7 Eylül 2009 Pazartesi

Marksizm'in Eleştirisi

Diyalektik materyalist mantık için öncelikle oluşu doğanın karşısına dikmek şarttır. İkinci şart insanal varoluşu kesinlikle varoluş olarak ele almamaktır. Yani insanal varoluş zorunlu ve özsel olarak efendi/burjuva ya da köle/proleterdir. Yani özetlersek; doğa insana dışsal ve verili koşullarda insana özseldir. İçkin bir doğa anlayışı ve verili koşulların özsel olmayan açımlandırılması söz konusu değildir.


Diyalektik materyalizme göre, kölenin, efendi karşısındaki konumuyla bağlantılı olarak köle, doğa karşısındaki eylemiyle yani çalışmasıyla (emek) kendinin bilincine, köleliğinin bilincine varır. Yani bu durum elde ettiğinin (ürün) kendi elinden alınmasının farkına varılmasıdır. Kendinin bilincine insansal varlığı dışında doğaya mücadelesi-hükmetmesi yoluyla varabilir. Ve bu şekilde özgürleşmesinin kapalı olan yegâne yolunu açmış olur. Ancak efendi köleye bu çalışma durumunu zorladığından ötürü sahte bir özgürleşme algısına kapılır. Ve böylelikle köle çalışarak üretim-tüketim mekanizmasının çarkıyla hem kendini hem de dünyasını (dünyayı) dönüştürür.


Şimdi -verili koşulların mantığından hareketle- emeğin bir bilinç ve özgürleşme aracı olduğu iddia edilir. Bu yüzden emek "insansal etkinliğimiz" olmuş oluyor. Emek insansal etkinlik olarak kabul edildiğine göre -yani zorunlu ve özsel varlıksallığın bilinci- bunun karşıtı olan sermayenin başka bir deyişle özel mülkiyetin, efendinin ortadan kaldırılması gerekiyor. Yani zorunlu ve özsel olan bilinç mantığının -efendi ve köle olarak- doğrudan kabul edilişinin tezahürü. Zorunlu olan çalışmanın ve zorunluluğa iten sermayenin ortadan kaldırılışı değil; emeğin yüceltilmesiyle sermayenin ortadan kaldırılışına yönelme olarak vuku bulan bu mantık, bu ikiliğin, karşıtlığın ortadan kaldırılması yerine birinin diğerine üstün kılınması yoluyla, verili olan ama kendini ortaya çıkaran çelişkinin olumlanması (bütünen kavranması) yerine olumsuzlayarak diyalektik materyalist mantığın aşamacı ilerleyişi için bu antagonizm devam ettirilir.


Diyalektik mantık, ilk olarak kendinin bilincine varmayı gösterir, bu, özgürleşme aşamasındaki -ilk- tezdir; yani birinci olumsuzlama (yadsıma). Bu kavrayışla beraber anti-tez yani ikinci olumsuzlama -olumsuzlamanın olumsuzlaması- (yadsımanın yadsınması) devreye girecektir, köleliğin bilinci, kölelerin ilişkiselliğiyle toplumsallığını imler. Yani "sınıf bilinci" kölelerin çoğulluğunun birliğinin kavranmasıdır. Bu kavrayış özgürleşme için birlikte hareket etmeye evrilir, yani örgütlenmeye. Ve bunun sonucunda da sınıf bilinci, belirlenim olan senteze geçiş yapmış olur: Devrime. (Sentez: olumsuzlamaları da içeren son aşama -içererek aşma-)


Burada üzerinde duracağımız doğaya içkin olan insanal varoluşun sınıf bilinciyle yer değiştirilerek, (özselliğin tezahürü) insansal etkinliğin de varoluş bilincinden ayrı bir biçimde ele alınarak; yani bilinç ve sınıf bilinci ayrımının paralelinde hem etkinliği ayrı ve doğaya hükmetme eylemi olarak algılayıp hem de bunun bilincinin bu sayede (çalışma, emek sayesinde) kazanılır olduğunun anlayışı sonucu elde edilen bu bilinç-eylem ikiliği ortaya örgütlenme ve devrim "yapma" ikiliğini meydana getiriyor. Diyalektiğin eylem-düşünce-eylem aşamacılığı ikiliğin temsilidir. Yani örgütlenme (parti, sendika vb.) eylemin temsiliyetini içeriyor. Bu nedenle ilk olumsuzlama başarısızdır ki sonraki aşamalarda bu yanlışın devamıdır. Sınıfın temsiliyetiyle paralel "günlük görev" ve "tarihi görev" de yoktur. Ya şimdidir ya hiçtir; yani olanın/oldurulanın imlenmesidir, devrim.


Tarihsel-diyalektik materyalizmde bu aşamacı, erekselci, ilerlemeci (kendinde bilimsel), belirlenimci metot onun özüdür. Reel Sosyalizm'in de Bürokratik Kapitalizm'e evrilişi-evirilişi de bu yanlış mantığın sonucudur. Marksizm'in diyalektik taktiği ki Marksist-Leninizm'in sınıf bilincinin öncüler aracılığıyla temsiliyetini içererek aynı zamanda da devrimi yönlendiren empoze stratejisi yoluyla proletarya diktatörlüğünün tamamen kalıcılaşmasını doğurur. Çünkü sınıf bilincinin ve temsiliyetinin sözde-eylem olarak da gerçekleştirilmesinin sonucu "ilerleme" tamamlanmıştır. Yani yukarıdan bir örgütlenme ve bilinç empozesiyle devrimin gerçekleştirilmesi yoluyla içerilen aşamalar sağlandırılmış olmaktadır. Dolayısıyla bu aşamalar -bilinç, örgütlenme, devrim- sonucu oluşan ve kapanan bir mekanizmayı ortaya çıkarır.


Tarihte, örgütler açısından genelde sorunsal tarihi görevleri olarak "dönüştürücü" araçların yani merkezi-hiyerarşik-otoriter örgütlenmeler ve diktatörlük gibi zaten yanlış olan durumların tartışmasında yalpalanıp durmuştur. Hâlâ da durmaktadırlar. Sorun başka yerdedir.


Tahakküm sorunsalının açımlandırılmak istenmesi ile karşılaşılacak temel yanılgı iktisadi-insan merkezli bakış açısıyla insanal varoluşun doğadan ayrıştırılmış olarak ele alınmasıdır. Doğa, dışsal bir nesne konumuna indirgenmiştir. Ve yine bu dışsal ilişki kapsamında özne olarak insan-varlık nesnesi doğayla ilişkisi bağlamında kendini belirleyen bir bakıma bilen ya da özgürlüğünü sağlayan olarak ifade edilir. Oysa, insan-varlık doğadandır. İnsan-varlık doğanın kendi etkileşimi içerisindeki bir canlı organizmasıdır. Bütün her şeyin ifadesi bu uzay-zamanın (doğa) bütünlüğüdür; bütünlüğüne içseldir. İnsansal varoluş, kendinin bilinci bu bütünlük içerisinde şeylerle ve diğer varoluşlarla ve de kendi türüyle etkileşiminin bilincine varılmasıyla mümkündür. Varlığının kendi ve parçası olduğu doğanın devamının niteliğini ve varlığının sürekliliğini belirleyecek olan da budur. Yani bu kendilik, doğadır.


Diğer esas önemli husus ise türlerin hayatını devam ettirebilmesi için ihtiyaçlarını gidermesidir. Bu doğanın kendi içselliğinin; türlerin devamının özel olarak dile getirilmesidir. Bütünde doğada türlerin kendi devamlılığına içkin olan ihtiyaçlarının giderilmesidir. Bunun dahilinde türsel ya da gezegensel varoluşun hareketinin niteliği tanımlanabilir. Varoluşsal "giderim" (ihtiyaçların gerçeklendirilmesi) doğadan ayrımlaştırılmış olarak özel anlamda dile getirirsek türsel etkinliktir. Bütünsel mânâdaysa varoluşsal olarak sürekliliğe (harekete) içkinliktir. Giderimi gerçeklendirmek için yöneldiği şey bütüne içsel olan bir başka şeydir. Anlık olarak giderim ediminin gerçekleşmesiyle ertelenen bu süreğen edimsellik durumu varoluşun içselliğidir.


Giderimin dışında olan ya da kalan şey kendi türünden ya da diğer türlerden olanlara bırakılmayıp kendine saklanmasıyla yani sahiplenilmesiyle diğerlerinin giderimine el konulmuş olur; giderimini gerçeklendirmek için yönelecek olanın sürekliliği yadsınmış olmakla tahakküme uğratılmış olur; (Mülkiyet tahakkümdür!) ona giderimini gerçeklendirmesi için süreceği gerekçeleri kabullenmek zorunda bırakmaya iter. Bu sahiplikle doğaya yani kendine, diğer türlere yabancılaşmış olur. Kendinin-doğanın hareketinin bu kopmaz bütünlüğü varoluşun akışıdır.


Bu sahiplenme iktisadi-insan merkezci mantık hareketiyle tabiatın sömürüsüne dönüşür. Çünkü dışsal olarak algılanan doğa mantığı ve bunun sonucunda gerçekleşen yabancılaşmanın tezahürü olarak doğa bir "tüketim" nesnesi konumuna sokulur, "üretim" faaliyeti hareketinin bağı olarak. "Varoluşsal giderim" yerine bir mülkiyet ilişkisi hâline yayılarak bu eksen üzerinde giderimlerin meta karakterine büründürülmesi ve harcanan araçsallıklar sonucu biçilen değer üzerinden mübadelenin gerçekleşmesi idame ettirilir. Burada meta üretiminde kullanılan (araçsallıklardan biri) insan çalışımı ve bu çalışım sonucu elde edilen ürün bir giderim nesnesi değil bir mübadele nesnesidir. Giderim doğaya içsel bir edimdir. Giderimin karakteri mülkiyet ilişkilerinden doğmuş yapı içerisinde kavranamaz, anlamlandırılamaz. Giderim sadece bir insan çalışımı olgusu değil türlü insansal etkinliklerin hazsal geri dönüşümünü de kapsadığı gibi yapı zorunluluklarıyla vuku bulan bir edim de değildir. İnsansal etkinlik varoluşun kendilik hareketidir. Giderim bununla ilintilidir. Dolayısıyla tür, doğa ayrıştırılması üzerinden doğan yabancılaşma, çalışım olgusu sonucu elde edilen ürüne yabancılaşma olarak -asıl yabancılaşma yerine- terk edilemez.


Ki giderim nesnesi üretimi, üretim-tüketim ilişkisi çerçevesinde (gelişmeye dayalı tüketim ilişkisi dahilinde "sahte ihtiyaçlar" vurguyu hak ediyor) doğayı sömürme bileşkesi üzerinden doğa, insan ayrımı gün yüzüne çıkarılmış olur ve emek-sermaye çelişkisinin de "homo economicus" mânâda ekonomik olarak tarihsele sindirilmiş olduğu meydana çıkarılır.


Mülkiyet ilişkisi sürdüğü sürece -giderimin özsel yapısından ayrı olarak parçası olduğu bütüne müdahalede bulunmayla- tahakküm varlığını korur; bu türsel etkinlik, mülkiyet antagonizmiyle birlikte yabancılaşma devam eder ve giderimdışı olana el koymakla türsel devamlılığı yadsımış ve içkin olarak türler-doğa bütünselliğinden kopmakla kendini de yadsımış -ve yabancılaşma nedeniyle- doğayı sömürme niteliğine bürünerek; doğayı tüketim nesnesi hâline getirmiştir. Yine kendi kendini -diğer türleri ki doğayı- sömürmenin diğer bir ifade şekli.


Burada insanın diğer türlerin (bitkiler ve hayvanlar) yaşam (beslenme, barınma, ortama özel bulunurluluk vs.) alanlarını türlü biçimlerde mülkiyeti hâline getirmesiyle birlikte özel olarak türü evcilleştirmesi (mülkü hâline getirmesi ediminin diğer bir yüzü) ve evcilleştirilmeye müsait hâle zoraki sokulmasıyla tahakküm uygulamasının "nesnelliğini" örneklendirme olarak vurgulamak gerekir ki tabiatın ekolojik döngüsünün doğayı tüketim nesnesi hâline getirmesi sonucu verilen tahribat büyük sorunlara gebedir. (Gezegenin şu anki durumunun kötü gidişatını belirtmek yerinde olacaktır: Küresel ısınma olarak adlandırılan şey/şeyler ve bunun dışında gündemde de olan nükleer enerji ve biyolojik silahlanma çılgınlığı vs.)


Mülk edinme giderim nesnesine yöneleceklerin dışarıda bırakılmasıyla sonuçlandığından yaşamsal varlığını devam ettirecek olanın mülk sahibinin buyurganlığına (tahakkümüne) boyun eğer. Mülk edinen bu şekilde hem kendi mülk sahipliğini pekiştirecek -giderimini gerçeklendiremeyenin mülk sahipliğini tanımasıyla- hem de mülk sahipliğini korumasının girişiminde bu giderim nesnesi için buyurganlığa itaat edeni kullanabilecek hâle getirir. Ve mülk sahibi bu durumunun süreğenliğini sağlamak üzere -itaat edenin yaşamsal varoluşunu tanımamak üzere ki bu tanımayış yabancılaşmanın yansımasıdır- çeşitli mitler yaratır.


Üretim araçlarına sahip olana (bu kavramı giderimin üretim-tüketim ilişkisine dönüşmesi yanıyla da düşünerek) oranla yaşamak için "çalışmak" zorunda olan (yaşamak için çalışmak zorunda olmayıp da çalışımın tahakküm ürünü olması nedeniyle özsel bir değişim söz konusu değildir) kesimin arasındaki baskı hissedimi farkı, tahakkümün yoğunluğunun mülkiyet ekseni etrafında döndüğünün ayrı bir tezahürüdür. Ki burada türsel etkinlik babında insansal etkinliğin iş, eğlenme, dinlenme, boş zaman, özel bir etkinlik vs. biçiminde bölündüğü gerçeği ortadadır. Bir arada yaşamla (grup hâlinde) birlikte hareket dolayısıyla birlikte giderim için hareketin birlik olarak türsel etkinlik kapsamında ilerleyişi -beraber/birlik hareketinin sonucu olarak- iş bölümü mantığının ve dolayısıyla bu birlikte-türsel etkinlik "emeğin toplumsallaştırılmasıyla sömürünün ve yabancılaşmanın ortadan kaldırılması" olarak -yanlış- çözümlenen anlayışın da dışındadır. Ki söz konusu mülkiyeti (tahakkümü, yabancılaşmayı) "toplumsallaştırmak" değil onu ortadan kaldırmaktır.


Diğer yandan yaşamak için çalışmak zorunda olmamasını büyük ölçüde garantilemiş kesim uyguladığı baskıya oranla yaşamak için çalışmak zorunda olanlardan dönen baskı-şiddet karşısında kendisini de baskıyla yüz yüze bırakır. Bu iki kutupsallık arasındaki karşılıklı artan oranlı şiddet onlara -ve yaşamsal alanlara- da zarar verir. Bu nedenle buyurganlığını pekiştirmek için açık bir baskı-şiddet uygulamak yerine toplumu -yaşamı- normlara sokarak, devamlılığını içkin olarak açık-örtük biçimde sürdürmektedir. Bu normlama -aptallaştırma- toplumun her katmanında düzene kenetlenmiş olarak sosyal konumlarında ve ilişkilerinde birbirlerinin yerine süreğenliği sağlar. Sorun sınıfsal olarak konulunca da ortaya çıkan sınıfsal iç baskıda, insansal -doğasal- bilinç yerine -iktisadi olarak- sınıf bilinciyle hareket edilerek yabancılaşmayı devam ettirir ve kendisi bir norm ürünü olmaklığıyla da aptallaştırılmayı -yabancılaşmayı- korur. (Norm ürünü olmaklıkla kastedilen çalışımın bir rasyonel özerklik ve özgürleşme yolu olarak kavranmışlığıdır.)


Mülkiyete karşı direniş, mülkiyet ekseni içinden dışına çıkmakla gerçekleşebilir. Bu içkin dışsallığa mülki hareketten özerk ancak etkileşim içerisinde, yaşam akışında vuku bulmuş tahakküm zincirlerini kırmak ve kendilerinden doğacak özerk kodlamalara mücadele vermekle de anti-otoriter gider. Kısacası "yaşamda" tahakküm ilişkilerinin kendi içinde özerk-özsel hareketleri birbirleriyle beslenir ve kendi alanlarında tahakküm kurarlar. Dolayısıyla verilecek savaşım alanlara yayılmışlıkla koşuttur.


Çözüm tahakküm ilişkilerinin kavranmasıyla onun dışındadır, tahakküm içi dönüşümler değildir. Doğaya içkinliğin doğa olmak olarak bilinci isyan etmektir: Herkesi kapsar/bağlar.