10 Aralık 2010 Cuma

Anarşizm ve Hınç Politikası III

Gücü İsteme

Devrimin politik ve sosyal teorisi olarak anarşizm, insan öznelliği kavramındaki tutarsızlıklar yüzünden geçersiz mi kılınmıştır? Ben böyle olduğunu düşünmüyorum. 'Doğal olarak varolan yasa ve hakikate dayalı insan topluluğu sayesinde yönetilen uyumlu bir toplum' mealindeki görüşün; ve de uyumlu toplumun, Devlet'in yapay yasasının tam karşıtı olduğunu savunan görüşün içinde bulunan anarşist söylemdeki özcü kategorilerde ve karşıt yapılarda, hınç duygusundan gelen gizli bir nağmeyi ifşa etmekteyim. Yine de ben, kendini bu özcü ve Manesçi kategorilerden kurtarabilse, anarşizmin onu zehirleyen ve sınırlayan hınç duygusunu altedebileceğini düşünüyorum. Klasik anarşizm hınç duygusuna dair bir politikadır; çünkü iktidarı altetmeyi araştırır. İktidarı şeytanmış gibi, kişinin bütüncül kavrayışını çıkmaza sokan yırtıcı birşeymiş gibi görür. İnsani öz, kendisinden iktidara karşı direnilen, iktidar tarafından kirletilmemiş bir kalkış noktasıdır. Benim savunduğum gibi, burada özne ve iktidar arasında kesin bir Manesçi bölünme ve zıtlık vardır. Bununla birlikte, kişi ve iktidar arasındaki bu ayrımın kendisinin dengesiz olduğunu ve iktidar için duyulan doğal bir arzu tarafından tehdit edildiğini göstermiştim. Bu, güç ilkesidir. Nietzsche ise, iktidar için duyulan bu arzunun - gücü istemenin - hakkaten de doğal olduğunu, ve bu arzunun bastırılmasının insanın üzerinde onu zayıflatan bir sonuç yarattığını, insanı insanın kendisine karşı çevirdiğini ve bir hınç duygusu tavrı ürettiğini savunuyor.


Yine de belki, insanın içinde güce duyduğu bu arzunun tamamiyle doğal düzendeki güç ilişkilerini inkar etmek ya da sönümlendirmek gayesiyle yapılan girişimler yoluyla üretildiği iddia edilebilir. Belki de iktidar, sembolize edilemeyen, bastırılması mümkün olmayan, ve bütüncül bir kimliği biçimlendiren öznenin herhangi bir girişimini aksatarak sembolik düzene takılıp geri dönen yokluk olarak Lacancı Gerçek kavramının içinde görülebilir. Jacques Lacan için: "...gerçek daima aynı yere, düşündüğü sürece öznenin, res cogitans'ın [düşünen şey olan zihnin] onunla karşılaşmadığı yere geri gelen şeydir." Anarşizm, katı bir Manesçi hissiyatın içinde, öznenin kimliğini iktidarın dünyasından tamamıyle ayırmaya çalışıyor. Anarşist özne, görmüş olduğumuz gibi, iktidarın yapay dünyasının diyalektik zıttı olan doğal bir sistemin içinde kuruluyor. Ayrıca şu da var ki; özne, karşılıklı dayanışmanın etik ilişkilerince yönetilen bir doğal sistemin içinde kuruluyor, anarşistler de, Devlet bir kez devrildiğinde onun yerini alacak olan, güç ilişkilerinden kurtulmuş bir toplumu farzedebiliyorlar. Yine de, görmüş olduğumuz gibi, bu iktidardan muaf kalmış dünya, her bireyde potansiyel olarak bulunan iktidarı arzulama tarafından tehlikeye atılıyor. Anarşizm, toplumu iktidar ilişkilerinden daha çok kurtarmaya çalıştıkça, paradoksal bir biçimde kendini iktidara daha çok teslim olmuş vaziyette buluyor. Burada iktidar, iktidarın dünyasını özgürleştirmeye koyulan bütün girişimlere dadanan gerçek olarak geri dönmüştür. İktidarı daha çok bastırmaya çalıştıkça, kafasını inadına inadına kaldırıyor. Böyle oluyor, çünkü iktidarı inkar etme yolundaki girişimler 'doğal' yasaların ve 'doğal' erdemin özcü kavramları aracılığıyla kendileri iktidar kuruyorlar, ya da en azından iktidar ilişkileri tarafından koşullanıyorlar. Özcü kimlikler ve kategoriler, öteki kimliklerin köklü bir dışarıda bırakılması olmadan dayatılamazlar. Bu dışarıda bırakılma, iktidarın bir hareketidir. Şayet iktidar, anarşistlerin yaptığı gibi kökten bir çabayla dışarıda bırakılmaya çalışılırsa, iktidar kendilerini dışarıda bırakan yapıların içinde aynen geri dönecektir.


Nietzsche, gücü inkar eden ve kendini gücün dışında bırakan bu çabanın, bir hınç duygusu tarzı olduğuna inanıyor. Peki anarşizm, kişiye bunca zarar verir ve hayatı inkar eder görünen bu hınç duygusunu nasıl altedebilir? Nietzsche'nin onu ifade ettiği gibi, gücü 'evetleyerek', onu inkar etmektense, gücü olumlulukla onaylayarak. Yalnızca iktidarı onaylayarak, ondan uzaktaki 'doğal' bir dünyadan değil, iktidarla aynı dünyadan geldiğimizi, ve tamamiyle iktidar ilişkilerinden muaf kalamayacağımızı, iktidara karşı direniş stratejileriyle politik olarak ilişkilendirileceğimizi idrak ederek. Bu, tabii ki, anarşizmin silahlarını indirmesi ve Devlet'le, politik otoriteyle kucaklaşması gerektiği anlamına gelmez. Aksine, anarşizm, güce angaje olarak politik tahakküme daha bir etkililikle karşı koyabilir.


Belki de burada, iktidar ilişkileriyle tahakküm ilişkileri arasında ayrıma gitmek uygun olacak. Michel Foucault'nun tanımı kullanılırsa, iktidar "başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunma tarzı"dır. İktidar açıkça, birisinin diğer birisi üzerindeki eylemlerinin sonuçlarıdır. Nietzsche de iktidarı öznesiz bir neticenin koşulları içinde görüyor: "... eylemin arkasında varolan birşey yok, onun sonucu ve ona dair olan: 'eylemi yapan', sonradan bir özne olarak icat ediliyor." İktidar sahip olunabilen bir hammadde değildir, kurumlarda ya da öznelerde bir merkezde toplanamaz. İktidar sadece güç ilişkisidir, farklı aktörler arasında ve hergünki eylemlerimiz boyunca akan kuvvetlerdir. Foucault'ya göre İktidar heryerdedir. İktidar, Devlet benzeri kurumlardan çıkmaz - bilakis o, sosyal şebekenin bütünü boyunca içkindir, çeşitli söylemlerden ve bilgilerden çıkar. Örneğin, anarşistlerin iktidarın suçsuzluğu olarak ve de iktidara karşı savaşımın içindeki silahlar olarak gördüğü akılsal ve ahlaki söylemlerin kendileri, güç ilişkileri tarafından kurulmaktadırlar ve iktidar pratiklerinin içinde harmanlanmaktadırlar: "İktidar ve bilgi doğrudan doğruya birbirlerini imlerler." Bu bağlamda, iktidar baskıcı olmaktan ziyade üretici birşeydir. O yüzden, anarşistlerin yaptığı gibi, iktidarın dışında bir dünya kurmaya çalışmak anlamsız ve ayrıca olanaksızdır. Asla iktidar ilişkilerinden bütünüyle kurtulamayacağız. Foucault'ya göre: "Bana öyle görünüyor ki... asla [iktidarın] dışında olunamaz, içinden sıçrayarak sistemden ayrılmak için sayfanın kenarlarında boş yer yok."


Bununla birlikte, iktidardan asla kurtulamamak, tahakkümden de kurtulunamayacağı anlamına gelmez. Tahakküm, iktidardan aşağıdaki anlamda ayırt edilmelidir. Foucault'ya göre, güç ilişkilerinin serbest ve dengesiz akışı tıkandığı ve donduğu zaman; durum, eşit olmayan hiyerarşiler kurduğunda ve karşılıklı münasebete daha fazla müsaade etmediği vakit, iktidar ilişkileri tahakküm ilişkileri haline gelirler. Bu tahakküm ilişkileri, Devlet benzeri kurumlara yaslanarak şekillenirler. Foucault'ya göre, Devlet yalnızca, bu tarzda donmaya [taşlaşmaya] başlamış farklı güç ilişkilerinin bir oluşumudur. Devlet gibi kurumlara çok değişik bir bakış tarzı bu. Anarşistler, iktidarı Devlet'ten kaynaklanıyormuş gibi görürlerken, Foucault Devlet'i iktidardan kaynaklanıyormuş gibi görüyor. Devlet, başka bir deyişle, yalnızca tahakküm ilişkilerinin içinde billurlaşmış güç ilişkilerinin bir neticesidir.


İktidarla tahakküm arasındaki bu ayrımın sorunu nedir? Bu bizi, toplumun ve hergünki eylemlerimizin iktidar tarafından zulmedilmesine rağmen, ondan ontolojik olarak ayrı kalmış klasik anarşist konuma geri getirmez mi? Diğer bir deyişle, neden tahakkümü bir kez daha 'iktidar' diye adlandırıyoruz ve toplumsal yaşamla iktidar arasındaki eski, klasik, Manesçi ayrıma geri dönüyoruz? Bununla birlikte söz konusu Manesçi ayrıma dair husus, bu temel ayrımın artık olanaksız olduğunu gösteriyor. Tahakküm - Devlet benzeri baskıcı politik kurumlar - artık iktidarla aynı dünyadan geliyorlar. Diğer bir deyişle, toplum ve iktidar arasındaki katı Manesçi ayrım aksıyor. Anarşizm, ve doğrusunu söylemek gerekirse radikal politika, genel olarak, sanki biz, bize zulmeden rejimle suç ortaklığından bir yolunu bulup da kurtulan politik öznelermişiz gibi, böyle bir rahat yanılsamanın içinde kalamaz. Benim kullandığım Foucault'cu iktidar tanımınma göre, hergünki eylemlerimiz aracılığıyla, tahakküm ilişkileriyle hepimiz potansiyel olarak suç ortaklığı içindeyizdir. Kaçınılmaz olarak güçle ilgileri olan hergünki eylemlerimiz, dengesizdirler ve kolaylıkla bizi tahakküm altına alan ilişkilere dönüşebilirler.


Politik özneler olarak bizler asla kendi halimize bırakılmayız ve özcü kimliklerle Manes'çi yapıların berisine - gücün dünyasından kat'i bir ayrılığın berisine saklanamayız. Bilakis, tahakküm olasılığına karşı sürekli tetikte olmalıyız. Foucault: "Benim bakış açım, herşeyin kötü olması değildir; bilakis herşeyin tehlikeli olmasıdır... Şayet herşey tehlikeliyse, o halde bizim daima yapacak birşeyimiz vardır. Şu halde, benim konumum, kayıtsızlığa değil, aşırı ve karamsar bir eylemciliğe yol gösteriyor." der. Tahakküme karşı direnmek için onun risklerine karşı uyanık olmalıyız, hatta bizim kendi eylemlerimizin doğurabilecekleri hakkında da; çünkü politik eylem, görünüşte tahakküme karşıyken kolaylıkla sonraki tahakkümün artmasına yol açabilir. O zaman, tahakkümle mücadele etme ve onun olasılıklarını ve sonuçlarını sınırlama imkanı daima vardır. Foucault'ya göre, tahakkümün kendisi dengesizdir ve kutuplaşmalara ve direnişe sebebiyet verebilir. Devlet gibi oluşumlar, temellendikleri kurumun tersine kolaylıkla dönebilen dengesiz güç ilişkilerinin üzerinde yükselirler. Böylece tahakküme karşı direniş olanağı her daim bakidir. Yine de direniş, hiçbir zaman devrim biçiminde, anarşistlerin savunduğu gibi, iktidarın muazzam bir diyalektik altedilmesi şeklinde olmayabilir. Devlet gibi önde gelen kurumları bir vuruşta lağvetmek, onların temellendiği güç ilişkilerinin çok biçimliliğini ve yayılışını ihmal etmek, bu yüzden yeni yeni kurumların ve tahakküm ilişkilerinin artmasına izin vermek ve Marksizm'le aynı indirgemeci tuzağa düşerek, tahakkümü kapı içeri buyur etmek olacaktır. Ama doğrusu, direniş, iktidarla karşılıklı atışma ve provokasyon üzerinde temellenen, ondan kurtulmaya dair son ümidin dahi kalmadığı, Foucault'nun ıstırapçılık dediği, bir sürekli, stratejik mücadele biçimini almalıdır.


Benim yapmaya çalıştığım gücün bu tanımı, - toplumsal ağ boyunca yayılan dengesiz ve başıboş bir ilişki olarak - iktidarın hınç duygusu olmayan bir kavranışı gibi görülebilir. Tanımım, tam tersinin, yani hınç duygusu hakkındaki Manesçi politikanın altını oyuyor; çünkü iktidar, Devlete ya da bir politik kuruma içrek dışavurulamaz. Bizim için kendimizi onun zıddı olmakla ve ondan öfkemizi çıkarmakla tanımladığımız dış düşman söz konusu olamaz. Benim tanımım, klasik anarşizmin ve Manesçi radikal politik felsefenin merkezinde yer alan özne ve iktidar arasındaki ayrımı kesintiye uğratıyor. Apolloncu insan, hakiki insani özne, Dionysosçu güç tarafından daima rahatsız edilir. Apollon, ışığın tanrısıdır; ama aynı zamanda yanılsamanın da: "bireylere... etraflarında sınırlar çizerek ahenk kazandırmaya çalışır." Dionysos ise, Apolloncu eğilim "biçimi eski Mısır'a özgü bir katılık ve soğukluk içinde taşlaştırmasın" diye, bu "küçük daireler"i zaman zaman yıkan güçtür. Apollon onlarsız yaşamımızı sürdürmenin mümkün olmadığı yanılsamalar yaratıyorsa, Dionysos da maya tülünü parçalar ve 'gerçekliğe' karışmanın yolunu açar.


Devlet benzeri bir dış düşmanın tam karşıtı olmakla politik kimliğini biçimlendirmektense, kendimiz üzerinde çalışmalıyız. Politik özneler olarak bizler, iktidarla olan ilişkimizi dönüştürme yoluyla hınç duygusunu altetmeliyiz. Bu ancak, Nietzsche'ye göre, bengidönüşe içrek yapılabilir. Bengidönüşü onaylamak demek, gerçeğin farkına varmak ve de hakkaten acı yanlarıyla birlikte, hep aynı olan yaşamın sürekli dönüşünü olumlulukla onaylamak demektir. Çünkü o, nihilizmin aktif bir istemesidir, aynı zamanda nihilizmin bir aşılmasıdır da. Muhtemelen aynı şekilde bengidönüş de iktidarı ima edecektir. Gerçeğin farkına varmalı, gücün 'dönüşünü' ve onun daima bizimle birlikte olacağı gerçeğini onaylamalıyız. Hınç duygusunu altetmek için gücü istemeliyiz. Gücü istemeyi, yaratıcı ve de yaşam-koruyucu değerler yaratarak onaylamalıyız. 'Kendini altetme' kavramını kabul etmektir bu. Bu bağlamda, kişinin kendisini altetmesi, bizi sınırlandıran özcü kimliklerin ve kategorilerin altedilmesi demek olacaktır. Foucault'nun gösterdiği gibi, bizleri tahakküm altına alma yöntemlerinin içinde, özsel politik özneler olarak kurulmaktayız. Foucault'nun özneleştirme dediği şey budur. İktidarı reddeden ve tam da karşı çıktığı tahakkümü yeniden onaylayan ve onu yalnızca aksettiren bu mutlak karşı çıkışın Manesçi politikasının içinde, bu iktidarın inkarını üreten özcü kimliklerin arkasına sığınmaktayız. Anarşizm olayında gördüğümüz şey budur. Bu Manesçi mantığı önlemek için, anarşizm, özcü kimlik ve kavramlara daha fazla bel bağlamamalı, ve yerine, gücün bengidönüşünü olumlulukla onaylamalıdır. Korkunç gerçeği farketmek değil, 'mutlak bir olguculuktur' bu, ve tahakküm olanaklarını sınırlandırmayı ve özgürlük için olasılıkları çoğaltmayı amaç edinmiş politik stratejiler tarafından hüviyete büründürülmektedir.


Özcü kimlikler reddedildiğinde geriye ne kalır? Gerçek bir özne olmadan, radikal politikanın ve direnişin herhangi bir özelliğine vakıf olunabilir mi? Bununla birlikte, tam tersi de sorulabilirdi: Temel kimliklerin 'üstesinden gelmeden', Nietzsche'nin terimleriyle, insanın 'üstesinden gelmeden', radikal politika nasıl devam edebilir? Nietzsche bunu şöyle anlatır: "Bugün en çok kaygı çekenler soruyorlar: 'İnsan nasıl korunacak?' Zerdüşt de ilk ve tek kişi olarak soruyor: 'İnsan nasıl altedilecek?'" Ben de diyeceğim ki, şayet anarşizm, özcü kategorilerden sakınsa, kendini farklı ve olası kimliklere açık olmaya vakfedebilse, politik ve etik bir felsefe olarak, bir post-anarşizm olarak daha çok zenginleşecektir. Farklı olmayı ve olasılıklara açıklığı onaylamak, zayıf olanın felsefesi olacağına, güçlü olanın felsefesi olur, kaldı ki Nietzsche bizi tehlikeli yaşamaya, güvencelerin uzağında davranmaya, özleri ve yapıları kırmaya ve kesinsizlikle kucaklaşmaya teşvik ediyor: "Şehirlerinizi Vezüv'ün yamaçlarına kurun! Gemilerinizi gidilmemiş denizlere götürün!" diyor. Tahakküme karşı direnişin politikası, garantilerin olmadığı bir dünyada yerini almalıdır. Farka ve olanağa açık kalmak için, gücün bengidönüşünü doığrulamak için, Nietzsche'nin dediği, üstüninsan ya da İnsanüstü olunmalı. İnsanüstü, altedilmiş insandır --insanın aşılmasıdır: "Tanrı öldü: Üstüninsan yaşasın istiyoruz biz." Nietzsche'nin Üstüninsanı, Gücü ve bengidönüşü neşeyle onaylayarak, nihilizm tarafından sakatlanmış bir insanlığın kefaretini ödeyip günahtan kurtarmak üzre, Tanrı'nın ve insanın yerini alır. Yine de ben, radikal politika için, Üstüninsanın biraz daha yumuşatılmış, daha ironik bir versiyonunu önermekten yanayım. Ernesto Laclau, üstüninsan için, "henüz bizim kültürümüz tarafından yaratılmamış, ama çağımız onun en radikal ve keyif verici olanaklarında canlanacaksa, yaratılması kesinlikle gerekli olan yeni bir tipin bir kahramanı" der.


Belki de anarşizm, daha uzun bir zaman daha tepkisel kalacağına, bunun yerine, değerler yaratan yeni bir "kurtarıcı" felsefe haline gelebilirdi. Mesela, Kropotkin'in belirttiği karşılıklı bakım ve yardım etiği, yeni kollektif eylem ve kimlik biçimlerinin inşa edilmesinde belki de kullanılabilir. Kropotkin, sendikalarda, derneklerde, arkadaş topluluklarında ve kulüplerde dayanışmada temellenen kollektif grupların gelişmesiyle ilgileniyordu. Gördüğümüz gibi, buna temel bir doğal prensibin açılımı olduğu için inanıyordu. Yine de belki bu ortaklaşmacı tepki, onu insan doğasının hakkındaki özcü fikirlerin içine kısıtlamadan geliştirilebilir. Kollektif eylemin onu tasdik eden insanın özü prensibine ihtiyacı yoktur. Daha ziyade, onun kimliğe sağlamış olduğu imkan, --onun farklılığa, tekilliğe, bireyselliğe, ve kollektifliğe açıklığı-- bunun kendisi etiktir. Böylelikle karşılıklı yardımlaşmaya dair anarşist etik, onun özcü kurumlarından alınıp, özcü olmayan, kollektif politik kimliğin oluşturucu açık fikrine verilebilir.


Kollektif eylemin alternatif çerçevesi, mesela, eşitlik ve özgürlük arasındaki ilişkinin yeniden ele alınmasıyla geliştirilebilir. Muazzam saygınlığında anarşizm, eşitliğin ve özgürlüğün birbirlerini sınırladığı ve nihayetinde uzlaşmaz kavramlara dönüştüğü liberal anlaşmayı reddetmiştir. Anarşistler için, eşitlik ve özgürlük ayrılmazcasına bağlanmış itkilerdir ve biri diğeri olmadan düşünülemez. Bakunin için:


Ben yalnızca etrafımdaki bütün insan varlıkları - erkekler de kadınlar da - eşit derecede özgür olduklarında özgürümdür. Başkalarının özgürlüğü benim özgürlüğümü sınırlamaktan veyahut da boşa çıkarmaktan uzakta, aksine benim özgürlüğümün koşulu ve onayıdır. Ben, tam anlamıyla, yalnızca başkalarının özgürlüğünün fazileti sayesinde özgür olurum, etrafımda ne kadar çok özgür insan olursa, onların özgürlüğü daha derin ve daha muazzam ve daha geniş, benim özgürlüğüm de daha derin ve daha büyük olacaktır.


Eşitliğin ve özgürlüğün birbiriyle ilgililiği, bireysel özgürlüğü ve ortaklaşa eşitliği bir diğerini sınırlar gibi görmeye karşı çıkan ve evrensellik adına farklı olmayı ve farklı olmak adına evrenselliği feda etmeyi reddeden yeni bir müşterek değerler sistemi esasında şekillenebilir. Foucault'nun anti-stratejik etiği bu fikrin bir örneği olarak görülebilir. İran devrimi benzeri kollektif hareketleri savunurken Foucault, benimsediği anti-stratejik etiği, "tekil olan birşey meydana geldiğinde ona saygılı olmak; iktidar, evrensel olana karşı davrandığında ise, uzlaşmaz olmak" diye tarif etmişti. Bu anti-stratejik yaklaşım, farklı olan birşeyi horgördüğü takdirde evrenselciliği mahkum eder; kendini evrensel kılmaya çalıştığında da, belirli bir çıkara, ülkeye, partiye bağlılığı mahkum eder. Aynı şekilde, müşterek eyleme dair yeni bir etik, farklı ve tekil olma pahasına olduğunda cemaati, cemaat pahasına olduğunda da farklı olmayı mahkum eder. Foucault'nun yaklaşımı, diyalektik olmayan; buna rağmen aralarında kesin bir olumlu ve yaşam koruyucu uzlaşmazlığı sürdüren bir yolda, bireysel farklılılığın ve ortaklaşa eşitliğin birleştirilmesine izin veren bir yaklaşımdır. Farklı olan diğerlerinin özgürlüğüne tecavüz etmeden, farklı olmaya saygılı olma görüşünü ve de farklı olmanın özgür olmasında bir eşitlik olmasını anlatır. Post-anarşist kollektif eylem, başka kelimelerle ifade edecek olursak, cemaat içindeki özerkliğe, farklı olmaya ve açıklığa saygı duymanın ve de onların farkında olmanın bir gönüllülüğüne dayanacaktır.


Ayrıca belki de farklı olmanın kısıtlanmadığı bir politik cemaat ya da ortak kimlik biçimi tasavvur edilebilir. Cemaate dair soru, anarşizmi de kapsayacak şekilde, radikal politikanın merkezindedir. En azından cemaati soru edinmeden, kollektif eylem hakkında konuşulamaz. Nietzsche için cemaat hakkındaki en modern uç eğilimler, 'sürü' zihniyetinin bir beirtisiydi. Yine de, Nietzsche'nin güce ilişkin kendi konseptinden cemaate dair hınç duygusuz bir kavram teşkil etmek imkan dahilindedir. Reaktif[tepkisel] güç, görmüş olduğumuz gibi, kendisini onun karşıtı olmakla tanımlamak ve ona göre davranmak için bir dış düşmanın varlığına gereksinim duyarken, insanın içinde gücün yükseltilmişlik duygusunu üreten aktif güç, Nietzsche için, kişinin güçlerinin ve kabiliyetlerinin içgüdüsel boşalmasıdır. Belki de, aktif güce dayanan bir cemaat biçimi kurgulanabilir. Nietzsche için gücün bu yükseltilmişlik hissi, yardım etmekten ve başkalarına karşı yardımsever olmaktan, ötekilerin güçlü olma hissini arttırmaktan tedarik edilebilir. Tıpkı karşılıklı yardımlaşma etiği gibi, gücü isteme üzerinde temellenmiş bir cemaat, onları tahakküm altına almadan ve farklı olmayı inkar etmeden, yardımlaşmayı ve insanlar için kaygılanmayı gerektiren bir dizi özneler arası ilişkiden oluşabilir. Bu farklı olmaya açıklık ve kendini dönüştürme ve kaygı duyma etiği, postanarşist demokratik topluluğu tanımlayan kavramlar olabilirler. Postanarşist demokratik cemaat, aktif gücün bir cemaati, 'köle olanlar'dan ziyade 'efendi olanlar'ın bir cemaati olacaktır. Kendisini altetmeye çabalayan, sürekli olarak kendini dönüştüren ve onu kendisi kılan gücünün bilgisinden zevk alan bir cemaat olacaktır.


Şu durumda postanarşizm, klasik anarşizmi koşullandıran ve kısıtlayan özcü garantileri ve Manesçi yapıları barındırmayan, tahakküme karşı bir dizi politiko-etik strateji olarak görülebilir. Postanarşizm, değerlere ve kimliklere dair olanakları dillendirecek, gücü istemeyi inkar etmeden onu kendisinin kılarak onaylayacaktır. Diğer bir deyişle, postanarşizm hınç duygusuz bir anarşizm olacaktır.


Saul Newman

6 Aralık 2010 Pazartesi

Anarşizm ve Hınç Politikası II

Manesçilik

Yine de anarşizmin, Hobbesçulukla birlikte, kökenlerini Aydınlanma'ya borçlu olan bir topluluk ortaya koyması anlamında, Hobbesçuluğun bir yansıması olduğu iddia edilebilir. Her ikisi de bir bütünlüğe ve ortaklığa, toplumun etrafında örgütlenebildiği bir meşru noktaya ihtiyaç olduğunu vurgularlar. Anarşistler, toplumdan ve insan öznelliğinden dem vuran, ve Devlet tarafından engellenen, doğal yasanın içindeki bu kalkış noktasını görürler. Hobbes ise, bu kalkış noktasını bir namevcudiyetlik, Devlet tarafından doldurulması gereken boş bir yer olarak görür. Hobbes'un düşüncesi Devlet paradigmasının içinde kendini ele veriyor. Devlet, dışında doğa durumunun tehlikelerinin bulunduğu kesin kavramsal sınırdır. Sosyal sözleşmeye dayanan politik teoriler, Devlet olmazsa doğa durumuna geri dönüleceği tehdidi tarafından gündeme getirilirler. Anarşizm de radikal olarak farklı bir toplum ve insan doğası mefhumundan feyz aldığı için bu ikilemi aşabilmeyi talep eder. Ama becerebilir mi?


Anarşizm, Manesçi bir politik mantığa içre vazife görür: Toplum ve Devlet arasında, insanlık ve iktidar arasında temel, ahlaki bir zıtlık yaratır. Doğanın koyduğu yasa, şemasal olarak, yapay olarak kurulmuş olan iktidarın zıddıdır; İnsan öznelliğine içkin olan fazilet ve ussallık, Devlet'in ahlaksızlığı ve akıldışılığı ile çekişmeye koyulur. Özsel insan öznelliği tarafından kurulan, anarşizmin bozulmamış kalkış noktası ile Devlet iktidarı arasında temel bir antitez vardır. İki kavram arasında kesin bir zıtlık teşkil eden bu mantık --iyi ve kötü, siyah ve beyaz, insanlık ve Devlet-- Manesçi tahayyülün merkezi yaratımıdır. Jacques Donzelot, salt zıtlığa dayalı bu mantığın, radikal politik teoriye özgü olduğunu ileri sürer:


Politik kültür, aynı zamanda, iki öz arasındaki bir uzlaşmazlığın sistematik takibidir; gerçekliğin kolayca karşıt konumlara yerleştirilirilen iki ilkesi, iki seviyesi arasına bir sınır çeken çizginin kopyasıdır. Manesçi olmayan politik kültür yoktur.


Ayrıyeten anarşizm, bu mantığı paylaşırken ve de [Marksizmin ekonomiyi öyle yaptığı yerde] iktidarı kendi analizine odak yaparken, belki de Marksizmle aynı indirgemeci tuzağa düşmüştür. Devletle ekonomi, diğer kötülüklerin kendisinden türediği, toplumdaki temel kötülük olarak açıkça yer değiştirmediler mi? Donzelot'nun ileri sürdüğü gibi:


Dünya üzerindeki kötülüğün tek kaynağı kapitalizm değil ki, sermayeyle emek arasındaki, Devlet'le sivil toplum arasındaki karşıtlığın yerine alelacele sermaye koyulsun. Sermaye, bir günah keçisi olarak, uçsuz bucaksız büyümesiyle sosyal yaşamı 'sadakaya muhtaç hale getiren', şu soğuk canavarın, Devlet'in yerine geçer; ve proletarya sivil topluma evrilir, yani Devlet'in kör aklına direnme marifeti olan herşeye, alışkanlıkların standardında ona karşı çıkan herşeye, daha da fazlasına, toplumun kıyısında köşesinde kalmış şeylerin içinde bile bir çaba gösteren ve tarihin motorunu ilerleten, kendi kendine yeten bir topluma evrilir.


Marksizmin kapitalizmle proletaryayı zıtlaştırmasıyla aynı biçimde, Devlet'le kendi kendine yeten toplumu kutuplaştırması, anarşizmin Marksizme bağlı geleneksel politik kategorileri aşmada yetersiz kaldığını gösteriyor. Donzelot'nun ileri sürdüğü gibi, Manesçilik, bütün bu teorileri şişe geçiren zihniyettir: Onların aracılığıyla ve onları sınırlayan gizli eğilimdir. İmha edecek bir düşman ve onları imha edecek bir özne olduğu sürece; son savaşa ve nihai zafere dair bir vaat olduğu sürece, hedefin Devlet mi yoksa sermaye mi olduğu önemli değildir. Manesçi mantık, bu yüzden, bulunulan konuma dair bir mantıktır: İktidarın gerçek bir yeri ve direnişin temel bir mekanı olmalıdır. Anarşizmin her yerine yayılmış olan bu ikili, diyalektik mantık: İktidarın mekanı olan Devlet, özsel insani özne tarafından, direnişin has öznesi tarafından altedilmelidir. Burada anarşizm, tam da karşı çıktığı iktidarı 'temellendiriyor'.


Dolayısıyla Manesçi mantık, böylelikle, tersine akseden bir işleyişi gerektiriyor: Direnişin mekanı, tersine, iktidarın bulunduğu yerin bir yansımasıdır. Devlet temel olarak ahlaksız ve akıl dışı iken, anarşizmin durumunda insan öznelliği temel olarak ahlaklı ve akla yatkındır. Tam da Devlet'in varlığında esas olanın devrimci özne olması gibi, devrimci öznenin varlığında esas olan da Devlet'tir. Bunların her biri kendini ötekinin zıttı olmakla tanımlar. Devrimci kimliğin saflığı yalnızca, politik iktidarın kirlenmişliğinin zıttı olmakla tanımlanır. Devlet'e karşı isyan, daima Devlet tarafından desteklenir. Bakunin'in ileri sürdüğü gibi: "Devlet'in doğasında isyanı tetikleyen birşey vardır." Devlet ve devrimci özne arasındaki ilişki, açık olarak zıtlaşmayla tanımlanan bir şeydir, iki uzlaşmaz şey, bu ilişkinin dışında varolamazlar. Onlar, diğer bir deyişle, bir diğeri olmadan varolamazlar.


Yansıma ve zıtlaşma arasındaki bu paradoksal ilişki, Nietzsche'ci anlamda, hınç duygusunun bir biçimi olarak görülebilir mi? Benim burada savunduğum, anarşizmde bulunan insani özne ve politik iktidar arasındaki zıtlığa dair Manesçi bağlantının, bütün farklılıklarına rağmen, yukarıda tarif edilen hınç duygusu mantığına riayet ettiğidir. İki sebepten böyle. Birincisi, gördüğümüz gibi, hınç duygusu, güçlülüğe karşı güçsüzlüğün ahlaki önyargısı üzerinde, 'efendi olan'a karşı 'köle olanın' isyanı üzerinde temelleniyor. Politik iktidarın aslında 'ahlaksız' ve 'akıldışı' olan niteliğiyle, insani öznenin aslında ahlaklı ve akla uygun olmasını yarıştıran bu ahlakı, iktidarla zıtlaşan anarşist söylemin içinde açıkça görebiliyoruz. Doğal olanın otoritenin yapay olarak kurulmuş olan otoriteyle zıtlaşması bunun delilidir. İkincisi, hınç duygusu, kişinin kendisini dışarıya ve bir dış düşmana doğru karşıtlık içinde bakarak tanımlaması şeklindeki temel ihtiyaç tarafından nitelendirilir. Ama burada anarşizmle yapılan bu karşılaştırma böyle kestirip atılamaz. Mesela, anarşist öznelliğin ve etiğin, ve de karşılıklı yardım ve dayanışma kavramının politik iktidardan bağımsız olarak gelişen, bu yüzden de, kendini tanımlamak için Devletle bir karşıtlık ilişkisine ihtiyaç duymayan bir şey olduğu gayet tabii düşünülebilir. Anarşist öznelliğin, politik iktidarın 'yapay' olarak kurulmuş sisteminin tamamen dışındaki bir 'doğal' sistemin içinde gelişmesine rağmen, hınç duygusunun bu köklü dışardalık ihtiyacı aracılığıyla meydana çıktığını ileri süreceğim. Anarşizm, insan türünün 'hayvan-benzeri' bir durumdan meydana gelmesine ve doğal bir sistemin içinde insanın kendi özünde olan ahlakı ve akılsal yetileri geliştirmeye başlamasına dayanarak, diyalektik bir mantığı paylaşır. Özne ise bu gelişmeyi Devlet'in 'akıldışı', 'ahlaksız' iktidarı tarafından engellenmiş olarak bulur. Bu yüzden özne, Devlet'in zulmüne maruz kaldığı sürece kendi bütüncül insan kimliğini kuramaz. Bunun sebebi, Bakunin için: "Devlet, insanlığın en pervasız reddidir." Öznenin kendisini gerçekleştirmesi, Devlet tarafından daima çıkmaza sokulur, baştan savılır ve ertelenir. İnsanın ve Devlet'in bu diyalektiği, öznenin kimliğinin yalnızca temel yetilerin ve niteliklerin Devlet tarafından engellendiği müddetçe, aslında akla uygun ve ahlaki olarak nitelendirilebileceği hissini verir. Anarşistler tarafından insanın gerçek kimliğinin önünde bir engel olarak görülen Devlet, paradoksal olarak, aynı zamanda bu tamamlanmamış kimliğin biçimlendirilmesinde temeldir. Bu aptallaştırıcı baskı olmadan, anarşist özne kendini ahlaklı ve akla yatkın olarak göremez. Onun kimliği böylece, tamamlanmamışlığının içinde tamamlanmıştır. Politik iktidarın varlığı, o yüzden, bu namevcut tamlığın kurulmasının bir aracıdır. O halde, anarşizmin özneyi yalnızca ahlaksızlığa ve akıl dışılığa karşıtlığında, ahlaklı ve akla uygun olarak yerleştirebildiğini ileri süreceğim. Aynı şekilde, 'köle'nin kimliği, kendini, fena olan efendinin kimliğiyle kendini zıtlaştırması sayesinde iyi olarak pekiştirilir. Nietzsche, bunun içinde, kendini mükemmel olarak lanse eden hınç duygusunun bir tavrını süzüyor.


Anarşist söylemde yer alan Manesçilik, Nietzsche için, zayıflığa ve hastalığa dair bir pozisyondan kaynaklanan, gayet sağlıksız bir bakış olan hınç duygusunun mantığıdır. Anarşist felsefedeki devrimci kimlik, onun iktidara olan temelli karşıtlığı aracılığıyla oluşturulur. Tıpkı Nietzsche'nin reaktif insanı gibi, devrimci kimlik de iktidar tarafından bozulmamış olmak iddiasındadır: İnsani öz, iktidarın ahlaksız olduğu yerde ahlaklı, yapay olarak kurulduğu yerde doğal, bozulmuş olduğu yerde saf olarak görülür. Çünkü bu öznellik, yapay olarak kurulmuş yasaya zıtlığında, doğal bir yasa sisteminin içinde oluşturulur. İktidar tarafından ezilirken, iktidarın dışında kalıyor ve onun tarafından kirletilmiyor. Ama öyle mi?


Bakunin iktidar prensibinden bahsederken bunun hakkında kuşku dolu laflar eder. Bakunin, iktidara duyulan doğal arzunun her insan tekinin özünde olduğuna inanır: "Her insan, iktidarı şehvetle arzulamanın tohumlarını kendi içinde taşır, ve her tohum, bizim bildiğimiz üzre, yaşamın temel bir yasası gereği, zorunlu olarak gelişmeli ve büyümelidir." İktidar prensibi demek, insan iktidar açısından güvenilmezdir, insan özneliğinin bağrında iktidara duyulan bu arzu daima olacaktır, demektir. Bakunin iktidara özgü ayartıcı tehlike hakkında başkalarını uyarmak niyetindeyken, belki de bilmeden anarşist söylemin bağrında yatan gizil çelişkiyi ortaya koymuştu, yani şu: anarşizm kendini iktidar tarafından kirlenmemiş hakiki bir insan özneliğine dair bir kavram üzerinde temellendirirken, bu öznellik en nihayetinde imkansızdır. Saf devrimci kimlik, iktidara duyulan 'doğal' bir arzu, her insan tekinin yüreğindeki gereksinim tarafından paramparça edilir, yıkılır. Bakunin, iktidara duyulan bu arzunun, insan olarak özne olmanın temel bir parçası olduğunu ileri sürer. Bakunin'in iktidar prensibi'nde saklı olan anlam, belki de öznenin daima iktidarı arzulayacağı, ve öznenin iktidarı elde edene kadar eksik kalacağıdır. Kropotkin de iktidara ve otoriteye duyulan arzudan bahseder. Modern Devlet'in doğuşunun "insanların otoriteye aşık olur hale geldikleri" gerçeğine kısmen de olsa bağlanabileceğini savunur. Daha sonra, iktidarın tamamiyle üstten uygulanan birşey olmadığını belirtir. Kanuna ve otoriteye gönüllü kulluktan bahseder: "İnsan, askeri kaba kuvvet yolundan ziyade, 'yasaya göre cezalandırmak' arzusu tarafından köleleştiriliyor." "Yasaya göre cezalandırma" arzusu, doğrudan doğruya insanlık faziletinin doğal duygusundan mı kaynaklanıyor? Eğer durum buysa, insanın özü, yine de iktidar tarafından bozulmamış olarak görülebilir mi? Anarşizmin öznelik kavramı bu çelişki tarafından bütünüyle çökertilmese de, yine de onun tarafından istikrarsızlaştırılıyor, ne idüğü belirsizleştiriliyor ve de eksik bırakılıyor. Anarşizmin iktidara karşı yapılan bir insanlık devrimi şeklindeki özelliğini soru edinmeye gark oluyoruz: Eğer ki insanlar iktidar için temel bir arzuya sahiplerse, o zaman, iktidarı yıkmayı amaçlayan bir devrimin, iktidarı ele geçirmeye dönmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz?


Saul Newman