"Hınç duygusunu yakından incelemeyi düşünen psikologların kulağına küpe olsun: Bu bitki en iyi anarşistler arasında açıyor..."
Nietzsche, kötülediği ondokuzuncu yüzyıl politik hareketlerine dair - sosyalizmden liberalizme kadar - en zehirli sözcüklerini anarşistlere ayırmıştır. Onları, Avrupa kültürünün sokaklarında gezen "anarşist köpekler", modern demokratik politikayı karakterize eden "sürü hayvanı ahlakı"nın ta kendisi olarak adlandırır. Nietzsche, anarşizmi, hınç duygusunun hastalık taşıyan yabani otlarıyla kökünden zehirlenmiş, zayıflığın ve zavallılığın kinci politikası, köle ahlakı olarak görür. Nietzsche burada sadece radikal politikaya karşı muhafazakâr gazabını mı yöneltiyor, yoksa bizim radikal politik tahayyülümüze sirayet etmiş hakiki bir hastalığı mı teşhis ediyor? Nietzsche'nin radikal politikaya yönelik bariz önyargısına rağmen, bu çalışma onun anarşizme karşı suçlamasını ciddiye alacak. Radikal politikayla, bilhassa anarşizmle ilişkisinde hınç duygusunun bu kurnaz mantığını inceleyecek. Bakunin, Kropotkin ve Proudhon gibi klasik anarşistlerin Manesçi politik düşüncelerindeki saklı hınç duygusu gerilimlerinin maskesini düşürmeye çalışacak. Bu çalışma, anarşizmi herhangi bir politik teoriymiş gibi gözden ırak tutmak niyetinde değil. Tersine ben, anarşizmin, kendi söylemindeki, özellikle onun içine yerleşmiş özcü kimlikler ve yapılardaki hınç duygusu mantığının farkında olsaydı çağdaş politik mücadeleler için daha uygun hale gelebileceğini savunuyorum.
Köle Ahlakı ve Hınç Duygusu
Hınç duygusu Nietzsche tarafından bizim modern durumumuz olarak teşhis ediliyor. Bununla birlikte, hınç duygusunu anlamak için, içinde hınç duygusunun üretildiği efendi ahlakı ile köle ahlakı arasındaki ilişkiyi anlamak zorunlu. Nietzsche'nin Ahlakın Soykütüğü Üzerine eseri, ahlakın kökenlerine ilişkin bir çalışmadır. Nietzsche’ye göre, bizim değerleri yorumlama ve dünyaya yükleme şeklimizin bir tarihi vardır – kökenleri çoğunlukla insanlıktan uzak ve ürettikleri değerlerden uzağa düşmüşlerdir. Örneğin, 'iyi'nin değeri, avamın, düşük-mevkili olanların ve köylülerin tersine asiller ve yüksek-mevkidekiler tarafından kendilerine başvurarak icat edilmişti. ‘İyi’, köleninkine -‘kötü’- karşılık olarak efendinin değeriydi. Bu yüzden, Nietzsche'ye göre, değerlerin yaratıldığı, üstünlüğün bu mutlak anlamı soylularla alt-tabaka arasındaki bu uzaklık pathosu’ndaydı.
Bununla birlikte, iyi olanın ve aristokratik olanın bu eşitliğinin, değerler alanındaki bir köle ayaklanmasıyla altı oyulmaya başladı. Bu köle ayaklanması, Nietzsche'ye göre değerlere ilişkin bir isyanı kışkırtan Yahudilerle başladı:
Yahudiler'di, aristokratik değer eşitliğine [iyi = soylu = güçlü = güzel = mutlu = Tanrı'nın sevgilisi] karşı çıkarak, onları tersine çevirmeye çalışan, bu tersine çevrilmeyi, korkunç bir tutarlılık içinde dipsiz nefretlerinin [güçsüzlüğün yol açtığı nefret] dişleriyle sağlayan: yani, 'yalnızca sefiller iyidir, yoksullar, güçsüzler, yoksunlar, hastalar, acı çekenler dindardır yalnız; yalnızca onlar Tanrı'nın övgüsüne layıktır - bunun dışındakiler, soylular, güçlüler, ebediyyen zalim, iç karartıcı, hırslı, doyumsuz, Tanrısız, ebediyyen uğursuzdunuz, lanetlenmiş, beddua almış!'...
Bu yolla, ahlak alanındaki köle devrimi, soylu değerler sistemini tersine çevirip iyiyi aşağı – köle - olanla eşitlemeye başladı. Bu tersine çevirme, tehlikeli intikam ve nefret ruhunu değerlerin yaratılması diye sundu. Bu yüzden ahlak, anladığımız kadarıyla, güçsüzün güçlü üzerindeki bu intikamcı güç istenci içinde -kölenin efendiye karşı ayaklanmasında- kendi köklerine sahiptir. İyinin peşinden gelen - merhamet, diğerkâmlık, alçak gönüllülük gibi - değerleri geliştiren, bu görülmez, yeraltındaki kindi.
Politik değerler de bu zehirli kökten geliştiler. Nietzsche’ye göre, radikal politik teorinin köşe taşını oluşturan eşitlik ve demokrasi değerleri, ahlak alanındaki köle isyanından ortaya çıktılar. Aynı intikam ruhu ve güçlüden nefret tarafından yaratılırlar. Nietzsche bu yüzden, liberal demokrasi, sosyalizm ve gerçekten de anarşizm gibi politik hareketleri mahkûm eder. Demokratik hareketi, değerlerin Yahudi-Hristiyan yeniden-değerlendirilmesinden türeyen sürü-hayvanı ahlakı’nın bir ifadesi olarak görür. Anarşizm, Nietzsche’ye göre, demokratik değerlerin en aşırı mirasçısıdır -sürü içgüdüsünün en kudurmuş ifadesidir. Bireyler arasındaki farklılıkları aynı seviyeye getirmeyi, sınıf ayrımlarını kaldırmayı, hiyerarşileri yerle bir etmeyi ve güçlüyle güçsüz olanı, zenginle fukara olanı, efendiyle köleyi eşitlemeye çalışır. Nietzsche için bu, herşeyi en düşük ortak paydanın seviyesine indirmektir -efendiyle köle arasındaki uzaklık pathos’unu, ve sayesinde büyük değerlerin yaratıldığı üstünlük ve farklılık duygusunu silmektir. Nietzsche bunu Avrupa nihilizminin ulaştığı en kötü aşırılık, değerlerin ve yaratıcılığın ölümü olarak görür.
Köle ahlakı, hınç duygusu tavrıyla - güçlü olma yolunda güçsüz kalmışlığın yol açtığı hınç duygusu ve nefret tarafından - karakterize olur. Nietzsche, hınç duygusunu tamamen olumsuz bir duygu olarak görür, hayatı olumlayan ne ise onu inkar etme, farklı olan, 'dışarıda' olan ya da 'öteki' olan ne ise ona 'hayır' deme tavrı olarak görüyor. Hınç duygusu, dikkatini kendi üstüne vermekten ziyade, kendi dışına yönelmekle karakterize olur. Efendi, 'Ben iyiyim’ der ve sonradan aklına gelen bir düşünce gibi, 'o yüzden o kötü' diye ekler; köle ise tam tersini söyler: 'O (efendi) kötü, bu yüzden ben iyi olanım.' Böylece değerlerin icadı, dışta olan, başka olan, farklı olan hakkındaki bir karşılaştırmadan veya zıtlıktan kaynaklanır. Nietzsche der ki: "...varolması için köle ahlakının, hep karşı dış dünyaya, fizyoloji açısından bakıldığında, genellikle eyleme geçmesi için dış uyarıcıya gereksinimi olmuş - eylemi genelde tepkiden kaynaklanmış." Bu tepkisel tutum, başka bir şeyle karşıtlık içinde olmak dışında herhangi bir şeyi tanımlamaktaki bu yetersizlik hınç tavrıdır. Kendilerini güçlü olanla zıtlaşarak tanımlamak, zayıf olanların tepkisel tutumudur. Zayıf olanın kendisini 'iyi' diye tanımlaması için bu dış düşmanın varlığına gereksinimi vardır. Böylelikle köle olan, karşı çıkacağı bir efendinin varlığı olmaksızın hareket edemediğinden, efendiden 'hayali olarak intikam' alır. Hınç insanı, soylu olandan şiddetli bir kinle, çok derin, kaynayan bir düşmanlık ve kıskançlıkla nefret eder. Nietzsche'ye göre, modern bilinci zehirleyen, eşitlik ve demokrasi fikirlerinde ve onu savunan anarşizm gibi radikal politik felsefelerde kendi ifadesini bulan şey işte bu hınç duygusudur.
Anarşizm, hınç duygusunun politik bir ifadesi midir? Güçlüye duyulan derin bir nefretle zehirlenmiş midir? Nietzsche'nin anarşizme saldırısı, birçok yönden haksız ve aşırı derecede kasıtlı olduğunu, ve anarşist teorinin karmaşıklığını pek az anladığını gösterirken, ben yine de Nietzsche'nin, anarşizmin zıttı olan Manesçi düşünüşteki hınç duygusunun kesin mantığını gözler önüne serdiğini ileri süreceğim. Anarşizme yerleşen bu mantığı incelemek - bu mantığın onu nereye götürdüğünü ve radikal politika üzerindeki kavramsal sınırları ona ne ölçüde dayattığını görmek gerekiyor.
Anarşizm
Anarşizm devrimci bir politik felsefe olarak pekçok farklı sese, kaynağa ve yoruma sahiptir. Anarşizm, Stirner'in bireyci anarşizminden Bakunin'in ve Kropotkin'in kolektivist, komünal anarşizmine kadar, farklı felsefeye ve politik strateji silsilesine ayrılmıştır. Bunlar, yine de, politik otoritenin tüm biçimlerinin kökten bir reddi ve eleştirisinde birleşirler. Politik otoritenin eleştirisinin - iktidarın baskıcı, sömürücü ve insanlıktan çıkarıcı olduğu kanaatinin anarşizmin can alıcı önemdeki politik-etik görüş açısı olduğu söylenebilir. Klasik anarşistler için Devlet, baskının, sömürünün, köleleştirmenin ve insanın düşüşünün bütün biçimlerinin cisimleşmesidir. Bakunin'in tabiriyle, "Devlet, bu soyutlamanın (ortak menfaat) gölgesi ve bahanesiyle bir ülkenin bütün diri güçlerinin, bütün iyi arzularının, dindarlık taslayarak kurban edildiği ve gömüldüğü sonsuz bir mezbahaya ve devasa bir mezarlığa benzer." Devlet, otoritenin anarşist eleştirisinin ana hedefidir. Anarşistler için toplumdaki esas zulüm kaynağı odur ve onun ilga edilmesi ilk devrimci hareket olmalıdır.
Bu son husus, ondokuzuncu yüzyıl anarşizmini Marksizmle keskin bir çatışma içine soktu. Marx, Devletin, gerçekten de baskıcı ve sömürücü olsa da ekonomik sömürünün bir yansıması ve bir sınıf iktidarı aracı olduğuna inanmıştı. Bu yüzden politik iktidar ekonomik iktidara indirgendi. Marx’a göre, baskının esas yeri Devlet'ten ziyade ekonomiydi. Devlet, sınıfsal ve ekonomik ilişkilerin ötesinde nadiren bağımsız bir varlığa sahipti. Bundan dolayı Devlet, doğru sınıf olan proleteryanın elinde ise bir devrim aracı olarak kullanılabilirdi. Devlet yalnızca tahakküm kuruyordu, başka bir deyişle, çünkü şimdilik burjuvazinin elindeydi. Sınıf ayrımı bir kez ortadan kalkınca, Devlet sınıfsal karakterini yitirecektir.
Bakunin ve Kropotkin gibi anarşistler tam bu hususta Marx ile tamamen ters düştüler. Anarşistler için, Devlet sınıfsal ve ekonomik iktidarın ifadesinden çok daha fazlasıdır. Tersine, Devlet kendi egemenlik ve kendini sürekli kılma mantığına sahiptir ve sınıfsal çıkarlardan bağımsızdır. Marx'ın yaptığı gibi, toplumdan Devlet'e doğru çalışmaktan ve Devlet'i kapitalizmin ekonomik ilişkilerinin türevi ve burjuvazinin yükselişi olarak görmekten ziyade, anarşistler Devlet'ten topluma doğru çalışırlar. Devlet toplumdaki esas baskıyı oluşturur ve ekonomik sömürü bu politik baskıdan türer. Başka bir deyişle, politik baskı ekonomik sömürüyü mümkün kılan şeydir. Üstelik, anarşist için Devlet, burjuva ilişkilerinin bir yansıması değil, gerçekte burjuva ilişkileri Devletin bir yansımasıdır. Bakunin, İktidardaki sınıfın, Devlet'in gerçek maddi temsilcisi olduğunu savunur. Her çağın her yöneten sınıfının arkasında Devlet belirir. Çünkü Devletin kendi özerk mantığı vardır, ona devrimin bir aracı olarak asla güvenilemez. Bunu yapmak tahakkümün mantığına aldırmamak olacaktır. Eğer Devlet derhal yok edilmezse, eğer Marksistler'in önerdiği gibi, devrimci bir araç olarak kullanılırsa, daha sonra son derece zorbaca yollarla iktidarını kalıcılaştıracaktır. Bakunin'in savunduğu gibi, yeni bir yönetici sınıf -burjuva sınıfının işçileri ezmesi ve sömürmesiyle aynı şekilde ezecek ve sömürecek olan bir bürokratik sınıf.
Böylece Devlet anarşistlere göre a priori baskıdır, onun hangi biçimi aldığı önemli değildir. Bakunin, marksizmin, Devlet iktidarının işleyiş biçimini yeterince sorgulamıyorken, devlet iktidarının biçimlerine çok fazla dikkat çektiğini ileri sürer: "[Onlar] Marksistler, despotizmin Devlet'in biçiminde değil, tam da Devlet ve politik iktidar ilkesinin içinde barındığını bilmezler." Baskı ve despotizm, tam da Devlet'in yapısının ve simgeciliğinin içinde varolurlar. Devlet, açık olarak sınıfsal iktidarın bir türevi değildir. Kendi kişisel olmayan mantığına, kendi devinirliğine, kendi önceliklerine sahiptir: bunlar çoğu sefer iktidardaki sınıfın kontrolünün ötesindedirler ve ekonomik ilişkileri hiç de yansıtmak durumunda değildirler. Böylece anarşizm, esas baskıyı ve toplumdaki iktidarı, tam da Devletin yapısının ve işleyişinin içine yerleştirir. Sanki tahakkümün soyut bir aygıtıymışçasına, Devlet, farklı sınıfların yapıp etmelerine el atar, bu yapıp etmeler yalnız burjuvazinin Devletinin değil, işçilerin Devletinindir de. Ekonomik indirgemeciliği yüzünden Marksizm, Devletin herşeyin üstünde yer alan ve bağımsız olan varlığını ihmal etti – bu hata bir sosyalist devrimde onun yeniden onaylanmasına yol açtı. Bu nedenle anarşist eleştiri, politik iktidara eşlik eden tahakkümün gizli biçimlerinin maskesini düşürmüştür ve bu problemle uğraşan Marksizm'in teorik yetersizliğini gün yüzüne çıkarmıştır.
Bu Devlet anlayışı, Nietzsche’nin benzer bir notu ile göze çarpıyor. Nietzsche, anarşistler gibi, modern insanı Devlet tarafından evcilleştirilmiş, ayağına zincir vurulmuş ve aciz bırakılmış olarak görüyor. Devleti de kapitalizmden önce gelen ve sınıfsal ve ekonomik çıkarların üzerinde görünen soyut bir baskı aygıtı gibi algılıyor. Devlet, topluma yukarıdan düzenlenmiş bir ‘içselleştirme’ dayatan bir egemenlik tarzıdır. Nietzsche’ye göre Devlet, boyun eğdiren, uysallaştıran ve nüfusu biçimlendiren “korkunç bir tiranlık, baskıcı ve merhametsiz bir makine aksamı” olarak ortaya çıkmıştır. Üstelik, Devletin kökenleri şiddet doludur. Devlet, ‘sözleşmeler’ olmaksızın ve ‘sözleşmelerle’ hiçbir ilgisi olmadan kuvvet yoluyla dayatılır. Nietzsche, sosyal sözleşme fantazisini ve Devlet tarafından temin edilen huzur ve güvenlik yararına kendi iktidarlarından kendiliğinden feragat eden insanlar aracılığıyla Devletin biçimlendirildiğini savunan teoriyi yıkıyor. Bu sosyal sözleşme fikri, Hobbes’tan Locke’a kadar muhafazakâr ve liberal politik teoride merkezi bir yer işgal etmiştir. Anarşistler elbette bu sosyal sözleşme teorisini reddediyorlar. Devletin kökenlerinin şiddet dolu olduğunu ileri sürüyorlar ve insanların iktidarlarından kendiliğinden feragat ettikleri fikrini de absürd bulduklarını belirtiyorlar. Sosyal sözleşme fikri, Devlet egemenliğini meşrulaştıran ve devam ettiren tehlikeli bir mittir.
Sosyal Sözleşme
Anarşizm aslında iyimser bir insan doğası kavramına dayanır: Şayet bireylerin güzel güzel birlikte yaşamaya meyilleri varsa, aralarında hakemlik yapan bir devletin varlığına ihtiyaç yoktur. Bilakis, Devlet'in hakikaten de bu doğal toplum ilişkilerinin üzerinde olumsuz bir etkisi vardır. Sosyal sözleşme teorisi, insan doğasının, tuhaf bir biçimde, olumsuz resmedilmesine dayanır. Hobbes’a göre bireyler doğaları gereği bencil, saldırgan ve rekabet halinde ve yalnızca kendilerini düşünürler, ve doğa kanunlarına dayanan bir durumdayken, onları zorunlulukla bir diğeri ile çatıştıran doğal dürtülerinin içinde “ her insan her insana karşı” bir savaşa tutuşur. Bu teoriye göre toplum doğa durumunda iken köklü bir yer değiştirme tarafından ete kemiğe büründürülüyor: Bireyler arasında ortak bağ yoktur; gerçekten aralarında sürekli bir savaş durumu, kaynaklar için sürekli bir mücadele vardır. Bu sürekli savaş durumuna son noktayı koymak için, bireyler bir miktar otoritenin sağlanabilmesi temelinde, sosyal bir sözleşmeyi biçimlendirmek üzere bir araya gelirler. Bir çeşit düzen sağlansın diye kendi özgürlüklerinden bir parçayı feda etmeye gönüllü olurlar, böylelikle kendi bireysel amaçlarını daha bir barış ve faydalılık içinde sürdürebilirler. Uyuşmaz istemler arasında hakemlik yapacak ve kanunu ve düzeni güçlendirecek, toplumun üzerindeki bir emirle, bir Devlet'in teşkil edilmesi hususunda uzlaşırlar.
Devletin otoritesinin boyutu, gücü kanun nizamıyla güya yumuşatılan liberal devletten Hobbes’un düşlediği Leviathan’a, mutlak devlet iktidarına geldiğimizde değişebilir. Modeller değişebilirken yine de anarşistler bu sosyal sözleşme teorisinin sonucunun aynı kaldığında anlaşırlar: İster gücün keyfi kullanımı aracılığıyla olsun, ister kanun nizamı aracılığıyla, Devlet tahakkümü daima haklı çıkartılıyor. Anarşistler için, devlet iktidarının herhangi bir biçimi, bir güç kullanımıdır. Sosyal sözleşme teorisi, politik tahakkümü meşrulaştıran bir hokkabazlıktır. Bakunin ona “değersiz bir şaka!” der. Bakunin, sosyal sözleşme teorisindeki merkezi paradoksu sergiler. Doğa durumundayken bireyler ilkel bir vahşilik içinde yaşıyorlarsa, peki nasıl aniden bir araya gelmeyi öngörüyorlar ve sosyal bir sözleşme yaratıyorlar? Toplumda ortak bir bağ, insanların içinde onları bir araya getiren öz yok ise, peki neyin temeli üzerinde bir sosyal sözleşme biçimlenebilir? Anarşistler, aynı Nietzsche gibi, devletin alttan değil de üstten uygulandığına dair böyle bir mutakabatın olmadığını savunurlar. Sosyal sözleşme, Devletin vahşi köklerini bulanıklaştırmaya çalışır: Devlet'in kökeninde rasyonel bir mutabakat yok, bilakis savaş, fetih ve köleleştirme var. Kropotkin için Devlet, doğal toplumun uyumlu işleyişine zorla dayatılan bir aksaklık ve toplumun üzerinde bir yüktür. Toplumun bir sosyal sözleşmeye ihtiyacı yok. Toplum, doğal kanunlarca yönetilen, doğa ile kendi sözleşmesine sahiptir.
Anarşizm, doğal otorite ile yapay otorite arasındaki bir mücadele olarak anlaşılabilir. Anarşistler, eski cliché’nin öyle yaptığı gibi, otoritenin bütün biçimlerini reddetmezler. Bilakis, otoriteye mutlak itaatlerinin Bakunin’in ‘doğal kanunlar’ diye adlandırdığı şeyin içinde kapsandığını beyan ederler. Doğal kanunlar, Bakunin’e göre, insanın varlığının özüdür. Doğal kanunlar bizi kuşatırlar, şekillendirirler ve yaşadığımız dünyayı biçimlendirirler. Yine de bu, bir kölelik biçimi değildir: Çünkü bu kanunlar insanın dışarısında [ona dışsal] değil ki: “bu [doğal] kanunlar dışarıdan gelip bizimle ilişki kurmuyorlar, onlar bize özgü, bizim doğamızı, bizim bütün varlığımızı fiziksel, akılsal ve ahlaksal olarak kurmaktalar.” Onlar, bilakis insanı ne oluşturuyorsa, onun özüdürler. Bakunin’e göre insan, doğal, organik bir toplumun ayrılamaz parçasıdır. Anarşizm, o zaman, özgün bir insanın özü nosyonunun üzerinde temellenir. Ahlaklılık kendi temeline dışarıdaki herhangi bir kaynakta değil, insan doğasında maliktir: “adalet ideali ve iyi, bütün diğer insani şeyler gibi, tam da insanın hayvan yanında kökenlerine malik olmalıdır.”
Doğal otorite, “yapay otoriteye” karşı koyulamaz zıtlıktadır. Yapay otorite ile Bakunin iktidarı kastediyor. Devlet gibi kurumların ve insan yapımı kanunların içinde politik iktidarın gayet saygın bir yeri vardır. Bu iktidar, insan doğasına dışsaldır ve onun üzerinde bir yüktür. İnsanın özündeki ahlaki özelliklerin ve entelektüel kapasitelerin gelişmesini yavaş yavaş yok eder. İnsanı kölelikten ve cahillikten kurtaracak olan, anarşistlerin savunduğu işte bu kapasitelerdir. Bakunin için, politik kurumlar “onlara dışarıdan kaynaklanan ve bu yüzden despotik kanunları olan bir sistem yükledikleri için, kitlelerin özgürlüğüne düşmandırlar ve ölümcüldürler.”
Politik otoritenin bu eleştirisinde, iktidar [yapay olarak kurulmuş olan otorite] insani özneye dışarıdan dayatılır. İnsani özneye bu iktidar tarafından zulmedilir, ama öz, iktidar tarafından bozulmamış olarak kalır; çünkü insani öznellik, politik olanın tersi olarak, doğal olan sistemin bir yaratımıdır. Böylece anarşizm yapay ve doğal otorite arasında, iktidar ve öznellik arasında, devlet ve toplum arasında kesin bir Manesçi bölünmeye dayandırılmış olur. Ayrıca politik otorite insanın potansiyeline dair esas itibari ile baskıcı ve yıkıcıdır. Anarşistler ise, onu cahillik ve kölelik içinde koruyan kurumlardan ve yasalardan, onu bağlayan engellerden kurtulmadıkça insan toplumunun gelişemeyeceğini iddia ederler. Anarşizm o yüzden bir direniş yerine malik olmalıdır: Ahlaki ve rasyonel bir yer, onu ezen iktidar tarafından bozulmamış bir yer, kendisinden iktidara karşı bir isyan başlayacak bir yer. Anarşizm bu yeri, hakiki insani öznelliğin içinde bulur. İnsani öz, ahlaki ve akılsal özellikleri ile birlikte, insanda uyur vaziyette bulunan, olmayan bir tamlıktır ve yalnızca onu boşa çıkaran politik iktidar devrilerek onu boşa çıkardığında bu tamlığın olmadığının farkına varılacaktır. İktidara karşı yapılan devrim, tamlığın olmayan bu yerinden çıkacaktır. İnsanın özündeki ahlaki ve akılsal yanı, mantıksızlığa ve ahlaksızlığa özgü gibi görünen politik iktidarı etkisiz hale getirecektir. Anarşist teoriye göre doğal yasa, politik otoritenin yerini; insan ve toplum da, Devlet'in yerini alacaktır. Kropotkin’e göre anarşizm, Devlet kategorisinin ötesinde fikir yürütebilir, salt politik iktidar kategorinin ötesinde fikir yürütebilir, çünkü onun orada böyle eyleyen, bir yeri, bir zemini vardır. Politik iktidarın oradan eleştirilebildiği ve bir alternatifi ile yer değiştirebildiği bir dışarısı vardır. Kropotkin böylelikle Devlet'in daha fazla var olmadığı ve ona ihtiyacın kalmadığı bir toplumu; politik iktidar ve otorite tarafından değil de karşılıklı görüşmelerle ve dayanışmayla düzenlenmiş bir toplumu tasavvur edebilmektedir.
İnsanın doğasındaki dayanışmacı öz yüzünden, anarşistlere göre, böyle bir toplum olanaklıdır. En çok uyum sağlayanın hayatta kalması şeklindeki hayvanların özünde olan bir rekabetçilikte ısrar eden Darwinci yaklaşımın aksine Kropotkin, hayvanlarda insanlara özgü içgüdüsel bir dayanışma ve topluluk kurma yeteneği bulur. Bu içgüdüye Kropotkin karşılıklı yardımlaşma der ve ekler: “Karşılıklı yardım doğaya hakim olan gerçektir.” Kropotkin, insan toplumundaki söz konusu bulgulara başvurur. İnsan toplumundaki doğal ve özsel prensibin karşılıklı yardımlaşma olduğunu ve rekabetçiliğinden ve bencilliğinden ziyade, insanın doğal olarak dayanışmacı olduğunu, topluluk kurabildiğini ve başkalarını düşündüğünü savunur. Toplumu yöneten doğal prensip budur, ve erdem, adalet ve etik kavramları bunun dışında gelişir. Kropotkin ahlaklılığın, kabilelerde, gruplarda içgüdüsel olarak bir araya gelme ihtiyacını ve dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma amaçlı içgüdüsel bir eğilimi yavaş yavaş geliştirdiğini savunur. Bu doğal olarak toplum kurabilmesi ve karşılıklı yardımlaşma için yeteneğinin bulunması toplumu bir araya getiren, gündelik yaşamın idare edilebilmesi üzre ortak bir temel sağlayan esas ilkedir. O yüzden toplumun devlete gereksinimi yoktur: Toplumun kendi kendini idame ettiren mekanizmaları ve kendi doğal yasaları vardır. Devlet egemenliğinin yaptığı tek şey, toplumu zehirlemek ve onun doğal işleyişini yıkmaktır. Politik otoritenin temel ilkesinin yerini alacak olan şey karşılıklı yardımlaşma prensibidir. Bir anarşi durumu, herkesin herkesle çatıştığı bir savaş, devlet iktidarı lağvedildikten sonra devam etmeyecektir. Anarşistler içinse bir anarşi durumu zaten halihazırda mevcuttur: Politik iktidar, sosyal yer değiştirmeyi yaratıyor, onu önlemiyor. Devlet tarafından engellenen her ne ise toplumda zaten doğal olarak ve uyumla işlemektedir.
Hobbes için, Devlet egemenliği zaruri bir fenalıktır. Ama burada Devlet fetişleştirilmiyor: Devlet cennetten çıkma değil ki, tanrısal irade tarafından önceden takdir edilsin. Devlet, saf egemenliktir, saf güçtür, ve doğa durumundaki içkin savaşımı bütünüyle önlemek maksadıyla, toplumda beliren boşluğun dışında kurulur. Toplumdaki tedirginliği önlemek için Devlet'in politik muhtevası ehemmiyetli değildir. İster bir demokrasi olsun, ister bir sınırsız meclis, isterse bir monarşi, sorun değil: “bütün biçimleri içinde iktidar, bu biçimler demokrasiyi, sınırsız meclisi ya da monarşiyi korumakta yeteri kadar mükemmel oldukları sürece, aynıdır.” Anarşistler gibi Hobbes da iktidarın büründüğü kılığı önemsiz bulur. Bütün maskelerin arkasında saf bir mutlak güç olmalı. Hobbes’un politik düşüncesi, düzeni sağlamak için bir arzu etrafında, düzensizliğin kesin bir panzehiri olarak şekillenmiştir, ve bu Devlet düzeninin altında kişilerin çektiği acının ölçüsü savaş yüzünden çektikleri acıyla kıyaslanamaz bile. Öte yandan anarşistler için, toplum kendini doğal yasalara göre düzenlediği, ve insanda doğal bir yardımlaşma etiği mevcut olduğu için, Devlet lüzumsuz bir fenalıktır. İnsanlar arasındaki savaşımı önlemek şöyle dursun, Devlet bizatihi kavga çıkarır: Devlet asıl yüzünü dışa vurmaz, ama onun temelinde savaş ve fetih vardır. Anarşizm Devlet'ten daha öteye bakabilir, çünkü anarşizm temel bir kalkış noktası olan doğal insan toplumunun bakış açısından olaya yaklaşır. Onun için, Devlet'e bir alternatif tasavvur edebilir. Diğer yandan, Hobbes için böyle bir kalkış noktası yok: Devlet'e alternatif bir vazifeyi yerine getirecek bir dayanak noktası Hobbes'ta yok. Toplum, Hobbes'la birlikte görmüş olduğumuz gibi, anlaşmazlık ve uyuşmazlık tarafından karakterize ediliyor. Doğrusu, hakkında konuşacak hakiki toplum yok, burası boş bir alan olduğu için, toplum mutlak Devlet biçiminde yapay olarak oluşturulmalıdır. Anarşizm, doğanın koyduğu yasaya güvenebilirken, Hobbes yalnızca Devlet'in koyduğu yasaya güvenebilir. Hobbesçu paradigmanın yüreğinde boşluktan ve yerdeğiştirmeden başka hiçbirşey yokken, anarşist paradigmanın yüreğinde toplumun kusursuz tamlığı yer alır.
Saul Newman
Nietzsche, kötülediği ondokuzuncu yüzyıl politik hareketlerine dair - sosyalizmden liberalizme kadar - en zehirli sözcüklerini anarşistlere ayırmıştır. Onları, Avrupa kültürünün sokaklarında gezen "anarşist köpekler", modern demokratik politikayı karakterize eden "sürü hayvanı ahlakı"nın ta kendisi olarak adlandırır. Nietzsche, anarşizmi, hınç duygusunun hastalık taşıyan yabani otlarıyla kökünden zehirlenmiş, zayıflığın ve zavallılığın kinci politikası, köle ahlakı olarak görür. Nietzsche burada sadece radikal politikaya karşı muhafazakâr gazabını mı yöneltiyor, yoksa bizim radikal politik tahayyülümüze sirayet etmiş hakiki bir hastalığı mı teşhis ediyor? Nietzsche'nin radikal politikaya yönelik bariz önyargısına rağmen, bu çalışma onun anarşizme karşı suçlamasını ciddiye alacak. Radikal politikayla, bilhassa anarşizmle ilişkisinde hınç duygusunun bu kurnaz mantığını inceleyecek. Bakunin, Kropotkin ve Proudhon gibi klasik anarşistlerin Manesçi politik düşüncelerindeki saklı hınç duygusu gerilimlerinin maskesini düşürmeye çalışacak. Bu çalışma, anarşizmi herhangi bir politik teoriymiş gibi gözden ırak tutmak niyetinde değil. Tersine ben, anarşizmin, kendi söylemindeki, özellikle onun içine yerleşmiş özcü kimlikler ve yapılardaki hınç duygusu mantığının farkında olsaydı çağdaş politik mücadeleler için daha uygun hale gelebileceğini savunuyorum.
Köle Ahlakı ve Hınç Duygusu
Hınç duygusu Nietzsche tarafından bizim modern durumumuz olarak teşhis ediliyor. Bununla birlikte, hınç duygusunu anlamak için, içinde hınç duygusunun üretildiği efendi ahlakı ile köle ahlakı arasındaki ilişkiyi anlamak zorunlu. Nietzsche'nin Ahlakın Soykütüğü Üzerine eseri, ahlakın kökenlerine ilişkin bir çalışmadır. Nietzsche’ye göre, bizim değerleri yorumlama ve dünyaya yükleme şeklimizin bir tarihi vardır – kökenleri çoğunlukla insanlıktan uzak ve ürettikleri değerlerden uzağa düşmüşlerdir. Örneğin, 'iyi'nin değeri, avamın, düşük-mevkili olanların ve köylülerin tersine asiller ve yüksek-mevkidekiler tarafından kendilerine başvurarak icat edilmişti. ‘İyi’, köleninkine -‘kötü’- karşılık olarak efendinin değeriydi. Bu yüzden, Nietzsche'ye göre, değerlerin yaratıldığı, üstünlüğün bu mutlak anlamı soylularla alt-tabaka arasındaki bu uzaklık pathosu’ndaydı.
Bununla birlikte, iyi olanın ve aristokratik olanın bu eşitliğinin, değerler alanındaki bir köle ayaklanmasıyla altı oyulmaya başladı. Bu köle ayaklanması, Nietzsche'ye göre değerlere ilişkin bir isyanı kışkırtan Yahudilerle başladı:
Yahudiler'di, aristokratik değer eşitliğine [iyi = soylu = güçlü = güzel = mutlu = Tanrı'nın sevgilisi] karşı çıkarak, onları tersine çevirmeye çalışan, bu tersine çevrilmeyi, korkunç bir tutarlılık içinde dipsiz nefretlerinin [güçsüzlüğün yol açtığı nefret] dişleriyle sağlayan: yani, 'yalnızca sefiller iyidir, yoksullar, güçsüzler, yoksunlar, hastalar, acı çekenler dindardır yalnız; yalnızca onlar Tanrı'nın övgüsüne layıktır - bunun dışındakiler, soylular, güçlüler, ebediyyen zalim, iç karartıcı, hırslı, doyumsuz, Tanrısız, ebediyyen uğursuzdunuz, lanetlenmiş, beddua almış!'...
Bu yolla, ahlak alanındaki köle devrimi, soylu değerler sistemini tersine çevirip iyiyi aşağı – köle - olanla eşitlemeye başladı. Bu tersine çevirme, tehlikeli intikam ve nefret ruhunu değerlerin yaratılması diye sundu. Bu yüzden ahlak, anladığımız kadarıyla, güçsüzün güçlü üzerindeki bu intikamcı güç istenci içinde -kölenin efendiye karşı ayaklanmasında- kendi köklerine sahiptir. İyinin peşinden gelen - merhamet, diğerkâmlık, alçak gönüllülük gibi - değerleri geliştiren, bu görülmez, yeraltındaki kindi.
Politik değerler de bu zehirli kökten geliştiler. Nietzsche’ye göre, radikal politik teorinin köşe taşını oluşturan eşitlik ve demokrasi değerleri, ahlak alanındaki köle isyanından ortaya çıktılar. Aynı intikam ruhu ve güçlüden nefret tarafından yaratılırlar. Nietzsche bu yüzden, liberal demokrasi, sosyalizm ve gerçekten de anarşizm gibi politik hareketleri mahkûm eder. Demokratik hareketi, değerlerin Yahudi-Hristiyan yeniden-değerlendirilmesinden türeyen sürü-hayvanı ahlakı’nın bir ifadesi olarak görür. Anarşizm, Nietzsche’ye göre, demokratik değerlerin en aşırı mirasçısıdır -sürü içgüdüsünün en kudurmuş ifadesidir. Bireyler arasındaki farklılıkları aynı seviyeye getirmeyi, sınıf ayrımlarını kaldırmayı, hiyerarşileri yerle bir etmeyi ve güçlüyle güçsüz olanı, zenginle fukara olanı, efendiyle köleyi eşitlemeye çalışır. Nietzsche için bu, herşeyi en düşük ortak paydanın seviyesine indirmektir -efendiyle köle arasındaki uzaklık pathos’unu, ve sayesinde büyük değerlerin yaratıldığı üstünlük ve farklılık duygusunu silmektir. Nietzsche bunu Avrupa nihilizminin ulaştığı en kötü aşırılık, değerlerin ve yaratıcılığın ölümü olarak görür.
Köle ahlakı, hınç duygusu tavrıyla - güçlü olma yolunda güçsüz kalmışlığın yol açtığı hınç duygusu ve nefret tarafından - karakterize olur. Nietzsche, hınç duygusunu tamamen olumsuz bir duygu olarak görür, hayatı olumlayan ne ise onu inkar etme, farklı olan, 'dışarıda' olan ya da 'öteki' olan ne ise ona 'hayır' deme tavrı olarak görüyor. Hınç duygusu, dikkatini kendi üstüne vermekten ziyade, kendi dışına yönelmekle karakterize olur. Efendi, 'Ben iyiyim’ der ve sonradan aklına gelen bir düşünce gibi, 'o yüzden o kötü' diye ekler; köle ise tam tersini söyler: 'O (efendi) kötü, bu yüzden ben iyi olanım.' Böylece değerlerin icadı, dışta olan, başka olan, farklı olan hakkındaki bir karşılaştırmadan veya zıtlıktan kaynaklanır. Nietzsche der ki: "...varolması için köle ahlakının, hep karşı dış dünyaya, fizyoloji açısından bakıldığında, genellikle eyleme geçmesi için dış uyarıcıya gereksinimi olmuş - eylemi genelde tepkiden kaynaklanmış." Bu tepkisel tutum, başka bir şeyle karşıtlık içinde olmak dışında herhangi bir şeyi tanımlamaktaki bu yetersizlik hınç tavrıdır. Kendilerini güçlü olanla zıtlaşarak tanımlamak, zayıf olanların tepkisel tutumudur. Zayıf olanın kendisini 'iyi' diye tanımlaması için bu dış düşmanın varlığına gereksinimi vardır. Böylelikle köle olan, karşı çıkacağı bir efendinin varlığı olmaksızın hareket edemediğinden, efendiden 'hayali olarak intikam' alır. Hınç insanı, soylu olandan şiddetli bir kinle, çok derin, kaynayan bir düşmanlık ve kıskançlıkla nefret eder. Nietzsche'ye göre, modern bilinci zehirleyen, eşitlik ve demokrasi fikirlerinde ve onu savunan anarşizm gibi radikal politik felsefelerde kendi ifadesini bulan şey işte bu hınç duygusudur.
Anarşizm, hınç duygusunun politik bir ifadesi midir? Güçlüye duyulan derin bir nefretle zehirlenmiş midir? Nietzsche'nin anarşizme saldırısı, birçok yönden haksız ve aşırı derecede kasıtlı olduğunu, ve anarşist teorinin karmaşıklığını pek az anladığını gösterirken, ben yine de Nietzsche'nin, anarşizmin zıttı olan Manesçi düşünüşteki hınç duygusunun kesin mantığını gözler önüne serdiğini ileri süreceğim. Anarşizme yerleşen bu mantığı incelemek - bu mantığın onu nereye götürdüğünü ve radikal politika üzerindeki kavramsal sınırları ona ne ölçüde dayattığını görmek gerekiyor.
Anarşizm
Anarşizm devrimci bir politik felsefe olarak pekçok farklı sese, kaynağa ve yoruma sahiptir. Anarşizm, Stirner'in bireyci anarşizminden Bakunin'in ve Kropotkin'in kolektivist, komünal anarşizmine kadar, farklı felsefeye ve politik strateji silsilesine ayrılmıştır. Bunlar, yine de, politik otoritenin tüm biçimlerinin kökten bir reddi ve eleştirisinde birleşirler. Politik otoritenin eleştirisinin - iktidarın baskıcı, sömürücü ve insanlıktan çıkarıcı olduğu kanaatinin anarşizmin can alıcı önemdeki politik-etik görüş açısı olduğu söylenebilir. Klasik anarşistler için Devlet, baskının, sömürünün, köleleştirmenin ve insanın düşüşünün bütün biçimlerinin cisimleşmesidir. Bakunin'in tabiriyle, "Devlet, bu soyutlamanın (ortak menfaat) gölgesi ve bahanesiyle bir ülkenin bütün diri güçlerinin, bütün iyi arzularının, dindarlık taslayarak kurban edildiği ve gömüldüğü sonsuz bir mezbahaya ve devasa bir mezarlığa benzer." Devlet, otoritenin anarşist eleştirisinin ana hedefidir. Anarşistler için toplumdaki esas zulüm kaynağı odur ve onun ilga edilmesi ilk devrimci hareket olmalıdır.
Bu son husus, ondokuzuncu yüzyıl anarşizmini Marksizmle keskin bir çatışma içine soktu. Marx, Devletin, gerçekten de baskıcı ve sömürücü olsa da ekonomik sömürünün bir yansıması ve bir sınıf iktidarı aracı olduğuna inanmıştı. Bu yüzden politik iktidar ekonomik iktidara indirgendi. Marx’a göre, baskının esas yeri Devlet'ten ziyade ekonomiydi. Devlet, sınıfsal ve ekonomik ilişkilerin ötesinde nadiren bağımsız bir varlığa sahipti. Bundan dolayı Devlet, doğru sınıf olan proleteryanın elinde ise bir devrim aracı olarak kullanılabilirdi. Devlet yalnızca tahakküm kuruyordu, başka bir deyişle, çünkü şimdilik burjuvazinin elindeydi. Sınıf ayrımı bir kez ortadan kalkınca, Devlet sınıfsal karakterini yitirecektir.
Bakunin ve Kropotkin gibi anarşistler tam bu hususta Marx ile tamamen ters düştüler. Anarşistler için, Devlet sınıfsal ve ekonomik iktidarın ifadesinden çok daha fazlasıdır. Tersine, Devlet kendi egemenlik ve kendini sürekli kılma mantığına sahiptir ve sınıfsal çıkarlardan bağımsızdır. Marx'ın yaptığı gibi, toplumdan Devlet'e doğru çalışmaktan ve Devlet'i kapitalizmin ekonomik ilişkilerinin türevi ve burjuvazinin yükselişi olarak görmekten ziyade, anarşistler Devlet'ten topluma doğru çalışırlar. Devlet toplumdaki esas baskıyı oluşturur ve ekonomik sömürü bu politik baskıdan türer. Başka bir deyişle, politik baskı ekonomik sömürüyü mümkün kılan şeydir. Üstelik, anarşist için Devlet, burjuva ilişkilerinin bir yansıması değil, gerçekte burjuva ilişkileri Devletin bir yansımasıdır. Bakunin, İktidardaki sınıfın, Devlet'in gerçek maddi temsilcisi olduğunu savunur. Her çağın her yöneten sınıfının arkasında Devlet belirir. Çünkü Devletin kendi özerk mantığı vardır, ona devrimin bir aracı olarak asla güvenilemez. Bunu yapmak tahakkümün mantığına aldırmamak olacaktır. Eğer Devlet derhal yok edilmezse, eğer Marksistler'in önerdiği gibi, devrimci bir araç olarak kullanılırsa, daha sonra son derece zorbaca yollarla iktidarını kalıcılaştıracaktır. Bakunin'in savunduğu gibi, yeni bir yönetici sınıf -burjuva sınıfının işçileri ezmesi ve sömürmesiyle aynı şekilde ezecek ve sömürecek olan bir bürokratik sınıf.
Böylece Devlet anarşistlere göre a priori baskıdır, onun hangi biçimi aldığı önemli değildir. Bakunin, marksizmin, Devlet iktidarının işleyiş biçimini yeterince sorgulamıyorken, devlet iktidarının biçimlerine çok fazla dikkat çektiğini ileri sürer: "[Onlar] Marksistler, despotizmin Devlet'in biçiminde değil, tam da Devlet ve politik iktidar ilkesinin içinde barındığını bilmezler." Baskı ve despotizm, tam da Devlet'in yapısının ve simgeciliğinin içinde varolurlar. Devlet, açık olarak sınıfsal iktidarın bir türevi değildir. Kendi kişisel olmayan mantığına, kendi devinirliğine, kendi önceliklerine sahiptir: bunlar çoğu sefer iktidardaki sınıfın kontrolünün ötesindedirler ve ekonomik ilişkileri hiç de yansıtmak durumunda değildirler. Böylece anarşizm, esas baskıyı ve toplumdaki iktidarı, tam da Devletin yapısının ve işleyişinin içine yerleştirir. Sanki tahakkümün soyut bir aygıtıymışçasına, Devlet, farklı sınıfların yapıp etmelerine el atar, bu yapıp etmeler yalnız burjuvazinin Devletinin değil, işçilerin Devletinindir de. Ekonomik indirgemeciliği yüzünden Marksizm, Devletin herşeyin üstünde yer alan ve bağımsız olan varlığını ihmal etti – bu hata bir sosyalist devrimde onun yeniden onaylanmasına yol açtı. Bu nedenle anarşist eleştiri, politik iktidara eşlik eden tahakkümün gizli biçimlerinin maskesini düşürmüştür ve bu problemle uğraşan Marksizm'in teorik yetersizliğini gün yüzüne çıkarmıştır.
Bu Devlet anlayışı, Nietzsche’nin benzer bir notu ile göze çarpıyor. Nietzsche, anarşistler gibi, modern insanı Devlet tarafından evcilleştirilmiş, ayağına zincir vurulmuş ve aciz bırakılmış olarak görüyor. Devleti de kapitalizmden önce gelen ve sınıfsal ve ekonomik çıkarların üzerinde görünen soyut bir baskı aygıtı gibi algılıyor. Devlet, topluma yukarıdan düzenlenmiş bir ‘içselleştirme’ dayatan bir egemenlik tarzıdır. Nietzsche’ye göre Devlet, boyun eğdiren, uysallaştıran ve nüfusu biçimlendiren “korkunç bir tiranlık, baskıcı ve merhametsiz bir makine aksamı” olarak ortaya çıkmıştır. Üstelik, Devletin kökenleri şiddet doludur. Devlet, ‘sözleşmeler’ olmaksızın ve ‘sözleşmelerle’ hiçbir ilgisi olmadan kuvvet yoluyla dayatılır. Nietzsche, sosyal sözleşme fantazisini ve Devlet tarafından temin edilen huzur ve güvenlik yararına kendi iktidarlarından kendiliğinden feragat eden insanlar aracılığıyla Devletin biçimlendirildiğini savunan teoriyi yıkıyor. Bu sosyal sözleşme fikri, Hobbes’tan Locke’a kadar muhafazakâr ve liberal politik teoride merkezi bir yer işgal etmiştir. Anarşistler elbette bu sosyal sözleşme teorisini reddediyorlar. Devletin kökenlerinin şiddet dolu olduğunu ileri sürüyorlar ve insanların iktidarlarından kendiliğinden feragat ettikleri fikrini de absürd bulduklarını belirtiyorlar. Sosyal sözleşme fikri, Devlet egemenliğini meşrulaştıran ve devam ettiren tehlikeli bir mittir.
Sosyal Sözleşme
Anarşizm aslında iyimser bir insan doğası kavramına dayanır: Şayet bireylerin güzel güzel birlikte yaşamaya meyilleri varsa, aralarında hakemlik yapan bir devletin varlığına ihtiyaç yoktur. Bilakis, Devlet'in hakikaten de bu doğal toplum ilişkilerinin üzerinde olumsuz bir etkisi vardır. Sosyal sözleşme teorisi, insan doğasının, tuhaf bir biçimde, olumsuz resmedilmesine dayanır. Hobbes’a göre bireyler doğaları gereği bencil, saldırgan ve rekabet halinde ve yalnızca kendilerini düşünürler, ve doğa kanunlarına dayanan bir durumdayken, onları zorunlulukla bir diğeri ile çatıştıran doğal dürtülerinin içinde “ her insan her insana karşı” bir savaşa tutuşur. Bu teoriye göre toplum doğa durumunda iken köklü bir yer değiştirme tarafından ete kemiğe büründürülüyor: Bireyler arasında ortak bağ yoktur; gerçekten aralarında sürekli bir savaş durumu, kaynaklar için sürekli bir mücadele vardır. Bu sürekli savaş durumuna son noktayı koymak için, bireyler bir miktar otoritenin sağlanabilmesi temelinde, sosyal bir sözleşmeyi biçimlendirmek üzere bir araya gelirler. Bir çeşit düzen sağlansın diye kendi özgürlüklerinden bir parçayı feda etmeye gönüllü olurlar, böylelikle kendi bireysel amaçlarını daha bir barış ve faydalılık içinde sürdürebilirler. Uyuşmaz istemler arasında hakemlik yapacak ve kanunu ve düzeni güçlendirecek, toplumun üzerindeki bir emirle, bir Devlet'in teşkil edilmesi hususunda uzlaşırlar.
Devletin otoritesinin boyutu, gücü kanun nizamıyla güya yumuşatılan liberal devletten Hobbes’un düşlediği Leviathan’a, mutlak devlet iktidarına geldiğimizde değişebilir. Modeller değişebilirken yine de anarşistler bu sosyal sözleşme teorisinin sonucunun aynı kaldığında anlaşırlar: İster gücün keyfi kullanımı aracılığıyla olsun, ister kanun nizamı aracılığıyla, Devlet tahakkümü daima haklı çıkartılıyor. Anarşistler için, devlet iktidarının herhangi bir biçimi, bir güç kullanımıdır. Sosyal sözleşme teorisi, politik tahakkümü meşrulaştıran bir hokkabazlıktır. Bakunin ona “değersiz bir şaka!” der. Bakunin, sosyal sözleşme teorisindeki merkezi paradoksu sergiler. Doğa durumundayken bireyler ilkel bir vahşilik içinde yaşıyorlarsa, peki nasıl aniden bir araya gelmeyi öngörüyorlar ve sosyal bir sözleşme yaratıyorlar? Toplumda ortak bir bağ, insanların içinde onları bir araya getiren öz yok ise, peki neyin temeli üzerinde bir sosyal sözleşme biçimlenebilir? Anarşistler, aynı Nietzsche gibi, devletin alttan değil de üstten uygulandığına dair böyle bir mutakabatın olmadığını savunurlar. Sosyal sözleşme, Devletin vahşi köklerini bulanıklaştırmaya çalışır: Devlet'in kökeninde rasyonel bir mutabakat yok, bilakis savaş, fetih ve köleleştirme var. Kropotkin için Devlet, doğal toplumun uyumlu işleyişine zorla dayatılan bir aksaklık ve toplumun üzerinde bir yüktür. Toplumun bir sosyal sözleşmeye ihtiyacı yok. Toplum, doğal kanunlarca yönetilen, doğa ile kendi sözleşmesine sahiptir.
Anarşizm, doğal otorite ile yapay otorite arasındaki bir mücadele olarak anlaşılabilir. Anarşistler, eski cliché’nin öyle yaptığı gibi, otoritenin bütün biçimlerini reddetmezler. Bilakis, otoriteye mutlak itaatlerinin Bakunin’in ‘doğal kanunlar’ diye adlandırdığı şeyin içinde kapsandığını beyan ederler. Doğal kanunlar, Bakunin’e göre, insanın varlığının özüdür. Doğal kanunlar bizi kuşatırlar, şekillendirirler ve yaşadığımız dünyayı biçimlendirirler. Yine de bu, bir kölelik biçimi değildir: Çünkü bu kanunlar insanın dışarısında [ona dışsal] değil ki: “bu [doğal] kanunlar dışarıdan gelip bizimle ilişki kurmuyorlar, onlar bize özgü, bizim doğamızı, bizim bütün varlığımızı fiziksel, akılsal ve ahlaksal olarak kurmaktalar.” Onlar, bilakis insanı ne oluşturuyorsa, onun özüdürler. Bakunin’e göre insan, doğal, organik bir toplumun ayrılamaz parçasıdır. Anarşizm, o zaman, özgün bir insanın özü nosyonunun üzerinde temellenir. Ahlaklılık kendi temeline dışarıdaki herhangi bir kaynakta değil, insan doğasında maliktir: “adalet ideali ve iyi, bütün diğer insani şeyler gibi, tam da insanın hayvan yanında kökenlerine malik olmalıdır.”
Doğal otorite, “yapay otoriteye” karşı koyulamaz zıtlıktadır. Yapay otorite ile Bakunin iktidarı kastediyor. Devlet gibi kurumların ve insan yapımı kanunların içinde politik iktidarın gayet saygın bir yeri vardır. Bu iktidar, insan doğasına dışsaldır ve onun üzerinde bir yüktür. İnsanın özündeki ahlaki özelliklerin ve entelektüel kapasitelerin gelişmesini yavaş yavaş yok eder. İnsanı kölelikten ve cahillikten kurtaracak olan, anarşistlerin savunduğu işte bu kapasitelerdir. Bakunin için, politik kurumlar “onlara dışarıdan kaynaklanan ve bu yüzden despotik kanunları olan bir sistem yükledikleri için, kitlelerin özgürlüğüne düşmandırlar ve ölümcüldürler.”
Politik otoritenin bu eleştirisinde, iktidar [yapay olarak kurulmuş olan otorite] insani özneye dışarıdan dayatılır. İnsani özneye bu iktidar tarafından zulmedilir, ama öz, iktidar tarafından bozulmamış olarak kalır; çünkü insani öznellik, politik olanın tersi olarak, doğal olan sistemin bir yaratımıdır. Böylece anarşizm yapay ve doğal otorite arasında, iktidar ve öznellik arasında, devlet ve toplum arasında kesin bir Manesçi bölünmeye dayandırılmış olur. Ayrıca politik otorite insanın potansiyeline dair esas itibari ile baskıcı ve yıkıcıdır. Anarşistler ise, onu cahillik ve kölelik içinde koruyan kurumlardan ve yasalardan, onu bağlayan engellerden kurtulmadıkça insan toplumunun gelişemeyeceğini iddia ederler. Anarşizm o yüzden bir direniş yerine malik olmalıdır: Ahlaki ve rasyonel bir yer, onu ezen iktidar tarafından bozulmamış bir yer, kendisinden iktidara karşı bir isyan başlayacak bir yer. Anarşizm bu yeri, hakiki insani öznelliğin içinde bulur. İnsani öz, ahlaki ve akılsal özellikleri ile birlikte, insanda uyur vaziyette bulunan, olmayan bir tamlıktır ve yalnızca onu boşa çıkaran politik iktidar devrilerek onu boşa çıkardığında bu tamlığın olmadığının farkına varılacaktır. İktidara karşı yapılan devrim, tamlığın olmayan bu yerinden çıkacaktır. İnsanın özündeki ahlaki ve akılsal yanı, mantıksızlığa ve ahlaksızlığa özgü gibi görünen politik iktidarı etkisiz hale getirecektir. Anarşist teoriye göre doğal yasa, politik otoritenin yerini; insan ve toplum da, Devlet'in yerini alacaktır. Kropotkin’e göre anarşizm, Devlet kategorisinin ötesinde fikir yürütebilir, salt politik iktidar kategorinin ötesinde fikir yürütebilir, çünkü onun orada böyle eyleyen, bir yeri, bir zemini vardır. Politik iktidarın oradan eleştirilebildiği ve bir alternatifi ile yer değiştirebildiği bir dışarısı vardır. Kropotkin böylelikle Devlet'in daha fazla var olmadığı ve ona ihtiyacın kalmadığı bir toplumu; politik iktidar ve otorite tarafından değil de karşılıklı görüşmelerle ve dayanışmayla düzenlenmiş bir toplumu tasavvur edebilmektedir.
İnsanın doğasındaki dayanışmacı öz yüzünden, anarşistlere göre, böyle bir toplum olanaklıdır. En çok uyum sağlayanın hayatta kalması şeklindeki hayvanların özünde olan bir rekabetçilikte ısrar eden Darwinci yaklaşımın aksine Kropotkin, hayvanlarda insanlara özgü içgüdüsel bir dayanışma ve topluluk kurma yeteneği bulur. Bu içgüdüye Kropotkin karşılıklı yardımlaşma der ve ekler: “Karşılıklı yardım doğaya hakim olan gerçektir.” Kropotkin, insan toplumundaki söz konusu bulgulara başvurur. İnsan toplumundaki doğal ve özsel prensibin karşılıklı yardımlaşma olduğunu ve rekabetçiliğinden ve bencilliğinden ziyade, insanın doğal olarak dayanışmacı olduğunu, topluluk kurabildiğini ve başkalarını düşündüğünü savunur. Toplumu yöneten doğal prensip budur, ve erdem, adalet ve etik kavramları bunun dışında gelişir. Kropotkin ahlaklılığın, kabilelerde, gruplarda içgüdüsel olarak bir araya gelme ihtiyacını ve dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma amaçlı içgüdüsel bir eğilimi yavaş yavaş geliştirdiğini savunur. Bu doğal olarak toplum kurabilmesi ve karşılıklı yardımlaşma için yeteneğinin bulunması toplumu bir araya getiren, gündelik yaşamın idare edilebilmesi üzre ortak bir temel sağlayan esas ilkedir. O yüzden toplumun devlete gereksinimi yoktur: Toplumun kendi kendini idame ettiren mekanizmaları ve kendi doğal yasaları vardır. Devlet egemenliğinin yaptığı tek şey, toplumu zehirlemek ve onun doğal işleyişini yıkmaktır. Politik otoritenin temel ilkesinin yerini alacak olan şey karşılıklı yardımlaşma prensibidir. Bir anarşi durumu, herkesin herkesle çatıştığı bir savaş, devlet iktidarı lağvedildikten sonra devam etmeyecektir. Anarşistler içinse bir anarşi durumu zaten halihazırda mevcuttur: Politik iktidar, sosyal yer değiştirmeyi yaratıyor, onu önlemiyor. Devlet tarafından engellenen her ne ise toplumda zaten doğal olarak ve uyumla işlemektedir.
Hobbes için, Devlet egemenliği zaruri bir fenalıktır. Ama burada Devlet fetişleştirilmiyor: Devlet cennetten çıkma değil ki, tanrısal irade tarafından önceden takdir edilsin. Devlet, saf egemenliktir, saf güçtür, ve doğa durumundaki içkin savaşımı bütünüyle önlemek maksadıyla, toplumda beliren boşluğun dışında kurulur. Toplumdaki tedirginliği önlemek için Devlet'in politik muhtevası ehemmiyetli değildir. İster bir demokrasi olsun, ister bir sınırsız meclis, isterse bir monarşi, sorun değil: “bütün biçimleri içinde iktidar, bu biçimler demokrasiyi, sınırsız meclisi ya da monarşiyi korumakta yeteri kadar mükemmel oldukları sürece, aynıdır.” Anarşistler gibi Hobbes da iktidarın büründüğü kılığı önemsiz bulur. Bütün maskelerin arkasında saf bir mutlak güç olmalı. Hobbes’un politik düşüncesi, düzeni sağlamak için bir arzu etrafında, düzensizliğin kesin bir panzehiri olarak şekillenmiştir, ve bu Devlet düzeninin altında kişilerin çektiği acının ölçüsü savaş yüzünden çektikleri acıyla kıyaslanamaz bile. Öte yandan anarşistler için, toplum kendini doğal yasalara göre düzenlediği, ve insanda doğal bir yardımlaşma etiği mevcut olduğu için, Devlet lüzumsuz bir fenalıktır. İnsanlar arasındaki savaşımı önlemek şöyle dursun, Devlet bizatihi kavga çıkarır: Devlet asıl yüzünü dışa vurmaz, ama onun temelinde savaş ve fetih vardır. Anarşizm Devlet'ten daha öteye bakabilir, çünkü anarşizm temel bir kalkış noktası olan doğal insan toplumunun bakış açısından olaya yaklaşır. Onun için, Devlet'e bir alternatif tasavvur edebilir. Diğer yandan, Hobbes için böyle bir kalkış noktası yok: Devlet'e alternatif bir vazifeyi yerine getirecek bir dayanak noktası Hobbes'ta yok. Toplum, Hobbes'la birlikte görmüş olduğumuz gibi, anlaşmazlık ve uyuşmazlık tarafından karakterize ediliyor. Doğrusu, hakkında konuşacak hakiki toplum yok, burası boş bir alan olduğu için, toplum mutlak Devlet biçiminde yapay olarak oluşturulmalıdır. Anarşizm, doğanın koyduğu yasaya güvenebilirken, Hobbes yalnızca Devlet'in koyduğu yasaya güvenebilir. Hobbesçu paradigmanın yüreğinde boşluktan ve yerdeğiştirmeden başka hiçbirşey yokken, anarşist paradigmanın yüreğinde toplumun kusursuz tamlığı yer alır.
Saul Newman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder