Kapitalizmin modern dönemi asıl olarak büyüğün dönemiydi: Büyük toplumsal devrimler, büyük savaşlar, büyük teoriler, büyük üretim... Batı'da İkinci Dünya Savaşından sonra kapanan bu dönemin atmosferi Türkiye'yi 1970'li yılların sonuna kadar etkilemeye devam edecekti. Üniversitede mikro ekonomi dersine soğuk bakarken, Marx'ın, Ricardo'nun anlatıldığı makro ekonomi dersini ilgiyle izlerdim. İşçi sınıfı temel itici güçtü. Bu büyük sınıfa göre azınlığı teşkil eden "melez" ve "küçük burjuva" unsurlara "bilim işçileri" iyi gözle bakmazdı. Yüksek sanat ve yüksek burjuva kültürü eleştirilse de bir hayranlık uyandırırdı. Ama bir fikir ya da bir yaşam biçiminin küçük burjuva damgasını yemesi onun aşağılanması anlamına gelirdi. Bireysel olanın kamusal olan tarafından ezildiği bir dönemdi bu.
Derken küçüğün, ayrıntının, grubun, periferinin, ucun, merkezkaçın, marjinalin, ayrıksının, çizgidışının, bireyselin önem kazanmaya başladığı postmodern döneme girildi. Büyük üretim karşısında taşeron küçük üretim, makro politika karşısında mikro politika, kamusal hayat karşısında bireysel hayat öne çıktı. Delerm'in kısa denemelerden oluşan ve konusu adından açıkça anlaşılan kitabın kapak içinde yer alan yerli tanıtımında şu cümleyi okuyoruz: "Yaşamın bütün zevkleri, 80 sayfa tutarındaki bu küçük kitapta saklı." Kitap küçük, kitabın içindeki denemeler küçük, anlatılan zevkler ve mutluluklar küçük, üstüne üstlük Delerm küçük çocuklar için de kitaplar yazmış; sonuçta yazarın ne menem bir "küçük burjuva" olduğunu anlamak için kitabı karıştırmaya başladım.
Postmodern yazarların her şeyden konu çıkardığı söylenir ya, gerçekten de doğruydu. Bezelye ayıklamaktan böğürtlen toplamaya, muz splitten Arap lokumuna, sonbahar kazağından ıslak espadrillere kadar kitapta yok yoktu. Edebî bir tad veren bölümlerin yanı sıra reklam metni olabilecek cümlelere de sıkça rastlanıyordu. Bence bunun bir nedeni anlatının insandan çok nesnelere, asıl olarak da tüketim nesnelerine yönelmesiydi. Delerm'in kitabındaki nesneler bir gereksizlik, yararsızlık, lüks olma özelliği kazanmışlardı. Modernist edebiyat da nesnenin bağımsızlığına, yapaylığına önem verirdi ama nesne insan gerçekliğiyle ilişkisini, yabancılaşmasını, gerilimini sürdürürdü.
Bununla birlikte 1950 doğumlu, Proust, Clezio ve Kerouac'ı okumuş olan Delerm sıradan bir yazar değil, nesneleri insanî bir sıcaklıkla ilişkilendirmek için çaba gösteriyor zaman zaman; aylaklıktan hoşlanan pazar kaldırımlarından, sohbetten hoşlanan yollardan, küçük bir aile yuvasına dönüşebilen otomobilden, kalın ilmekli, birisinin bizim için örmeğe zamanı varmış duygusunu veren bir kazaktan bahsediyor.
Delerm'in kitabı sadece bir edebî denemeler toplamı değil. "Küçük burjuva"nın modern ve postmodern dönemlerdeki durumunu kıyaslama imkânı veriyor bize, ya da postmodern dönemde hepimizin nasıl "küçük burjuva" olmaya itildiğini fısıldıyor. Asıl konu sıkıntı. Modern dönemde de varolan sıkıntı. Baudelaire'in Paris Sıkıntısı'nı okuduğumda içim daralmıştı. Sıkıntıyı dağıtmanın yollarını arayan şair Yapay Cennetler'i yazmış, "varsın yalanlarla oyalansın gönlüm" diyerek, sevgilisinin gözlerinde hayallere dalarak teselli bulmak istemişti. Kendini gündelik hayata bırakırken bile dışlanmışların çaresizliğinden etkilenmiş, dilencileri, fahişeleri, yaşlıları, hayvan leşlerini anlatmıştı şiirlerinde. Hafiflik onda "ağır" bir yüksek etiğe varmanın dolayımı olup çıkmıştı. Acıyla temastan kaçan postmodern "küçük burjuva" ise kendini bir tür silinmişliğe ve uyuşukluğa terk ederek sıkıntısından kurtulmak istiyor. Baudrillard'ın "kendimizi nesneler dünyasının büyüsüne terkedelim" şeklinde özetlenebilecek yaklaşımına paralel bir biçimde Delerm de kaldırımın kıyısından, olup bitenlerin kıyısından yürüyerek kendini bir tür şaşkınlığın büyüsüne terkediyor. "Karşı koymadan olaylara bırakacağız kendimizi elbet" (s. 35) diyen Delerm, yaşadığı çağın şiddetine karşı duyarsızlaşmak istiyor. Kahvaltıda okunan gazeteden şöyle bahsediyor: "Onu mutfak masasının üzerinde, tereyağıyla ekmek kızartma makinesi arasına yayarsınız. Yüzyılın şiddetini belli belirsiz işlersiniz belleğinize; ama bu şiddet frenküzümü reçeli, çikolata, kızarmış ekmek kokar. Gazetenin kendisi bile daha şimdiden dinginlik verir... Toplumun birbirine benzediğini ve günün yeniden başlamak için acelesi bulunmadığını okursunuz onda." İlişkilerin konuşmadan karşılaşan insan gölgelerine indirgendiği, durmadan akıp giden sözcüklere gereksinim duyulmadığı, sözcükler arası, yumuşak kumsallara benzeyen şu anın çok güzel olup hiç sıkıntı vermediği bu dünya zaman zaman Delerm'e "hafif" bir hüzün verir: "Yürüyen merdivenin, her şeyi kendi tekeline alan büyüsüyle yetinmek gerek yalnızca. Hüzün veren ray boyunca uzanan akıllı uslu, ciddi bir heyecandır bu. Kayıp giden bu hareketsizlikte insan, Magritte'in bir kahramanı, uçsuz bucaksız ve dümdüz bir şerit üzerinde gittikçe küçülüp gözden yiten kopyaların karşılaştığı kentsel bir bayağılık örtüsü gibidir" (s. 44).
Postmodern toplumda kendini basitleştirmek, sıradanlaştırmak çabası çoğu kez sıkıntıyı dağıtmaya yetmez ve şeylerin düzenine karşı duyulan bir "alerji"yi beraberinde getirir: "Şu an bir televizyon programı işe yarar. En aptalcası uygundur. Kandırmacasız, isteksiz, özürsüz izlemiş olmak için izlemek ne kadar iyi. Banyo suyu gibi bir şey bu. Sizi elle tutulan bir huzurla uyuşturan bir sersemlik. Geceye kadar etliye sütlüye karışmadan, rahat sanırsın kendini. Buradan kaynaklanır zaten küçük hüzün de. Gittikçe dayanılmaz olur televizyon ve sonra kapatırsınız onu."
Peki, şeylerle ilişkimizi aktifleştirerek can sıkıntısından kurtulmamız mümkün mü? Çocuksu haşarılıklar yapmamız, dinamosu çalışır halde bisikletle giderken bir elektrik santraline dönüştüğümüzü hissetmemiz, ilkel bir iştahla, çocuksu bir oburlukla yemek yememiz, gözcü bir yerli sakınımıyla giyinip bir saat tamircisinin titizliğiyle dış kapıyı açıp kapamamız, Kerouac'vari bir biçimde ellerimiz ceplerimizde dolaşmamız bizi "keser mi?" Yuppie'lerin pek sevdiği bu tür davranışların birçok insana yetmemesinin bence en önemli nedenlerinden biri Sartre'ın Varlık ve Hiçlik kitabında anlattığı "...mış gibi yapmak" şeklinde adlandırılabilecek, her şeyin önceden bilinerek rol yapılması durumu. Bu nedenle insan biranın ilk yudumunu "yapay, bilinçli bir açlıkla" dikiverir ve "...bir iç çekişle, bir dil şapırtısı ya da onlara eşdeğer bir sessizlikle çekici duruma getirilmiş ani bir huzur; sonsuzluğa açılan bir zevkin aldatıcı doyumu..." (s. 25) kişiye geçici bir rahatlama sağlar. Ama "...küçük, beyaz masasının önünde düşkırıklığına uğramış simyacı, yalnızca görünüşü kurtarır ve gittikçe azalan bir neşeyle daha çok bira içer. Acı bir mutluluktur bu. İlk yudumu unutmak için içer insan" (s. 26).
Aynı çiçek dürbününde olduğu gibi, terkedilenin artık öneminin kalmadığı, küçük bir dokunmayla yeni ülkelere geçilen, her şeyin kaybolduğu, birbirine karıştığı, hafif ve kırılgan olduğu, "televizyon ekranında yazıların birbirine benzeyip, en sert eleştirilerin sulandırılmış nane esansı tadında" olduğu postmodern dünyada birey hiçbir şeye sahip değildir. Arabanızın koltuğuna gömülüp kendinizi koyvermeniz, farların huzmesinde görülen yolun dinginliği kısa sürer. "...Cam birdenbire açılınca, dışarıdaki hava gelip yarı uykunuza tokat gibi iner" (s. 27), "...endişeyle sona eren iç huzurun varolamayan yapay tatlılığı"dır tanık olduğunuz (s. 56).
Sanal tercihlerle yazboz tahtasına dönüşen hayatınıza sahip çıkmak, terkedileni, geçmişinizi yeniden ele geçirmek istersiniz. Elmaların ince dallardan yapılmış kafeslerin üstüne sıralandığı, Ekim ayında dövülmüş toprak mahzene girersiniz. "Acılıdır elmaların kokusu. Daha çetin bir ömrün, artık hakedilmeyen bir yavaşlığın kokusudur bu."
Derken küçüğün, ayrıntının, grubun, periferinin, ucun, merkezkaçın, marjinalin, ayrıksının, çizgidışının, bireyselin önem kazanmaya başladığı postmodern döneme girildi. Büyük üretim karşısında taşeron küçük üretim, makro politika karşısında mikro politika, kamusal hayat karşısında bireysel hayat öne çıktı. Delerm'in kısa denemelerden oluşan ve konusu adından açıkça anlaşılan kitabın kapak içinde yer alan yerli tanıtımında şu cümleyi okuyoruz: "Yaşamın bütün zevkleri, 80 sayfa tutarındaki bu küçük kitapta saklı." Kitap küçük, kitabın içindeki denemeler küçük, anlatılan zevkler ve mutluluklar küçük, üstüne üstlük Delerm küçük çocuklar için de kitaplar yazmış; sonuçta yazarın ne menem bir "küçük burjuva" olduğunu anlamak için kitabı karıştırmaya başladım.
Postmodern yazarların her şeyden konu çıkardığı söylenir ya, gerçekten de doğruydu. Bezelye ayıklamaktan böğürtlen toplamaya, muz splitten Arap lokumuna, sonbahar kazağından ıslak espadrillere kadar kitapta yok yoktu. Edebî bir tad veren bölümlerin yanı sıra reklam metni olabilecek cümlelere de sıkça rastlanıyordu. Bence bunun bir nedeni anlatının insandan çok nesnelere, asıl olarak da tüketim nesnelerine yönelmesiydi. Delerm'in kitabındaki nesneler bir gereksizlik, yararsızlık, lüks olma özelliği kazanmışlardı. Modernist edebiyat da nesnenin bağımsızlığına, yapaylığına önem verirdi ama nesne insan gerçekliğiyle ilişkisini, yabancılaşmasını, gerilimini sürdürürdü.
Bununla birlikte 1950 doğumlu, Proust, Clezio ve Kerouac'ı okumuş olan Delerm sıradan bir yazar değil, nesneleri insanî bir sıcaklıkla ilişkilendirmek için çaba gösteriyor zaman zaman; aylaklıktan hoşlanan pazar kaldırımlarından, sohbetten hoşlanan yollardan, küçük bir aile yuvasına dönüşebilen otomobilden, kalın ilmekli, birisinin bizim için örmeğe zamanı varmış duygusunu veren bir kazaktan bahsediyor.
Delerm'in kitabı sadece bir edebî denemeler toplamı değil. "Küçük burjuva"nın modern ve postmodern dönemlerdeki durumunu kıyaslama imkânı veriyor bize, ya da postmodern dönemde hepimizin nasıl "küçük burjuva" olmaya itildiğini fısıldıyor. Asıl konu sıkıntı. Modern dönemde de varolan sıkıntı. Baudelaire'in Paris Sıkıntısı'nı okuduğumda içim daralmıştı. Sıkıntıyı dağıtmanın yollarını arayan şair Yapay Cennetler'i yazmış, "varsın yalanlarla oyalansın gönlüm" diyerek, sevgilisinin gözlerinde hayallere dalarak teselli bulmak istemişti. Kendini gündelik hayata bırakırken bile dışlanmışların çaresizliğinden etkilenmiş, dilencileri, fahişeleri, yaşlıları, hayvan leşlerini anlatmıştı şiirlerinde. Hafiflik onda "ağır" bir yüksek etiğe varmanın dolayımı olup çıkmıştı. Acıyla temastan kaçan postmodern "küçük burjuva" ise kendini bir tür silinmişliğe ve uyuşukluğa terk ederek sıkıntısından kurtulmak istiyor. Baudrillard'ın "kendimizi nesneler dünyasının büyüsüne terkedelim" şeklinde özetlenebilecek yaklaşımına paralel bir biçimde Delerm de kaldırımın kıyısından, olup bitenlerin kıyısından yürüyerek kendini bir tür şaşkınlığın büyüsüne terkediyor. "Karşı koymadan olaylara bırakacağız kendimizi elbet" (s. 35) diyen Delerm, yaşadığı çağın şiddetine karşı duyarsızlaşmak istiyor. Kahvaltıda okunan gazeteden şöyle bahsediyor: "Onu mutfak masasının üzerinde, tereyağıyla ekmek kızartma makinesi arasına yayarsınız. Yüzyılın şiddetini belli belirsiz işlersiniz belleğinize; ama bu şiddet frenküzümü reçeli, çikolata, kızarmış ekmek kokar. Gazetenin kendisi bile daha şimdiden dinginlik verir... Toplumun birbirine benzediğini ve günün yeniden başlamak için acelesi bulunmadığını okursunuz onda." İlişkilerin konuşmadan karşılaşan insan gölgelerine indirgendiği, durmadan akıp giden sözcüklere gereksinim duyulmadığı, sözcükler arası, yumuşak kumsallara benzeyen şu anın çok güzel olup hiç sıkıntı vermediği bu dünya zaman zaman Delerm'e "hafif" bir hüzün verir: "Yürüyen merdivenin, her şeyi kendi tekeline alan büyüsüyle yetinmek gerek yalnızca. Hüzün veren ray boyunca uzanan akıllı uslu, ciddi bir heyecandır bu. Kayıp giden bu hareketsizlikte insan, Magritte'in bir kahramanı, uçsuz bucaksız ve dümdüz bir şerit üzerinde gittikçe küçülüp gözden yiten kopyaların karşılaştığı kentsel bir bayağılık örtüsü gibidir" (s. 44).
Postmodern toplumda kendini basitleştirmek, sıradanlaştırmak çabası çoğu kez sıkıntıyı dağıtmaya yetmez ve şeylerin düzenine karşı duyulan bir "alerji"yi beraberinde getirir: "Şu an bir televizyon programı işe yarar. En aptalcası uygundur. Kandırmacasız, isteksiz, özürsüz izlemiş olmak için izlemek ne kadar iyi. Banyo suyu gibi bir şey bu. Sizi elle tutulan bir huzurla uyuşturan bir sersemlik. Geceye kadar etliye sütlüye karışmadan, rahat sanırsın kendini. Buradan kaynaklanır zaten küçük hüzün de. Gittikçe dayanılmaz olur televizyon ve sonra kapatırsınız onu."
Peki, şeylerle ilişkimizi aktifleştirerek can sıkıntısından kurtulmamız mümkün mü? Çocuksu haşarılıklar yapmamız, dinamosu çalışır halde bisikletle giderken bir elektrik santraline dönüştüğümüzü hissetmemiz, ilkel bir iştahla, çocuksu bir oburlukla yemek yememiz, gözcü bir yerli sakınımıyla giyinip bir saat tamircisinin titizliğiyle dış kapıyı açıp kapamamız, Kerouac'vari bir biçimde ellerimiz ceplerimizde dolaşmamız bizi "keser mi?" Yuppie'lerin pek sevdiği bu tür davranışların birçok insana yetmemesinin bence en önemli nedenlerinden biri Sartre'ın Varlık ve Hiçlik kitabında anlattığı "...mış gibi yapmak" şeklinde adlandırılabilecek, her şeyin önceden bilinerek rol yapılması durumu. Bu nedenle insan biranın ilk yudumunu "yapay, bilinçli bir açlıkla" dikiverir ve "...bir iç çekişle, bir dil şapırtısı ya da onlara eşdeğer bir sessizlikle çekici duruma getirilmiş ani bir huzur; sonsuzluğa açılan bir zevkin aldatıcı doyumu..." (s. 25) kişiye geçici bir rahatlama sağlar. Ama "...küçük, beyaz masasının önünde düşkırıklığına uğramış simyacı, yalnızca görünüşü kurtarır ve gittikçe azalan bir neşeyle daha çok bira içer. Acı bir mutluluktur bu. İlk yudumu unutmak için içer insan" (s. 26).
Aynı çiçek dürbününde olduğu gibi, terkedilenin artık öneminin kalmadığı, küçük bir dokunmayla yeni ülkelere geçilen, her şeyin kaybolduğu, birbirine karıştığı, hafif ve kırılgan olduğu, "televizyon ekranında yazıların birbirine benzeyip, en sert eleştirilerin sulandırılmış nane esansı tadında" olduğu postmodern dünyada birey hiçbir şeye sahip değildir. Arabanızın koltuğuna gömülüp kendinizi koyvermeniz, farların huzmesinde görülen yolun dinginliği kısa sürer. "...Cam birdenbire açılınca, dışarıdaki hava gelip yarı uykunuza tokat gibi iner" (s. 27), "...endişeyle sona eren iç huzurun varolamayan yapay tatlılığı"dır tanık olduğunuz (s. 56).
Sanal tercihlerle yazboz tahtasına dönüşen hayatınıza sahip çıkmak, terkedileni, geçmişinizi yeniden ele geçirmek istersiniz. Elmaların ince dallardan yapılmış kafeslerin üstüne sıralandığı, Ekim ayında dövülmüş toprak mahzene girersiniz. "Acılıdır elmaların kokusu. Daha çetin bir ömrün, artık hakedilmeyen bir yavaşlığın kokusudur bu."
Yaşar Çabuklu