İlerideki sorunun altında yatan sorulardan birisi şöyle ifade edilebilir: Anarşizm, modernite olarak adlandırdığımız şeyle nasıl bir ilişki kurmaktadır? Bruno Latour’un gösterdiği gibi, modern Batı toplumunun insanla doğa arasındaki; insanın özgürlüğüyle doğanın determinizmi arasındaki; aklın rehberlik ettiği, özgür ve eylemlerinden sorumlu saf özne olarak insanla insanın kullanımına sunulmuş saf nesne olarak dünya arasındaki radikal ayrım düşüncesi üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Bruno Latour’a göre Batı’da üç yüzyıldır hüküm süren, gerçekliğin bu düalist kuruluşunda, var olan her şey “tamamen ayrışmış iki ontolojik alana dağılacaktır: bir tarafta insanlar, diğer tarafta insan olmayanlar.” Bir tarafta, toplumsal ve siyasal dünya, kendilerine yasalar ve anayasalar yapan insanlar tarafından iradî biçimde inşa edilen “konuşan ve düşünen öznelerin özgür toplumu”; diğer tarafta determinizme tamamen boyun eğmiş ve mekanik, kendi kendinin farkında olmayan nesnelerin doğal dünyası. Bu tasvire göre, şüphesiz, insan hâla içsel ve dışsal olarak bağımlı olduğu bu doğal dünyadan çıkmıştır. Ama ondan bağımsızlaşarak, onun içinden farklı niteliklere sahip, doğal olmayan bir “özgürlük” dünyasını çıkartacağını varsayarak, kendisini çevreleyen bu doğaya kökten karşı çıkarak insan olmuştur.
Modern düşüncede özgürlüğün hiçbir doğal yanı yoktur. Özgürlük çok fazla çaba ve çok fazla zorlama gerektirir: hem kendini hem de başkalarını zorlamak gerekir. Modern düşünceye göre, insanın (içimizdeki ve dışımızdaki) insan olmayanla, özgürlüğün gereklilikle, ruhun maddeyle olan mücadelesi insanlığın temel görevidir. Bu onun insan olma biçimidir. Akıl, ahlak ve kanunlar aracılığıyla kendine hakim olarak, doğa ve dünya üzerinde tahakküm kurarak, kendi determinizminin kurallarına hakim olmasını sağlayan bilimle ve bu determinizmi değiştirip, insanın özgürlüğüne uygun hale getiren teknikle bunu başarır.
İnsanla doğa arasındaki radikal kopuşun üzerine, en aşırı biçiminde, geçmişle gelecek arasında da radikal – "geçmişi kökünden kazıyıp silelim !”- bir “devrimci” ayrışma eklenirken, anarşizm, Avrupa’nın XVI. yüzyıldan beri yaşadığı altüst oluşların gecikmiş ama doğrudan bir mirasçısı olarak ortaya çıkar. Modern özgürlük düşüncesinin aşırılığa varan ama meşru bir evladı; gerçekliği insanın özgür iradesine boyun eğdirdiğine ikna olmuş çok daha geniş bir hareketin sapması; M. De Certeau’nun ifadesiyle, “bembeyaz bir sayfa açarak, (...) kendi kendine yazılabilecek, (...) tarihi kendi ürettikleri üzerinden yeniden biçimlendirecek” bir toplum tahayyül eden Fransız devrimi ütopyalarının son tezahürü... Bu kitabın tartışmaya açmak istediği, modern tasvirlerin uç ve ütopik bir tezahürü olarak anarşizmin bu yorumudur. Çok şey borçlu olduğu ve birçok ortak noktayı paylaştığı modernite koşullarında doğan anarşizm, bu modernitenin aynı ölçüde sevimli bir varyasyonu değildir. Tarihinde ve düşüncesinde gelenek büyük bir rol oynasa da, herhangi bir geleneğin avantajlarından ya da modern-öncesi bir döneme dönüşün nostaljik arzusundan doğmamıştır. Hakim temsillerin sınıflandırma ve saptamalarında, anarşizm öncelikle sınıflandırılamayan, yersiz ve tutarsız bir şey gibi görülebilir. Bu da şüphesiz, düşünce tarihinde, toplumsal ve siyasal hayatta uzun bir süre anarşizme, anektod düzeyindeki ilgi dışında, pek az ilgi gösterilmiş olmasını açıklamaktadır.
Anarşizmle insana, politikaya ve topluma dair modern bakışlar arasındaki bu farklılık birçok biçimde incelenebilir. Fakat şüphesiz, anarşizm ve modernitenin en yakın göründüğü “özne” ve “öznellik” konusunda bu farklılık daha iyi algılanabilir. Özgür, kendinden ve dünyadan sorumlu bir “özne” olarak birey, açıkça söylenirse modern düşüncenin, Decartes’ın ve cogito’nun; Kant’ın ve aşkın öznenin; Kartezyen Düşünceler’deki Husserl’in aşkın fenomenolojisinin büyük icadıdır. Aynı zamanda, “insan ve yurttaş hakları”nın, Aydınlanma’nın ve Fransız Devrimi’nin, liberal ekonominin, modern hukukun, laik ahlakın ve temsili demokrasinin de icadıdır. Fakat özne, öznellik, anarşizmde de, onu canlandıran isyanda, sürekli adalet kaygısında, dünyayı değiştirme isteğinde önemli bir yer işgal etmez mi? Hiç şüphesiz eder. Devrim anlayışlarında olsun (devrimin “öznesi” kimdir? şeyleri kim değiştirebilir?) ya da bağlılığını bildirdiği özgürlük anlayışlarında olsun (kim isyan etmelidir ve edebilir? kim özgürleşebilir, kimden ya da neden özgürleşebilir?) anarşizm özneden ve öznellikten yanadır. Bu anlamda, Joseph de Maistre’den Heidegger’e kadar, ister varlık adına, ister doğal bir düzen ya da şeylerin geleneksel düzeni adına olsun, bıkıp usanmadan modern öznelliği ifşa edenlerle hiçbir ciddi ilişkisi yoktur. Anarşizm bir öznelciliktir, radikal bir öznelcilik. Gerici ya da gelenekçi rakiplerinin bu konuda yanılmamaları için birçok sebepleri vardır. Ama bu radikallik, görünüşün aksine, öncelikle bir abartısı olarak göründüğü modern öznelliğe bir şey borçlu değildir. Anarşist öznelliğin tabiatı başkadır. Fakat bu, hem geleneksel ve gerici düşünceye hem de modern liberal düşünceye karşıt olması nedeniyle hep yanlış anlaşılır.
Anarşist öznelliği modern öznellikten ayıran nedir? İki temel farklılık üzerinde durabiliriz:
İlk farklılık; modern özne bütüncül, sürekli ve homojendir. Tek bir biçimde varolur ve ne kadar birey varsa o kadar çoğaltılmıştır. Anarşist özne ise tersine, çoğul, değişken ve heterojendir. Biçimleri büyüklük ve nitelik açısından sürekli değişir. Çoğunlukla kolektiftir; bireysel olduğunda bile. Ve terimin yaygın kullanımıyla ‘birey’, onun sayısız başkalaşımları arasında büyük ölçüde aldatıcı bir figürdür yalnızca.
İkinci farklılık; modern özne doğayla radikal biçimde çatışarak, dünyadan ayrılarak, kendine saf bir düşünce, saf özgürlük, ve Alain Renaut gibi modern bir filozofun dediği gibi “doğadan ve şeylerin dünyasından başkalık” süsü vermeye çalışarak kendisini kurmuştur. Anarşist özne, moderniteye, onun doğal ve geleneksel düzenle mücadelesine çok şey borçlu olsa da, kendi özgüllüğünü belirleyen şaşırtıcı bir dönüş yapar. Kendisini şeylerin düzenine karşı oluştursa da, bunu, yine hemen onların yanına dönmek için, onlara, dünyaya ve doğaya bağlılığını belirtmek için yapar. Yine de anarşizm, radikal bir öznellikle, gerçeklik ve dünya adına, temel güçlerini, ilk başta çok yakın göründüğü modern “özne”nin, onun “saf varlık” iddialarının, sözde “cüzi iradesi”ndeki esaret ve soyutlamanın, her türlü tahakküm ve baskı biçiminin –ki idealizmi bunun en büyük kanıtıdır- aleyhinde kullanır. Öznel olan anarşist proje, içine doğduğu -ele geçirdiği ve değiştirdiği- gerçekliğin içinde biçimlenme iddiasındadır.
Anarşist öznelliğin bu çifte özgüllüğü, yani bir yandan çokluluğu diğer yandan dünyanın ve gerçekliğin içine dahil oluşu nasıl gösterilebilir? Bunun için (başka birçok yol arasından) iki olası yol var:
Biri, biraz daha teorik, anarşist hareketin üst taraflarında, Proudhon ve Bakunin’in tuttuğu, ama bu yazının sınırlarını ve hedeflerini aşan bir yol.
Diğeri, aşağılarda, anarşist hareketin onlarca yıllık deneyimlerinin ardından kendi tarihini ve varoluş biçimlerini düşünme yolu. Şimdi, kısmen de olsa izleyeceğimiz yol budur. En azından, iki savaş arası dönemde, daha somut olarak, 1920’li yılların sonunda kısa tarihçesinin ilk bölümünün kapandığı ve tanınmış militanlarının anarşist hareketin ne olduğunu ve neler yapabileceğini ortaya koydukları dönem üzerinde durarak bunu yapmaya çalışacağız.
Anarşizmin Fransız sendikal hareketinden neredeyse dışlanması, Bulgar anarşistlerin ezilmesi, Primo de Rivera diktatörlüğünün peşine düştüğü İspanyol CNT’nin yeraltına inmesi, Arjantin anarşizminin zayıflaması, Rusya’daki liberter hareketin bolşevik diktatörlüğün, İtalya’dakinin ise faşizmin darbeleriyle ezilmesi, 1920’li yılların sonlarını anarşizm için zor bir dönem haline getirmişti. Avrupalı anarşistlerin sürgün yeri Fransa, J. Maitron’un ifadesiyle, “daimi küçük uluslararası kongre” merkezi haline geliyordu. Ama burası, kişisel ve ideolojik çatışmaların şiddetinin hüküm sürdüğü, ufacık bir uzlaşmanın bile imkânsızlığına ve güçsüzlüğüne mahkûm bir kongre merkeziydi. İşte, liberter hareketlerin tüm gücü, farklılıkların ötesinde, böyle bir ortamda biçimleniyordu. Anarşizm üç büyük ana akımdan oluşuyordu: anarko-sendikalizm, liberter komünizm (ya da anarşist komünizm) ve bireycilik. Bu üç akım, inişleriyle ve çıkışlarıyla, çeşitli örgüt ya da kimlik biçimleri halinde günümüze kadar gelmiştir. Şüphesiz, ileride de görüleceği gibi, anarşist öznellik biçimlerinin çeşitliliğini açıklamaktan çok uzak bu ayrıma fazla önem atfetmemek gerekiyor. Fakat yine de ilginç bir ayrım. Çünkü, liberter tarihine 60 yılı aşkın bir süre düzen vererek, Proudhon ve Bakunin’den sonra, hatta daha basitçe de olsa, modern düşünceye ve onun alışıldık özne anlayışına kıyasla anarşist öznelliğin özgünlüğünü bu ayrım ortaya koymuştur. Anarşist özne sorununu yeniden sorgulamaya yol açmış ve olası cevapların kaldıracı olmuştur.
Anarşizmde, bu hareketin talep ettiği devrimci değişimin, özgürlüğün ve tarihin “öznesi” kimdir? Bireycilerin indirgenemez “ben”iyle özdeş, toplumun, bütün dışsallıkların, tüm sosyal ve politik bağların amansız düşmanı olan “birey” mi? Ya da tersine, liberter komünistlerin “anarşist örgütü” mü? 1926’da kaleme alınan Archinov Platformu'nda dendiği gibi, devrimin hedeflerini belirleyecek, bunlara ulaşmak için yolları hazırlayacak ve halkı bu amaca yönlendirecek saf bir iradeyle bezenmiş kolektif bir yapı mı? Ya da öznenin bu rolü, emeğin ve sonuçta sermayeden ve devletten bağımsız bir ekonominin çeşitli biçimlerde ifade edildiği anarko-sendikalistlerin ya da devrimci sendikacıların “sendika”larına mı bırakılmalıdır?
Ne denli kaba ve genel olursa olsun, bu üç ‘yanıt’ da, bakış açılarındaki indirgenemezlik sayesinde, anarşist özneye dair tüm bütüncül iddiaları reddetmeye yeterlidir. Bununla beraber, bu üç akımın temsil ettiği çokluğun hakkını vermekten uzaktırlar. Bu çokluk sadece onları kendi aralarında bir araya ve karşı karşıya getiren çelişkili ilişkiyle değil, fakat her birinin anarşizm hakkında söyledikleriyle, ifade etmeye çalıştıkları gerçeklik düzeyiyle de ilgilidir.
Anarşist Bireycilik
Bu akımın kutsadığı “birey”, (diğer bileşenlerle sentez kaygısı duyulmaksızın) kendi içinde değerlendirildiğinde, ilk başta modern özneye yakın bulunabilir, onun ortaya çıkışının negatif momenti olarak görülebilir. Sonuçta, bireyci, her türlü toplumsal bağı ve “ben”in dışındaki, ister istemez yabancılaştırıcı olarak algılanan bir dünyada yer almayı reddettiğinden, dünyayı kendi iradesine tâbi kılmak için bu dünyaya geri dönebilen saf bir bilincin ve özgürleşmiş öznenin şartlarını oluşturmaya katkıda bulunmuyor mu? Bireycinin, bu negatif hareketten çıkmama ve yeniden kurduğunu sandığı sosyal bağı reddetmedeki ısrarı, bu hareketin anlamı ve tabiatı hakkında, onu harekete geçiren ve onu sınırsız bir kaçışa, Stirner’in bahsettiği “kendi kendini yiyip bitiren bir ben’e”, “Hiçliğe” doğru iten irade hakkında elbette şüphe uyandırmaya yeterlidir.
Fakat, yokluğa doğru bu kaçış, toplumsal bağın tuzaklarının bu reddi ve teşhiri, modern öznenin birliğine yönelik çok daha endişe verici bir iddianın sadece olumsuz yüzünü oluşturmaktadır. Eğer bireycinin “ben’i”, eleştirisindeki bütün radikalliğe rağmen “hiç’e” meylediyorsa, bu devredilemez ve indirgenemez bir “özelliğe/mülkiyete” sahip olmasından kaynaklanır: Kendi öz varlığı. Bu bireysel özelliğin/mülkiyetin “özü”, mutlak tekilliğidir: “İnsan kendi indirgenemez tekilliğinde, her zaman diğerlerinden farklıdır ve diğerleriyle alış verişinde hep kendine dönmüştür.” (Eugène Fleischmann, Stirner üzerine konuşurken böyle der). Martin Buber’in de Kierkegaard ve Stirner hakkında yazdığı gibi, anarşist bireyci için “birey kategorisi, ne özneye ne (büyük harfle) İnsana, sadece somut tekilliğe geçit verir.” Stirner referans olarak gösterilse de gösterilmese de, mutlak öznellik olan anarşist birey benzeri bireyler çokluğunu birleştirebilen bir kendilik yaratmaz. Tersine, öznelliğin indirgenemezliğini, olası bütün insan varlıkları ölçeğinde çoğaltan bir kaldıraç görevi görür. Nesneleri algılama şekline dair nasıl eleştirilirse eleştirilsin, anarşist bireyciye göre, insan sayısı kadar öznellik vardır. Her seferinde farklı, Stirner’in deyişiyle “tikel”, tekil öznelliklerin çokluğu...
Liberter Komünizm
Liberter komünist akım, bilinç, bilgi ve bilim yoluyla nesnelere hakimiyetin, politik eylemin ve öznenin modern anlayışına daha uygun değil midir? Bireyci tekillikle karşılaştırırsak ve özellikle de (“platformcu” diye adlandırılan) en iddialı örgütsel versiyonu içinde ele alırsak, şüphesiz uygundur. Bir kez temel amaçta –liberter komünizm- uzlaştıktan sonra “bilinçli” anarşistler, 1) bu amacın belirlediği strateji ve taktiği hazırlayacak, 2) bunları hayata geçirecek disiplinli militanlardan oluşacak siyasi bir örgütte bir araya geleceklerdir. Bu anarşist gruplaşma şeklinde, siyasetin ve siyasi partilerin modern anlayışlarını bulmamak mümkün değildir: Sadece siyasi ve akılcı özellikleriyle tanımlanmış spesifik bir yere duyulan inanç; erkek, kadın, küçük, büyük, genç, yaşlı, kol emekçisi, entelektüel, usta, müzisyen, Fransız, İtalyan, öfkeli, duygusuz, miyop ve kambur herkesin gerçek farklılıklarını ortadan kaldırarak, onları birleştiren amaca ulaşacak en iyi yollar üzerinde ortak akıl yürütmek, izlenecek yolu kararlaştırmak ve kabul edilen kararlara uymak için bir araya geldikleri yer...
Öte yandan, bu liberter komünist (ya da anarşist-komünist) örgüt anlayışının en uç biçiminde hiçbir zaman gerçekliğe kavuşmadığı gözlemlenebilir. Bunun en kesin eleştirisinin, komünist liberter akımın başlıca kuramcılarından olan Malatesta tarafından yapılması manidardır. Malatesta’ya göre, “platformcu ” anlayışlar artık gerçekten anarşizmin bir parçası değildir. Bunlar anarşizmin reddettiği “temsili yönetim” modelini ve siyasi, dini aygıtları yinelemekle yetinirler:
"Bu anarşizm mi? (diye yazar Malatesta “platform” hakkında) Bence bu bir hükümet ve bir kilisedir. Doğru, polisi ve piyadeleri eksik; tıpkı yukarıdan dikte edilen bir ideolojiyi kabullenmeye hazır müminlerin eksik olduğu gibi. Ama bu sadece bu hükümetin güçsüz ve olanaksız bir hükümet olacağı, bu kilisenin ise dini ayrışmaların ve sapkınlıkların fidanlığı olacağı anlamına gelir."
Bakuninci ilk çevrelerden hayatta kalmış, sözü dinlenen ve nüfuzlu biri olan Malatesta, gözle görülür biçimde farklı bir liberter komünist “örgüt” anlayışı geliştirir. Çeşitliliği ve esnekliğiyle, öncelikli olarak bireylerin “iradesine” dayanan bu örgüt, liberter hareketi tanımlayan farklılıkları ve çeşitliliği, “ortamların”, “şartların”, “tercihlerin”, “mizaçların”, “kişisel uyum ya da uyuşmazlıkların” çeşitlilik ve farklılıklarını özenle dikkate alır:
“Genel bir Birliğin herkesin çabalarını koordine edemeyeceği ve güçlerini bütünleştiremeyeceği kadar mücadele ortamları ve koşulları farklıdır, çok sayıdaki eylem biçimi kimilerinin tercihine uyarken kimilerininkine uymaz, mizaç farklılıkları ve kişisel uyuşmazlıklar da son derece çeşitlidir.”
Malatesta’nın bütün hayatı boyunca kurmaya çalıştığı, geometrik yapısı ve amaçları değişken olan, durumlara ve olaylara göre değişen, “özel” “gizli” ya da “kamusal” örgütler elbette bireysel “iradeye” seslenebilirler. Bu irade kavramını, determinizmin tersine, soyut ve geçici bir idealin olgulara keyfi biçimde baskı kurması olarak algılanan “iradeci bir felsefe” düzleminde yorumlamak haksızlık olur. Maletestacı birey, “mizacıyla” ve “ilişkileriyle”, bireycilerin bireyinden daha az çoklu olmasa da, onu harekete geçiren irade, modern düşüncenin temsili siyaset sahnesindeki “vatandaş”a tanıdığı soyut özgürlüğün uygulanmasına elbette boyun eğmez.
“Tabiatını ve kaynağını anlayamadığımız yaratıcı güç,” diye yazar Malatesta, olan “irade” öncelikle bir “güç/erk”tir ve aldırmazlığın ya da modern “cüzi irade”nin özgürlük anlayışından çok Schopenauer’ın ifşa ettiği “yaşama isteği”ne, hatta Nietzsche’nin “güç istenci”ne yakındır.
Bu konuda Bakunin’e bağlı kalan Malatesta’nın açıkladığı gibi:
“Kendimiz ve diğerleri için istediğimiz özgürlük, pratikte kaçınılmaz olarak güçsüzlerin ezilmesine dönüşecek mutlak, soyut ve metafizik bir özgürlük değildir.”
“İlişkilerin çokluğunun sonucu olan duyarlılık inceliği” aracılığıyla; “insanın daha kişisel ve karmaşık ilişkiler yoluyla git gide artan sayıda bireyle ortaklık kurması ve sonunda bu ortaklığı tüm insanlığa ve hayata yayması” yoluyla her bireyin içine işleyen anarşist “özgürlük” ve irade, insan eyleminin “aşağısında”ki, gelecekteki bir idealin bugünkü sonuçları değildir. Tersine onları üreten ilişkilerin karmaşıklığında, “yukarılarda” doğan güçlerin ifadeleridir. Malatesta şöyle yazar:
“Tek bir bireyin özgürlüğü bile, onu çevreleyen bireylerin, içinde doğup büyüdüğü ve öldüğü toplumun onun üzerinde uyguladığı maddi, entelektüel ve ahlaki etki kütlesinin sürekli yeniden üretilen bileşkesidir.”
Anarko-Sendikalizm
Eskiden liberter hareketin tarihindeki en önemli akım olan anarko-sendikalizmle, anarşist öznenin çoklu yapısı, ölçek, boyut ve niteliğini tamamen değiştirdiği yeni bir kararlılık düzlemi bulur. Bu yoğunluk ve nitelik farklılıkları, liberter komünizmde olduğu gibi, sadece, birçok dış etkinin tekil bileşeni olan bireysel “insan iradesini” ya da anarşist bireyciliğin radikal öznelliğinin varoluşçu tekilliğini etkilemekle kalmaz; “bireysel” olan bu çoklu öznellik, güç, arzu, birey, şey, insan ya da insan-dışı gerçekliğin çok sayıda karmaşık düzenlenmesiyle, kolektif bir hal alır.
Çeşitli büyüklükte, içerikte ve yapıda olan, birbirinin içine geçen bu düzenlemeler, daha doğrusu bu kolektif amiller, bireysel iradenin amaçlarını, niteliğini ve yoğunluğunu değiştirecek koşulların bir kısmını sağlamakla ya da bireyci tekilliği içine atacak bir kefil sunmakla yetinmezler. Aynı zamanda bir araya getirdikleri bireylerin yanıltıcı benzerliklerini ve içe kapanmalarını da kırmaya ve hatta G. Simondon’un gösterdiği gibi, onlardaki bireyselleşme-öncesi potansiyelleri ortaya çıkarmaya çalışırlar. Sonuçta, çeşitli heterojen koşullarda ‘üstte’ üretilen birey, ‘altta, hiç durmadan değişmeye, olaylara bağlı olarak bir araya gelen nitelikleri yeniden dağıtmaya, onları kesintisiz ve öngürülemeyen bir birleştirme, ayrıştırma ve yeniden birleştirme zinciriyle dönüştürmeye (genleme, kasılma ve yön değiştirmeyle...) yönelmiştir. Bu açıdan bakıldığında, olaylara tâbi heterojen bir üstle, sürekli ve belirgin bireysel irade özelliklerinin birleştiği ast arasındaki ayrılığı görelileştirmeye çalışan bir süreçtir.
Önce meslek sonra sanayi örgütü... Madenciler, cam işçileri, tahta, metal ve inşaat işçileri ve bu sonuncuların çeşitli ve özel kolları: duvarcı, çimentocu, doğramacı, toprak işçisi, tuğlacı, bacacı, kalıpçı, dökümcü, sac ustası, vs... Anarko-sendikalistlerin her sendikasının kendine özgü bir fizyonomisi, özgül bir kimliği, tekil, hassas, dayanıklı, değişken ve daima birçok unsura bağlı tekil bir öznelliği vardır: katılımcı sayısı, bulunduğu bölgenin sektöründeki işçi sayısı, işletme sayısı, endüstriyel faaliyetlerin tâbiatındaki baskınlık, işçiliğin coğrafi kökeni ve eskiliği, örgütün eskiliği, örgütün tarihçesini şekillendiren gelenekler ya da kopmalar, örgüte damgasını vuran olaylar, militanlarının ve katılımcılarının kökenleri, vs. Tekil bir örgüt olan sendika, iç içe geçmiş daha geniş özdeşliklerin arasında, her seferinde farklı biçimde ele alınabilir: yerel federasyonlar, emek borsaları, meslek ya da endüstri federasyonları, konfederasyonlar, uluslararası dernekler. Sırası gelince, bunlar da kendilerini oluşturan benzersiz birleşimlerin içinde, çeşitli ve değişken seviyelerde, kendi fizyonomileriyle ve öznellikleriyle donanmış ‘kendilikleri’ ve kimlikleri belirleyeceklerdir.
Bireyci öznelliğin düzlemini olduğu gibi liberter komünist iradelerin düzlemini de kesen, teğet geçen ya da onunla bütünleşen, sendikaya özgü gerçeklik düzlemine ve onun özel kolektif öznelerinin çeşitliliğine, şüphesiz, başka yerlere açılan, sadece şans eseri gelen ama bazen belirleyici olabilen ve liberter hareketlerin bütünü içinde yer alabilecek başka düzlemler de eklenebilir: Örneğin belli bir bölgeye ya da kültürel geleneğe özgü yapısıyla ve her seferinde kendine özgü şekliyle aile. Örneğin kuşaklar arasındaki bağları ve çocukların toplumsallaşma biçimlerini dikkate almadan Barselona’daki F.A.I.’nin küçük aktivist gruplarını ya da Makhnovista isyan hareketini güçlü kılan “hısımlığın” tâbiatını anlayamazdık.
Proudhon’dan Volin’e, Bakunin, James Guillaume ve Kropotkin gibi düşünürlere dek, farklı biçimlerde “kendiliğindenci” olarak tanımlananların belirttikleri “proleterya”, “işçi sınıfı”, “halk” ve hatta “devrim” gibi gerçekliğin liberter dönüşümü için harekete geçebilecek kolektif öznelerin daha çeşitli ve daha esnek bir algısıyla anarko-sendikalizmi ve birçok örgütündeki biçimciliği birleştirmek gerekir.
Demek ki anarşizm, gerçekliğin liberter dönüşümünü düşünürken, çeşitli “öznelere” gönderme yapar: Öznelerin biçimlendiği “kararlılık düzlemleri”nin çokluğu; her kararlılık düzlemindeki öznelerin çokluğu. Böylece git gide çoğalan anarşist öznellikler, liberter hareketin bağlılığını bildirdiği, ama doğrulamayı her zaman başaramadığı “anarşi”yi vücuda getirmekle yetinmezler, aynı zamanda bu “anarşiyi” olumlu anlamda düşünmenin yollarını da üretirler.
Daniel Colson