standart olarak kilitleyen yığılmış paraya başvurur geriye dönüp; oysa denetim bir standart kurlar toplamınca kurulan bir orana bağlı olarak değişip duran yüzergezer mübadele oranlarına bağlanmaktadır. Eski para midyedir, yani kapatıp-kuşatan bir ortamın hayvanı; oysa denetim toplumlarının hayvanı yılandır. Bir hayvandan diğerine, midyeden yılana geçmişiz. Yalnızca içinde yaşadığımız sistem açısından değil, yaşam tarzlarımız ve başkalarıyla ilişkilerimiz açısından da. Disiplin insanı, sürekli olmayan bir enerji üreticisiydi; denetim insanı ise dalgalıdır, yörüngededir, sürekli bir şebekenin içindedir. "Sörf" her yerde eski bildik "spor"ların yerini almıştır bile.

Her toplum tipiyle bir makina tipi kolayca eşleştirilebilir - makinalar belirleyici olduklarından değil, kendilerini üretip kullanabilen toplumsal biçimleri ifade ettikleri için. Eski hükümranlık toplumları basit makinalar kullanıyorlardı - kaldıraçlar, bucurgatlar, saatlar; yakın zamanların disiplin toplumlarıysa enerjiyle çalışan makinalarla teçhizatlandılar - edilgin entropi, etkin sabotaj riskleriyle birlikte; denetim toplumlarıysa üçüncü türden makinalarla işliyorlar - bilgisayarlarla - ve tıkanma türünden edilgin, korsanlık ya da virüs bulaştırma türünden etkin tehlikelerle. Böyle bir teknolojik evrim, daha da derin bir açıdan, kapitalizmin bir mutasyonu olmalı; daha şimdiden iyi bilinen ya da tanıdık bir mutasyondur bu ve şöyle özetlenebilir: Ondokuzuncu yüzyıl kapitalizmi üretime ve mülkiyete yönelik bir yoğunlaşma, bir konsantrasyon kapitalizmiydi. Bu yüzden fabrikayı bir kapatıp-kuşatma ortamı olarak dikiyordu; kapitalist ise üretim araçlarının sahibiydi, ama giderek, analojiyle kavranabilecek öteki mekânların da sahibine dönüşecekti (işçinin aile evi, okul). Pazarlar ise kâh uzmanlaşmayla, kâh kolonileştirmeyle, kâh üretim maliyetlerini düşürme yoluyla fethedilecekti. Ama şu andaki durumda kapitalizm artık üretimle filan uğraşmamakta, onu sıklıkla Üçüncü Dünya’ya devretmektedir - karmaşık tekstil, metalürji ya da petrol üretimi de dahil olmak üzere. Bu bir üstün-düzey üretim kapitalizmidir. Artık hammadde satın alıp tamamlanmış ürünler satmamaktadır: Tamamlanmış ürünler satın almakta ve parçalarını monte etmektedir. Satmak istediği şey hizmetlerdir; almak istediği şey ise stoklar. Bu artık üretim için kapitalizm değil, ürün için kapitalizmdir; yani satılmak ve pazarlanmak için olan ürünün kapitalizmi. Bu yüzden, bu kapitalizm dağılımsaldır; ve fabrika da yerini korporasyona devreder. Aile, okul, ordu, fabrika ise artık bir mülksahibine - devlet ya da özel güç - doğru çeken birbirlerinden ayrı ve analojiyle benzeşen mekânlar değildirler. Şimdi artık yalnız stok paylaşımcıları bulunan tek bir korporasyonun - deforme edilebilir ve dönüştürülebilir - kodlanmış figürleridirler. Sanat bile artık kapatıp-kuşatma mekânlarını bırakarak bankanın açık uçlu devrelerine dahil olmaktadır. Pazar fetihleri ise artık disiplinli eğitimle değil, tarayıcı denetimle, maliyetlerin düşürülmesinden çok mübadele oranlarının sabitleştirilmesiyle, üretimde uzmanlaşmadan çok ürünün dönüştürülmesiyle gerçekleştirilmektedir. Böylece çürüme ve yozlaşma yepyeni bir güç kazanır. Pazarlama, korporasyonun merkezi, hatta "ruhu" olmuştur. Bize korporasyonların bir ruhu olduğu öğretiliyor; bu dünyanın en dehşet verici haberi. Piyasaların işlemleri şimdi artık bir toplumsal denetim aracıdır ve efendilerimizin şerefsiz ekmeğidir. Denetim kısa-vadelidir ve devir adedi hızlıdır; ama aynı zamanda sürekli ve sınırsızdır; oysa disiplin süre bakımından kalıcı, sonsuz ve süreksizdir. İnsan artık kapatılmış insan değildir. Borç içindeki insandır. Kapitalizmin insanlığın, borçlanmak için çok yoksul, kapatmak içinse çok kalabalık dörtte üçünün aşırı sefaletini bir değişmez veri olarak tuttuğu ve sürdürdüğü doğrudur: Denetim sınırların aşınmasıyla ilgilenmemektedir yalnızca; gecekondulardaki ve gettolardaki patlamalarla da uğraşacaktır.


3. Program Açısından


Denetim Toplumu Nedir?

Açık bir ortamda ve herhangi bir anda her unsurun konumunu veren (rezervde bir hayvan, korporasyonda bir insan, elektronik bir kemer aracılığıyla) bir denetim mekanizması düşüncesi yalnızca bir bilim kurgu fikri değildir. Félix Guattari şöyle bir kent düşleyebiliyordu: Evinizi, sokağınızı, mahallenizi (bireye ait) elektronik kartınızla bariyerleri aşıp terkedebilirdiniz; ama aynı kart, belli bir gün, ya da belirli birkaç saat için çalışmaz durumda da olabilir; burada önemli olan bariyer değil, her kişinin konumunu - uygun mu uygunsuz mu - düzenleyen ve evrensel bir modülasyonu gerçekleştiren bilgisayardır.



İş başındayken denetim mekanizmalarının sosyo-teknolojik incelenmesi kategorik olmalı ve bunalımları her yerde ilan edilen disipliner kapatım-kuşatım yerlerinin yerine daha şimdiden geçmekte olan yenilikleri anlatmalıdır. Önceki hükümranlık toplumlarından ödünç alınacak eski yöntemlerin geri dönüp ön plana çıkmaları mümkündür - ama zorunlu değişikliklerle. Önemli olan bir şeylerin henüz başlangıcında olmamızdır. "Hapishane sistemi"nde, hiç değilse küçük suçlar için, "yerine geçen" cezalar bulma ve mahkum edilen kişiyi, belli saatlerde elektronik bir kemer aracılığıyla evinde tutma girişimleri. "Okul sistemi"nde, sürekli denetim biçimleri, sürekli eğitimin okul üzerindeki etkisi, buna bağlı olarak bütün üniversite araştırma faaliyetinin ortadan kaldırılarak, "korporasyon"un bütün okullaşma düzeylerine hakim kılınması. "Hastane sistemi"nde, hasta insanları tekilleştiren ve risklere maruz bırakan, bunu yaparken hiç de bireyleştirmeye başvurmayacak - şimdiden önerenlerin söylemeye başladıkları gibi -, aksine bireyin ya da sayısal gövdenin yerine denetimde tutulacak "bölünebilir" bir materyelin kodunu yerleştirecek, "doktorsuz ve hastasız" yeni tıp. "Korporasyon sistemi"nde ise: Eski fabrika biçimini katetmeden para, kâr ve insan dolaştırmanın yeni yolları. Bunlar çok ufak örnekler; ama kurumların bunalımı denince ne anlaşılması gerektiğini daha iyi anlayabilmeyi sağlıyorlar: Yeni bir tahakküm sisteminin ilerleyici ve yaygın kuruluş süreci. En önemli sorulardan biri birlik ve sendikaların etkisizliği ile ilgili olacaktır: Bunlar disiplinlere ve kapatıp-kuşatma mekânlarına karşı verdikleri mücadelenin tarihinin bütününe bağlılar; acaba uyum mu sağlayacaklar yoksa denetim toplumlarına karşı yeni direniş biçimlerine mi bırakacaklar yerlerini? Gelmekte olan, pazarlamanın keyiflerini tehdit edebilecek direniş biçimlerini kaba çizgileriyle daha şimdiden kavrayabilir miyiz? Çok sayıda genç insan "motive" edilmekten gururlanmakta, çıraklık ve sürekli eğitim talep etmektedir. Neye hizmet etmekte olduklarını keşfetmek onlara düşer; disiplinlerin amacını, zorluklarla da olsa, keşfetmiş olan büyükleri gibi. Bir yılanın kıvrımları, bir midyenin yumuşak ipliklerinden bile daha karmaşıktır.


Gilles Deleuze

7 Ocak 2016 Perşembe

Güvenlik Toplumu

Bir hafta sonu Bakırköy’deki dev bir alışveriş merkezinin önü. Her sınıftan düzinelerce insan güvenlik kontrolünden geçmek için upuzun bir kuyruk oluşturmuş. "Şeffaflık Yasası" gereği onları çıplaklaştıran, taşıdıkları tehlikelerden arındıran detektörün içinden geçmeleri bu tüketim tapınağına girmelerinin olmazsa olmaz koşulu. Aynı sistem sinemalar, pastaneler, kitap ya da giysi satan mağazalar, vb. için de kurulmuş. Modern toplumun sloganı "adalet mülkün temelidir" idi. Bugünün postmodern toplumunun sloganı ise "güvenlik tüketimin temelidir" olarak ifade edilebilir. Modern toplum güvenliğin sağlanmasını devlete havale etmişti. Postmodern toplum ise güvenliği "sivilleştiriyor". Özel güvenlik şirketlerinde çalışan güvenlik elemanlarının sayısının resmi güvenlik görevlilerinin sayısına yaklaşması, barların ve eğlence yerlerinin yanı sıra tüketime yönelik her alanın özel korumalarca denetlenmesi polis devletinden polis toplumuna geçilmekte olduğunun göstergeleri. Öte yandan yeni toplum çalışanların denetlenmesini bir kaynak yönetimi sorunu olarak görüyor. Emekli emniyetçilerin müdür olarak atandıkları personel müdürlükleri yerlerini insan kaynakları departmanlarına bırakıyor.


Yeni güvenlik toplumunun şeffaflık ideolojisi, esas olarak sistem için tehlike teşkil edebilecek, denetlenemeyen kesimleri çıplak ve savunmasız bırakmaya hizmet ediyor. Yoksa postmodern toplumda ne devlet toplum karşısında şeffaf, ne de hâkim sınıflar ezilen sınıflar karşısında. Şeffaflık temelde meta tüketimine hız kazandırmak amacıyla mübadele ve dolaşım alanlarında gerçekleşiyor. Eşitlerin sonsuz değişimi bir tür şeffaflığı gerekli kılıyor.


Yeni toplumda gizlilik de şeffaflık kadar önemli. Baş güvenlikçi devletin yanı sıra artık her birey kendi özel bölgesinin güvenliğinden sorumlu. Cep telefonundan arabasına, kredi kartlarından bilgisayarına kadar güvenlik şifresi gerekiyor. Yeni toplumun güvenliği kartlara dayanıyor. Çalışanlar işyerinin kapısından girerken ya da işyeri içinde başka bölümlere geçerken özel şifreli kartları kullanıyor. Özel hayat alanında da benzer bir durum söz konusu. Yeni binaların otoparklarına şifreli kart ya da kumanda cihazıyla giriliyor. Daire anahtarları yerlerini şifreli kartlara bırakıyor.


Yeni toplumda birey güvenliğini sürekli yenilemek zorunda. Kredi kartından sigorta kartına kadar güvenlik vadeye bağlanmış durumda. Son kullanma tarihi güvenliğinizin sınırlarını belirtiyor. Arabanızın, evinizin, eşyalarınızın, sağlığınızın, ailenizin güvenliği için gitgide kısalan vadeler sonunda yeniden girişimde bulunmanız gerekiyor. Yoksa kayıtdışı, yani güvencesiz kalabilirsiniz. Postmodern toplum bireylerin güvenliğini kurgusal bir bilgisayar kaydına indirgemiştir. Diğer taraftan milyonlarca güvencesiz insan sokaklarda yaşamaya mahkûm edilirken polis imdat, SOS, alo intihar, vb. yüzlerce hat sözde güvenliği yanıbaşınızdaki telefona kadar taşıyor.


Elbette insanların güvenliğe olan ihtiyacı kapitalizmle birlikte doğmadı. İlkel topluluklar doğal tehlikelere ve düşman topluluklara karşı kendilerince tedbirler aldılar. Güvenlik topluluğun her üyesinin kendiliğinden içinde yer aldığı doğal yapılanmalar tarafından sağlanıyordu. Daha sonraları devlete dönüşecek olan kendini topluluktan farklılaştırmış ayrı güvenlik örgütleri oluşmamıştı. Şamanlar ve büyücüler vasıtasıyla ruhsal dünyayla ilişki kurularak topluluğun güvenliğinin sağlanması da işin bir diğer boyutuydu. Zamanla mülkiyetin gelişmesiyle birlikte güvenlik ve devlet birbirinden ayrılamaz olgular haline geldi.


Kapitalizm öncesinin devletleri toplumdaki tüm alanların güvenliğini tam olarak sağlayamıyordu. Fransız Devrimi'nden sonra bireysel alanın güvenliği hukuk temeline oturtuldu. Kan bağlarıyla, aile dayanışmasıyla, yerel inisiyatiflerle sağlanan güvenlik, yerini kurumsal, aklileştirilmiş, sayısallaştırılabilir bir güvenlik anlayışına bıraktı. Toplum denetlenebilir, ölçülebilir bir nicelik yığını olarak tasarlanır oldu. Güvenlik örgütlerinin toplumun kılcal damarlarına kadar yayılması, evlerin numaralanması, hapishanelerin, kışlaların, okulların, hastanelerin toplumsal denetim aygıtlarına dönüşmesi modern kapitalizmin ürünüdür. Güvenliğin bu derece ön plana çıkarılması toplumda bir hayatiyet kaybına neden oldu. Güvence için hazzın ertelenmesinin aldığı boyut bile kapitalist toplumun insanın yaşam enerjisini nasıl körelttiğini göstermeye yeter.


Günümüzün postmodern toplumunda güvenlik, tüketim ve finansın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Yeni toplum varlığını sürdürmek için sürekli tehlike fobisi üretmek zorundadır. Her türlü ihtiyacın doğal olmaktan çıkıp kurulduğu, oluşturulduğu bu toplumda güvenlik insanlara dayatılan bir zorunluluk, bir toplumsal sömürgeleştirme biçimi haline gelmiştir. Riskleri kurgusallaştıran postmodern toplum, hayatı başta ölüme karşı bir savunmaya indirgemekte, insanları sağlıklı yaşarken ölüme karşı önlem almaya zorlamaktadır. 1968’in sloganlarından biri "Sosyal Güvenlik Ölümdür" idi. Sağlık, hayat, vb. sigorta biçimleri, büyük mali fonlar oluşturmalarının yanı sıra, hayatlarını amortismana tâbi tutulmuş, vadelerini bekleyen otomatlar olarak tüketen bireylerin çoğalmasına hizmet etmektedir. Uluslararası mali sermayenin bir parçası olması anlamında bireylerin güvenliği bugün dünya borsalarına, endekslere bağlı hale gelmiştir. Günümüz iktidarını ayakta tutan önemli etkenlerden biri orta sınıfların standartlaştırılmış bir metaya dönüşen güvenlik ihtiyaçlarıdır.


Yaşar Çabuklu

6 Ocak 2016 Çarşamba

Şiddet ve Şiddetsizlik

Şiddet ve şiddetsizlik arasındaki fark sorgulanırken, sınıfsal çıkarlar ve tetiklediği duygusal tepkilerden dolayı soru, genelde yanlış bir biçimde ortaya atılır.

Devlet şiddeti ve patronların terörizmi, hiçbir sınır veya hiçbir ahlaki engel tanımaz. Devrimciler ve özel­likle anarşistlerin, bu şiddete devrimci şiddetle karşılık vermeleri tama­men haklıdır.

Şiddetsizliği savunanların pozi­syonunu incelediğimizde çeşitli sorunlar ortaya çıkar. Ayrı tutularak bakıldığında, şiddetsiz olan ve görünüşte barışçıl metotları seçer­ler, yani düşmana fiziksel olarak saldırmazlar. Mücadelenin genel yapısı içerisinde görüldüğünde, müdahaleleri (her şeyi olduğu gibi bırakmaya bir mazeret olarak şiddetsizliği kullanan örgüt­lerin dışında) 'şiddet' taraftarları tarafından gerçekleştirilenler kadar şiddetli olduğu anlaşılır.

‘Pasifist’ eylemcilerin bir yürüyüşü, sömürü düzenini bizzat bozan şiddetli bir eylemdir. Bu bir direnç eylemi, güç gösterisidir. Bu en azından amaç seçiminde 'şiddetli' bir gösteriden farklı değildir. Stratejik ve devrimci bir bakış açısından, askeri bir zafer kazanmaya ve gerçekleştirmeye muktedir şiddetli bir eylem fikri bugün akla gelmez. Böyle söyleyerek, devrimci şiddeti reddetmemiz gerektiğini ima et­miyoruz. Sadece bir elde makineli silahı kutsamaktan ve diğerinin onun polisine dönüşmesinden kaçınmak için açık olmak zorunda olduğumuzu anlatmaya çalışıyoruz.

Şiddet ve şiddetsizlik arasında sadece sözlü ayrım yapmak yanlıştır. İyi beslenmiş bir burjuva, burjuva sınıfına karşı şiddeti rahatça teor­ize edebilir, ama sadece devrimci göreve tamamen adanmışlık ge­rektiren koşullarda uygulamaya koyacağı bir açmazlıkla. Çoğu zaman şiddeti sözlüdür. Pratikte, ateşli retoriğini tatbik etmeye devam etmesini sağlayan diğer şeyler arasında, durumun olduğu gibi kalmasını tercih eder.

Aynı şekilde başka iyi beslenmiş bir burjuva kendisini şiddetsizliğin yüceltilmesine nakleder, gene de mücadelenin negatif içgüdülerini kınayan, barışın ve kardeşliğin pozitif içgüdülerini kutsayan, teorik bir şey olarak. Bata çıka da olsa, bu burjuva sosyal mücadele­deki bütün gündelik varoluşunda şiddetsizlik ilkelerini pratiğe döke­cektir. Barış ve kardeşlik hayallerini sürdürebileceği durumun rahatlığını olduğu gibi tercih edecektir.

Şiddet ve şiddetsizlikten bahset­meden önce, sorgunun gerçek bir duruma uygulanıp uygulanmadığına veya bunun adeta soyut bir teori olup olmadığı ve bunu bilfiil uygu­lama niyetinin olup olmadığına dair bir ayrım yapılmalıdır. Sadece ilk bahsedilen durumda, şiddetsiz metotları daha az etkili ve iktidar tarafından daha kolay alt edilebilir kılan stratejik ve askeri koşulları tartışmak mümkündür. Ancak bu tartışma daha sonra gelen, aslında bir metot sorunu olan ve asla soyut olmayan bir tartışmadır.

Bizler türlerin vs. kalıtsal biyolojik şiddetin ilahiyat ko­kan teorizasyonlarına yol açacak felsefi tartışmalarla ilgilen­miyoruz. Önemli olan mücadeleye kendi gerçekliğinde yaklaşmaktır. Gerisi; araçları ve bu araçları uygulamaya koymanın en iyi yolunu seçme meselesidir.

Şahsen şiddetsiz metotların so­syal mücadelede bugün uygunsuz olduğuna ikna olduğumuz için kendi mücadele biçimini şiddetsiz metot­larda gören yoldaşlara karşı değiliz. Önemli olan, mücadeleye ciddi bir şekilde iştigal etmek ve şiddetsiz mücadelenin polisin bizi rahat bırakacağının mazereti olduğunu savunmakla sınırlamamaktır.

Şiddet üzerine soyut tartışmalar (neredeyse çoğu zaman ateşli ve kanlı), tıpkı şiddetsizlik üzerine soyut tartışmalar gibi (neredeyse çoğu zaman ahmakça ve cennete dair) aynı ölçüde iğrençtir. Bizler mücadelede herhangi bir aracı seçerek sömürü, terörizm ve kurum­sal şiddetin tarihsel suçuna etkili bir şekilde yanıt olabiliriz ancak. Kelimelerin ve konuşmaların şiddeti (veya şiddetsizliği) hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.


Alfredo Bonanno

5 Ocak 2016 Salı

Cioran’ın Anti-Peygamber’i ve Biricik

Her birimizde bir peygamber uyur, sakın uyanmasın; uyanırsa şayet, dünyadaki kötülükler anında artar.

Bütün tarih peygamberler tarihidir: Her solucan bir reçete sunmuştur: İyiliğin reçetesini, hakikatin reçetesini, güzelliğin reçetesini vb. Reçetesiz bir yaşam düşünemediğimiz gibi her önümüze gelen reçeteyi de bir ilaç biliriz. Reçete türleri çeşitlidir, sayısızdır; herkes kendine göre en az bir reçete bulabilecek kadar reçete mevcuttur.

Bir de reçeteler arası kıyaslama vardır: A reçetesi B reçetesinden daha hakikidir, daha güzeldir, daha iyidir. Sonuç: Reçete savaşı. Başını çekenlerse ayartma sanatına sahip iki kafalı solucanlar. Bunlar kendi Benlik’ini dine çevirenlerdir ya da tersten havarilik yaparak Benlik’ini yok sayanlardır.

Solucanların başarısı sürüngen olabilmeleridir, zira sürüngenlik edilgenliği çeker. Edilgen, benliğinin yönetilmesini bekler. Sürüngen, benliğini yok sayarak ya da üçüncü bir mercie “devrederek” -örneğin Tanrıya- edilgeni yutar.

Kıyaslama olduğu sürece düşünce hiyerarşisi egemendir. İnsan kendi kültürünün oyuncağıdır. İnsan tam bir komedyadır: A reçetesindekiler karpuzu çatal bıçakla yer, B reçetesindekiler elleriyle. Biri diğerine düşmanca bakar, çünkü biri kendini diğeriyle kıyaslar: “Sen yanlış biçimde karpuz yemektesin.” Dinler arası savaş bu örnekten farklı mıdır? İdeolojiler arası dehşet bu örnekten farklı mıdır?

Herkes içindeki peygamberi öldürebilmeli ve öldürmelidir. Geriye kişinin içindeki Hiç’ten başka hiçbir şey kalmayacaktır, kalmamalıdır.

Kıyaslamak peygamberin en temel özelliğidir. İyi’nin peygamberi İsa, Kötülük’ün peygamberi Sezar’dan ayrılmaz, ikisi bütündür. Neyin bütünü? İnsanın İyi ve Kötü diye böldüğü yaşamın: Bundan böyle yaşam bir saplantıdır. İnsanın kendi saplantısı. İnsan, yaşamı zedeleyen peygamberlik düşüncesinin kurbanıdır. Bu kurbanlar arasında Biricik nasıl nefes alabilecektir? Ya da Cioran ile sormak istersem: “İçimdeki peygamberi öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında hâlâ bir yerim olabilir ki?”

Biricik kıyaslanamaz, zira Biricik’in ötekinden daha iyi olma meselesi yoktur, dolayısıyla ötekiyle savaşı da yoktur. Biricik içindeki peygamberleri teker teker öldürendir. İmha eden Biricik, anında Kendi’ni kurandır. Solucanların savaşına uzaktan gülümseyerek, Kendi’ni her an yenileyendir; böyle olunca da çeşitli adlarla yaşamı tüketmemektedir. Sadece tüketir. Kıyaslamaya gereksinimi olmayan tek kişi Biricik olandır; Biricik, Kendi’ni kendince yaşayarak hiçleşendir.

Bir elimde kalkan, diğer elimde gül yumağı, yürüyorum yollarımda, dünya benimdir. Solucanları ezerek ya da üzerlerinden atlayarak, Kendi’mi yaşadığım ölçüde. Her ikisine de muktedirim.

Bazen girdiğim çıkmaz sokaklarda kendi kahkahalarımı kendim duyarım, eğer bir Biricik ile karşılaşırsam gücümü iki kat ederim.

Geçiciliğimin melankolisi yakama yapışırsa gözyaşlarımı içerim, her birinden bir gülücük doğurmak için.

Adlar mezarlığının içinden geçerken, ruhumun sadeliğini duyarım. Bu sadelik içinde dikenli gül kokusu yaratarak terk ederim mezarlığı.


H. İbrahim Türkdoğan

4 Ocak 2016 Pazartesi

Yaşamınızı Geri Çalın!


Ekonomi yani yaşamın üzerinde hayatta kalmanın tahakküm altına alınması, tüm diğer tahakküm biçimlerinin sürdürülmesi için esastır. Kıtlık tehdidi olmadan, insanları gündelik çalışma ve maaş rutinine itaat etmeye mecbur etmek zor olurdu. Bizler ekonomikleştirilmiş bir dünyada doğduk. Mülkiyetin sosyal kurumu kıtlığı gündelik bir tehdit haline getirdi. İster özel isterse komünal olsun mülkiyet, birinin istediği veya ihtiyaç duyduğu şeyi basitçe almak yerine, genel olarak sadece ekonomik değişim biçiminde kabul edilmiş olan bir izin istemesinin beklendiği bir durumu yaratarak bireyi dünyadan uzaklaştırır. Bu şekilde, yoksulluğun farklı seviyeleri zengin için de dahil herkes için garanti edilmiş olur, çünkü sosyal mülkiyet kuralı altında birinin sahip olmaya müsaade edilmediği şey birinin sahip olmaya müsaade edildiği şeyin ötesine geçer. Yaşam üzerinde hayatta kalmanın tahakkümü sürdürülür.

Yaşamlarımızı kendi kendimize yaratma arzusunda olan bizler, toplumun sürdürülebilirliği için esas olan bu tahakkümün saldırmamız ve yıkmamız gereken bir düşman olduğunun farkındayız. Bu anlayışla, hırsızlık ve ev işgaline asi bir yaşam projesinin bir parçası olarak önem verilebilir. Refah programları, hayırsever yemeklerini yemek, çöplerden yemek ve dilenmek düzenli bir iş olmadan hayatta kalmamıza yardımcı olabilir, ama onlar ekonomiye hiçbir şekilde saldırmaz; aksine ekonominin içinde yer alırlar. Hırsızlık ve işgal etmek de hayatta kalma taktikleridirler. "Yuva hakkını" veya işgal evlerini yasallaştırmayı talep eden işgalciler, "işlerini" diğer işçiler gibi kıymetsiz eşyalarını biriktirmek için yürüten hırsızlar - bu insanların ekonomiyi yok etmek gibi bir niyetleri yoktur - onlar sadece malların adilce dağıtılmasını isterler. Fakat asi bir yaşamın parçası olarak işgal eden ve hırsızlık yapanlar bunu ekonomik mülkiyetin mantığını hiçe sayarak yaparlar. Kendi yaratmadıkları bir dünyanın taleplerine baş eğerek selamlamayı veya bu mantık tarafından empoze edilmiş kıtlığı kabul etmeyi reddeden bu gibi asiler, imkân olduğunda herhangi birinden izin almadan arzu ettiklerini alırlar. Toplumun ekonomik kuralına meydan okuyarak, kendi dünyamızın bolluğunu geri alırız - ve bu bir ayaklanma elemidir. Sosyal kontrolü sürdürmek için, bireylerin yaşamlarının çalınması gerekiyor. Onların konumunda, bizler ekonomik olarak hayatta kalmayı, çalışmanın ve maaşın sıkıcı varoluşunu elde ettik.

Yaşamlarımızı geri alamayız ne de onlardan dilenemeyiz. Yaşamlarımız onları geri çaldığımızda sadece kendimizin olacaktır - ve bu izin almadan istediğimiz ne varsa almak anlamına gelir.


Feral Faun