13 Temmuz 2009 Pazartesi

Anti Mesihler Çağı

Batı dünyasının hümanizminden nasibini almış bütün akılcı/erkek ideolojiler ‘’teori’’ saçmalığının edilgenlik bataklığından kendini asla kurtaramaz. Aydın filozoflar ve teorisyenler pratiğin önceliğinin sık sık düşünsel sistemler olduğunu vurgulayarak radikal mücadelenin oluşmasını engellerler veya oluşan bu mücadelelerin sönümlenmesine neden olurlar. Bu “parlak” zekâlı eril kafalar yaratıcı yıkımın karşısında bir engel, uzlaşmaz ve yıkım getiren isyanın karşısında ise bir afyon görevi görürler. Kendilerini sık sık tarihin akışı dışına çıkmış veya düşünce birikimlerinde kırılmalar yaratan birer “düşünür” daha gerçekçi bir ifadeyle bir peygamber olarak gören bu entelektüeller aslında bizzat uygar dünyanın özellikle de batı dünyasının yarattığı konuşan ve bir takım konuları işleme tabi tutabilen bilgi yığınlarından daha fazlası değildirler. Onlar sistem tarafından yaratılmışlardır sistemin onlara sağladığı rahatlık, siyasal ve akademik mastürbasyonlarıyla birleştiğinde kendilerini inşa edebildikleri gibi bir yanılgı içerisine girmişlerdir. Bir de bu filozoflardan sık sık pratiğin yüceltildiği şiarlar duyarız. Sözüm ona bu düşünürler teori ile eylemin ayrılmaz bütünlüğüne dikkat çekmektedirler. Tabii ki bu kıçı rahat düşünürler çoğu zaman ağızlarına sakız olmuş pratik ve teori uyumunu hayata geçirmezler veya geçirmeden ölürler. Ve bu peygamberlerin müritleri kendilerine bırakılan kutsal kitaplardan yola çıkarak bu düşünürlerin nasıl ‘’müthiş’’ pratikler ortaya koyduğunu ve dünyayı değiştirecek nasıl harika fikirler ürettiklerini anlatıp dururlar.

Oysa gerçek, kendi konforlarından asla vazgeçemeyecek entelektüel sosyal demokratların geberene kadar düşünmeleri ve hiçbir zaman gelmeyecek olan binyılcı bir cennetin yani pratik ve teorinin müthiş uyumunun mastürbasyonunun yapılmasıdır.

İşler ve kıymetli olan aklın filozoflarının küçük burjuva saplantıları değildir. Aksine, işler ve kıymetli olan, doğrudan eylemci filozofların uzlaşmaz mücadele pratikleridir. Tarihi tersten okumak zorundayız, hem de bunu çok cesur bir şekilde birçok şeyi acımasız bir şekilde eleştirerek yapmalıyız. Sırtımızı bir ideolojiye, bir düşünüre ya da bir eylemciye dayamak zorunda değiliz. Tarih yeterince peygamberlik ve laf kalabalığı gördü artık her adımda anlam kazanan yıkımı getiren söylemleri dinlemeliyiz.

Buddha’nın öğretilerinin çıktığı dönemlerde Hindistan’da mutlak Brahman egemenliği vardı bu bilgeler ‘’aydınlanmaya’’ giden yolun tek yol göstericileriydiler ve vedalar’da sorgulanmaz bir şekilde halkın iman kitaplarıydılar. Kast sistemi de sarsılmaz bir şekilde yaşamın her alanına yerleşmişti. Bu şartlar altında Buddha vedaların yol göstericiliğini kesinlikle reddediyordu. Bu Hint kültürü için de pek görülebilecek bir şey değildi. Buddha vedaların ve Brahmanların yolunu reddetmekle kalmıyordu ayrıca her sınıftan ve cinsiyetten kişilere öğretisinin kapılarını açarak kökleşmiş bir var oluşa karşı bir devrim gerçekleştiriyordu. Buddha oturup kitap yazmadı veya fildişi kulesinden konuşmadı, kendi felsefi/etik devrimini gerçekleştirmek için inandığı değerlerin teorik alt yapısını pratiğinin içine yedirerek bir varoluşu adım adım dokudu. İnsanlara nasıl var olmaları gerektiğini beylik laflarla söylemedi ya da dünyayı anlamaya çalışırken bu anlayışın yaşamsal bağlarını görmezden gelmedi. Elbette Buddha bu son derece radikal çıkışlarının yanında askerlerle veya siyasetçilerle dengeli bir ilişki tutturmak gibi kendi söylemlerine ters düşen eylemlerde sergilemiştir. Tarihi tersten okumakta işte tam da bununla ilişki değil midir? Buddha büyük bir etik devrimci iken militarist kurumlarla flört edebilen bir ikiyüzlü de olabilmiştir. Evet, buna ikiyüzlülük diyorum çünkü tarihi tersten okumak etik bir devrimden kendine alacaklarını alırken aynı zamanda acımasız bir eleştiriyi de kendi içinde barındırmalıdır. İhtiyacımız olan yeni peygamberler ve yeni iman biçimleri yaratmak değilse yeryüzünün bütün radikal kırılmalarının tarihin en büyük yıkım ateşine katabilecekleri parçalarını bir araya getirmek olmalıdır. Buddha etik devrimiyle eşi bulunmaz bir radikal ama sistemle uzlaşmacı tavrıyla tam bir ikiyüzlüdür. Gerçekleri söylemekten çekinmemeliyiz tarihi tersten okurken kendi varoluşumuzu da bize öğretilenin tam aksi yönünde incelemeliyiz. Kendi ikiyüzlülüğümüzü ve anti peygamberliğimizi ölümcül bir zehir halini alan düşüncelerimizle inşa etmeliyiz. Buddha’yı böyle okumakta büyük bir fayda görüyorum. Ama en az onun kadar doğu düşünce tarihinde yer edinmiş Konfüçyüs için aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? Cinsiyetçi, devleti olumlayan ve pekiştiren, yönetimi kutsayan, akılcı, düzen meraklısı, erkek kafalı Konfüçyüs için aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? Gerçekten Konfüçyüs’ten radikal bir kırılmanın alevini körükleyebilecek tek bir ışıltı bile bulabileceğimizi düşünmüyorum. Düşünsel olarak birçok tarihsel kaynaktan veya fikriyattan yararlanabiliriz, zaten tarih birbirinden beslenen, birbirini kısır bir doğurganlık içinde yeniden ve yeniden üreten düşünürler mezarlığıdır. Ancak amacımız önü alınmaz bir yıkım ateşi yakmak olacaksa yani radikalleşmenin en keskin hali olacaksa bu kesinlikle herhangi bir paradigmadan düşünsel olarak beslenme ile bir tutulmamalıdır. Anti tarih her düşünceye kıymet verip ondan bir şeyler alma üzerinden şekillenemez, O en sorgulanmaz olanın derinlerine balyoz darbeleri indirebilen kırılmalarla şekillenir.

O yüzden Konfüçyüs gibilerin düşünsel dünyamıza yaptıkları derin katkıları şükranla anıp bir kenara bırakmayı sonrasında yapıcı daha doğrusu yıkıcı eylem ve düşünce uyumlarına kulak vermeyi daha anlamlı buluyorum.

Aydın, parlak kariyere sahip gazeteci ve öğretim görevlisi… 1970’li yıllarda Almanya’nın en çok aranan teröristi olmadan önce Ulrike Meinhof’u tanımlayabilecek sıfatlar bunlardı. Gudrun Ensslin tutuklandığında onunla bir röportaj yapmak istemiş ve röportaj sırasında Ensslin, Ulrike’ye “yoksa sen bu teori saçmalığınla bir şeyleri değiştirebileceğini mi sanıyorsun” demiştir. Ensslin’den aldığı bu cevap Ulrike’nin yıllardır biriktirdiği siyasal kırılmaların sembolik bir özeti olarak karşısına çıkmıştır. Ulrike’nin suratında patlayan bu tokat onu yeniden yapılandırmış ve çok kısa bir sürede radikal bir eylemci ve onu bütünleyen parlak teorik dehasıyla bir düşünür olmuştur. Kısa süren eylemliliğine rağmen Ulrike Alman devletinin bugüne kadar hiç görmediği bir terörizmi hayata geçirmiştir ve açıkça Alman devletine kafa tutmuştur. Peki, Ulrike Alman devletinin Nazi Almanya’sından kat ve kat daha ağır psikolojik işkenceler uygulayan hapishanelerine tıkıldığında Nobel ödülünü reddetmek gibi “büyük” bir devrimci duruşu sergileyen Sartre ve çevresindeki Simone de Beauvoir gibi Fransız entelektüelleri ne yapmıştı biliyor musunuz? Alman devletini “eleştiren” bir metin kaleme almışlardır. Ah gerçekten çok büyük bir mücadele biçimi değil mi? Alman devletini silahlı mücadele ile yıkmaya çalışan Ulrike ile böylesi bir dayanışmaya girmek? Biliyorum Sartre’ın büyük düşünür ve sanatçı olduğunu Beauvoir’in ise feminizme muazzam katkıları olduğundan bahsedeceksiniz. Ama bu kimin umurunda ki, daha doğrusu anti tarih bakış açısı için bunun bir önemi olduğu söylenebilir mi? Hadi biraz kendimize ve tarihe karşı dürüst olalım. Sartre veya çevresindeki entelektüel küçük burjuvaların asla radikal mücadele etmek gibi bir dertleri yoktu veya olmayacaktı. Onlar kendilerine sağlanan ekonomik olanakları kendi konforlarını koruyacak şekilde ama sık sık vicdanlarını rahatlatacak olan devrimci mücadeleye finansal destek olma biçiminde kullanmışlardır. Ve gerçek: Sistemin yarattığı bilgi yığınlarından, teori ve pratiğin müthiş uyumsuzluğundan daha fazlası olamamışlardır. Ulrike’nin yaptıklarıyla yetinmemek gibi sürekli daha keskinleşmek gibi bir misyonu vardı, peki aynısını bu kıçı rahat Fransız aydınlar için söyleyebilir miyiz? Ben pek öyle olduğunu düşünmüyorum. Daha önce de söylediğim gibi derdimiz o yıkım ateşini inşa etmek ise sonu gelmez parlak fikirleri ve bilgi birikimi olan düşünürlere, aydınlara ve filozoflara teşekkürlerimizi sunup onları bir kenara koymalıyız ve Ulrike’nin ve kendi ikiyüzlülüğümüzü görerek, bu tarihsel gerçeklikten yararlanarak isyanımızın alevini körüklemeliyiz. Tarih birçok radikal kırılmayı taşır ve bizler bu radikal kırılmaları kendi isyanımızın kesinlikle bir parçası haline getirmek zorundayız.

Gerçeğin ya da var olma biçimlerinin sürekli kitaplara, ideolojilere veya bunlarla sıkı bir şekilde ilişkilenmiş peygamberlere bağlanması doğrudan eylemin yaşam içindeki pratiğinin katledilmesidir. Entelektüel zırvalıklara, kendini var etmek için cesareti olmayan küçük burjuva düşünürlere, sisteme muhalif olduğu sanrısı üzerinden mastürbasyon yapan siyasal oluşumlara veya ideolojilere tüm bunlara kesinlikle kulaklarımızı tıkamalıyız. Radikal olanlarına dahi bel bağlamamalı kendi ikiyüzlülüğümüzü ve yeryüzünde süren ikiyüzlülüğü bilerek isyanımızı taşıyabildiğimiz en uzlaşmaz yere taşımalıyız. Bunun dışında bir gerçeklik yok bunun dışında var olmanın bir yolu da yok. Uzlaşmanın ölüm olduğunu milyonlarca yıldır bu yeryüzünün her karesi deneyimlediğine göre bazı şeylere siktir çekmenin zamanı gelmedi mi sizce de?


Meriç Karaçalı