22 Mart 2010 Pazartesi

Anti-Psikiyatri ve Özgürlük II

"Nihayetinde kâhinler bile aklın kazazedeleridir." - Gilles Deleuze


1. Aklın Ötesinde

Akla duyulan güven ve ona tanınan egemenlik rolüyle, deliliği kapatan, tımarhaneyi kuran modern iktidar arasında içsel bir paralellik, organik bir bağ kurulabilir mi? Tımarhane bahçelerindeki Rodin’in "düşünen adam" heykelini delilikle özdeşleştiren bakışın tersine, bu heykel deliliği temsil etmez. Deli, gözden ırak kılınmış, söylemi susturulmuş, cinsellikten ve üretimden dışlanmış, tanıdık olmayan bir hayvanlığın sınırlarına kapatılmış olandır. Onu, hiçbir insani imge temsil edemez; hele düşünmesiyle anlam bulan insan imgesi hiç… Buna karşın "düşünen adam" aklın kendi sınırlarına dayanır, akıldışındaki aklın varlığını sezer. Devasa bedenine karşın yere yıkılacak olan yüzünü çenesinden kavrar. Belki de ağzını kapatmıştır "düşünen adam", akıldışı olanı kuran akıl adına. Sözü, dilin ve anlam dünyasının dışına atılmış deliliğin, akla ait bir biçim olarak kuruluşunun bedenidir Rodin’in "düşünen adam"ı.

"Düşünen adam"ın "normal" insan bedeni ise, hayvanlıkla ilişkilendirilen deliliği temsil edemez. Deli bedeni, tahrip edilen, elektroşok ve koma ile tedavi edilen, hacamat edilen, ilaçlarla uyuşturulan, sömürülen bir bedendir; üstünde deneyler yapılan hayvan bedeni gibi. Yaşar Çabuklu’nun da belirttiği gibi: İlk modern hayvanat bahçelerinin ve akıl hastanelerinin 19. yüzyılda kurulması tesadüf değil.

Modern "iktidar teknolojisi"nin mimarisi olan "panopticon" burada farklı işlemektedir. Deliliği temsil ettiği varsayılan "düşünen adam" tarafından gözetlenen deliler için heykel "normal"i temsil ederken deli olmayanlar için heykel, anormali temsil eder. Kapatılanlar için aklın egemenliğini konuşan "düşünen adam", dışarıda olanlar için deliliğin ötekiliğini susmaktadır. İşte Rodin’in "düşünen adam"ının ikiyüzlülüğü buradadır; yüzlerden biri normal olana, diğeri anormal olana dönmüş olan iki yüz. Modernliğin düalist mantığı ikili karşıtlıklardan kurulu sistemler üretirken(akıl-akıldışı, ruh-beden, iç-dış) aynı ikiyüzü takınmıştı ve birinci terimler ikinci terimleri üretmişti. Akıldışında bir akıl vardı ama akılda bir akıldışı olamazdı, bedensizde var olabilirdi ruh Klasik Çağda, dışın içinden bahsetmemize izin veriyordu dil, ama iç’in dış’ı yine dışa varıyordu. İşte akıldışı olmayan olarak akıl, negatif bir düşünüşle tanımlanıyordu. Normal olan kendi normalliğini üzerinden kurduğu ötekiyi ancak egemenlik altına alarak yapabiliyordu bunu.

Dik duruşuyla insanlığını kazandığı varsayılan homo sapiens için ellerini çenesine dayayıp oturan bu heykel ilk bakışta bir iktidar yitimini çağrıştırmaktadır. "Düşünen adam" ilk bakışta, normal ve dik duran bir beden karşısında bir kamburun ötekiliğiyle sonsuza kadar eylemsizleşmiş görünmektedir. Oysa sedyeye yatırılmış, bir makineye bağlanmış, kesilmiş ve yakılmış deli bedeni karşısında egemenlik simgesidir oturması. Nasıl ki normal olanın dik duruşu kamburun karşısında otorite olarak var oluyorsa, yatırılan, düzleştirilen deli bedeni karşısında oturan bu beden egemendir. "Düşünen adam"ın gözleri, karşısında ayakta dikilen normal için bir utancı, gözlerinin baktığı yerde serili deli bedeni içinse bir korkuyu ifade eder.


2. Dil ve Şiddet

Deliliğin dili, normal dünyanın maskaralığını açığa çıkarır. Normal dünyanın kendi değerlerini üzerine kurduğu temellerin, yasakların ve ilkelerin kökenindeki yalanları, dildeki şiddeti aydınlatır.

Anormali kuran normal olandır. Sınıflandırmaları yapan, temel tanı gruplarını belirleyen psikiyatrik epistemoloji, nesnesi deliyi ancak bedeninde deneyler yapmak suretiyle, kapatmak suretiyle kurabilirdi. Psikiyatri biliminin önermeleri, ancak beden tahrip edilerek mümkün kılınabilirdi; kendine ait hakikati gizlendiği yerden çıkarmalıydı psikiyatri, deşerek kurulan bir epistemoloji… Zaten dilde ve anlam dünyasında izbe, görünmez bir yere itilmiş, hayvana yakın bir uzamda tımar edilen bu bedendeki gizleri açığa çıkartmak için Ortaçağ’ın hiç de beceremediği bir söylem, modern zamanlarda gelişmeye başlamıştı. 17. yüzyıl Büyük Kapatılma’ya tanıklık etmişti. Dilencilerin, aylakların, suçluların, delilerin kapatılması üretim sürecinin ve çalışmanın dışındaki insan gruplarının kapatılmasıydı. Kapitalizm doğuyordu.18. yüzyıl ise delileri tıbbi bir ilgiyle fark etmişti. Hümanizma, delilerin suçlularla aynı kurumlara kapatılmasına karşı çıkıyordu. Psikiyatri kendi laboratuvarlarını, klinik gözlemi ve bakışı, "tedavi"yi keşfediyordu. Hapishane, suçun ıslahı ideolojisine dayanan bir söylem içerisinde suç’u üretirken tımarhane de tedavi ettiği bedenlerde deli’yi keşfediyordu. 19. yüzyılda deli, bir "akıl hastası" olarak karşımıza çıkıyordu. Aklın ilkeleriyle örgütlenecek bir hayatın bir korku nesnesi olarak akıldışı’na ve akıl hastasına hep ihtiyacı vardı.

Dil, içerisinde hiyerarşilerin üreyebildiği, temsillerin çözünebildiği, bedeni sömürgeleştiren söylemlerin de gelişebildiği bir uzam. Bugün söylemlerin kimin üzerine ve hangi kabullerle kurulduğunun büyük önemi var. Örneğin; psikiyatrik söylemde delilik asla konuşamaz. Ağzından çıkanlar saçmanın sınırlarına sürülmüştür. O, dilsizleştirilmiş olandır, kendi ve dışındaki dünya hakkında ancak sanrılara sahip olabilir. Oysa bu sanrıların bir kısmının edebiyatın ta kendisi olduğu keşfedildiğinde hemen başvurulan kavram bilinçdışı olmuştu. Yine de delilik, hakkında söylemde bulunulan bir şeydir ve onun gerçeklikle bağını yitirdiği varsayılır.

"Düşünen adam"ın ağzını bu şekilde kapayan, onu söylem alanının dışına atan homo sapiens’in becerikli elleri şiddeti doğuruyor. David Cooper şöyle diyor:

“Psikiyatride şiddetten kastedilen apaçık bir şiddet değil, diğerlerinin ya da akıllı kişilerin deli olarak nitelendirilen kişilere yönelttikleri örtülü şiddet ve böylece bu kişilere karşı işledikleri suçtur. Psikiyatri, akıllı kişilerin çıkarlarını ya da görünüşteki çıkarlarını temsil ettiği sürece bu böyledir. Gerçekte psikiyatride şiddet, her şeyden önce psikiyatrinin şiddetidir.”

Deliliği nasıl nitelendirdiğimiz, onu dile ait uzamda nasıl konumlandırdığımız büyük bir sorun. Laing deliliğin, ego’dan kendiliğe doğru bir yolculuk olduğunu söylüyordu. Akıl tarafından işgal edilmiş deliliğin anlam dünyası üzerinde, olumlu tüm varoluş biçimlerini aşındıran bir şiddet var. Eğer şizofreni ile "tehlikeli kişi"yi aynı örgüde düşünen bir söylemden bakarsak, sorabileceğimiz tek soru "tımarhaneler olmazsa delilerin kendilerine ve topluma dönük şiddeti nasıl engellenecek" gibi tehlikeli bir soru olur. İşte bu bakış, tam da örtük şiddeti yaratan bakıştır ve normal olmanın getirdiği iktidarla kurulur.

Evet, elimde tuttuğum şeyin kalem olmasıyla, benim ona kalem demem arasında hiçbir zorunlu bağıntı yoktur. Psikiyatrik tanıdaki deliyle deli arasında da yoktur; Nietzsche’nin deliliğinin keşfettiği gibi dil ile gerçeklik arasında da…


3. İhlal

Psikiyatri profesörü David Rosenhan ve arkadaşları isimlerini değiştirirler ve bazı sesler duyduklarını belirterek kliniklere yardım çağrısında bulunurlar. Kliniklere yatırılan "sahte hastalar" kliniğe yatırıldıktan sonra hasta rolü yapmayı bırakırlar ve "normal" insan davranışları sergilemeye başlarlar. Buna karşın hastane psikiyatristleri onların iyileştiğine bir türlü ikna olmaz ve sekiz araştırmacı 7 ile 52 gün arasında kapatılırlar. Hastaneden ayrıldıklarında sahte hastaların bir kısmına şizofreni teşhisi konur ve hepsi etiketlenir. Rosenhan deneyini bir raporla yayınladıktan sonra, Amerika’daki kamusal psikiyatrik örgütlenme birçok eleştiriye maruz kalır. Rosenhan akıllı olanla deli olanın ayrılabileceği, belirlenebileceği objektif bir ölçütün psikiyatride varolmadığının altını çizer. Tımarhaneden çıktıktan sonra yayınladığı makale "Deli Mekânlarda Akıllı Olmak Üzerine" başlığını taşır. Rosenhan’ın deneyi akıl ile akıldışı arasındaki sınırın sahteliğini apaçık ortaya çıkarır. Nasıl ki normal olan akıllı rolüyle toplumdaki ontolojik meşruluğunu sağlıyorsa, delilik rolüne zorlanan kimse de ancak normalin sınırlarında hukuki meşruluğu elinden alınarak, cinsellikten dışlanarak kurulur. Cooper delilik ve toplumsal rol üstüne şöyle der:

“Akıl hastası olarak damgalanmış kişi hasta rolü yapmak zorundadır. Bu rolün aslı boyun eğmedir. İnsanın dışında oluşan ve onu kendi metotlarıyla değiştiren bir hastalık düşünelim. Hasta bu durumdan kendi gelişimine bağlı olarak etkilenir ve değişir. Hastalık sürecinin somut bir cismi haline gelir ve hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği biçimde bu sürece acı içinde katlanır. Kişi, somutlaşarak hastalığın bir objesi haline gelir ve bunlara katlanmak zorunda kalır.”

Kendi normalliğimizin sınırlarına dayanıyor artık düşüncelerimiz. Yüzlerce yıldır sömürülen beden, sınırları üreten ideolojilere meydan okuyor bugün. Onun için ihlal bir sınır deneyimidir. Sadece anormal olanın normali ihlal etmesiyle değil, normalin normalliğinden vazgeçmesiyle, kendini ihlal etmesiyle mümkün hale gelebilir özgürleşme…


4. Bir Anti-Psikiyatri Deneyimi

İtalya’daki Anti-Psikiyatri deneyimleri başlangıçta tımarhane reformlarıyla işe başlar. Tımarhanelerdeki yatak sayısı azaltılır, tımarhanede şiddete dayalı tedavi yöntemleri terk edilir, "hasta"lara yönelik geleneksel tımarhane uygulamaları kaldırılır. Giderek radikalleşen hareket Trieste ilindeki akıl hastanesinin kapanmasıyla ilerler. Salınan hastaların büyük bölümü geri dönmez. Daha sonra hastane, gidecek yeri olmayanların ve bakıma muhtaç yaşlıların kaldıkları bir otele dönüştürülür. Bu arada halkın katıldığı tiyatro etkinlikleri düzenlenerek tecrit edilmiş hastanenin mekansallığı ihlal edilir.

Psichiatrica Democratica olarak bilinen hareket psikiyatrinin politik doğasına yönelik bir dizi toplumsal eleştirinin oluşmasını ve 68 hareketiyle diyaloglar kurulmasını sağlar. İtalya’daki Anti-Psikiyatri deneyimlerinde Franco Basaglia’nın yürüttüğü pratik çalışmaların ve yazdığı yazıların önemli bir yeri vardır. Basaglia tımarhanenin iyileştirici nitelik kazanmasının değil, tımarhanelerin ne için varolduğunun sorgulanması gerektiğini belirtir:

"Hastaya karşı geliştirilmiş bir dizi dallı budaklı onaylar bütününü değerlendiremediğimiz ve onlara karşı çıkmadığımız sürece, hem bu yaptırımlar bütününü hem de acıların klişeleşmiş olarak ruh hastalığı kavramı içerisine sıkıştırılması sürüp gidecektir. Tımarhaneyi tümüyle geride bırakmak, eski işletmeyi yenilemek ya da sorunu topluma yaymak değil, her vaka için yaptırımları dikkatlice uygulayan sistemi açığa çıkartmak; böylece bütün toplumsal kontrol mekanizmasını krize sokan bir müdahalenin ilk adımını atmaktır."

Tımarhaneye kapatılanların çoğunlukla sınıfsal bakımdan ezilen kimselerden ve sokaklarda yaşayan, çalışmayan tehlikeli kişilerden oluşması psikiyatrinin politik doğasını açığa çıkarabilir. 20. yüzyıl, muhaliflerin akıl hastanelerine de kapatıldığı bir yüzyıl olmuştur.

İtalya’da 1978’de psikiyatri reformu yasası kabul edilir. Büyük psikiyatrik kliniklerin kapatılması öngörülür ve hiçbir akıl hastasının herhangi bir genel hastanede 15 günden fazla tutulamayacağı belirtilir. İtalya’daki Anti-Psikiyatri hareketi, gerçekten de yaşam alanları üretilebilindiğinde, akıl hastanelerine kapatılan birçok kimsenin psikiyatrik tahakkümü yıkabileceğini göstermiştir. Delilerin topluma uyum sağlaması için değil ama toplumun kendi normalliklerini sorgulaması ve ötekileştirdiği bir şeyle yaşayabilmeyi öğrenebilmesi adına İtalya’da deneyim birçok olanaklar yaratmıştır.

Normal ve anormalin sınırlarını ihlal edebilmek için kendi normalliklerimizi sorgulayabiliriz. Belki de bu sınırları özgürleştirici bir ihlalle aşındırdığımızda, ihlalin kendisini ihlal olunabilir; bu da "düşünen adam" için düşünmenin ve erkekliğinin tahrip edildiği estetik bir deneyim demektir; utançla dolu heykelin şimdisinde beklenmeyen bir devrim anı gibi…