Hristiyanlığa Devlet’in temeli olarak karşı çıkanlarla aynı kişiler, yani sözde Hristiyan Devlet’e karşı çıkanlar ahlakın “toplumsal yaşamın ve Devlet’in temel direği” olduğunu tekrarlamaktan bıkmıyorlar. Sanki ahlakın egemenliği kutsalın tam bir egemenliği, bir “hiyerarşi” değilmiş gibi.
…İnsan kanunu, tüzüğü kendi içinde taşımalıdır ve yasal olarak en çok kandırılan en ahlaklı olandır. Katolik yaşamdaki neşenin son zerresi bile, bu Protestan meşruiyet içinde yok olmak zorundadır. Burada en sonunda yasanın egemenliği ilk kez tamamlanmakta. “Ben yaşamıyorum, kanun benim içimde yaşıyor.” Bu yüzden, bugüne kadar aslında sadece “onun görkeminin aracı” oldum. Prusyalı bir yüksek subay “Her Prusyalı, jandarmasını göğsünde taşır” demekte.
Protestanlık, aslında bir insanı gizli polis tarafından yönetilen bir ülke durumuna getirir. Casus ve kulak misafiri, “vicdan”, zihnin her hareketini gözetler ve onun için düşünce ve eylem tamamen bir “vicdan meselesi”dir, yani bir polis işi…
Politik özgürlük polisin, Devlet’in özgür olduğunu, din özgürlüğü dinin özgür olduğunu söylemek isterken, vicdan özgürlüğü de vicdanın özgür olduğunu ifade eder; bu nedenle, benim Devlet’ten, dinden, vicdandan özgür olduğumu ya da onlardan kurtulduğumu değil. Kastedilen benim özgürlüğüm değil, beni yöneten ve tabi kılan bir gücün özgürlüğüdür; kastedilen Devlet, din, vicdan gibi despotlarımdan birinin özgür olduğudur. Devlet, din, vicdan, bu despotlar beni bir köleye çevirir ve onların özgürlüğü benim köleliğimdir. Bu yüzden zorunlu olarak “amaçlar araçları kutsar” ilkesini takip ettikleri ortadadır. Eğer amaç Devlet’in refahı ise, savaş kutsanmış bir araçtır; eğer Devlet’in amacı adaletse, insan öldürmek kutsanmış bir araçtır ve kutsal adıyla, “idam” diye çağrılır; kutsal Devlet ona hizmet edebilecek olan her şeyi kutsar…
Devrimci ilke bugüne kadar yalnızca belli bir ya da bir diğer kuruma saldırmaktan, yani ıslah edici olmaktan daha öteye gitmedi. İspatlanabilecek kadar çok, ketum gelişmeye bağlanabilecek kadar güçlü, burada her zaman sadece eskisinin yerine kurulmuş olan yeni bir efendi vardır ve alt üst etme bir –oluşturmadır…
Halk tabakası rejimi altında işçiler her zaman mal sahiplerinin, Devlet mülkünün, (Devlet mülkünde sahip olunabilecek her şey Devlet’e ait olup, bireyin sadece bir tımarıdır.) özellikle para ve toprak olmak üzere, bir parçası emrine amade olanların, bu nedenle de kapitalistlerin avucunun içine düşer. İşçi emeği üzerinden, bu emeğin tüketici için taşıdığı değer ölçüsünde kazanç elde edemez. “Emeğe düşük ücret ödenir!” Ondan en büyük kazancı olan kapitalisttir. İyi ücret ödenen, iyiden de öte ücret ödenenler sadece Devlet’in ihtişamını ve egemenliğini arttıranların emeğidir, yüce Devlet’in uşaklarının emeği. Devlet iyi ücret öder ki “iyi vatandaşları”, mal sahipleri tehlikeye girmeksizin düşük ücret ödeyebilsin; iyi ücret yoluyla uşaklarını kendine bağlar, onlardan “iyi vatandaşları” için bir koruyucu güç, bir “polis” oluşturur (askerler, her tür yetkili, örneğin adalettekiler, eğitimdekiler, vs. kısaca tüm “Devlet mekanizması” polise mensuptur) ve “iyi vatandaşlar”, işçilerine bu kadar düşük oranda ödeme yapmak için, devlete seve seve yüksek oranda vergi öderler.
Ama işçi sınıfı, gerçekte içinde oldukları durumda korunmasız olduğu için (çünkü işçiler olarak Devlet’in korumasından yararlanmazlar, ama tebaa olarak polisten yararlanmakta, yasanın sözde korumasında payları vardır) bu Devlet’e bu mal sahiplerinin Devlet’ine, bu “vatandaş krallığına” düşman bir güç olarak kalmaya devam ederler. İlkesi, emek, değerince itibar görmez; sömürülür, mal sahiplerinin, düşmanın bir ganimetidir.
İşçiler en büyük gücü ellerinde tutmaktadır ve eğer bir kez bu gücün bilincine derinlemesine varıp onu kullanacak olurlarsa karşılarında hiçbir şey duramaz: Bunun için yalnızca çalışmaya son vermeleri, emeklerinin ürününün kendilerine ait olduğunu düşünmeleri ve onu kullanmaları gerekecek. Bu, kendisini orada burada gösteren iş ihlali anlayışıdır.
Devlet emeğin köleliğine dayanır. Eğer emek özgürleşirse, Devlet kaybolur…
Dünyaya ilişkin özgürlüğümü, onu kendi dünyam yaptığım ölçüde garanti altına alırım, yani onu kendim için “kazanıp ele geçirerek”, hangi yolla olursa olsun, ikna yoluyla, rica yoluyla, kesin talep, evet, hatta ikiyüzlülük yoluyla, hileyle, vs.; çünkü onun için kullandığım araçlar benim ne olduğum tarafından saptanır. Eğer zayıfsam, sadece zayıf araçlarım vardır, yukarıda zikredilenler gibi ki bunlar yine de dünyanın hatırı sayılır bir bölümü için yeterince iyidirler. Ayrıca hile, ikiyüzlülük, yalan söyleme olduklarından daha kötü görünürler. Polisi, yasayı aldatmamış olan kim? Kim, işlenmiş olabilecek bir kanunsuzluğu gizlemek için, vs, onu karşılayan polis memurunun huzurunda hemen saygıdeğer bir sadakat havasına bürünmemiştir? Bunu yapmamış olan sadece şiddeti üzerine çekti; vicdandan –güçsüz düşmüş biriydi. Biliyorum ki özgürlüğüm, arzumu bir başka nesne üzerinde uygulayamamam yoluyla bile azalır, bu diğer nesne ister bir kaya gibi arzusu olmayan bir şey olsun; ya da bir devlet, bir birey gibi arzusu olan bir şey olsun; -bir diğerinin karşısında- teslim olduğumda, yani, geri çekildiğimde, vazgeçtiğimde, boyun eğdiğimde, bu yüzden sadakat, itaat yoluyla biricikliğimi yadsırım. Çünkü amacıma götürmediği ve dolayısıyla yanlış yol olduğu ortaya çıktığı için önceki yolumu terk etmem başka bir şeydir; kendimi bir mahkûm olmaya bırakmam başka bir şey. Yolumda duran kayanın etrafından dolaşırım, onu yıkmaya yetecek barutum olana kadar; onları alaşağı edecek gücü toplayana kadar, bir halkın yasalarının etrafından dolaşırım…
Bir hak talep etmiyorum, bu nedenle bir hakkı tanımaya da ihtiyacım yok. Cebren neyi alabiliyorsam cebren alırım ve cebren almadığıma hakkım olmaz, daimi hakkımla ne havalar takınırım, ne de kendimi avuturum.
Mutlak hakla birlikte hakkın kendisi ölür gider; “hak mefhumu”nun saltanatı feshedilir aynı zamanda. Çünkü şimdiye kadar bizi kavramların, fikirlerin ya da ilkelerin yönettiği ve bu yöneticiler arasında en önemli rollerden birini hak kavramının ya da adalet kavramının oynamış olduğu unutulmamalıdır.
Yetkili ya da değil –bu beni ilgilendirmiyor, eğer tek yetkili bensem, yetkimi kendimden alırım ve bir başka yetki verilmesine ya da hak kazanımına ihtiyacım olmaz.
Hak –kafanın içindeki bir tekerlektir, oraya bir hayalet tarafından konur; güç –yani bizzat ben, güçlü olan ve gücün sahibi olan benim. Hak benim üstümdedir, mutlaktır ve daha yüksek birinin içinde var olur, lütfunu bana akıtır; hak, yargıçtan gelen lütfun bir hediyesidir; güç ve kudret sadece güçlü ve kudretli olan benim içimde var olur…
Bugün dünyanın savaşı, söylendiği gibi, “kurulu” olana karşı yönelmiştir. Ancak insanlar bunu yanlış anlamaya alışkındır, sanki bu sadece, şimdi kurulu olanın daha iyi bir başka kurulu bir sistemle yer değiştirilmesi olabilirmiş gibi. Ama kurumun kendisine, Devlet’e karşı savaş ilan edilebilir, belli bir Devlet’e değil, o an için Devlet’in sırf koşulu olan bir şeye değil; insanların amaçladığı bir başka Devlet (bir “halk” Devleti örneğin) değil, onların birliği, birleşmesi, var olan her şeyin bu sürekli akışkan birleşimidir. –Bir Devlet benim iş birliğim olmadan da var olur: Ben onun içine doğdum, onun içinde yetiştim, onun yükümlülüğü altındayım ve “ona riayet etmek” zorundayım. Bana “teveccüh” gösterir ve ben onun “lütfuyla” yaşarım. Böylece bu bağımsız Devlet kurumu benim bağımsızlıktan yoksun oluşumu tesis eder; “doğal bir gelişme” olarak koşulu, organizması benim doğamın özgürce gelişmesi yerine ona uyacak şekilde parçalanmasını talep eder. Doğal gelişim içinde muhtemelen gözler önüne serilecektir ki, bana “uygarlığın” kırıntılarını uygular; bana, benim değil onun benimsediği eğitimi ve kültürü verir ve bana sözgelimi yasalara saygılı olmayı, Devlet malına (yani özel mülkiyete) zarar vermekten kaçınmayı, kutsal ve dünyevi yüceliğe saygı göstermeyi, vs. öğretir; kısaca bana, biricikliğimi “kutsallığa” “feda ederek” -cezalandırılamaz olmayı öğretir. Devletin bana verebileceği uygarlık türü ve kültür bundan ibarettir; beni “yararlı bir araç”, “toplumun yararlı bir üyesi” olmak üzere yetiştirir.
Devletin tek amacı her zaman bireyi sınırlamak, evcilleştirmek, emrine tabi kılmaktır –onu o ya da bu umumiyetin hükmü altına almaktır; birey bir bütün olmadığı sürece varlığını sürdürür. Bir Devlet asla bireylerin özgür eylemlerini sağlamayı amaçlamaz, her zaman için Devlet’in amacıyla sınırlı olanı sağlamayı amaçlar. Devlet vasıtasıyla ortak hiçbir şey husule de gelmez, bu bir elbise parçasına bir makinenin her bir bölümünün ortak eseri denebilmesi kadar önemsizdir; bu onun yerine tüm makinenin bir birim olarak eseridir, makine eseri.Devlet makinesi tarafından da her şey aynı tarzda yapılır; çünkü o ayrı ayrı zihinlerin saat düzeneğini harekete geçirir, bunların hiçbiri kendi dürtülerini takip etmezler. Devlet, sansürü, denetimi, polisi yoluyla, her özgür faaliyete engel olmaya çalışır ve bu engellemenin görevi olduğunu farz eder, çünkü bu hakikatte bir kendini koruma görevidir. Devlet insanı bir şeye dönüştürmek ister, bu yüzden onun içinde yalnızca üretilmiş insanlar yaşamaktadır; kendisi olmak isteyen herkes onun düşmanıdır ve hiçtir. “O hiçtir” demek, Devlet’in onu kullanmadığı, ona bir pozisyon, bir vazife, bir iş, vs. bahşetmediği anlamına gelir.
…En iyi Devlet açıkça en çok sadık vatandaşı olan devlet olacaktır ve yasallığa adanmış akıllar ne kadar azalırsa, Devlet, bu ahlak sistemi, bu ahlaki hayatın kendisi gücünü ve niteliğini o kadar kaybedecektir. “İyi vatandaşlarla” birlikte iyi Devlet de ölür ve anarşi ve kanunsuzluk içinde yok olur gider. “Yasaya saygı!” Devlet bütünlüğü bu zamkla bir arada tutulur. “Yasa kutsaldır ve ona hakaret eden suçludur.” Suç olmadan Devlet olmaz: Ahlaki Dünya –[ki bu] Devlet’tir- haylazlarla, dolandırıcılarla, yalancılarla, hırsızlarla, vs. dolup taşar. Devlet “yasanın lordluğu”, onun hiyerarşisi olduğu için, bundan egoistin, menfaati Devlet’inkiyle ters düştüğü her durumda, kendisini sadece suç yoluyla tatmin edebileceği sonucu çıkar…
Proudhon propriétaire’i (mal sahibi) değil possesseur’ü (elinde bulunduran) ya da usufruitier’i (yararlanma hakkı olan, intifa hakkı sahibi) ister. Bu ne demek? Hiç kimsenin toprağa sahip olmamasını ama onun kazancına sahip olmasını istiyor –kişi sadece bu kazancın, bu meyvenin yüzde birine izinli olsaydı bile- bu her halükarda birinin istediği zaman tasarruf edebileceği mülkiyetidir. Bir tarlanın sadece kazancına sahip olan kişi, şüphesiz, onun sahibi değildir, kendisine kalan payın sahibidir; insanın ihtiyacı olmadığında bunca kazançtan vazgeçecek olması da, Proudhon’un düşüneceği gibi -daha da az doğrudur. Dolayısıyla Proudhon sadece falanca mülkiyeti yadsımaktadır, mülkiyetin kendisini değil. Toprağı artık zengin mal sahiplerine bırakmayıp, kendimize ayırmak istiyorsak, kendi kendimize bu amaç için birleşiriz, kendisini mal sahibi kılan bir sendika, bir société oluştururuz. Bunda şansımız yaver giderse, şu kişilerin zengin mal sahipleri olması sona erer ve onları topraktan olduğu gibi daha birçok mülkiyetten de sürebilir, bunları bizim mülkiyetimiz, -fatihlerin mülkiyeti yapabiliriz. Fatihler, yavaş yavaş, tüm insanlığı kucaklayacak kadar büyük olduğu hayal edilebilecek bir toplum oluştururlar; ama bu sözde insanlık da bu sıfatla sadece bir düşünce (bir hayalet)dir; bireyler onun gerçekliğidir ve bu bireyler bir kolektif (yığın) olarak, toprağa ya da yeryüzüne karşı tek bir bireyin sözde propriétaire’in yaptığından daha az keyfi davranmayacaktır. Gene de mülkiyet bu nedenle ayakta kalmaya devam eder, bu insanlıkta da “halka açık olmadığından”, bu büyük toplum bireyi mülkiyetinin dışında bırakır (muhtemelen mülkiyetini ona sadece kiralar, bir tımar olarak sadece bir parçasını verir), bunun yanı sıra insan olmayan her şeyi dışlar, mesela hayvanların mülkiyete sahip olmasına izin vermez. Dolayısıyla mülkiyet var olmaya devam edecek ve gelişecektir. Herkesin bir pay sahibi olmak istediği şey, ona tek başına sahip olmak isteyen bireyden geri alınır: Ortak bir mülk yapılır. Ortak mülk olarak, herkesin onda payı vardır ve bu pay onun mülkiyetidir. Neden? Çünkü eski ilişkilerimizde beş mirasçıya ait olan bir ev onların ortak mülkiyetidir. Ama gelirin beşte biri her birinin mülkiyetidir. Proudhon eğer, “sadece bir azınlığa ait olan kimi şeyler vardır ve biz diğerleri şu andan itibaren bunlarda hak iddia edeceğiz ya da bunları –ablukaya alacağız. Gelin onları alalım, çünkü insan olmak yoluyla mülkiyet edinir ve bugün halen mahrum olduğumuz mülkiyet mal sahiplerinin üstüne sadece almak yoluyla geçti. Bu mülkiyet, bir azınlık tarafından kontrol edilmektense hepimizin elinde olursa daha iyi kullanılabilir. Bu yüzden gelin bu soygun amacı için birleşelim” dediyse, muğlak tumturaklı anlatımını esirgemiş olmalıdır. Bunun yerine, bizi, toplumun, daimi hakla, asıl sahip ve yegâne mal sahibi olduğuna inandırmaya çalışır; buna karşılık sözde mal sahipleri hırsızlara dönüşür (La propriété c’est le vol); eğer toplum şimdi mevcut mal sahibini mülkiyetinden edecek olursa, sadece daimi hakkını kullanıyor olduğundan, ondan hiçbir şey çalmış olmaz. –Buraya kadar insan toplumunun hayaletine ahlaki bir insan olarak eşlik etmiştir. Aksine, insanın elde edebildiği her şey ona aittir: Dünya bana aittir. Karşı öneri yoluyla başka bir şey mi söylüyorsun? “Dünya herkese mi ait?” Herkes bendir ve yine ben’dir, vs. Ama bu “herkes”ten bir hayalet yaratıp onu kutsallaştırıyorsun, öyle ki, bu “herkes” bireylerin korkunç efendisine dönüşüyor. Ardından “hak” hayaleti kendini diğer tarafa yerleştiriyor.
O halde benim mülküm nedir? Benim yetkimde olandan başka bir şey değil! Hangi mülke hakkım var? Kendime yetki verdiğim her mülke. Mülkü kendi üstüme almakla ya da kendime mülk sahibinin yetkisini, tam yetkisini, yetkilendirmesini vermekle kendime mülkiyet hakkı veriyorum…
Tecrit ya da yalnızlık değil, topluluktur insanın ilk hali. Varlığımız en samimi birleşmeyle birlikte başlar, nefes almaya başlamadan önce annemizle birlikte yaşarız; dünyanın ışığını gördüğümüzde hemen bir insanın göğsüne yaslanırız yine, onun sevgisi bizi kucağında beşiğe yatırır, çocuk arabasında götürür ve binlerce bağla kendine bağlar. Toplum bizim doğal halimizdir ve işte bu yüzdendir ki, kendimize bakmayı öğrendikçe, eskiden en yakın olunan bu bağ daha da gevşer ve ilk topluluğun çözülüşü daha aşikâr bir hal alır. Bir zamanlar kalbinin altında yatan bir çocuğu bir kez daha kendisinin kılmak için annesinin onu sokaktan, oyun arkadaşlarının ortasından gidip getirmesi gerekir. Çocuk arkadaşlarıyla girdiği ilişkiyi, girmediği sadece içine doğduğu toplulukla olan ilişkisine tercih eder.
Ancak, toplumun çözülüşü ilişki ya da birliktir. Bir toplum elbette birlik yoluyla da ortaya çıkmaz, ama yalnızca belli bir fikir olarak bir düşünce yoluyla ortaya çıkar… Eğer bir birlik bir toplum halinde billurlaşırsa, bir koalisyon olmaya son verir; çünkü koalisyon sürekli bir kendini birleştiren bir şeydir; bir birleşikliğe dönüşmüş, işlemez bir hal almaya başlamış, bir değişmezlik içinde yozlaşmıştır; bir birlik olarak –ölüdür, birliğin ya da koalisyonun cesedidir, yani toplumdur, cemiyettir. Bunun çarpıcı bir örneği parti tarafından sağlanmaktadır…
Devrimi ve isyanı eşanlamlı olarak görmemek gerekir. İlki durumların, kurulu durumun ya da statünün, Devlet’in ya da toplumun alt üst edilmesinden ibarettir, dolayısıyla da politik ya da toplumsal bir eylemdir; ikincisi ise gerçekten, kaçınılmaz sonucu nedeniyle koşulların bir dönüşümüne izin verir, ancak bununla değil, insanların kendilerinden memnuniyetsizliğiyle birlikte başlar, silahlı bir ayaklanma değil, bireylerin ayaklanmasıdır, ondan yayılan düzenlemeleri hiçe sayan bir yükseliştir. Devrim yeni düzenlemeler amaçlamıştı; isyan bizi artık düzenlenmemize izin vermemeye sevk eder ve “kurumların” üzerine parıltılı umutlar yerleştirmez. Onun başarılı olması halinde, kurulu olan kendi kendisini çökerteceğinden, kurulu olana karşı bir savaş değildir; beni kurulu olandan dışarıya taşıyan bir çalışmadır sadece. Kurulu olanı terk edersem, ölür ve çürümeye başlar. O halde, amacım kurulu bir düzeni yıkmak değil de kendimi onun üstüne yükseltmek olduğundan, amacım ve amelim politik ya da toplumsal değil, (sadece kendime ve kendi biricikliğime yönelmiş olarak) biricik bir amaç ve ameldir.
Devrim insana düzenlemeler yapmasını emreder, isyan ise ondan yükselmesini ya da kendini yüceltmesini talep eder. “Hangi yapıyı seçmeli”, devrimci kafalar bu soruyla meşgul oldular ve bütün siyasi dönem yapısal kavgalarla ve yapısal sorularla hiddetlenirken, toplumsal yetenekler de toplumu ilgilendiren düzenlemelerde olağanüstü yaratıcıydılar (falanjlar vs.). Asi, yapısız olmak için çabalar…
Ben kudretimin sahibiyim ve kendimi biricik olarak ayırt ettiğim zaman böyleyim. Biricikte sahibin kendisi, yaratıcı hiçine, ondan doğduğu şeye döner. Benim üzerimdeki her yüce öz, ister Tanrı olsun, ister insan, biriciklik hissimi zayıflatır ve yalnızca bu bilincin güneşinin önünde söner. Eğer kendimle kendim için, biricik için ilgilenirsem ilgim onun geçici, ölümlü, kendini tüketen yaratıcısına dayanır ve şunu söyleyebilirim:
Her şey benim için hiçtir.
…İnsan kanunu, tüzüğü kendi içinde taşımalıdır ve yasal olarak en çok kandırılan en ahlaklı olandır. Katolik yaşamdaki neşenin son zerresi bile, bu Protestan meşruiyet içinde yok olmak zorundadır. Burada en sonunda yasanın egemenliği ilk kez tamamlanmakta. “Ben yaşamıyorum, kanun benim içimde yaşıyor.” Bu yüzden, bugüne kadar aslında sadece “onun görkeminin aracı” oldum. Prusyalı bir yüksek subay “Her Prusyalı, jandarmasını göğsünde taşır” demekte.
Protestanlık, aslında bir insanı gizli polis tarafından yönetilen bir ülke durumuna getirir. Casus ve kulak misafiri, “vicdan”, zihnin her hareketini gözetler ve onun için düşünce ve eylem tamamen bir “vicdan meselesi”dir, yani bir polis işi…
Politik özgürlük polisin, Devlet’in özgür olduğunu, din özgürlüğü dinin özgür olduğunu söylemek isterken, vicdan özgürlüğü de vicdanın özgür olduğunu ifade eder; bu nedenle, benim Devlet’ten, dinden, vicdandan özgür olduğumu ya da onlardan kurtulduğumu değil. Kastedilen benim özgürlüğüm değil, beni yöneten ve tabi kılan bir gücün özgürlüğüdür; kastedilen Devlet, din, vicdan gibi despotlarımdan birinin özgür olduğudur. Devlet, din, vicdan, bu despotlar beni bir köleye çevirir ve onların özgürlüğü benim köleliğimdir. Bu yüzden zorunlu olarak “amaçlar araçları kutsar” ilkesini takip ettikleri ortadadır. Eğer amaç Devlet’in refahı ise, savaş kutsanmış bir araçtır; eğer Devlet’in amacı adaletse, insan öldürmek kutsanmış bir araçtır ve kutsal adıyla, “idam” diye çağrılır; kutsal Devlet ona hizmet edebilecek olan her şeyi kutsar…
Devrimci ilke bugüne kadar yalnızca belli bir ya da bir diğer kuruma saldırmaktan, yani ıslah edici olmaktan daha öteye gitmedi. İspatlanabilecek kadar çok, ketum gelişmeye bağlanabilecek kadar güçlü, burada her zaman sadece eskisinin yerine kurulmuş olan yeni bir efendi vardır ve alt üst etme bir –oluşturmadır…
Halk tabakası rejimi altında işçiler her zaman mal sahiplerinin, Devlet mülkünün, (Devlet mülkünde sahip olunabilecek her şey Devlet’e ait olup, bireyin sadece bir tımarıdır.) özellikle para ve toprak olmak üzere, bir parçası emrine amade olanların, bu nedenle de kapitalistlerin avucunun içine düşer. İşçi emeği üzerinden, bu emeğin tüketici için taşıdığı değer ölçüsünde kazanç elde edemez. “Emeğe düşük ücret ödenir!” Ondan en büyük kazancı olan kapitalisttir. İyi ücret ödenen, iyiden de öte ücret ödenenler sadece Devlet’in ihtişamını ve egemenliğini arttıranların emeğidir, yüce Devlet’in uşaklarının emeği. Devlet iyi ücret öder ki “iyi vatandaşları”, mal sahipleri tehlikeye girmeksizin düşük ücret ödeyebilsin; iyi ücret yoluyla uşaklarını kendine bağlar, onlardan “iyi vatandaşları” için bir koruyucu güç, bir “polis” oluşturur (askerler, her tür yetkili, örneğin adalettekiler, eğitimdekiler, vs. kısaca tüm “Devlet mekanizması” polise mensuptur) ve “iyi vatandaşlar”, işçilerine bu kadar düşük oranda ödeme yapmak için, devlete seve seve yüksek oranda vergi öderler.
Ama işçi sınıfı, gerçekte içinde oldukları durumda korunmasız olduğu için (çünkü işçiler olarak Devlet’in korumasından yararlanmazlar, ama tebaa olarak polisten yararlanmakta, yasanın sözde korumasında payları vardır) bu Devlet’e bu mal sahiplerinin Devlet’ine, bu “vatandaş krallığına” düşman bir güç olarak kalmaya devam ederler. İlkesi, emek, değerince itibar görmez; sömürülür, mal sahiplerinin, düşmanın bir ganimetidir.
İşçiler en büyük gücü ellerinde tutmaktadır ve eğer bir kez bu gücün bilincine derinlemesine varıp onu kullanacak olurlarsa karşılarında hiçbir şey duramaz: Bunun için yalnızca çalışmaya son vermeleri, emeklerinin ürününün kendilerine ait olduğunu düşünmeleri ve onu kullanmaları gerekecek. Bu, kendisini orada burada gösteren iş ihlali anlayışıdır.
Devlet emeğin köleliğine dayanır. Eğer emek özgürleşirse, Devlet kaybolur…
Dünyaya ilişkin özgürlüğümü, onu kendi dünyam yaptığım ölçüde garanti altına alırım, yani onu kendim için “kazanıp ele geçirerek”, hangi yolla olursa olsun, ikna yoluyla, rica yoluyla, kesin talep, evet, hatta ikiyüzlülük yoluyla, hileyle, vs.; çünkü onun için kullandığım araçlar benim ne olduğum tarafından saptanır. Eğer zayıfsam, sadece zayıf araçlarım vardır, yukarıda zikredilenler gibi ki bunlar yine de dünyanın hatırı sayılır bir bölümü için yeterince iyidirler. Ayrıca hile, ikiyüzlülük, yalan söyleme olduklarından daha kötü görünürler. Polisi, yasayı aldatmamış olan kim? Kim, işlenmiş olabilecek bir kanunsuzluğu gizlemek için, vs, onu karşılayan polis memurunun huzurunda hemen saygıdeğer bir sadakat havasına bürünmemiştir? Bunu yapmamış olan sadece şiddeti üzerine çekti; vicdandan –güçsüz düşmüş biriydi. Biliyorum ki özgürlüğüm, arzumu bir başka nesne üzerinde uygulayamamam yoluyla bile azalır, bu diğer nesne ister bir kaya gibi arzusu olmayan bir şey olsun; ya da bir devlet, bir birey gibi arzusu olan bir şey olsun; -bir diğerinin karşısında- teslim olduğumda, yani, geri çekildiğimde, vazgeçtiğimde, boyun eğdiğimde, bu yüzden sadakat, itaat yoluyla biricikliğimi yadsırım. Çünkü amacıma götürmediği ve dolayısıyla yanlış yol olduğu ortaya çıktığı için önceki yolumu terk etmem başka bir şeydir; kendimi bir mahkûm olmaya bırakmam başka bir şey. Yolumda duran kayanın etrafından dolaşırım, onu yıkmaya yetecek barutum olana kadar; onları alaşağı edecek gücü toplayana kadar, bir halkın yasalarının etrafından dolaşırım…
Bir hak talep etmiyorum, bu nedenle bir hakkı tanımaya da ihtiyacım yok. Cebren neyi alabiliyorsam cebren alırım ve cebren almadığıma hakkım olmaz, daimi hakkımla ne havalar takınırım, ne de kendimi avuturum.
Mutlak hakla birlikte hakkın kendisi ölür gider; “hak mefhumu”nun saltanatı feshedilir aynı zamanda. Çünkü şimdiye kadar bizi kavramların, fikirlerin ya da ilkelerin yönettiği ve bu yöneticiler arasında en önemli rollerden birini hak kavramının ya da adalet kavramının oynamış olduğu unutulmamalıdır.
Yetkili ya da değil –bu beni ilgilendirmiyor, eğer tek yetkili bensem, yetkimi kendimden alırım ve bir başka yetki verilmesine ya da hak kazanımına ihtiyacım olmaz.
Hak –kafanın içindeki bir tekerlektir, oraya bir hayalet tarafından konur; güç –yani bizzat ben, güçlü olan ve gücün sahibi olan benim. Hak benim üstümdedir, mutlaktır ve daha yüksek birinin içinde var olur, lütfunu bana akıtır; hak, yargıçtan gelen lütfun bir hediyesidir; güç ve kudret sadece güçlü ve kudretli olan benim içimde var olur…
Bugün dünyanın savaşı, söylendiği gibi, “kurulu” olana karşı yönelmiştir. Ancak insanlar bunu yanlış anlamaya alışkındır, sanki bu sadece, şimdi kurulu olanın daha iyi bir başka kurulu bir sistemle yer değiştirilmesi olabilirmiş gibi. Ama kurumun kendisine, Devlet’e karşı savaş ilan edilebilir, belli bir Devlet’e değil, o an için Devlet’in sırf koşulu olan bir şeye değil; insanların amaçladığı bir başka Devlet (bir “halk” Devleti örneğin) değil, onların birliği, birleşmesi, var olan her şeyin bu sürekli akışkan birleşimidir. –Bir Devlet benim iş birliğim olmadan da var olur: Ben onun içine doğdum, onun içinde yetiştim, onun yükümlülüğü altındayım ve “ona riayet etmek” zorundayım. Bana “teveccüh” gösterir ve ben onun “lütfuyla” yaşarım. Böylece bu bağımsız Devlet kurumu benim bağımsızlıktan yoksun oluşumu tesis eder; “doğal bir gelişme” olarak koşulu, organizması benim doğamın özgürce gelişmesi yerine ona uyacak şekilde parçalanmasını talep eder. Doğal gelişim içinde muhtemelen gözler önüne serilecektir ki, bana “uygarlığın” kırıntılarını uygular; bana, benim değil onun benimsediği eğitimi ve kültürü verir ve bana sözgelimi yasalara saygılı olmayı, Devlet malına (yani özel mülkiyete) zarar vermekten kaçınmayı, kutsal ve dünyevi yüceliğe saygı göstermeyi, vs. öğretir; kısaca bana, biricikliğimi “kutsallığa” “feda ederek” -cezalandırılamaz olmayı öğretir. Devletin bana verebileceği uygarlık türü ve kültür bundan ibarettir; beni “yararlı bir araç”, “toplumun yararlı bir üyesi” olmak üzere yetiştirir.
Devletin tek amacı her zaman bireyi sınırlamak, evcilleştirmek, emrine tabi kılmaktır –onu o ya da bu umumiyetin hükmü altına almaktır; birey bir bütün olmadığı sürece varlığını sürdürür. Bir Devlet asla bireylerin özgür eylemlerini sağlamayı amaçlamaz, her zaman için Devlet’in amacıyla sınırlı olanı sağlamayı amaçlar. Devlet vasıtasıyla ortak hiçbir şey husule de gelmez, bu bir elbise parçasına bir makinenin her bir bölümünün ortak eseri denebilmesi kadar önemsizdir; bu onun yerine tüm makinenin bir birim olarak eseridir, makine eseri.Devlet makinesi tarafından da her şey aynı tarzda yapılır; çünkü o ayrı ayrı zihinlerin saat düzeneğini harekete geçirir, bunların hiçbiri kendi dürtülerini takip etmezler. Devlet, sansürü, denetimi, polisi yoluyla, her özgür faaliyete engel olmaya çalışır ve bu engellemenin görevi olduğunu farz eder, çünkü bu hakikatte bir kendini koruma görevidir. Devlet insanı bir şeye dönüştürmek ister, bu yüzden onun içinde yalnızca üretilmiş insanlar yaşamaktadır; kendisi olmak isteyen herkes onun düşmanıdır ve hiçtir. “O hiçtir” demek, Devlet’in onu kullanmadığı, ona bir pozisyon, bir vazife, bir iş, vs. bahşetmediği anlamına gelir.
…En iyi Devlet açıkça en çok sadık vatandaşı olan devlet olacaktır ve yasallığa adanmış akıllar ne kadar azalırsa, Devlet, bu ahlak sistemi, bu ahlaki hayatın kendisi gücünü ve niteliğini o kadar kaybedecektir. “İyi vatandaşlarla” birlikte iyi Devlet de ölür ve anarşi ve kanunsuzluk içinde yok olur gider. “Yasaya saygı!” Devlet bütünlüğü bu zamkla bir arada tutulur. “Yasa kutsaldır ve ona hakaret eden suçludur.” Suç olmadan Devlet olmaz: Ahlaki Dünya –[ki bu] Devlet’tir- haylazlarla, dolandırıcılarla, yalancılarla, hırsızlarla, vs. dolup taşar. Devlet “yasanın lordluğu”, onun hiyerarşisi olduğu için, bundan egoistin, menfaati Devlet’inkiyle ters düştüğü her durumda, kendisini sadece suç yoluyla tatmin edebileceği sonucu çıkar…
Proudhon propriétaire’i (mal sahibi) değil possesseur’ü (elinde bulunduran) ya da usufruitier’i (yararlanma hakkı olan, intifa hakkı sahibi) ister. Bu ne demek? Hiç kimsenin toprağa sahip olmamasını ama onun kazancına sahip olmasını istiyor –kişi sadece bu kazancın, bu meyvenin yüzde birine izinli olsaydı bile- bu her halükarda birinin istediği zaman tasarruf edebileceği mülkiyetidir. Bir tarlanın sadece kazancına sahip olan kişi, şüphesiz, onun sahibi değildir, kendisine kalan payın sahibidir; insanın ihtiyacı olmadığında bunca kazançtan vazgeçecek olması da, Proudhon’un düşüneceği gibi -daha da az doğrudur. Dolayısıyla Proudhon sadece falanca mülkiyeti yadsımaktadır, mülkiyetin kendisini değil. Toprağı artık zengin mal sahiplerine bırakmayıp, kendimize ayırmak istiyorsak, kendi kendimize bu amaç için birleşiriz, kendisini mal sahibi kılan bir sendika, bir société oluştururuz. Bunda şansımız yaver giderse, şu kişilerin zengin mal sahipleri olması sona erer ve onları topraktan olduğu gibi daha birçok mülkiyetten de sürebilir, bunları bizim mülkiyetimiz, -fatihlerin mülkiyeti yapabiliriz. Fatihler, yavaş yavaş, tüm insanlığı kucaklayacak kadar büyük olduğu hayal edilebilecek bir toplum oluştururlar; ama bu sözde insanlık da bu sıfatla sadece bir düşünce (bir hayalet)dir; bireyler onun gerçekliğidir ve bu bireyler bir kolektif (yığın) olarak, toprağa ya da yeryüzüne karşı tek bir bireyin sözde propriétaire’in yaptığından daha az keyfi davranmayacaktır. Gene de mülkiyet bu nedenle ayakta kalmaya devam eder, bu insanlıkta da “halka açık olmadığından”, bu büyük toplum bireyi mülkiyetinin dışında bırakır (muhtemelen mülkiyetini ona sadece kiralar, bir tımar olarak sadece bir parçasını verir), bunun yanı sıra insan olmayan her şeyi dışlar, mesela hayvanların mülkiyete sahip olmasına izin vermez. Dolayısıyla mülkiyet var olmaya devam edecek ve gelişecektir. Herkesin bir pay sahibi olmak istediği şey, ona tek başına sahip olmak isteyen bireyden geri alınır: Ortak bir mülk yapılır. Ortak mülk olarak, herkesin onda payı vardır ve bu pay onun mülkiyetidir. Neden? Çünkü eski ilişkilerimizde beş mirasçıya ait olan bir ev onların ortak mülkiyetidir. Ama gelirin beşte biri her birinin mülkiyetidir. Proudhon eğer, “sadece bir azınlığa ait olan kimi şeyler vardır ve biz diğerleri şu andan itibaren bunlarda hak iddia edeceğiz ya da bunları –ablukaya alacağız. Gelin onları alalım, çünkü insan olmak yoluyla mülkiyet edinir ve bugün halen mahrum olduğumuz mülkiyet mal sahiplerinin üstüne sadece almak yoluyla geçti. Bu mülkiyet, bir azınlık tarafından kontrol edilmektense hepimizin elinde olursa daha iyi kullanılabilir. Bu yüzden gelin bu soygun amacı için birleşelim” dediyse, muğlak tumturaklı anlatımını esirgemiş olmalıdır. Bunun yerine, bizi, toplumun, daimi hakla, asıl sahip ve yegâne mal sahibi olduğuna inandırmaya çalışır; buna karşılık sözde mal sahipleri hırsızlara dönüşür (La propriété c’est le vol); eğer toplum şimdi mevcut mal sahibini mülkiyetinden edecek olursa, sadece daimi hakkını kullanıyor olduğundan, ondan hiçbir şey çalmış olmaz. –Buraya kadar insan toplumunun hayaletine ahlaki bir insan olarak eşlik etmiştir. Aksine, insanın elde edebildiği her şey ona aittir: Dünya bana aittir. Karşı öneri yoluyla başka bir şey mi söylüyorsun? “Dünya herkese mi ait?” Herkes bendir ve yine ben’dir, vs. Ama bu “herkes”ten bir hayalet yaratıp onu kutsallaştırıyorsun, öyle ki, bu “herkes” bireylerin korkunç efendisine dönüşüyor. Ardından “hak” hayaleti kendini diğer tarafa yerleştiriyor.
O halde benim mülküm nedir? Benim yetkimde olandan başka bir şey değil! Hangi mülke hakkım var? Kendime yetki verdiğim her mülke. Mülkü kendi üstüme almakla ya da kendime mülk sahibinin yetkisini, tam yetkisini, yetkilendirmesini vermekle kendime mülkiyet hakkı veriyorum…
Tecrit ya da yalnızlık değil, topluluktur insanın ilk hali. Varlığımız en samimi birleşmeyle birlikte başlar, nefes almaya başlamadan önce annemizle birlikte yaşarız; dünyanın ışığını gördüğümüzde hemen bir insanın göğsüne yaslanırız yine, onun sevgisi bizi kucağında beşiğe yatırır, çocuk arabasında götürür ve binlerce bağla kendine bağlar. Toplum bizim doğal halimizdir ve işte bu yüzdendir ki, kendimize bakmayı öğrendikçe, eskiden en yakın olunan bu bağ daha da gevşer ve ilk topluluğun çözülüşü daha aşikâr bir hal alır. Bir zamanlar kalbinin altında yatan bir çocuğu bir kez daha kendisinin kılmak için annesinin onu sokaktan, oyun arkadaşlarının ortasından gidip getirmesi gerekir. Çocuk arkadaşlarıyla girdiği ilişkiyi, girmediği sadece içine doğduğu toplulukla olan ilişkisine tercih eder.
Ancak, toplumun çözülüşü ilişki ya da birliktir. Bir toplum elbette birlik yoluyla da ortaya çıkmaz, ama yalnızca belli bir fikir olarak bir düşünce yoluyla ortaya çıkar… Eğer bir birlik bir toplum halinde billurlaşırsa, bir koalisyon olmaya son verir; çünkü koalisyon sürekli bir kendini birleştiren bir şeydir; bir birleşikliğe dönüşmüş, işlemez bir hal almaya başlamış, bir değişmezlik içinde yozlaşmıştır; bir birlik olarak –ölüdür, birliğin ya da koalisyonun cesedidir, yani toplumdur, cemiyettir. Bunun çarpıcı bir örneği parti tarafından sağlanmaktadır…
Devrimi ve isyanı eşanlamlı olarak görmemek gerekir. İlki durumların, kurulu durumun ya da statünün, Devlet’in ya da toplumun alt üst edilmesinden ibarettir, dolayısıyla da politik ya da toplumsal bir eylemdir; ikincisi ise gerçekten, kaçınılmaz sonucu nedeniyle koşulların bir dönüşümüne izin verir, ancak bununla değil, insanların kendilerinden memnuniyetsizliğiyle birlikte başlar, silahlı bir ayaklanma değil, bireylerin ayaklanmasıdır, ondan yayılan düzenlemeleri hiçe sayan bir yükseliştir. Devrim yeni düzenlemeler amaçlamıştı; isyan bizi artık düzenlenmemize izin vermemeye sevk eder ve “kurumların” üzerine parıltılı umutlar yerleştirmez. Onun başarılı olması halinde, kurulu olan kendi kendisini çökerteceğinden, kurulu olana karşı bir savaş değildir; beni kurulu olandan dışarıya taşıyan bir çalışmadır sadece. Kurulu olanı terk edersem, ölür ve çürümeye başlar. O halde, amacım kurulu bir düzeni yıkmak değil de kendimi onun üstüne yükseltmek olduğundan, amacım ve amelim politik ya da toplumsal değil, (sadece kendime ve kendi biricikliğime yönelmiş olarak) biricik bir amaç ve ameldir.
Devrim insana düzenlemeler yapmasını emreder, isyan ise ondan yükselmesini ya da kendini yüceltmesini talep eder. “Hangi yapıyı seçmeli”, devrimci kafalar bu soruyla meşgul oldular ve bütün siyasi dönem yapısal kavgalarla ve yapısal sorularla hiddetlenirken, toplumsal yetenekler de toplumu ilgilendiren düzenlemelerde olağanüstü yaratıcıydılar (falanjlar vs.). Asi, yapısız olmak için çabalar…
Ben kudretimin sahibiyim ve kendimi biricik olarak ayırt ettiğim zaman böyleyim. Biricikte sahibin kendisi, yaratıcı hiçine, ondan doğduğu şeye döner. Benim üzerimdeki her yüce öz, ister Tanrı olsun, ister insan, biriciklik hissimi zayıflatır ve yalnızca bu bilincin güneşinin önünde söner. Eğer kendimle kendim için, biricik için ilgilenirsem ilgim onun geçici, ölümlü, kendini tüketen yaratıcısına dayanır ve şunu söyleyebilirim:
Her şey benim için hiçtir.
Max Stirner
1844
1844