10 Haziran 2011 Cuma

Canavarın Öyküsü

Sayın bay öğretmen kolalı yaka takar ve hint yağı kokar.
Sayın bay öğretmen uslu çocukların ensesini okşar.
Sayın bay öğretmen, başına silindir şapka geçirilmiş takır tukur bir iskelettir.
Sayın bay öğretmen dersini bilemeyen çocukları saldırmasıyla boğazlar.
Sayın bay öğretmen konuştuğu zaman sessizlik ister.
Sayın bay öğretmen, Yahudiler peygamberimiz İsa'yı çarmıha gcrdi, Tanrı onları bağışlasın, dcr.
Sayın bay öğretmen, sırtı bize dönükken birbirimize dokunmamızı yasaklar.
Sayın bay öğretmen Araplar'ın pis olduklarını,
Sağlık bilgileri olmadığını,
Hepsinin aynı tabaktan yemek yediğini,
Bağımsızlık'tan beri her şeyin kötü gittiğini,
Kimseye saygılarının kalmadığını,
Her şeyi kendilerine hak gördüklerini,
Onların vahşi olduklarını söyler.
Sayın bay öğretmen yemeğini çatal bıçakla yer ve güzel kokar.
Sayın bay öğretmen taze et sever.
Sayın bay öğretmen her şeyi bilir.
Sayın bay öğretmen Fransızca'yı mükemmel konuşur.
Baston yutmuş gibi dimdik durur,
Kendisiyle konuşulurken esnemez,
Kaba sözler söylemez.
Sayın bay öğretmen ellerini günde üç kez yıkar.
Sayın bay öğretmen çocukları kazanında kaynatır.
Sayın bay öğretmen bir canavardır.


Dün Hanukka'yı kutladık. Acı otlarla, içine yedi çeşit sebze katılmış kuskus yedik. Annem kutsal yemeği ışığa doğru kaldırdı ve başlarımızın üzerinde dolaştırdı. Ayin yumurtasını sessizce yedim. Babam, kollarına tefilim geçirmiş, Tora'dan ayetler okuyordu. Ben dinliyordum. Annem sessiz sessiz ağlıyordu. Gözlerim kapanmaya başladığında akşam oldu. Gecenin karanlığı, perdelere ve yüzlerimizin çıplaklığına vurdu. Gece, şamdanların çevresinde aksetti. Babamın bir üfleyişte söndürdüğü canlı alevde kutsandım. Ellerimi ana babamınkilerin arasına kattım, acımı aydınlıkla karıştırdım. Duvar saati aniden sustu. O zaman, babam takkesini çıkardı, dcrlenip toparlanmak için ayağa kalktı. Annem huzur bulmuş, neredeyse üzgün, ona bakıyordu. Solgun bir gülümseme, dudaklarını aralıyordu. Sessizliği bozmadan, bedenlerimizin dinginliğini bozmadan ağırbaşlılıkla kucaklaştık. Sürgünün ve göçebeliğin başlangıcı olacak uzun bir yolculuğa çıkacakmışız gibi kucaklaştık. Bu geceyi unutmamak için kucaklaştık... Üç gün sonra, annemle babam beni erkenden uyandırdılar ve giyinmeme yardım ettiler. Sabahın erken saatinde beni canavara teslim ettiler.

Okulum toprak siperlerle çevrili. Üç karga teneffüshaneden hiç ayrılmıyor. Gölgelere katıldım, beni cesetlerin arasına attılar. Bedenimi atların kanıyla yıkadılar. Beni başka insanların uykusuna gömdüler, beni kendimin olmayan düşlere gömdüler.

Ben, başka bedenlere yabancı bir bedenim. Sınıfa girdiğimde pencereler kapatıldı. Ağaran günün yoğunluğu avuçlarımda seyreliyordu. Yüz baş aynı anda bana doğru döndü, alkışlar şakırdadı, başıma yarasalar kondu. Sonra canavar geldi ve zafer çığlıkları atıldı...

Yoksul Yahudiler'i, kışın ısıtılmayan ve büyüklerin istavroz çıkararak söz ettikleri soğuk ve büyük, yıkık dökük binalarda öldürme adeti vardı eskiden. Onlara, ayin duaları ve Eski Ahid'den uzun bölümler ezberletirlerdi. Uzun sakalları yüzlerini örten öğretmenlerin kadınlara dokunmaya hakları yoktu ve yaramaz çocukların avuç içlerine cetvelle vururlardı. Benim, zengin kumaşlar, limon kokulu hizmetçi kızlar, resimli kitaplar ve yardımcı kadınların kahkahaları arasında doğma ayrıcalığım oldu. Benim krallığım, canlıların mutlusu babamla, sessiz bir bebeği emziren annemden oluşuyordu. Canım sıkılacak yaşa geldiğimde, adı süslü püslü yazılmış zengin okuluna götürdüler beni: "Kültür Misyonu". Belirsizliği, korkuyu ve tiksintiyi orada öğrendim. İçtenlikle davrandım, benimle alay ettiler, sinsileştim. Saftım, saflığıma güldüler, kötü yürekli oldum...

Şimdi, siperler açılıyor. En iyi öğrencilerin resimleri ve ödev kağıtlarıyla süslü büyük salonlar öğle sıcağında silinip gidiyor. Sinekler, perdelerin üzerine arabesk kıvrımlar dokuyor. Üzgün çocukların törenlerine başkanlık ediyorum. 

Soba, her iki yanımı sarıyor ve gürüklüyor. Tavan lambası dönüyor ve parıltısıyla bizi sersemletiyor. Ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım; açım. Kokulara, başıboş gecelere, annemin bedenine, ellerinin sessizliğine açım. Şimdi yaprakların ve çiçeklerin dansı başlıyor, şimdi sonsuza dek dışlandığım aldatıcı saltanatlar başlıyor.

Bir ses, hep aynı ses, suskunluğumu yırtıyor. Çağrılan benim, adım vurgulanarak söylendi. Kafam kazan gibi. Maruz kaldığım soruların çılgınca ritmini dinliyorum:

- Karenin yüzeyi?
- Bir çokgen çizin.
- Çocuk Doğduğu Zaman'ı kim yazdı?
- Kurtla Kuzu'yu?
- Bay Seguin'in Keçisi'ni?
- Kübün hacmi?
- Fransız Devrimi ne zaman oldu?
- Charlemagne hangi tarihte kutsandı?
-20 cm.lik bir kumaş yıkanınca çekiyor. 15 cm.lik bir kumaş yıkanınca ne kadar çeker?
- Bana, şu şiirin başını ezbere okuyun.
- 3'1erin çarpım tablosu?
- 5'lerin?
- 8'lerin?
- Dersi yirmi kez yazın.

Kakao ve kahve kokuları yükseliyor mutfaktan. Renkler yükseliyor, sabah yükseliyor. Kum taciri ne zaman gelecek? Gözlerim yaşama ne zaman kapanacak? Benim imparatorluğum sizinki değil, benim sözcüklerim sizinkiler değil, arzularım sizin arzularınıza saygı göstermez. Elleri kavuşturulup saten kumaşlar içinde boğulan çocukların ağlamaları yükseliyor, kahkahalar ve arındıran, muzaffer geceler yükseliyor. Kulaklarımı tıkamak istiyorum; gözlerimi oymak, artık anlamı olmayan çıplaklığımı parçalamak, dokunmaktan alıkonulan ellerimi, kucaklamaktan alıkonulan kollarımı kırmak istiyorum. Canavarın sorularının kesintisiz ateşi ne zaman sona erecek?

- Suyun formülü?
- Oksijenin?
- Demirin?
- Le Cid'i kim yazdı?
- Cimri'yi?
- Üç Fransız besteci sayın bana.
- 223'ü 48'le çarpın.
- Bana aşağıdaki toplamanın sonucunu bulun.
- "Hırsız" sözcüğünün eşanlamlısını söyleyin bana.
- "Yanıtlamak" sözcüğünün.
- "Oynamak" sözcüğünün.
- Bana bir paralelkenar çizin.
- Bir karenin kaç köşesi vardır?
- Bir dikdörtgenin?
- Ezber parçanızı biliyor musunuz?
- Çarpım tablonuzu?
- Kimya formüllerinizi?
- Tarihsel günleri?
- "Tepe" ne demek biliyor musunuz?
- "Küçük koyak"?
- "Polder"?
- Eriha nerededir?
- Aziz Jean d'Aerc?
- Saha Melikesi Belkıs kimdi?
- Charles Martel?
- Deli Jeanne?
- Jül Sezar?

Hiçbir şey bilmiyorum. Donuk yüzlü bu putlar gibi saygısızlık edildi bana. Canavar beni yiyip yuttu ve bir kış akşamı, yağmur altında gömdü. Hiçbir şey bilmiyorum. Belleğim, sonsuzluğa ait kum gibi benden kaçıyor. Belleğim kumdan.

Kahkahaları, başıboş ve suçortağı geceleri yitirdik mi yoksa? Ağaçların ışığını yitirdik mi? Bir zamanlar, ölmek istemeyen bir çocuk varmış. Dcliliğim burada başlayıp bitiyor. Ama, bu onun uydurduğu bir son değilse, benim öykümün sonu yok. Ama benim öyküm artık benim değil; sadece bir ozan çağırabilir onun türküsünü.

Ne önemi var! Kaçmalı, kıyılara karışan görüntüleri yeniden bulmalı; eski, yitik, unutulmuş ayinleri (tıpkı tapılan ve tapınılan bir gecede olduğu gihi) el yordamıyla, gözü kapalı bulmalı. Sessizlik kabuğundan sıyrılmalı insan ve labirentlerinin kılavuzluğuna terk etmeli kendini.

Gözetleme kulesinin çanları karanlığı sarsıyor. Bu karanlığa dalmak ve bilinmez ormanlardan geçmek istiyorum. Hem avcıyım ben, hem de av köpeği; hem ateşim, hem de yanan ev. İsyanımı siperlerde boğdular. Çığlığımı tırnaklarımla kazıdım, sesimin sessizliğini çoğalttım. Ama sessizlik de benim, karanlık da; siperler, köstebekler, ormanlarım ben.

Ne önemi var! Kaçmalı, bu kurak topraklardan, bu çöllerden, bu rüzgar imparatorluklarından kaçmalı. Kandiller yakıldı. Sayın bay canavar hazımsızlıktan öldü ve dün akşam teneffüshaneye gömüldü; karalar giymiş kadınların hıçkırıklarına, çocukların esrime çığlıklarına ve kimsenin inanmadığı, kimsenin inanmak istemediği dualar geveleyen papazın tekdüze ezgisiyle ikide bir bozulan cenaze sessizliğine kattılar onu. Soğuk ve kirli gün, çatıları ağartıyordu. Gülüşmclcrimizi güçlükle bastırıyorduk, ama sevincimiz, tanrıların esrikliği gibi saçma, derin ve acımasızdı. Karalar giymiş kadınlar ölülerin topraklarına karışmış kanlı tırnaklarıyla bizi çimdikliyorlardı; dişleriyle, müstehcen öfkeleriyle, kor gibi yanan kinleriyle bizi lime lime doğruyorlardı.

Üç kez, gidenin geri dönmediği krallığa bizi sürüklemek ve gece köpekleriyle evlendirrnek istediler. Üç kez, pençeleriyle bizi götürmek için, esnek ve ışık saçan gövdelere dönüştülcr. Üç kez okşama kesildiler, güleryüz kesildiler, baştan çıkarma kesildiler. Ama tuzaklarını ortaya çıkartıyor, onlar yaklaştıkça kaçıyorduk. Işıltılı tan sökümü başında tuhaf bir şapkayla geldiğinde, karalar giymiş kadınlar, canlıların bilmediği düşsel bir hayvan biçimini alan korkunç bir çığlık attılar. Teneffüshanede her gece çınlayan bu çığlık, bizim yalnız ve muzaffer çığlığımıza karıştı.

Cadıların, ağır ağır ve sabırla başkalaşarak yelpaze gibi açılan, karanlık, parıltılı kanatlı kargalara dönüşmesine hayranlık içinde, dehşetten ve sevinçten donakalarak tanık olduk. Canavarın gömülmc törenini yöneten yazgısal hayaletlerden bize kalan son görüntü bu oldu.

Kaçalım ama artık, bu kısır topraklardan, bu çöllerden, bu büyük yalnızlıklardan, bu rüzgar imparatorluklarından kaçalım. Öğretmenimi çarmıha gerdim, Tanrı beni bağışlasın. Herşeyi bilen, çatal kaşıkla yemek yiyen, kolalı yaka takan ve hintyağı kokan canavarı çarmıha gerdim. Kızgın taşların üzerinde dans ettirdikten sonra gözlerini yedim. Kara ve kıllı gövdesine önce demirden bir yelek geçirdim ve ak babalara terk ettim onu. Şölen kanlı geçti. Yakıcı taşların üzerinde, katedralin kırmızı iç avlusunda dans etti. Dans etti ve çocuklara küfretmek istedi, ama dilini kesmişlerdi. Dans etti ve kendisine itaatsizlik edenleri boğazlamak istedi, ama ellerini kesmişlerdi. Dans etti ve ağır pabuçlarıyla asilerin gövdesini çiğnemek istedi, ama ayaklarını kesmişlerdi.

Ne önemi var? Nefret etmekten bıktım. Kandiller yakıldı. Rialto Köprüsü'nün altından gondollar kayıyor; bana yabancı bir gece benim üzerimdcn kayıyor, maskeler kayıyor. Yelken kanatlı melekler bizi görüntülerin arasından geçiriyor ve durmaksızın yol alışları yalnızlığımla birleşiyor. Susadım: Perdeleri açın, pencereleri açın. Öğretmenimizi, sayın bay canavarı çarmıha gerdim, benim için dua edin. Pisim ben, ellerimle yemek yiyorum ve benim törelerim sizinkilere uymuyor. Her akşam, tımaklarını kırmızıya boyayan ve saatlerine kaçamak bakışlar atarak kımıltısız duran orospuların içine giriyorum. Çerçöp yiyorum ve yılanlarla çiftleşiyorum. Ben bir vahşiyim sayın bay canavar ve sizin kültürünüzü, nüktelerinizi, ahlakınızı ve acılaşmış mantığınızı istemiyorum. Dans etmek istiyorum, kanımın akışıyla, gözkapaklarımın, gözlerimin, kalçalarımın, ellerimin, ağzımın, cinsel organımın ve çığlıklarımın ritmiyle dans etmek. Denizin üstünde dans etmek istiyorum, kendi şarkımla, kendi kösnüllüğümlc salınarak, bitkinleşmiş. Artık sizin aklınızı, Ceset-Tanrı'nızı, şehitlerinizin kanını, merhametli bakirenizin gözyaşlarını, zavallı-günahkarlar-içindua-edin'inizi, ölüm törenlerinizi ve namusunuzu istemiyorum. Yıldırımla bir kucaklaşma sonucunda, erkek kardeşim güneşi ve kız kardeşim ayı doğuran, dingin göğüstü toprak anamla dans etmek istiyorum. Yunus olmak istiyorum, herşeyin aşırısı, kuş, çıngırak dilli sürüngen, şiir ve yeniden diriliş olmak istiyorum. Yukarıdaki Görkemli Yer'inden canlılar soyunu yargılayan her şeye kadir, tek Tanrı'nızı istemiyorum artık. Biraz sonra, yasak törenler, ölü çocukların törenleri, sözcüklerin ve firavuninciri gölgesinde harelenmiş kaygan, nemli kadın gövdelerinin hiç durmayan sefahat alemi, tam-tamların ve kahkahaların sefahat alemi başlayacak.

Bu gece Deccal gelecek, Melek Metatron[1] gelecek, kilden doğmuş Golem[2] gelecek. Ben Dcccal olacağım. Melek Metatron. Golem olacağım ve yeni krallıkları, kutsal genelevleri, bahçe, labirent, cami, kule ve katedral olacak düşsel mekanları kutsayacağım.

Benim şatom kumdan, döllendiğinde meşale gibi ışıldayan düşlerin sessiz toprağından olacak. Şatom belleğim olacak ve orada kendimi yitireceğim; göçebeliğimin ve esrimelerimin keyfine göre şatomu yeniden yaratacağım ve ona sevinçlerimin, korkularımın ve alçalmalarımın biçimini vereceğim. Gece doğuyor, gemimizin güvertesinde beliriyor. Gece yelkenlerini yırttı, bağırmadan, kucaklaşmalarımızın sessizliği içinde. Okyanustan, soğuk, suyosunlarıyla, köpekbalığı dişleri ve denizanalarıyla süslü bronz bir yontu çekip çıkarıldı. Okyanustan aşkımın, ölü aşkımın, sevgilimin cesedi çıkarıldı: gizli, olağandışı ve belirsiz oyunları bana öğretmiş olan tan sökümünün cesedi.

Gece, gemimizin güvertesinde beliriyor. Demir aldık. Yelken kanatlı melekler, konuşan balıklar adasına doğru bize kılavuzluk ediyor. Ürkmüş, sersemlemiş canavarın kafası sopalarımızdan birinin üstüne dikili. Ağır ağır kanıyan ve siyah, karınca gözleri hala kızgınlıkla haykırıyor. Anlamsız sözcüklerden, küflenmiş akıldan, aksiyomlardan ve postulatlardan kurtarın beni. Bırakın, tuzun, denizkızlarının saçlarının, rüzgarın saçlarının kokusunu soluyayım. Dalgalar birbirlerini yalayan ve parçalayıp yutan dişi köpcklcrdir, deniz gülrnekten kırılıyor.

Gece doğuyor. Canavarın kafası gibi kanamak istiyorum, bir ısırgan gibi kanamak istiyorum. Sessizlik kardeşlerimle, canlıların gövdesiylc konuşuyorum. Gemimin pruvasını okşayan suyla konuşuyorum; kırmızı, kör güneşle konuşuyorum; kıllı, obur ve kara kalçalarını ayıran ayla konuşuyorum; çekip gidiyorum, bilinen toprakları, aşkımın kıyılarını, kavakların gölgesini, uyumlu kentlerin gölgesini terk ediyorum.

Şimdi, susuyorum, tanrıların kahramanca yürüyüşüyle barıştım, taşlarla barıştım; saltanatım olan, her şeyin başlangıcı ve sonu olan tozla barıştım.

Şimdi, kulaklarımı yumuşak balmumuyla tıkadıktan ve kollarıma tebeşirden kanatlar yapıştırdıktan sonra, gemi direğine bağladılar beni. Geminin bordasına çıkan ve hareketsizlik içinde kımıldayan denizkızlarının şiddetli, acıklı şarkısını işitiyorum.

Denizkızları etrafımda dönüyor ama varolmadıklarını, bir bahane olduklarını ve sözümün, gerçeği peçeleme, zamanı askıya alma, taşkınlık ve tamamlanma olan bu denizkızlarına rağmen doğduğunu biliyorum. Şarkımın, göçebeliğimin sınırının da, denizkızlarının da ben olduğunu, bizzat kendi ölümüm olduğumu biliyorum. Ve şunu anlıyorum, ve bilgenin öylesine hüzünlü olan ve beni allak bullak eden sözünü anlıyorum: Dünyaya ve diğer insanlara yabancıyım. Yeryüzündeki varlığım bir giz, adsız bir cinayet. İlk günahım görmek oldu, ikincisi içmek, üçüncüsü yemek. Bilgenin beni allak bullak eden sözünü anlıyorum. Kısacık bir zaman parçasına ve sonsuzluğa tutsak denizkızları gibi, canlıların ölüm şarkısını söylüyorum ve büyüleyici sesim onları öldürüyor. Uğursuz denizkızları gibi şarkı söylüyorum, ama insanları esriten şarkım benim başımı döndürüyor ve sesim yükseldikçe gücüm azalıyor, beni korkutan gece başlıyor ve bu kaçınılmaz cinayetle hem yaratıcının, hem de kurbanın ben olduğunu bilerek ölüyorum.


Gilles Zenou
Çeviren: Işık Ergüden


[1] Babil Talmudu'na göre iyi davranışları kaydeden melek; Talmud'da Metatron'un o dönemde öne süıüldüğü gibi ikinci bir tanrı değil, sadece bir melek olduğu tartışılmıştır. (ç.n.)

[2] Büyü yoluyla, kutsal adların (örn. Tanrının gizli adlarının) terennümüyle yaratılan varlık, özellikle insan. (ç.n.)


GILLES ZENOU, 1957'dc Meknes'de (Fas) doğdu. Mektup (Sillages, 1987) ve Çevrelerin Kitabı (Sillages, 1988) adlı yayımlanmış iki romanla, Proust, Kafka, Buher, vs'ye ilişkin birçok makalenin yazarıdır. Yazıda, varlığı ortaya koyan ve onu, görüntülerin dünyasından söküp çıkaran bir sav, içsel bir deney görür. Bu ilk üç kitap (üçüncüsü, Geceler, Harmattan'dan çıkacaktır), kurmacanın, şiirin ve felsefenin birleştiği başlangıç yolculukları olarak okunabilir. Bu kitaplar, ruhsal olanın ivediliğini ve bilinçlilikle sevinçten ayrılamayan bir bilgeliğin ardından sürekli koşmayı gözler önüne sererler.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Feminizmi Veganizme Uygulamak

Feministler Neden Vegan Olmalı

Basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, bir feminist türcü ve ikiyüzlü olmamak için vegan olmalıdır. Feminizmi veganizme doğrudan uygulamadan önce feminizmi neden hayvanlar için de uygulamak gerektiğine dair bazı kavramlardan kısaca bahsedeceğim.


Türcülük

Türcülük bugün toplumda sık görülen cinsiyet ayrımcılığına, ırkçılığa, heteroseksizme, yaşlılık karşıtlığına ve engelli karşıtlığı gibi bir çok –izme çok benziyor. Türcülük ve diğer –izmler arasında ve diğer bütün –izmler arasındaki tek fark; kimin ayrımcılığa uğradığı, kimin ayrımcılık yaptığıdır. Bu ayrımcılıkların hiç birisi kabul edilemez. Hepsi özellikle ön plana çıkartılıp o canlıya daha az önem atfetmek için bahane olarak kullanılan keyfi bir takım niteliklere dayanıyor.

Türcülüğü daha iyi ifade etmek için size türcülük terimini ilk kez kullanan kişi olan Dr. Richard Ryder’ın websitesinden bir özet sunacağım:

“Türcülük, Dr. Richard Ryder tarafından 1970 yılında ilk kez kullanılan bir terimdir. Bu terim insan türünün özde diğer bütün türlerden üstün olduğu ve bu sebeple his ve duygu sahibi olan öteki hayvanların talep edemediği hak ve ayrıcalıklara sahip olduğu şeklindeki son derece yaygın bir inançtır.’Türcülük’ ayrıca bu tür bir inanışla bağlantısı olan gaddarlıkları, baskıcı davranışları, önyargı ve ayrımcılıkları ifade etmek için de kullanılabilir. Daha dar bir anlamda türcülük eğer sadece tür farklılığına dayanıyorsa bu farklılıkların kendi içinde bir meşruluk sağladığı şeklindeki inanç ve davranışlara işaret edebilir.”

“Ryder; terimi hayvanların araştırma, çiftçilik gibi pratiklerde sömürülmesine ahlâki bir meydan okuma olarak kasıtlı bir şekilde kullandı, bilinçli olarak ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı ile arasında paraleller çizdi. Ryder bütün bu tür önyargıların ahlâken hiçbir bağlayıcılığı olmayan fiziksel farklara dayandırıldığını söylemişti. Ona göre Darwinizm’in moral anlamı, insan dahil bütün his ve duygu sahibi hayvanların benzer bir moral statüye sahip olması gerektiğine işaret ediyordu.”

Türcülükten söz ederken hayvanların yasal eşitlikten çok özgür olmak anlamında eşitliğinden söz ediyorum. Tipik hayvan hakları karşıtlarının söylediği gibi kedi ve köpeklerin oy kullanma hakkına sahip olmasından bahsetmiyoruz. Benzer ama farklı bir şekilde önem atfedilmelerinden söz ediyoruz. Bunun anlamı şu: hayvanların bizimki gibi bazı hakları olabilir ve hatta gerekirse bizim sahip olmadığımız hakları da olabilir (çünkü bu haklar insanlara uygulanamayan haklar olabilir). Hayvan hakları hareketi özellikle bütün hayvanların artık bir eşya/mülk/meta konumundan çıkarılmasını istiyor. Şu anda bu legal yasaya sahip olan tek tür insan.

Bütün hayvan hakları argümanlarının temelinde genellikle hayvanların bir insan gibi düşünülmesi gerektiği düşüncesi vardır. Türcülüğün söylediği gibi hayvanları insan yapmayan nitelikler nesnel nitelikler değildir. Bu kelimenin altını çiziyorum çünkü feminizmi hayvanlara uyarladığımızda çok önemli olacak. Olup biten herşey; yaşayan, nefes alan, his ve duyguları olan ve bir vücudun içinde varolan ve genel olarak ne olup bittiğini anlama kabiliyeti olmayan bir kişinin başına gelmektedir.

Hayvanlar insan gibi düşünüldüğü için (düşünülmesi gerektiği için), bir çok feminist alıntıyı onlara uygulayabilir ve öznenin sadece bir kadın insan yerine cinsiyetsiz bir canlı, erkek, ya da kadın, inek, kedi, domuz, tavuk ya da herhangi bir hayvan olarak düşünebiliriz.

Bir örnek verelim. Belki en iyi örnek bu değildir, ama bu hafta okuduğum kitapta gördüm, oldukça basit. Bütün feminist metinlerle yapabilirsiniz. Aşağıdaki alıntı “Yeni Doğmuş Kadın”, sayfa 70’den. Cixous karakteri insanların kullanıp yediği hayvanlardan söz ediyormuş gibi okuyun.

“Dört ya da beş yaşlarındayım ve sokaklarda ilk gördüğüm şey dünyanın ikiye bölünmüş olduğu, hiyerarşik olarak organize edildiği ve bu dağılımı da şiddet aracılığıyla devam ettirdiği. Dilenenler, açlıktan, acıdan, çaresizlikten ölenler olduğu kadar zenginlikten ve kibirden ölenler de var… midelerini dolduranlar. Ezenler ve aşağılayanlar. Öldürenler. Çalınmış bir ülkede ruh gözleri çıkarılmış gibi dolaşanlar. Başkalarının da yaşadığını görmeksizin.”

Cioux burada Cezayirlilere Fransızların uyguladığı şiddetten söz ediyor ve bu şiddet tarihsel, sembolik, ve fiziksel olarak insanların hayvanlara uyguladığı şiddete çok çok benziyor. Tamamen aynı şey değil elbette. Gerekçeler farklı. Sonuçlar farklı. En büyük fark insanların hayvan ızdırabının hemen insanların acılarına benzetilmesine itiraz etmemize neden olan şeylerden hiç biri değil. En büyük fark hayvanlar söz konusu olduğunda hepimizin suçlu olması. Ezenler biziz, suçlu olan biziz, istismar eden biziz. Bugüne dek her gün yaptık bunları ve yapmaya devam ediyoruz…kendime şunu sormadan edemiyorum…bunu hangi feminist kabul edebilir ki?

Bütün feministler kurtulmamız gereken bir baskı çeşiti olduğu fikrinde birleşebiliriz. Çoğumuz olduğumuz gibi doğduğumuz için, kim olmak istediğimizi şeçtiğimiz için baskı gördük, görüyoruz. Bu sebeple baskı yapan olma kapasitemizi çoğu kez reddediyoruz, ama en azından kurban olma durumumuz baskı altında olmanın, ezilmenin ne demek olduğunu anlamamıza yardımcı olmalı. Daha iyisini yapmalıyız. Ne kadar acı verdiğini bilmeli ve bu acıdaki yerimizi reddetmeliyiz. İnsanın ayrıcalığının bir bedeli olduğunu ve başkalarının bu bedeli ödediğini biliyoruz. Hayvanları kullandığımız zaman halâ ahlâklıymışız havası yaratabilmek için başkalarını değersizleştiriyoruz; çünkü eğer onları değersizleştirmezsek mesela inekleri bir insan gibi görürsek o zaman hayvanlara bunu asla yapamayız.

Feministler aşağıdaki bahanelerin hayvanların baskı altına alınmasına hizmet eden önce başka baskı biçimlerini meşrulaştırmak için kullanıldığının farkındadır:

  • Onlar zeki değil (cinsiyet ayrımcıları)
  • Toplumumuzun hayatta kalması için onlara ihtiyacımız var (ırkçılar)
  • Onlar sadece bizim işimize yarıyor başka bir faydaları yok (ırkçılar)
  • Doğal olan budur (cinsiyet ayrımcıları ve heteroseksistler)
  • Kendilerini savunsunlar (yaşlı ve engelli karşıtları)
  • Akıl sahibi değiller (engelli karşıtları /cinsiyet ayrımcıları)
  • Onları korumamız lâzım ama bunu yapabilmek için onlara sahip olmamız gerek (ırkçılar)

Önceden buna hoşgörü göstermemiştik; şimdi de göstermemeliyiz. Gary Francione’ın sözleriyle söylememiz gerekirse:

“Eğer vegan değilseniz, lütfen vegan olun. Hem sağlığınız hem de çevre için daha iyi, ve daha önemlisi, ahlâken de yapılması gereken şey, bu.”


Anonim