2. Robertson, Küreselleşme ve Kültür
Küreselleşmeyi tanımlamada benlikler (bireyler), ulus devletler, beşeriyet ve dünya sistemi gibi ayrı ama birbiriyle ilişkili dört unsurdan yola çıkan Robertson’ın vardığı sonuç, dünyanın giderek bir bütünlük halini aldığıdır (Friedman, 1999: 86). Robertson’a göre küreselleşme ile birlikte dünya tek bir mekâna küçülmüştür (1999: 19, 21, 216, 221 ve 283). Fakat bu küresel teklik yani “tek bir mekâna küçülme” yalın bir birörnekli anlamına gelmez. Bu, insanların farklı yaşam düzeylerinin birbirleriyle konuşur hale geldiği karmaşık bir toplumsal ve fenomonolojik durumdur. Bir başka ifade ile küresel insanlık durumudur (Tomlinson, 2004: 24; Robertson, 1999: 19, 89).
Tek mekânda farklılıkların kendiliklerini koruyarak bir arada bulunabilmesi küreselleşen dünyada yaşanan bilinç yükselişiyle mümkün olmuştur. Robertson (1999: 52) bunu postmodern olarak isimlendirilen durumla ilişkilendirmektedir. Postmodern dönemle birlikte toplumlar, ulusal ve uluslararası hareketler/örgütlenmeler, alt toplumlar ile etnik gruplar, toplum içi gruplar ve bireyler kültürel anlamda daha fazla baskı altına alınmaktadır. Fakat bunun ötesinde postmodernizm toplumsal ve kültürel bir sistem halini almıştır (Robertson, 1999: 103).
Robertson’ın küreselleşmeye “farklılıkların bir aradalığı” boyutunu katması, onun modern kökenlerini göz ardı ettiği anlamına gelmez. Zira ulusdevlet, birey, evrensellik gibi kavramlar küresel alanın bileşenleridir ve etkileşim halinde varlıklarını sürdürürler. Örneğin, Robertson’ın modern dönemin önemli bir unsuru olan ulus-devlete ilişkin yorumu, ulus olarak örgütlenmiş toplumun özellikle de devletin yok olup gitmek üzere olduğunu ileri sürmek için henüz hiçbir nedenin söz konusu olmadığı yönündedir (1999: 296). Aksine, modern ulus devletin gelişimi devletlerarası ilişkilere dayandığından (Robertson, 1999: 95) devletin sınırı küreselleşme sürecinde daha da belirgin bir hal alır (Robertson, 1999: 96 ve 99). Diğer bir ifade ile küreselleşme ulus devleti ortadan kaldırmak yerine onun yerel anlamda bilincini artırır ve “kendisinin farkındalığını” güçlendirir. Son tahlilde, modernitenin temel unsurlarının küreselleşme sürecine rağmen varlıklarını sürdürmekte ve söz konusu süreci şekillendirmekte olduğu söylenebilir.
Robertson, küreselleşmeye ilişkin analizlerinde ekonominin merkezi rolünü yıkmaya, bir başka ifade ile “kültürün ikincilliğine” son vermeye çalışmaktadır. Robertson’a göre, küreselleşmeye yönelik analizlerde kültür her zaman “ikincil bir olgu” olarak ele alınmış ve tüm küreselleşme tartışmaları ekonomi temelinde yapılmıştır. Bunun nedeni, ekonominin temalaştırılmasının ve dinsel olanın yanı sıra sözde dinsel olanların da bu temalaştırmayı anlamlı hale getirme çabalarının analistlerce göz ardı edilmesidir(1999: 111). Robertson, uzun yıllar, bilinçli bir yanlışın sonucu olarak, olanı açıklamada ekonominin gölgesinde kalmış olan kültürün aslında ne kadar önemli olduğunun artık anlaşıldığını düşünmektedir:
“Ekonomik meseleler toplumlar arasındaki ilişkilerde ve çeşitli ulusötesi ilişki biçimlerinde çok önemli olsalar da, bunların büyük ölçüde kültürel olumsallıklara ve kültürel kodlamaya tabi olduklarını giderek daha fazla fark etmeye başladık. …. ulusal olarak örgütlenmiş toplumlara arasındaki düşmanlıktan dostluğa doğru uzanan ilişkilerin çoğunu yapılandıran ve biçimlendiren şeyin özünde kültürel bir doğaya sahip olduğu giderek daha da açık hale gelmektedir” (Robertson, 1999: 16).
Kültürün olanı açıklamadaki merkezi rolünün uzun süre ihmal edildiğini ve bu ihmalin bugün farkına varıldığını Wallerstein örneğinden yola çıkarak tespit etmeye çalışan Robertson, kültürün yanlış yorumlanmasının yol açacağı sıkıntıları da Wallerstein’ın yanılgısını ortaya koyarak açıklamaktadır. Robertson’a (1999: 111) göre, Wallerstein başlangıçta çalışmalarının önemli bir bölümünü kültürel, özellikle de dinsel sorunların tartışılmasına ayırmış ve kültürel çeşitlilik olgusunu modern dünya-sistemine ilişkin yaptığı tanımın bir parçası ve dünya-sistemsel düzenin bir boyutu olarak kabul etmiştir. Buna rağmen, uzunca bir süre kültürün ikincil bir olgu olarak değerlendirilmesi gerektiğini
savunmuş fakat zamanla kültürün merkezi rolünü fark ederek bu olguya dünya-sistemleri kuramında önemli bir işlev yüklemiştir (Robertson, 1999: 114). Fakat Wallerstein’in kültüre duyduğu bu ilgi Marksist bakış açısının sınırlayıcılığına takılmıştır. Wallerstein kültüre ideolojik bir engel olarak bakmaya devam etmiştir (Robertson, 1999: 114). Nitekim Wallerstein merkez-çevre teorisi bağlamında kültürü merkezle özdeşleştirirken, çevrenin -İslam, Hint ve Çin- kültürünü işlevsiz görmekte ve “merkeze boyun eğen” olarak tasvir etmektedir. Kültürü bu şekilde merkezle özdeşleştiren ve modern dünya sisteminin kültürel inşasında çevrenin hiçbir etkisinin olmadığını
varsayan bu düşüncesi, Wallerstein’in, küresel duruma doğrudan yönelen hareketlerin önemini gözden kaçırmasına neden olmuştur (Robertson, 1999:119). Robertson’a göre, Wallerstein dünya-sistemleri kuramıyla bir ideoloji inşa etmiş ve küresel çaptaki kültürel karmaşada bir “taraf” haline gelmiştir. Zira bu modele göre, “dünya biçimsel açıdan rasyonel bir merkez, hiyerarşik bir yapıdaki verili çıkarlar temelinde işlemektedir” (Robertson, 1999: 121).
Küreselleşmeye ekonomi merkezli bakanların temel yanılgısı çağdaş piyasada kültür ile ekonominin giderek artan bir biçimde iç içe geçmekte olduğunu fark edememeleridir. Zira çağdaş kapitalizmin yarattığı tüketicilerin ürünlerin özelleşen bölgesel, toplumsal, etnik sınıf ile toplumsal cinsiyet pazarlarına uyumlu hale getirilmesini giderek daha fazla talep etmesi ekonomiyi yerel kültürleri dikkate almak diğer bir ifadeyle yerelleşmek zorunda bırakmaktadır (Robertson, 1999: 167, 280). Küreselleşme ekonomi merkezli okunduğunda merkezin çevre üzerinde hegemonya kurduğu ve küreselleşmenin araçlarıyla çevreyi merkez lehine bütünleştirdiği yorumu kolayca yapılabilirken, çağdaş kapitalizmin kültür ve ekonomiyi bir arada barındırdığı göz önüne alındığında ise ekonominin aynılaştırıcı etkisi ortadan kalkmakta ve yerel olanın ekonomiyi içselleştirirken dönüştürdüğü, merkezin aynılaştırıcılığını kırdığı görülmektedir.
Robertson’a göre, küreselleşmeyi aynılaşma ya da Batı hegemonyası ile bu hegemonyaya karşı olma bağlamında yorumlamanın en önemli sebebi kültürün göz ardı edilmesi, küresel karşılıklı bağımlılık denen şeyin küresel toplum kuramı ile değil küresel ekonomi ile açıklanmaya çalışılmasıdır (Robertson, 1999: 185-6). Küreselleşmeye yönelik isabetli bir analizin kültürün göz ardı edilerek yapılamayacağında ısrar eden Robertson, ekonomi merkezli bakış açılarının ister istemez analizciyi ideolojiye, tarafgirliğe kaydıracağını ve dolayısıyla da kendisinin yapmaya çalıştığının küreselleşmede farklı kültürlere yer vererek klasik uygarlık çözümlemesinin Batımerkezciliğinin önüne geçmek olduğunu savunur (Robertson, 1999: 223).
Kültürü geleneksel sosyolojide olduğu gibi bütünleştirici olarak değil kırılmaları ve farklılıkları göstermek için kullanan Robertson (1999: 54) küreselleşmeyi çözümlemede kültüre kilit bir önem vererek küreselleşmenin aslında ekonomik temelli analizlerde olduğu gibi bütünleştirici değil kırılma ve farklılıkların yaşandığı bir süreç olduğunu iddia eder. Zaten, küreselleşmenin kendisi de, toplumlara kendi kimliklerine ait simgeler için küresel-kültürel sahneyi dikkatle incelemeleri için baskı yapar (1999: 81).
Ali Balcı
Küreselleşmeyi tanımlamada benlikler (bireyler), ulus devletler, beşeriyet ve dünya sistemi gibi ayrı ama birbiriyle ilişkili dört unsurdan yola çıkan Robertson’ın vardığı sonuç, dünyanın giderek bir bütünlük halini aldığıdır (Friedman, 1999: 86). Robertson’a göre küreselleşme ile birlikte dünya tek bir mekâna küçülmüştür (1999: 19, 21, 216, 221 ve 283). Fakat bu küresel teklik yani “tek bir mekâna küçülme” yalın bir birörnekli anlamına gelmez. Bu, insanların farklı yaşam düzeylerinin birbirleriyle konuşur hale geldiği karmaşık bir toplumsal ve fenomonolojik durumdur. Bir başka ifade ile küresel insanlık durumudur (Tomlinson, 2004: 24; Robertson, 1999: 19, 89).
Tek mekânda farklılıkların kendiliklerini koruyarak bir arada bulunabilmesi küreselleşen dünyada yaşanan bilinç yükselişiyle mümkün olmuştur. Robertson (1999: 52) bunu postmodern olarak isimlendirilen durumla ilişkilendirmektedir. Postmodern dönemle birlikte toplumlar, ulusal ve uluslararası hareketler/örgütlenmeler, alt toplumlar ile etnik gruplar, toplum içi gruplar ve bireyler kültürel anlamda daha fazla baskı altına alınmaktadır. Fakat bunun ötesinde postmodernizm toplumsal ve kültürel bir sistem halini almıştır (Robertson, 1999: 103).
Robertson’ın küreselleşmeye “farklılıkların bir aradalığı” boyutunu katması, onun modern kökenlerini göz ardı ettiği anlamına gelmez. Zira ulusdevlet, birey, evrensellik gibi kavramlar küresel alanın bileşenleridir ve etkileşim halinde varlıklarını sürdürürler. Örneğin, Robertson’ın modern dönemin önemli bir unsuru olan ulus-devlete ilişkin yorumu, ulus olarak örgütlenmiş toplumun özellikle de devletin yok olup gitmek üzere olduğunu ileri sürmek için henüz hiçbir nedenin söz konusu olmadığı yönündedir (1999: 296). Aksine, modern ulus devletin gelişimi devletlerarası ilişkilere dayandığından (Robertson, 1999: 95) devletin sınırı küreselleşme sürecinde daha da belirgin bir hal alır (Robertson, 1999: 96 ve 99). Diğer bir ifade ile küreselleşme ulus devleti ortadan kaldırmak yerine onun yerel anlamda bilincini artırır ve “kendisinin farkındalığını” güçlendirir. Son tahlilde, modernitenin temel unsurlarının küreselleşme sürecine rağmen varlıklarını sürdürmekte ve söz konusu süreci şekillendirmekte olduğu söylenebilir.
Robertson, küreselleşmeye ilişkin analizlerinde ekonominin merkezi rolünü yıkmaya, bir başka ifade ile “kültürün ikincilliğine” son vermeye çalışmaktadır. Robertson’a göre, küreselleşmeye yönelik analizlerde kültür her zaman “ikincil bir olgu” olarak ele alınmış ve tüm küreselleşme tartışmaları ekonomi temelinde yapılmıştır. Bunun nedeni, ekonominin temalaştırılmasının ve dinsel olanın yanı sıra sözde dinsel olanların da bu temalaştırmayı anlamlı hale getirme çabalarının analistlerce göz ardı edilmesidir(1999: 111). Robertson, uzun yıllar, bilinçli bir yanlışın sonucu olarak, olanı açıklamada ekonominin gölgesinde kalmış olan kültürün aslında ne kadar önemli olduğunun artık anlaşıldığını düşünmektedir:
“Ekonomik meseleler toplumlar arasındaki ilişkilerde ve çeşitli ulusötesi ilişki biçimlerinde çok önemli olsalar da, bunların büyük ölçüde kültürel olumsallıklara ve kültürel kodlamaya tabi olduklarını giderek daha fazla fark etmeye başladık. …. ulusal olarak örgütlenmiş toplumlara arasındaki düşmanlıktan dostluğa doğru uzanan ilişkilerin çoğunu yapılandıran ve biçimlendiren şeyin özünde kültürel bir doğaya sahip olduğu giderek daha da açık hale gelmektedir” (Robertson, 1999: 16).
Kültürün olanı açıklamadaki merkezi rolünün uzun süre ihmal edildiğini ve bu ihmalin bugün farkına varıldığını Wallerstein örneğinden yola çıkarak tespit etmeye çalışan Robertson, kültürün yanlış yorumlanmasının yol açacağı sıkıntıları da Wallerstein’ın yanılgısını ortaya koyarak açıklamaktadır. Robertson’a (1999: 111) göre, Wallerstein başlangıçta çalışmalarının önemli bir bölümünü kültürel, özellikle de dinsel sorunların tartışılmasına ayırmış ve kültürel çeşitlilik olgusunu modern dünya-sistemine ilişkin yaptığı tanımın bir parçası ve dünya-sistemsel düzenin bir boyutu olarak kabul etmiştir. Buna rağmen, uzunca bir süre kültürün ikincil bir olgu olarak değerlendirilmesi gerektiğini
savunmuş fakat zamanla kültürün merkezi rolünü fark ederek bu olguya dünya-sistemleri kuramında önemli bir işlev yüklemiştir (Robertson, 1999: 114). Fakat Wallerstein’in kültüre duyduğu bu ilgi Marksist bakış açısının sınırlayıcılığına takılmıştır. Wallerstein kültüre ideolojik bir engel olarak bakmaya devam etmiştir (Robertson, 1999: 114). Nitekim Wallerstein merkez-çevre teorisi bağlamında kültürü merkezle özdeşleştirirken, çevrenin -İslam, Hint ve Çin- kültürünü işlevsiz görmekte ve “merkeze boyun eğen” olarak tasvir etmektedir. Kültürü bu şekilde merkezle özdeşleştiren ve modern dünya sisteminin kültürel inşasında çevrenin hiçbir etkisinin olmadığını
varsayan bu düşüncesi, Wallerstein’in, küresel duruma doğrudan yönelen hareketlerin önemini gözden kaçırmasına neden olmuştur (Robertson, 1999:119). Robertson’a göre, Wallerstein dünya-sistemleri kuramıyla bir ideoloji inşa etmiş ve küresel çaptaki kültürel karmaşada bir “taraf” haline gelmiştir. Zira bu modele göre, “dünya biçimsel açıdan rasyonel bir merkez, hiyerarşik bir yapıdaki verili çıkarlar temelinde işlemektedir” (Robertson, 1999: 121).
Küreselleşmeye ekonomi merkezli bakanların temel yanılgısı çağdaş piyasada kültür ile ekonominin giderek artan bir biçimde iç içe geçmekte olduğunu fark edememeleridir. Zira çağdaş kapitalizmin yarattığı tüketicilerin ürünlerin özelleşen bölgesel, toplumsal, etnik sınıf ile toplumsal cinsiyet pazarlarına uyumlu hale getirilmesini giderek daha fazla talep etmesi ekonomiyi yerel kültürleri dikkate almak diğer bir ifadeyle yerelleşmek zorunda bırakmaktadır (Robertson, 1999: 167, 280). Küreselleşme ekonomi merkezli okunduğunda merkezin çevre üzerinde hegemonya kurduğu ve küreselleşmenin araçlarıyla çevreyi merkez lehine bütünleştirdiği yorumu kolayca yapılabilirken, çağdaş kapitalizmin kültür ve ekonomiyi bir arada barındırdığı göz önüne alındığında ise ekonominin aynılaştırıcı etkisi ortadan kalkmakta ve yerel olanın ekonomiyi içselleştirirken dönüştürdüğü, merkezin aynılaştırıcılığını kırdığı görülmektedir.
Robertson’a göre, küreselleşmeyi aynılaşma ya da Batı hegemonyası ile bu hegemonyaya karşı olma bağlamında yorumlamanın en önemli sebebi kültürün göz ardı edilmesi, küresel karşılıklı bağımlılık denen şeyin küresel toplum kuramı ile değil küresel ekonomi ile açıklanmaya çalışılmasıdır (Robertson, 1999: 185-6). Küreselleşmeye yönelik isabetli bir analizin kültürün göz ardı edilerek yapılamayacağında ısrar eden Robertson, ekonomi merkezli bakış açılarının ister istemez analizciyi ideolojiye, tarafgirliğe kaydıracağını ve dolayısıyla da kendisinin yapmaya çalıştığının küreselleşmede farklı kültürlere yer vererek klasik uygarlık çözümlemesinin Batımerkezciliğinin önüne geçmek olduğunu savunur (Robertson, 1999: 223).
Kültürü geleneksel sosyolojide olduğu gibi bütünleştirici olarak değil kırılmaları ve farklılıkları göstermek için kullanan Robertson (1999: 54) küreselleşmeyi çözümlemede kültüre kilit bir önem vererek küreselleşmenin aslında ekonomik temelli analizlerde olduğu gibi bütünleştirici değil kırılma ve farklılıkların yaşandığı bir süreç olduğunu iddia eder. Zaten, küreselleşmenin kendisi de, toplumlara kendi kimliklerine ait simgeler için küresel-kültürel sahneyi dikkatle incelemeleri için baskı yapar (1999: 81).
Ali Balcı