9 Şubat 2016 Salı

Rousseau: İyiliğin Şeffaflığı

Çocukların içsel dünyalarında kırılmalar, yaralanmalar olur. Genellikle, olgunlaşma adı verilen sosyalleşme süreci içinde kırılmanın neden olduğu tepki ve husumet yumuşatılır, çocuk barışçıl bir evrim sonucu topluma adapte olur. Ancak bazı çocuklar için içsel yaranın kapanması mümkün olmaz ve bu durum toplumla, insanlarla aralarında ömür boyu sürecek bir gerilime neden olur. Kişi bazen kendi içine kapanarak, iç dünyasını mutlaklaştırarak aşmaya çalışır bu çelişkiyi, bazen de yarasının acısını hafifletecek bir toplumsal mutlak arayışına girer. Toplumsal muhalefet bu yolda özdeşleşilebilecek bir taraf olarak görünse de onun da iktidar ilişkileriyle malul olduğu bir süre sonra ortaya çıkar. Geriye soyut ve mutlak bir toplumsal adalet düşüncesi ve ütopya ile bireyin kendi içindeki mutlak iyilik duygusu kalır.

Jean Jacques Rousseau’nun annesi doğumdan on gün sonra ölür. Babası ve yakınları örtük bir biçimde Rousseau’yu annesinin ölümünün nedeni olarak görecektir. “Benim kabahatim değildi,” diyecektir Rousseau daha sonraları, ama suçluluk duygusu içine girmiştir bir kez. Doğumu “başına gelen kötülüklerin ilki” olacaktır.

Çocukluğunda birlikte yaşadığı bir yakınının evinde bir tarak kırılmış olarak bulunur ve Rousseau suçlanır. Kendisi bu suçlamayı reddedecektir. Ama çocuk dünyasının birliği bozulmuştur bir kez. Bundan böyle Rousseau içinde kırılan şeyi tamir etmeye, dağılmış olanı birleştirmeye çalışacaktır. Toplumun adaletsizliğine karşı çıkacak, kötülerce dışlanması onun doğruluğunun kanıtı olacaktır. Onu yaralayan dış dünyadır. Yaranın çaresi ise Rousseau’nun kendi içinden gelecektir. Mutluluğunu “onlara rağmen” gerçekleştirmeye çalışacaktır Rousseau.

Arkadaşlarıyla oynamayı sevmeyen Rousseau kitap okumakta, hayal kurmakta, kırlarda gezmektedir. O masum bir kurban, sessiz bir şövalye, bir yalnızgezer, yenilmiş biri, bir insansevmezdir. Kitaplar farklılığını oluşturmasına yardım edecektir Rousseau’nun.

Cinselliğe karşı mesafelidir Rousseau. Hayalî aşkları, kendi kendini tatmini tercih eder. Utangaç, sıkılgan, dünyayla ilişkisinde ürkek ve kararsızdır. Dış dünya bir engeller yığınıdır onun için. Dış görüntülerin dünyası kötülüğün dünyasıdır aynı zamanda. İnsanlararası ilişkilerde dostluk, şeffaflık ve güven yoktur.

Topluma karşı korunaklı yaşamı iç çatışmalardan kurtaramayacaktır Rousseau’yu.

Eylemiyle sözü bir olsun isteyen, doğruyu sadece kendisinin savunduğuna inanan kişi ancak yalnız bir yaşamı üstlenirse kendi bütünlüğünü koruyabilir. Bu durumda çekilen acı onu bir misyon taşıyıcı, bir aziz konumuna yükseltir. Hakikat için acı çekmek, kurban olmak ister Rousseau.

Stoacı düşünceye yakın olan Rousseau yalnız ve eşsiz oluşuna teorik gerekçeler bulmaya çalışır. Toplumla çatışmaya başladığında yanında kimseyi istemez. Başkaldırısı sertleştikçe kendini daha da yalnız kılar. Yalnızlığını evrensel değerlere dayandırmak ister. Ancak var olan toplumun temsil ettiği bir evrensellik değildir bu, soyut, mutlak bir evrenselliktir.

Yazarlığa soyunması, başarısı onu rahatsız eder. Susmak istemesine rağmen yazmaya devam edecek, bireysel yaşamıyla yazı yoluyla iletişim kurduğu dış dünya arasındaki karşıtlık daha da büyüyecektir.

Rousseau dış dünyayı ne affedebilmekte ne de ondan tamamen vazgeçebilmektedir. Ona ucundan dokunmakta, onu atlatmakta ve sonra suçlamaktadır.

Sürgün ve gezgindir Rousseau, toplumun periferisinde sürekli yer değiştirir. Tam bir şeffaflık ve dolaysız bir iletişim istediğinden dolayımlı, flu bir dünyayla bağını koparmak ister. Her türlü sosyal bağımlılıktan korkar. Öte yandan topluma saldırganlık, isyan ve anti-sosyal duygularla bağlıdır da.

Rousseau’ya göre kötülük toplumca üretilmektedir ama insan öz olarak masumdur. İnsanlararası ilişkiler yoz ve adaletsizdir. Kötülüğün kaynağı eşitsizliktir. Rousseau eleştirdiği toplumsal durumu düzeltmek amacıyla yapıtlarında bireyin eğitimi ve toplumun siyasî örgütlenmesine yer verecektir.

Rousseau deklase. Saygın bir pozisyona sahip olmayan bir “üçüncü sınıf” (Le Tiers Etat) üyesi. Yoksulların öfkesini ve burukluğunu devralacaktır babasından. Çocuklarının geçimini sağlayamadığında “çocuklarımın ekmeğini benden çalan sizin devletiniz, zenginlerin devletidir,” diyecektir.

Rousseau işini severek yapan bir zanaatkârın sakin yaşamını özler. Ailesini, yurdunu, dinini seven iyi bir baba, iyi bir vatandaş olmak ister.

İdeal bir toplum içinde yaşasaydı Rousseau bireysel başkaldırıyı bu ölçüde öne çıkarmazdı. O zaman birey uyum içindeki toplumsal bütünlüğe teslim olurdu.

Rousseau ideal bir toplum yolunda siyasal kurumlar öneriyorsa eğer, tam yalnızlığı kabullenmemiş demektir. Eğitimci, müzisyen, diplomat olmuştur yaşamında. Pratik hayatla ilişkisi sonucu yolundan saptığı, ideallerine ihanet ettiği düşüncesiyle sürekli kendini suçlayacaktır Rousseau. Egemen olmadığı dış ilişkilere girmesi sonucu yaptığı hatalar onun kendi gözünde değer yitirmesine neden olacak, dışsal kötülüğün kendisine de bulaştığı endişesinden kurtulamayacaktır.

Dış dünya Rousseau’nun düşmanıdır. Bu dünyanın kendisini cezalandırmasını ister Rousseau. Kaderin ağırlığını duymak, çaresiz, kötü bir duruma düşmek ister. Öte yandan sadık ve katı süperegosu ona topluma karşı saldırısında cesaret verir.

Bütünlük arayışı Rousseau’yu yorar. Soyut, mutlak bir gerçek adına kendi gerçekliğini, zayıf, kararsız doğasını zorlar Rousseau. Yaşamını teorik görüşlerine uydurmaya çalışır. Tersini de yaptığı olur. O rahatlık, aylaklık, tasasızlık gibi bedensel eğilimlerine teslim olmak istemektedir. Bu nedenle gençlik dönemini idealize etmeye yönelecektir. Ama gençliğinde de acı ve endişe doludur.

Rousseau’nun toplumsal yaşamla ilişkisi zayıf, çünkü her çocuğun yaşadığı olgunluğa (sivil topluma, değişime, paraya) yumuşak geçişi yaşamamış, içindeki kırılan şey bu toplumsallaşma sürecinde tamir olmamış. Uç ruhsal durumlar arasında savrulmaktadır Rousseau. Yazı dili de bazen güçsüzleşir bazen şahlanıp bir meydan okuma tonu kazanır.

Sıradan biri olmak istemiyor Rousseau. Kendini topluma ispat etmek istiyor. Kafasının dikine gitmeyi ve başkalarının onu izlemesini istiyor, ama onlardan biri olarak tanınmak istemiyor. Bedensel olarak yok sayılmayı, yazarak tanınmayı arzuluyor. Beklediği kabulü görmeyince de ötekiyle ilişkisini koparıyor.

Jean Starobinski’nin de belirttiği gibi Rousseau’da ara tonlar yok. Mutlak iyilik ve mutlak kötülük var. Karşıtlıklar biriktiriyor Rousseau, dolayımları kabul etmiyor. Onun katı iç dünyası bu nedenle dış dünya ile uyumlu bir birlik oluşturamayacaktır. Rousseau’nun dış dünyayı dönüştürmek için yaptığı her eylem, yazdığı her yazı daha baştan başarısız kalmaya mahkûmdur. İdeal bir toplum olmadıkça dış dünyaya taviz verilmeyecek, katı davranılacaktır. Aynı şekilde kendine karşı da katı olacaktır Rousseau. Dış dünyayı dürüstlükten yoksunluk ve şeffaf olmamakla eleştiren Rousseau kendi yaşamını tavizsiz bir etik aracılığıyla korumaya çalışacaktır.

Düşünceye karşı güvensizdir Rousseau. Düşünce ilk günahtır ona göre. Ancak dolaysız olan saftır. Kendi yaşamının da dolaysız duygularınca yönlendirildiğini düşünür ve duygularıyla yazmak ister. Rousseau’nun çelişkisi burada başlar. O aynı zamanda bir düşünce adamıdır da. Var olan dili yok etmek, yazıya gerek duymayan söze dayalı bir toplum yaratmak isteyen bir düşünce adamı. Öte yandan bireyin içindeki vicdan ile etik, düşünce sayesinde oluşmamış mıdır? Rousseau’nun duygusal yaşamı onun düşüncelerinin etkisi altında değil midir? Rousseau bu çelişkilerin içinde bocalayıp duracaktır.

Rousseau için her dış obje bir perseküsyon tehdidini temsil ediyor. Bu durum onun eylemsizliğini meşru kılıyor. Çünkü hareketleri düşmanlarca sınırlanmıştır Rousseau’nun. Diğerleri onun eylemini çalarak onu kötülükten kurtarmışlardır. O artık eyleminden sorumlu değildir, suçluluk duygusu hafiflemiştir. Mademki eylemlerini saptırıyorlar öyleyse eylemsizliğin masumiyeti yeğdir.

Sürekli bir tecrit, kapalı bir hayat istiyor Rousseau. Kendi doğrusu içinde katılaşmak, dış dünyanın değersizleştirici etkilerinden arınmak, mülksüzleşmek, ilişkisizleşmek istiyor. Başkalarından farkını korurken masumiyetini de koruyor.

Rousseau’da kendini suçlama, kurban olma ve bir otorite tarafından cezalandırılma isteği var. Burada Rousseau’nun dış dünyaya karşı beslediği saldırganlık kendine karşı dönüyor. Hastalığı bile kendini cezalandırmasına bir vesile olmuştur Rousseau’nun. İtiraflar suçluluk duygusu ile yazılan bir iç dökmedir.

Rousseau son kitabı olan Yalnız Gezerin Düşleri’nde artık dış dünyaya seslenmemektedir. Yalnızlığını var olan dünyayı aşan bir evrenselliğe açmak istemekte, Tanrı tarafından yargılanmayı ve suçsuz bulunmayı beklemektedir. Vicdanı evrensel bir yargıca, bakışa sunulacak şeffaflığı arzulamaktadır. Bu konumda varlık artık coşku ya da üzüntü duymaz, mutlak hakikat içinde kımıltısız, dingin kalır. Rousseau’nun aradığı, dingin yüzünü çevirebileceği mutlak bir bakıştır. Rousseau’nun suçlamak için nasıl mutlak bir kötülüğe ihtiyacı varsa affedilmek için de mutlak bir iyiliğe, Tanrı’ya ihtiyacı var.

Rousseau Yalnız Gezerin Düşleri’ni kendisi için yazıyor. Sözü iç dünyasında geziniyor bu kitapta. Amacı, sonu olmayan bir metin bu. Bir şeyleri kanıtlama çabasından vazgeçmiş Rousseau. Bir tür kendini bırakma, pasiflik, zamanın askıya alınması, içsel gerilimlerin yumuşaması gözlemleniyor. Huzur, içsel varlığın bütünlüğü, dış kötülükten uzak olma hali, hareketsizlik egemendir kitapta. Hem her şeyi affettiği hem de her şey tarafından affedildiği bir düş içinde gezinir Rousseau.

Kitabın 1778’de yazdığı son bölümünde Rousseau, eskiden yaşamını çok etkilemiş bir kadınla, Madame de Warens’le tanıştığı zamanı, elli yıl öncesini anımsar. Onunla birlikte kısa ama kendini eksiksiz hissettiği bir dönem geçirmiştir. Yuvaya, gençliğe, bütünlüğe dönüş duygusu Rousseau’nun reddedici dilini ortadan kaldırır. Sürgün ve yokluğun bitmesiyle birlikte dile gerek duyulmayan bir ruhsal duruma ulaşmıştır. Zaten dil de böyle bir yere varmak için kullandığı bir araç değil miydi? Bir masumiyetin, hakikatin, şeffaflığın, bütünlüğün aranışını temsil etmiyor muydu bu dil?

Kötülüğün ve çare arayışının söz konusu edilmediği son gezinti Rousseau’nun ölüme sunduğu son metnidir aynı zamanda. İlk mutluluğunun hatırasının yeniden canlanışıyla bir dinginliğe kavuşan Rousseau kısa bir süre sonra ölecektir.


Yaşar Çabuklu

8 Şubat 2016 Pazartesi

Deleuze ve Guattari’de Organsız Beden Nedir?

Başlangıçta Antonin Artaud’dan alınan bir ifade olan organsız beden, dayanıklılık düzlemi (biçimsiz, düzenlenmemiş, katmanlaşmamış veya katmansızlaşmış beden ya da kavram) olarak tanımlanmış bir tözü adlandırır. Bu kavram ilk defa, Deleuze’ün Anlamın Mantığı’nda ortaya çıkmıştır ve Guattari ile birlikte yazdıkları Anti-Ödipus ve Bin Yayla’da daha ileri düzeyde işlenmiştir. Organsız Beden, Deleuze ve Guattari tarafından, geleneksel (Freudyen, Lacanyan) psikanalizin eksikleri olarak fark ettikleri şeylerden kurtuluşun yolu olarak önerildi. Arzuyu Ödipal yoksunluğa bağlı olarak açıklamaktan ziyade, onlar arzunun çokluk ve sürekli akış halinde olan üretken bir makine olduğunda ısrar ettiler. Hâlbuki psikanaliz sonlandırma ve yorumu ilan ederken, Deleuze ve Guattari’nin bizi en etkin biçimde düzenleyen ve engelleyen üç kavram (organizma, anlam ve öznelleştirme) üzerine eleştirisi, deneyimin yeni tarzlarının yaratımı için açıklıkların ve uzamların imkânını ortaya koyar. Kimlik ve bilincin üretimindeki baskın öğeler üzerinde doğrudan ters çevirme veya yapısöküm icra etmek yerine, Deleuze ve Guattari, örtük olarak onların içinde, arasında ve her bakımdan başka -mümkün olduğunca daha etkin- olan içkinlik yüzeyleri ve varoluş imkânları önerir.

Odak, Deleuze ve Guattari’nin eklemlenmenin, öz-belirlenimin ve kuşatılmış öznenin dünyasına meydan okumasıyla birlikte, geleneksel olarak psikanaliz tarafından ayrıcalık tanınmış öznelliğin (bilinç kavramından dolayı onların fazlasıyla sık yanılmış hissettikleri bir kavram) uzağına yeniden yönelmiştir. Organsız Beden, emsali, önceli ve hatta bağlantılı olmasının yanı sıra, açıkça ifade edilmiş ve düzenlenmiş organizmaya önerilen panzehirdir: Gerçekten Deleuze ve Guattari, Organsız Bedenin hiçbir yoruma ihtiyacı olmadığını iddia ederler. Organsız Beden, öznelliğin ifadelerine ve organizmaya karşıt olarak var olmadığı gibi, kurallı dilin, devletin, ailenin ya da diğer kurumların tabakalaşmış zorunluluklarından asla tamamen özgür değildir. Her halükarda, o [Organsız Beden], buna rağmen, aynı anda her yerde ve hiçbir yerde, tamamen farklı ve türdeştir. Bununla ilgili olarak, not edilmesi gereken iki ana nokta var: Öncelikle, Organsız Beden, organizasyonun alanlarında aynı anda varoluş ve deneyimin (oluşun) farklı tarzlarını ortaya çıkartarak var olur; ikinci olarak, Organsız Beden, harfi harfine organı-olmayan[1] beden demek değildir.

İlk noktaya referansla, Deleuze ve Guattari Organsız Bedenin sürekli oluşun dizisi boyunca yönlenmiş bir süreç olmasına rağmen, kendisinden kaçmayı arzuladığı düzenekten tümüyle kurtulamadığını açıklarlar. O öznelleştirmenin ve anlamlamanın engellenmiş yöneliminlerinden özgür bir eklemlenme tarzı ararken, katmanlaşmanın bu düzeneklerine ilişkin nazik bir oyun oynamalıdır veya hem de yok olmayı ya da gerisin geri bu düzeneklerde yeniden yerliyurtlulaştırılmayı göze almalıdır. Diğer bir deyişle, bu tarz yıkıcılık bitimsiz bir süreçtir. O, kesintisizdir ve nihayete ermenin teleolojik noktasına doğru değil de, daha ziyade kendi işleyişine veya hareketine doğru yönlendirilmiştir. Buna uygun olarak ve daha etkin olmak için (ya da etkiye sahip olmak için), az veya çok yıkmayı hedeflediği düzeneğin içinde yer almalıdır.

Deleuze ve Guattari "Miss X"i, kendi rol modelleri olarak alırlar. Midesiz, beyinsiz ya da iç organsız olmak isteyen, diğer taraftan organize-olmayan bedenini inşa etmek için sadece bir deri bir kemik kalmak isteyen bir hastalık hastası… Bu örnek sayesinde, Deleuze ve Guattari, Organsız Bedenin, harfi harfine bir organı-olmayan bedene göndermediğini açıklarlar. Organsız Beden organların düşmanı olarak üretilmemiştir, daha ziyade, o, organların düzenlenmesine karşıttır. Diğer bir deyişle, Organsız beden, organları, deneyimleri, varoluş ifadelerini yapılandıran, tanımlayan ve üzerine konuşan düzenleme ilkelerine karşıttır. Oysaki psikanaliz, arzuyu besleyen tek ve üretici güç olarak eksikliğe ayrıcalık tanırken, Deleuze ve Guattari bu şekilde arzunun engellendiğini ve yargılandığını, böylece, fikir ve gerçeklikle veya hayal gücüyle ilişkimizin daha ileri düzeyde yok edilmiş ve uzlaştırılmış olduğunu iddia ederler.

Deleuze ayrıca Organsız Bedenin doğası hakkında daha fazla ayrıntılara inerken, Alman biyolog August Wiesmann’ı ve onun "gen kaynağı teorisi"ni hatırlatır ve -bir gen kaynağına benzeyen- Organsız Bedenin her zaman, buna rağmen bağımsız olduğu ev sahibi organizmayla eş zamanlılık içinde bulunduğunu tartışır. Weismann her bir soyda, zigottan gelişen embriyonun, yeni kuşak için bazı gen kaynaklarını sadece bir kenarda saklamadığına (sonradan kazanılan özelliklerin kalıtımı) ama ayrıca organizmanın somasını[2] -ya da bedenini- geliştirecek hücreler ürettiğine de inanıyordu. Weismann’ın açısından, somaplazma, basitçe sekse karşıt bir şekilde gen kaynağının yeni bir soy yaratması için korunmuş, beslenmiş ve iletilmiş olmasını garantiye almak maksadıyla, gen kaynağı [germplasm] için ortam sağlar. Tavuk mu yumurtadan çıkmıştır yoksa yumurta mı tavuktan? Weismann tavuğun basitçe yumartanın başka bir yumurta üretmek için kullandığı alet olduğunda ısrar edecektir. Benzer bir şekilde, Deleuze Organsız Bedeni yumurtanın dengi olarak sunar; tıpkı yumurta gibi, Organsız Beden de, organizmadan önce veya ona öncel değildir, fakat ona bitişiktir ve sürekli kendini inşa sürecindedir.

Her şeyi, normun ve antitezinin kutuplaştırılmış alanlarında uyumlulaştırmak yerine, Deleuze ve Guattari bizi, eklemlenmenin bir tarzını sürdürürken, organizasyonun kutuplarını yerinden etme konusunda cesaretlendirir. Kendimizi Organsız beden haline getirmeye çabalarken, bir ifade tarzını korumaya ihtiyaç duyacağımızı, ama dili, deliliğe ve simgesel gerçeklik öncesine karşı hakikate ve gerçekliğe karar vermekte sahip olduğu merkezi rolünden kurtarmamızı tavsiye ederler. Arzuyu, dikatomilerin dilbilimsel yörüngesinden uzağa yeniden yerleştirirken, Deleuze ve Guattari, onu dilin kati yüzeyinden ziyade, Organsız Beden tarafından ortaya çıkarılmış içkinlik düzlemi tarafından bağlama yerleştirilmiş olarak sunarlar. Gerçekte, arzu her zaman oluşun kesintisiz süreciyle birleşmeye hazırdır. Her halükarda, tabakasızlaşmış, kodsuzlaşmış ve yersizyurtsuzlaşmış bir içkinlik düzleminin veya dayanıklılık planının işgaline karşın, Organsız Beden, kendi organizasyonunun (ilkeleri öncelikle Spinoza’dan türetilmiş) kendi tarzına sahiptir. Böylece spesifik bir biçim olmasındansa, beden, bastırılmamış madde veya heterojen parçaların bir koleksiyonu olarak daha doğru bir şekilde tasvir edilmiştir.


Kylie Message


Çevirenin notu: Bu metin Adrian Parr'ın hazırladığı The Deleuze Dictionary'den çevrilmiştir.
Çeviren: Oğuz Karayemiş
[1] Organsız Beden, "Body without Organs" iken, burada "organı-olmayan beden" olarak karşıladığımız kelime "organ-less body" dir. -ç.n.
[2] Canlı bedenin, cinsiyet/üreme hücreleri dışında kalan kısmı. -ç.n