14 Şubat 2011 Pazartesi

Küreselleşme I - Korporatizm

Korporatizm kavramı, politikaların büyük şirketlerin yoğun tesir ve baskısı altında belirlendiği yönetimleri ifade eden 'korporatokrasi' ile karıştırılsa da, aslında çok daha farklı bir anlam ifade ediyor. Korporatizm, halkın farklı kesimlerinin, temsilcileri aracılığıyla karar alma sürecine katılmaları esasına dayanıyor. Korporatist yapılarda, farklı kesimler (işçiler, imalatçılar, çiftçiler, bankalar, ...) adına sözcülük yapan temsilciler, devletle aynı masaya oturarak uygulanacak politikaları belirliyorlar. Neyin ne kadar üretileceği, işçilere ne kadar ücret ödeneceği, sosyal güvenlik gibi konular hep birlikte karara bağlanıyor.

Korporatizm konusunda iki farklı uygulama söz konusu: 'Devlet korporatizmi' ve 'Sosyal korporatizm'.

Devlet Korporatizmi, herkesin aynı masaya oturmasına ve karar alma sürecine katılıyor olmasına rağmen, son sözü devletin söylediği, 'eşitler arasında birinci' olan devletin kararını diğer temsilcilerin veto hakkının olmadığı bir sistem.

Sosyal Korporatizm anlayışında ise, her temsilcinin veto hakkı söz konusu. Yani herkesi (ya da daha doğru bir ifadeyle, 'her temsilciyi') memnun eden bir noktada uzlaşılmadıkça karar alınması mümkün değil.

Bu tanımlardan da anlaşılabileceği gibi, devlet korporatizmi faşizme, sosyal korporatizm ise sosyalizme daha yakın. Devlet korporatizminin daha otoriteryen olduğu açık olsa da, her iki modelin de, yukarıdan-aşağıya örgütlenen bir yapı çerçevesinde 'neyin ne kadar üretileceği' ya da 'kime ne kadar ücret verileceği' gibi konulara kollektif çözümler sunuyor olması, sosyal, politik ve ekonomik hayatın ister istemez belli bir kalıba sokulması sonucunu doğuruyor. Zira toplumun farklı kesimlerinin talep ve menfaatlerinin belli temsilciler aracılığıyla savunulabilmesi için, söz konusu toplumun ileri seviyede örgütlenmiş olması yeterli olmaz. Çünkü böyle bir örgütlenme teknik anlamda gerçekleştirilse bile, her grup içerisinde farklı seslerin kısılacak ve nihayette alınan karar doğrultusunda herkesin tek bir kalıba sokulacak olması kaçınılmazdır.

Dahası, böyle bir yapının, bireysel alanları da önemli ölçüde sınırlandıracağı muhakkak. Örneğin, Mussolini İtalyasında, devletin silah sanayiine yatırım yapılması ve çok sayıda tank üretilmesi yönünde bir karar alması, militarist bir hayat tarzının hakim olacağı ve kişisel tüketime yönelik ürünlerinin üretilmeyeceği anlamına da gelir. Bu noktada, devlet korporatizmiyle yönetilen Japonya, Nazi Almanyası ve İtalya'nın, II. Dünya Savaşı'nı başlatan ülkeler olduğunu da hatırlamak ve otoriteryen devlet korporatizminin ne gibi kollektivist algı ve politikaları sonuç verebileceğini de değerlendirmek gerekli.

Sosyal korporatizm için militarist algı konusunda benzeri şeyler söylemek pek mümkün değil. Zira, II. Dünya Savaşı'ndan sonra, Almanya, Japonya ve İskandinavya'da sosyal korporatizme dayalı bir ekonomik işleyiş benimsendi ve yüksek katma değerli ürünler üretip ihraç ederek zenginleşmeyi öngören bu model (yakın geçmişe kadar) başarılı da oldu. Problemler ise, bürokratlar yönetimindeki hantal yapının hızlı ve esnek karar alma noktasında yetersiz kalıp verimsizliğin artmasına neden olması sonucunda ortaya çıktı. Masaya oturan taraflar arasında konsensus oluşmadan karar alınamaması da verimsizlik adına bir başka neden. Yüksek sosyal güvenlik harcamaları, yüksek vergiler, işten çıkarmanın önüne yasal engeller konması gibi birbirleriyle ara ilgilere de sahip olan çok sayıdaki uygulama da, hantallığı artıran diğer nedenler arasında sayılabilir.

Korporatizm konusunda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, korporatizmin belli politikalar öngören bir ideoloji olmadığı. Zira korporatizm, 'hangi politikaların belirleneceği' ile değil, 'politikaların nasıl belirleneceği' ile ilgili bir kavram. Bir başka deyişle, korporatizm, karar alma durumunda olan kişilerin aynı masaya oturmalarından ibaret. Ancak masaya oturduktan sonra hangi kararları alıp ne tür politikalar uygulayacakları tamamen katılımcı korporasyon temsilcilerinin insiyatifinde.


Serdar Kaya