Manesçilik
Yine de anarşizmin, Hobbesçulukla birlikte, kökenlerini Aydınlanma'ya borçlu olan bir topluluk ortaya koyması anlamında, Hobbesçuluğun bir yansıması olduğu iddia edilebilir. Her ikisi de bir bütünlüğe ve ortaklığa, toplumun etrafında örgütlenebildiği bir meşru noktaya ihtiyaç olduğunu vurgularlar. Anarşistler, toplumdan ve insan öznelliğinden dem vuran, ve Devlet tarafından engellenen, doğal yasanın içindeki bu kalkış noktasını görürler. Hobbes ise, bu kalkış noktasını bir namevcudiyetlik, Devlet tarafından doldurulması gereken boş bir yer olarak görür. Hobbes'un düşüncesi Devlet paradigmasının içinde kendini ele veriyor. Devlet, dışında doğa durumunun tehlikelerinin bulunduğu kesin kavramsal sınırdır. Sosyal sözleşmeye dayanan politik teoriler, Devlet olmazsa doğa durumuna geri dönüleceği tehdidi tarafından gündeme getirilirler. Anarşizm de radikal olarak farklı bir toplum ve insan doğası mefhumundan feyz aldığı için bu ikilemi aşabilmeyi talep eder. Ama becerebilir mi?
Anarşizm, Manesçi bir politik mantığa içre vazife görür: Toplum ve Devlet arasında, insanlık ve iktidar arasında temel, ahlaki bir zıtlık yaratır. Doğanın koyduğu yasa, şemasal olarak, yapay olarak kurulmuş olan iktidarın zıddıdır; İnsan öznelliğine içkin olan fazilet ve ussallık, Devlet'in ahlaksızlığı ve akıldışılığı ile çekişmeye koyulur. Özsel insan öznelliği tarafından kurulan, anarşizmin bozulmamış kalkış noktası ile Devlet iktidarı arasında temel bir antitez vardır. İki kavram arasında kesin bir zıtlık teşkil eden bu mantık --iyi ve kötü, siyah ve beyaz, insanlık ve Devlet-- Manesçi tahayyülün merkezi yaratımıdır. Jacques Donzelot, salt zıtlığa dayalı bu mantığın, radikal politik teoriye özgü olduğunu ileri sürer:
Politik kültür, aynı zamanda, iki öz arasındaki bir uzlaşmazlığın sistematik takibidir; gerçekliğin kolayca karşıt konumlara yerleştirilirilen iki ilkesi, iki seviyesi arasına bir sınır çeken çizginin kopyasıdır. Manesçi olmayan politik kültür yoktur.
Ayrıyeten anarşizm, bu mantığı paylaşırken ve de [Marksizmin ekonomiyi öyle yaptığı yerde] iktidarı kendi analizine odak yaparken, belki de Marksizmle aynı indirgemeci tuzağa düşmüştür. Devletle ekonomi, diğer kötülüklerin kendisinden türediği, toplumdaki temel kötülük olarak açıkça yer değiştirmediler mi? Donzelot'nun ileri sürdüğü gibi:
Dünya üzerindeki kötülüğün tek kaynağı kapitalizm değil ki, sermayeyle emek arasındaki, Devlet'le sivil toplum arasındaki karşıtlığın yerine alelacele sermaye koyulsun. Sermaye, bir günah keçisi olarak, uçsuz bucaksız büyümesiyle sosyal yaşamı 'sadakaya muhtaç hale getiren', şu soğuk canavarın, Devlet'in yerine geçer; ve proletarya sivil topluma evrilir, yani Devlet'in kör aklına direnme marifeti olan herşeye, alışkanlıkların standardında ona karşı çıkan herşeye, daha da fazlasına, toplumun kıyısında köşesinde kalmış şeylerin içinde bile bir çaba gösteren ve tarihin motorunu ilerleten, kendi kendine yeten bir topluma evrilir.
Marksizmin kapitalizmle proletaryayı zıtlaştırmasıyla aynı biçimde, Devlet'le kendi kendine yeten toplumu kutuplaştırması, anarşizmin Marksizme bağlı geleneksel politik kategorileri aşmada yetersiz kaldığını gösteriyor. Donzelot'nun ileri sürdüğü gibi, Manesçilik, bütün bu teorileri şişe geçiren zihniyettir: Onların aracılığıyla ve onları sınırlayan gizli eğilimdir. İmha edecek bir düşman ve onları imha edecek bir özne olduğu sürece; son savaşa ve nihai zafere dair bir vaat olduğu sürece, hedefin Devlet mi yoksa sermaye mi olduğu önemli değildir. Manesçi mantık, bu yüzden, bulunulan konuma dair bir mantıktır: İktidarın gerçek bir yeri ve direnişin temel bir mekanı olmalıdır. Anarşizmin her yerine yayılmış olan bu ikili, diyalektik mantık: İktidarın mekanı olan Devlet, özsel insani özne tarafından, direnişin has öznesi tarafından altedilmelidir. Burada anarşizm, tam da karşı çıktığı iktidarı 'temellendiriyor'.
Dolayısıyla Manesçi mantık, böylelikle, tersine akseden bir işleyişi gerektiriyor: Direnişin mekanı, tersine, iktidarın bulunduğu yerin bir yansımasıdır. Devlet temel olarak ahlaksız ve akıl dışı iken, anarşizmin durumunda insan öznelliği temel olarak ahlaklı ve akla yatkındır. Tam da Devlet'in varlığında esas olanın devrimci özne olması gibi, devrimci öznenin varlığında esas olan da Devlet'tir. Bunların her biri kendini ötekinin zıttı olmakla tanımlar. Devrimci kimliğin saflığı yalnızca, politik iktidarın kirlenmişliğinin zıttı olmakla tanımlanır. Devlet'e karşı isyan, daima Devlet tarafından desteklenir. Bakunin'in ileri sürdüğü gibi: "Devlet'in doğasında isyanı tetikleyen birşey vardır." Devlet ve devrimci özne arasındaki ilişki, açık olarak zıtlaşmayla tanımlanan bir şeydir, iki uzlaşmaz şey, bu ilişkinin dışında varolamazlar. Onlar, diğer bir deyişle, bir diğeri olmadan varolamazlar.
Yansıma ve zıtlaşma arasındaki bu paradoksal ilişki, Nietzsche'ci anlamda, hınç duygusunun bir biçimi olarak görülebilir mi? Benim burada savunduğum, anarşizmde bulunan insani özne ve politik iktidar arasındaki zıtlığa dair Manesçi bağlantının, bütün farklılıklarına rağmen, yukarıda tarif edilen hınç duygusu mantığına riayet ettiğidir. İki sebepten böyle. Birincisi, gördüğümüz gibi, hınç duygusu, güçlülüğe karşı güçsüzlüğün ahlaki önyargısı üzerinde, 'efendi olan'a karşı 'köle olanın' isyanı üzerinde temelleniyor. Politik iktidarın aslında 'ahlaksız' ve 'akıldışı' olan niteliğiyle, insani öznenin aslında ahlaklı ve akla uygun olmasını yarıştıran bu ahlakı, iktidarla zıtlaşan anarşist söylemin içinde açıkça görebiliyoruz. Doğal olanın otoritenin yapay olarak kurulmuş olan otoriteyle zıtlaşması bunun delilidir. İkincisi, hınç duygusu, kişinin kendisini dışarıya ve bir dış düşmana doğru karşıtlık içinde bakarak tanımlaması şeklindeki temel ihtiyaç tarafından nitelendirilir. Ama burada anarşizmle yapılan bu karşılaştırma böyle kestirip atılamaz. Mesela, anarşist öznelliğin ve etiğin, ve de karşılıklı yardım ve dayanışma kavramının politik iktidardan bağımsız olarak gelişen, bu yüzden de, kendini tanımlamak için Devletle bir karşıtlık ilişkisine ihtiyaç duymayan bir şey olduğu gayet tabii düşünülebilir. Anarşist öznelliğin, politik iktidarın 'yapay' olarak kurulmuş sisteminin tamamen dışındaki bir 'doğal' sistemin içinde gelişmesine rağmen, hınç duygusunun bu köklü dışardalık ihtiyacı aracılığıyla meydana çıktığını ileri süreceğim. Anarşizm, insan türünün 'hayvan-benzeri' bir durumdan meydana gelmesine ve doğal bir sistemin içinde insanın kendi özünde olan ahlakı ve akılsal yetileri geliştirmeye başlamasına dayanarak, diyalektik bir mantığı paylaşır. Özne ise bu gelişmeyi Devlet'in 'akıldışı', 'ahlaksız' iktidarı tarafından engellenmiş olarak bulur. Bu yüzden özne, Devlet'in zulmüne maruz kaldığı sürece kendi bütüncül insan kimliğini kuramaz. Bunun sebebi, Bakunin için: "Devlet, insanlığın en pervasız reddidir." Öznenin kendisini gerçekleştirmesi, Devlet tarafından daima çıkmaza sokulur, baştan savılır ve ertelenir. İnsanın ve Devlet'in bu diyalektiği, öznenin kimliğinin yalnızca temel yetilerin ve niteliklerin Devlet tarafından engellendiği müddetçe, aslında akla uygun ve ahlaki olarak nitelendirilebileceği hissini verir. Anarşistler tarafından insanın gerçek kimliğinin önünde bir engel olarak görülen Devlet, paradoksal olarak, aynı zamanda bu tamamlanmamış kimliğin biçimlendirilmesinde temeldir. Bu aptallaştırıcı baskı olmadan, anarşist özne kendini ahlaklı ve akla yatkın olarak göremez. Onun kimliği böylece, tamamlanmamışlığının içinde tamamlanmıştır. Politik iktidarın varlığı, o yüzden, bu namevcut tamlığın kurulmasının bir aracıdır. O halde, anarşizmin özneyi yalnızca ahlaksızlığa ve akıl dışılığa karşıtlığında, ahlaklı ve akla uygun olarak yerleştirebildiğini ileri süreceğim. Aynı şekilde, 'köle'nin kimliği, kendini, fena olan efendinin kimliğiyle kendini zıtlaştırması sayesinde iyi olarak pekiştirilir. Nietzsche, bunun içinde, kendini mükemmel olarak lanse eden hınç duygusunun bir tavrını süzüyor.
Anarşist söylemde yer alan Manesçilik, Nietzsche için, zayıflığa ve hastalığa dair bir pozisyondan kaynaklanan, gayet sağlıksız bir bakış olan hınç duygusunun mantığıdır. Anarşist felsefedeki devrimci kimlik, onun iktidara olan temelli karşıtlığı aracılığıyla oluşturulur. Tıpkı Nietzsche'nin reaktif insanı gibi, devrimci kimlik de iktidar tarafından bozulmamış olmak iddiasındadır: İnsani öz, iktidarın ahlaksız olduğu yerde ahlaklı, yapay olarak kurulduğu yerde doğal, bozulmuş olduğu yerde saf olarak görülür. Çünkü bu öznellik, yapay olarak kurulmuş yasaya zıtlığında, doğal bir yasa sisteminin içinde oluşturulur. İktidar tarafından ezilirken, iktidarın dışında kalıyor ve onun tarafından kirletilmiyor. Ama öyle mi?
Bakunin iktidar prensibinden bahsederken bunun hakkında kuşku dolu laflar eder. Bakunin, iktidara duyulan doğal arzunun her insan tekinin özünde olduğuna inanır: "Her insan, iktidarı şehvetle arzulamanın tohumlarını kendi içinde taşır, ve her tohum, bizim bildiğimiz üzre, yaşamın temel bir yasası gereği, zorunlu olarak gelişmeli ve büyümelidir." İktidar prensibi demek, insan iktidar açısından güvenilmezdir, insan özneliğinin bağrında iktidara duyulan bu arzu daima olacaktır, demektir. Bakunin iktidara özgü ayartıcı tehlike hakkında başkalarını uyarmak niyetindeyken, belki de bilmeden anarşist söylemin bağrında yatan gizil çelişkiyi ortaya koymuştu, yani şu: anarşizm kendini iktidar tarafından kirlenmemiş hakiki bir insan özneliğine dair bir kavram üzerinde temellendirirken, bu öznellik en nihayetinde imkansızdır. Saf devrimci kimlik, iktidara duyulan 'doğal' bir arzu, her insan tekinin yüreğindeki gereksinim tarafından paramparça edilir, yıkılır. Bakunin, iktidara duyulan bu arzunun, insan olarak özne olmanın temel bir parçası olduğunu ileri sürer. Bakunin'in iktidar prensibi'nde saklı olan anlam, belki de öznenin daima iktidarı arzulayacağı, ve öznenin iktidarı elde edene kadar eksik kalacağıdır. Kropotkin de iktidara ve otoriteye duyulan arzudan bahseder. Modern Devlet'in doğuşunun "insanların otoriteye aşık olur hale geldikleri" gerçeğine kısmen de olsa bağlanabileceğini savunur. Daha sonra, iktidarın tamamiyle üstten uygulanan birşey olmadığını belirtir. Kanuna ve otoriteye gönüllü kulluktan bahseder: "İnsan, askeri kaba kuvvet yolundan ziyade, 'yasaya göre cezalandırmak' arzusu tarafından köleleştiriliyor." "Yasaya göre cezalandırma" arzusu, doğrudan doğruya insanlık faziletinin doğal duygusundan mı kaynaklanıyor? Eğer durum buysa, insanın özü, yine de iktidar tarafından bozulmamış olarak görülebilir mi? Anarşizmin öznelik kavramı bu çelişki tarafından bütünüyle çökertilmese de, yine de onun tarafından istikrarsızlaştırılıyor, ne idüğü belirsizleştiriliyor ve de eksik bırakılıyor. Anarşizmin iktidara karşı yapılan bir insanlık devrimi şeklindeki özelliğini soru edinmeye gark oluyoruz: Eğer ki insanlar iktidar için temel bir arzuya sahiplerse, o zaman, iktidarı yıkmayı amaçlayan bir devrimin, iktidarı ele geçirmeye dönmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz?
Saul Newman
Yine de anarşizmin, Hobbesçulukla birlikte, kökenlerini Aydınlanma'ya borçlu olan bir topluluk ortaya koyması anlamında, Hobbesçuluğun bir yansıması olduğu iddia edilebilir. Her ikisi de bir bütünlüğe ve ortaklığa, toplumun etrafında örgütlenebildiği bir meşru noktaya ihtiyaç olduğunu vurgularlar. Anarşistler, toplumdan ve insan öznelliğinden dem vuran, ve Devlet tarafından engellenen, doğal yasanın içindeki bu kalkış noktasını görürler. Hobbes ise, bu kalkış noktasını bir namevcudiyetlik, Devlet tarafından doldurulması gereken boş bir yer olarak görür. Hobbes'un düşüncesi Devlet paradigmasının içinde kendini ele veriyor. Devlet, dışında doğa durumunun tehlikelerinin bulunduğu kesin kavramsal sınırdır. Sosyal sözleşmeye dayanan politik teoriler, Devlet olmazsa doğa durumuna geri dönüleceği tehdidi tarafından gündeme getirilirler. Anarşizm de radikal olarak farklı bir toplum ve insan doğası mefhumundan feyz aldığı için bu ikilemi aşabilmeyi talep eder. Ama becerebilir mi?
Anarşizm, Manesçi bir politik mantığa içre vazife görür: Toplum ve Devlet arasında, insanlık ve iktidar arasında temel, ahlaki bir zıtlık yaratır. Doğanın koyduğu yasa, şemasal olarak, yapay olarak kurulmuş olan iktidarın zıddıdır; İnsan öznelliğine içkin olan fazilet ve ussallık, Devlet'in ahlaksızlığı ve akıldışılığı ile çekişmeye koyulur. Özsel insan öznelliği tarafından kurulan, anarşizmin bozulmamış kalkış noktası ile Devlet iktidarı arasında temel bir antitez vardır. İki kavram arasında kesin bir zıtlık teşkil eden bu mantık --iyi ve kötü, siyah ve beyaz, insanlık ve Devlet-- Manesçi tahayyülün merkezi yaratımıdır. Jacques Donzelot, salt zıtlığa dayalı bu mantığın, radikal politik teoriye özgü olduğunu ileri sürer:
Politik kültür, aynı zamanda, iki öz arasındaki bir uzlaşmazlığın sistematik takibidir; gerçekliğin kolayca karşıt konumlara yerleştirilirilen iki ilkesi, iki seviyesi arasına bir sınır çeken çizginin kopyasıdır. Manesçi olmayan politik kültür yoktur.
Ayrıyeten anarşizm, bu mantığı paylaşırken ve de [Marksizmin ekonomiyi öyle yaptığı yerde] iktidarı kendi analizine odak yaparken, belki de Marksizmle aynı indirgemeci tuzağa düşmüştür. Devletle ekonomi, diğer kötülüklerin kendisinden türediği, toplumdaki temel kötülük olarak açıkça yer değiştirmediler mi? Donzelot'nun ileri sürdüğü gibi:
Dünya üzerindeki kötülüğün tek kaynağı kapitalizm değil ki, sermayeyle emek arasındaki, Devlet'le sivil toplum arasındaki karşıtlığın yerine alelacele sermaye koyulsun. Sermaye, bir günah keçisi olarak, uçsuz bucaksız büyümesiyle sosyal yaşamı 'sadakaya muhtaç hale getiren', şu soğuk canavarın, Devlet'in yerine geçer; ve proletarya sivil topluma evrilir, yani Devlet'in kör aklına direnme marifeti olan herşeye, alışkanlıkların standardında ona karşı çıkan herşeye, daha da fazlasına, toplumun kıyısında köşesinde kalmış şeylerin içinde bile bir çaba gösteren ve tarihin motorunu ilerleten, kendi kendine yeten bir topluma evrilir.
Marksizmin kapitalizmle proletaryayı zıtlaştırmasıyla aynı biçimde, Devlet'le kendi kendine yeten toplumu kutuplaştırması, anarşizmin Marksizme bağlı geleneksel politik kategorileri aşmada yetersiz kaldığını gösteriyor. Donzelot'nun ileri sürdüğü gibi, Manesçilik, bütün bu teorileri şişe geçiren zihniyettir: Onların aracılığıyla ve onları sınırlayan gizli eğilimdir. İmha edecek bir düşman ve onları imha edecek bir özne olduğu sürece; son savaşa ve nihai zafere dair bir vaat olduğu sürece, hedefin Devlet mi yoksa sermaye mi olduğu önemli değildir. Manesçi mantık, bu yüzden, bulunulan konuma dair bir mantıktır: İktidarın gerçek bir yeri ve direnişin temel bir mekanı olmalıdır. Anarşizmin her yerine yayılmış olan bu ikili, diyalektik mantık: İktidarın mekanı olan Devlet, özsel insani özne tarafından, direnişin has öznesi tarafından altedilmelidir. Burada anarşizm, tam da karşı çıktığı iktidarı 'temellendiriyor'.
Dolayısıyla Manesçi mantık, böylelikle, tersine akseden bir işleyişi gerektiriyor: Direnişin mekanı, tersine, iktidarın bulunduğu yerin bir yansımasıdır. Devlet temel olarak ahlaksız ve akıl dışı iken, anarşizmin durumunda insan öznelliği temel olarak ahlaklı ve akla yatkındır. Tam da Devlet'in varlığında esas olanın devrimci özne olması gibi, devrimci öznenin varlığında esas olan da Devlet'tir. Bunların her biri kendini ötekinin zıttı olmakla tanımlar. Devrimci kimliğin saflığı yalnızca, politik iktidarın kirlenmişliğinin zıttı olmakla tanımlanır. Devlet'e karşı isyan, daima Devlet tarafından desteklenir. Bakunin'in ileri sürdüğü gibi: "Devlet'in doğasında isyanı tetikleyen birşey vardır." Devlet ve devrimci özne arasındaki ilişki, açık olarak zıtlaşmayla tanımlanan bir şeydir, iki uzlaşmaz şey, bu ilişkinin dışında varolamazlar. Onlar, diğer bir deyişle, bir diğeri olmadan varolamazlar.
Yansıma ve zıtlaşma arasındaki bu paradoksal ilişki, Nietzsche'ci anlamda, hınç duygusunun bir biçimi olarak görülebilir mi? Benim burada savunduğum, anarşizmde bulunan insani özne ve politik iktidar arasındaki zıtlığa dair Manesçi bağlantının, bütün farklılıklarına rağmen, yukarıda tarif edilen hınç duygusu mantığına riayet ettiğidir. İki sebepten böyle. Birincisi, gördüğümüz gibi, hınç duygusu, güçlülüğe karşı güçsüzlüğün ahlaki önyargısı üzerinde, 'efendi olan'a karşı 'köle olanın' isyanı üzerinde temelleniyor. Politik iktidarın aslında 'ahlaksız' ve 'akıldışı' olan niteliğiyle, insani öznenin aslında ahlaklı ve akla uygun olmasını yarıştıran bu ahlakı, iktidarla zıtlaşan anarşist söylemin içinde açıkça görebiliyoruz. Doğal olanın otoritenin yapay olarak kurulmuş olan otoriteyle zıtlaşması bunun delilidir. İkincisi, hınç duygusu, kişinin kendisini dışarıya ve bir dış düşmana doğru karşıtlık içinde bakarak tanımlaması şeklindeki temel ihtiyaç tarafından nitelendirilir. Ama burada anarşizmle yapılan bu karşılaştırma böyle kestirip atılamaz. Mesela, anarşist öznelliğin ve etiğin, ve de karşılıklı yardım ve dayanışma kavramının politik iktidardan bağımsız olarak gelişen, bu yüzden de, kendini tanımlamak için Devletle bir karşıtlık ilişkisine ihtiyaç duymayan bir şey olduğu gayet tabii düşünülebilir. Anarşist öznelliğin, politik iktidarın 'yapay' olarak kurulmuş sisteminin tamamen dışındaki bir 'doğal' sistemin içinde gelişmesine rağmen, hınç duygusunun bu köklü dışardalık ihtiyacı aracılığıyla meydana çıktığını ileri süreceğim. Anarşizm, insan türünün 'hayvan-benzeri' bir durumdan meydana gelmesine ve doğal bir sistemin içinde insanın kendi özünde olan ahlakı ve akılsal yetileri geliştirmeye başlamasına dayanarak, diyalektik bir mantığı paylaşır. Özne ise bu gelişmeyi Devlet'in 'akıldışı', 'ahlaksız' iktidarı tarafından engellenmiş olarak bulur. Bu yüzden özne, Devlet'in zulmüne maruz kaldığı sürece kendi bütüncül insan kimliğini kuramaz. Bunun sebebi, Bakunin için: "Devlet, insanlığın en pervasız reddidir." Öznenin kendisini gerçekleştirmesi, Devlet tarafından daima çıkmaza sokulur, baştan savılır ve ertelenir. İnsanın ve Devlet'in bu diyalektiği, öznenin kimliğinin yalnızca temel yetilerin ve niteliklerin Devlet tarafından engellendiği müddetçe, aslında akla uygun ve ahlaki olarak nitelendirilebileceği hissini verir. Anarşistler tarafından insanın gerçek kimliğinin önünde bir engel olarak görülen Devlet, paradoksal olarak, aynı zamanda bu tamamlanmamış kimliğin biçimlendirilmesinde temeldir. Bu aptallaştırıcı baskı olmadan, anarşist özne kendini ahlaklı ve akla yatkın olarak göremez. Onun kimliği böylece, tamamlanmamışlığının içinde tamamlanmıştır. Politik iktidarın varlığı, o yüzden, bu namevcut tamlığın kurulmasının bir aracıdır. O halde, anarşizmin özneyi yalnızca ahlaksızlığa ve akıl dışılığa karşıtlığında, ahlaklı ve akla uygun olarak yerleştirebildiğini ileri süreceğim. Aynı şekilde, 'köle'nin kimliği, kendini, fena olan efendinin kimliğiyle kendini zıtlaştırması sayesinde iyi olarak pekiştirilir. Nietzsche, bunun içinde, kendini mükemmel olarak lanse eden hınç duygusunun bir tavrını süzüyor.
Anarşist söylemde yer alan Manesçilik, Nietzsche için, zayıflığa ve hastalığa dair bir pozisyondan kaynaklanan, gayet sağlıksız bir bakış olan hınç duygusunun mantığıdır. Anarşist felsefedeki devrimci kimlik, onun iktidara olan temelli karşıtlığı aracılığıyla oluşturulur. Tıpkı Nietzsche'nin reaktif insanı gibi, devrimci kimlik de iktidar tarafından bozulmamış olmak iddiasındadır: İnsani öz, iktidarın ahlaksız olduğu yerde ahlaklı, yapay olarak kurulduğu yerde doğal, bozulmuş olduğu yerde saf olarak görülür. Çünkü bu öznellik, yapay olarak kurulmuş yasaya zıtlığında, doğal bir yasa sisteminin içinde oluşturulur. İktidar tarafından ezilirken, iktidarın dışında kalıyor ve onun tarafından kirletilmiyor. Ama öyle mi?
Bakunin iktidar prensibinden bahsederken bunun hakkında kuşku dolu laflar eder. Bakunin, iktidara duyulan doğal arzunun her insan tekinin özünde olduğuna inanır: "Her insan, iktidarı şehvetle arzulamanın tohumlarını kendi içinde taşır, ve her tohum, bizim bildiğimiz üzre, yaşamın temel bir yasası gereği, zorunlu olarak gelişmeli ve büyümelidir." İktidar prensibi demek, insan iktidar açısından güvenilmezdir, insan özneliğinin bağrında iktidara duyulan bu arzu daima olacaktır, demektir. Bakunin iktidara özgü ayartıcı tehlike hakkında başkalarını uyarmak niyetindeyken, belki de bilmeden anarşist söylemin bağrında yatan gizil çelişkiyi ortaya koymuştu, yani şu: anarşizm kendini iktidar tarafından kirlenmemiş hakiki bir insan özneliğine dair bir kavram üzerinde temellendirirken, bu öznellik en nihayetinde imkansızdır. Saf devrimci kimlik, iktidara duyulan 'doğal' bir arzu, her insan tekinin yüreğindeki gereksinim tarafından paramparça edilir, yıkılır. Bakunin, iktidara duyulan bu arzunun, insan olarak özne olmanın temel bir parçası olduğunu ileri sürer. Bakunin'in iktidar prensibi'nde saklı olan anlam, belki de öznenin daima iktidarı arzulayacağı, ve öznenin iktidarı elde edene kadar eksik kalacağıdır. Kropotkin de iktidara ve otoriteye duyulan arzudan bahseder. Modern Devlet'in doğuşunun "insanların otoriteye aşık olur hale geldikleri" gerçeğine kısmen de olsa bağlanabileceğini savunur. Daha sonra, iktidarın tamamiyle üstten uygulanan birşey olmadığını belirtir. Kanuna ve otoriteye gönüllü kulluktan bahseder: "İnsan, askeri kaba kuvvet yolundan ziyade, 'yasaya göre cezalandırmak' arzusu tarafından köleleştiriliyor." "Yasaya göre cezalandırma" arzusu, doğrudan doğruya insanlık faziletinin doğal duygusundan mı kaynaklanıyor? Eğer durum buysa, insanın özü, yine de iktidar tarafından bozulmamış olarak görülebilir mi? Anarşizmin öznelik kavramı bu çelişki tarafından bütünüyle çökertilmese de, yine de onun tarafından istikrarsızlaştırılıyor, ne idüğü belirsizleştiriliyor ve de eksik bırakılıyor. Anarşizmin iktidara karşı yapılan bir insanlık devrimi şeklindeki özelliğini soru edinmeye gark oluyoruz: Eğer ki insanlar iktidar için temel bir arzuya sahiplerse, o zaman, iktidarı yıkmayı amaçlayan bir devrimin, iktidarı ele geçirmeye dönmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz?
Saul Newman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder