Günümüzün "normal" insanları açısından başkaları için görme engelli/özürlü, işitme engelli/özürlü gibi sıfatları kullanmak çok doğal görünür. Oysa ilksel topluluklardaki insanların görme ve işitme güçleriyle kıyaslandığında bugünün toplumunu oluşturan bireylerin büyük çoğunluğunun sakat olduğu düşünülebilir. Günümüz toplumundan farklı olarak tarih boyunca çok sayıda toplulukta sakatlık özel bir kategoriye sokulmuyor; sakatlık sınıflandırıcı, dışlayıcı, lekeleyici politikaların "nesnesini" oluşturmuyordu. Sakatlık gündelik yaşamın doğal bir parçasıydı.
Ortaçağda Hıristiyanlık boyunca sakat kişilere karşı farklı tavırlar söz konusuydu. Bir yandan sakatlık kötülükle, şeytanla, büyücülükle, tanrının lanetiyle ilişkilendiriliyor, sakatlar için şeytan kovma ayinleri düzenleniyordu. Bazen de sakatlar insanlık için acı çeken İsa figürüyle ilişkilendiriliyor, merhamet ve yardım görüyorlardı. Feodal toplumda sakatlar aileleriyle birlikte yaşıyor, imkânları nispetinde çalışarak aile ekonomisine katkıda bulunuyorlardı. Gündelik hayat içinde sakatların sistematik bir sosyal ayrımcılığa maruz kalmasından söz etmek güçtü.
Ortaçağın sonlarından, Rönesans’tan başlayarak insanın mükemmelliğine yönelik arayış sakatlara yönelik bir tavır değişikliğini beraberinde getirdi. Estetiğin ve güzelliğin yeni normları insandaki "kusura" karşı hoşgörülü değildi. Öte yandan XVII. yüzyıldan itibaren insan bedenini bir makine olarak ele alan mekanik düşünce ondaki "aksayan" yanları tamir edilebilecek parçalar olarak görme eğilimindeydi. XVIII. yüzyılın Aydınlanma düşüncesi de aklın denetimi altında arızalanmadan işleyen bir beden fikrini geliştirecek ve bedenin sakatlıkları artık dinsel bir çerçevede değil seküler, tıbbi bir çerçeve içinde değerlendirilmeye başlanacaktı.
Makine gibi çalışan bir beden anlayışı gelişmekte olan kapitalizmle de ilişkiliydi. Fabrikalarda iş ritminin hızlanmasıyla birlikte bedenin mekanik hareketlerinin hızlılığı önem kazanmıştı. Öte yandan XIX. yüzyılın ağır sanayileri güçlü bedenlere ihtiyaç duymaktaydı. Bedenin değerinin üretkenliğe, çalışma gücüne bağlı olarak kurulması üretimin katı gerekliliklerine uymayan bedenlerin dışlanmasını, fabrika kapılarının "üretme engellilere" kapanmasını beraberinde getirdi. Aynı süreçte kapitalizm üretimi gitgide daha fazla hızlandırmaya çalıştığı için "iş kazaları" nedeniyle çok sayıda işçi sakat durumuna düşüyor ve tazminatsız işten atılıyordu. Ulusal burjuvazilerin devletleri arasındaki çıkar çatışmasından kaynaklanan savaşlarda ya da halk ayaklanmalarının bastırılması sırasında on binlerce insan sakat hale geliyordu. XIX. yüzyıl modernliğin kendi normalliğini, normlarını, standartlarını kurduğu ve bu normların dışında kalanları dışlayıp anormal olarak tanımladığı alana sürerek disiplin altına almaya çalıştığı bir yüzyıldı. Böylece beyaz, erkek, genç, heteroseksüel, sağlam beden norm olarak kabul edilirken kadınların, eşcinsellerin, yaşlıların, sakatların, hastaların bedenleri ikinci sınıf muameleye maruz bırakılıyordu. XIX. yüzyılın tıbbı normalliği biyofizyolojik bir temelde tanımlıyor, sakatlığı bir patoloji olarak sınıflandırıyordu. Bu durumda normal olarak tanımlanan bedene kıyasla her farklılık denetimi, gözetimi ve disiplin altına almayı gerektiren bir sapma olarak değerlendirilmekteydi. Henri-Jacques Stiker’ın da belirttiği gibi, aynılığa vurgu yapan Batı söyleminde sakatlık aynılığın zorunlu bir parçasından yoksun olma olarak algılanıyordu. Toplum bu eksikliği bir protezle ya da tedaviyle gidermeye çalışacaktı. Böylece farklılık kodu altında sınıflandırılan sakatlar kadınlar ve eşcinseller gibi kamusal alanın dışına sürülecekler, görünmez, suskun, gözden uzak yaşar hale getirilmeye çalışılacaklardı. Modernliğin sakatlık söyleminin kurulmasıyla birlikte sakatlar "ortadan kaybolacak," hapishanelere, akıl hastanelerine, yoksul yurtlarına, kolonilere sürüleceklerdi. Sakatlığın sosyal bir problem olarak tanımlanmasıyla sakatların -eskiden doğal bir parçası oldukları- sosyal hayattan koparılarak devletin disipliner kurumlarına sürülmeleri aynı dönemde gerçekleşecekti. Bu kurumlar pratikte sakatları iyileştirmeye değil, onları denetim altında tutmaya, onların fiziki ve sosyal ölümünü hızlandırmaya hizmet ediyorlardı.
Kapitalist modernlik kendine hâkim, kendi sınırlarını kontrol edebilen, çalışmaya, itaate ve disipline yatkın, eğilip bükülebilir, "kendi uzuvlarına söz geçirebilen", "aklın önderliği altında örgütlenmiş" bir beden anlayışını öne çıkarıyordu. İdeal, mükemmel bir bedeni estetize eden bu yaklaşım normdan sapanlara karşı hiyerarşik farkların yaratılmasına, dışlayıcı uygulamalara zemin hazırlıyordu. Normalliğin, normun, aynılığın egemen olduğu modern toplumda bazı sakatlar sirklerde, fuarlarda "hilkat garibeleri" olarak halkın karşısına çıkarılıyorlardı. Modernliğin farklı olanı dışlayıcı kültürü birçok "negatif toplumsal olguyu sakatlığa ilişkin terimlerle ifade ediyordu (ekonominin, trafiğin felç olması, sakat işler vb). Öte yandan sakatlık dejenerasyonla, düşüşle, kusurla ilişkilendiriliyor, zaman zaman yoksulları, kadınları, eşcinselleri, Yahudileri, ihtilalcileri aşağılayıcı metaforlar biçiminde kullanılıyordu. Mitchell ve Synder’in söyledikleri gibi Batı’da edebi anlatılarda sakatlık doğal düzen içinde bir kusur olarak, tamir edilmesi gereken bir bozukluk olarak ele alınıyordu. Lennard J. Davis genelde kültürün ve sanatın "normal beden" kavramını fazla sorgulamadan veri aldıklarını belirtecekti.
Modernliğin "normal beden" yaklaşımı onun tam/eksik şeklinde kurduğu ikili karşıtlığa dayanmaktaydı. Delilerin eksikliği zihinlerinde, fiziksel olarak sakatların eksikliği bedenlerindeydi. Kadınlara gelince onların da "penisleri eksikti" (Freud’un kulağı çınlasın). Modern beden eril, otoriter, tam, üniter bir beden olarak tasarlanmaktaydı. Normal modern beden sadece patriarkaya ve heteroseksizme değil, aynı zamanda ırkçılığa da temel teşkil etmekteydi. XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra güçlenen sosyal Darwinizm güçsüz, zayıf, sakat varlıkların doğada yaşamlarını sürdüremeyip elenmesi gibi toplumsal hayatta da ancak güçlü olanın, sakat olmayanın var kalmasının doğal olduğunu ileri sürüyordu. Öjenizm de insanlığın selameti açısından soyun saflığını gözeten devlet politikalarıyla toplumda seçkin bir kesimin oluşturulması gerektiğine inanıyordu. Modernlik sakatlara yönelik olarak XX. yüzyılın ortalarına kadar sürecek zorunlu kısırlaştırma uygulamalarına girişecekti. Fiziksel ve zihinsel engellilik ve suça eğilimli olma arasında genetik bir ilişki olduğu varsayılmaktaydı. Modernlik için sakat beden bir utanç, suç, ihlal, düşkünlük ve sapkınlık kaynağıydı. Modernliğin gönlünde yatıp da bir türlü "tam olarak" gerçekleştiremediği "toplumu sakatlardan arındırma" projesini hayata geçirme görevi Nazi yönetimine düştü. Nazi döneminde sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırmanın yaygınlık ve keyfilik kazanmasının yanı sıra sakat doğan çok sayıda bebek ve çocuk öldürüldü. Bunu takiben on binlerce yetişkin sakat Nazilerce öldürüldü. Naziler sakatların hem Alman ırkının saflığını bozduğunu hem de devlete ekonomik olarak yük olduklarını söylüyorlardı. Öte yandan Naziler çok sayıda sosyalisti, muhalifi, eşcinseli zihinsel sakatlıkla damgalayarak onları akıl hastanelerine kapattılar ya da öldürdüler. Nazilerin sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırma uygulamaları Nürnberg Mahkemelerinde yargılanmadı çünkü o dönemde ABD, Kanada, İsviçre, Danimarka, İsveç ve başka Batı ülkelerinde sakatlara karşı zorunlu kısırlaştırma uygulamaları yürürlükteydi ve bu uygulamalar 1950’lere kadar devam edecekti. Reel sosyalist rejimler de rejim muhaliflerini zihinsel açıdan sakat oldukları bahanesiyle akıl hastanelerine kapatacaktı.
Modernlik boyunca sakatlar eğitim, iş, sosyal güvence ve gelir düzeyi açısından en alt seviyede kaldılar. Modernliğin "büyük sol siyaseti" nasıl kadınlarla, eşcinsellerle ilgilenmediyse sakatlarla da ilgilenmedi, modernliğin egemen yorumuna paralel bir biçimde sakatlığı kişisel bir sorun, bir talihsizlik olarak gördü; sakatlığın tarihsel bir bağlam içinde oluşmuş bir iktidar söylemi, bir toplumsal kurgu olduğunu anlamadı. İkinci Dünya Savaşını takip eden sosyal refah devleti döneminde sakatlara yönelik bazı kurumlar kurulup sosyal yardımlar artırıldıysa da sakatların koşullarında kayda değer bir iyileşme olmadı. Sakatların politik gruplar halinde örgütlemeleri ise 1960’larda gerçekleşti. Vietnam gazilerinin muhalefeti savaş karşıtı direnişin önemli bir parçasını oluşturdu. Sakatlar hareketi yeni sosyal hareketlerin içinde yerini aldı; resmi binalara, okullara tekerlekli sandalyeyle girebilmenin olanaklarının yaratılması, ulaşımda sakatlara yönelik kolaylıklar sağlanması, sakatlara yönelik tacizlere karşı önlemler alınıp bu konudaki cezaların artırılması vb. birçok hak sakatların mücadeleleri sonucu kazanıldı.
Post modern kapitalizm sakatların farklılığını kabul etmiş, yumuşak, yardımsever, hoşgörülü bir söylemi benimsiyor görünse de gerçek durum farklıydı. Sakatlık yeni kapitalizmde çok büyük bir ekonomik sektör ve pazar anlamına geliyordu. Bu nedenle sakatlara yönelik ilgi ve bakım postmodern toplumda tamamen ticarileşti, profesyonelleşti, teknik bir ilginin konusu haline geldi. Neoliberal yönetimlerin eskinin refah devletinin sakatlara yönelik sosyal kurumlarını peşi sıra kapatmasının ardından devletin sakatlara yaptığı sosyal yardımlar azaltıldı, sakatlara yönelik hizmetler özelleştirildi. Sakatlık sektörü esas olarak maddi imkânı olan orta sınıflara hizmet veriyor, sakat yoksullar, göçmenler, işsizler (özellikle kadın ve yaşlıysalar) bu hizmetlere erişemiyordu. Neoliberalizmin yarattığı işsizlik ortamında Blair gibi üçüncü yol politikacıları sakatlara iş aramaları gerektiğini söylüyorlardı.
Postmodernlik modernliğin sakatlara yönelik oluşturduğu normal/anormal karşıtlığını -orta sınıflara yönelik olarak- yumuşattıysa da ortadan kaldırmadı. Göçmen, yoksul ve işsiz sakatlar ihtiyaç duydukları hizmetlere ulaşamadılar. Öte yandan kadınların, eşcinsellerin ve sakatların verdiği mücadeleler modernliğin güçlü, "engelsiz" eril beden imajını bir ölçüde sarstıysa da ticari kitle kültürü kusursuz beden imgelerini pompalamaya devam etti. Sakatlık endüstrisi piyasayı çeşitlendirip derinleştirmek amacıyla sürekli olarak sakatlıkla ilgili yeni uzmanlık alanları yaratmaktaydı. Postmodernliğin modernlikten farkı, ikincisinin sakatlığı disipliner bir kategori olarak kurarken birincisinin ticari bir kategori olarak kurmasıydı. Sakatlara yönelik endüstriler uzmanları ve profesyonelleri vasıtasıyla sakatların ihtiyaçlarını biçimlendiriyor, yeni ürünleri için yeni ihtiyaçlar yaratıyordu. Postmodern toplumda sakatların yaşamı bu piyasanın profesyonelleri tarafından sömürgeleştirildi. Sakatın farkı bir kâr kaynağı haline getirilerek yeniden üretilmeye başlandı. Tüm bunlara karşın postmodern kapitalizmin modernliğe ilişkin gençlik, zindelik gibi bedenin mükemmelliğine ilişkin normları koruduğunu belirtmek gerekiyor. Susan Wendells’in de dikkat çektiği gibi (The Disability Studies Reader’ın içinde) sakat bir bedenin içinden günümüzün kültürüne kulak kabarttığımızda sanki ahlaki erdemlermişçesine sağlıktan ve aktif fiziksel güçten çok sık bahsedildiğini işitiriz. Sakatlara ilişkin pozitif ayrımcılığa, sakatlık çalışmalarındaki (disability studies) artışa karşın sakatlara karşı gündelik hayattaki ayrımcılık sürüyor. Belki de bu nedenle Davis’in söylediği gibi sakatlıkla ilgili çalışmaların politik bir boyut taşıdığını kavramak gerekiyor. Sakatlık sabit sınırlara sahip bir konum değil, ancak akışkanlığa ilişkin olarak anlaşılabilecek bir oluş halidir. Sakatlık görelidir, daha ziyade bir farklılıkla ilişkilidir. Ancak kendi "normalliklerini" sorgulayan kişiler "sakat olmayan çoğunluğun" bir parçası olmanın utancını duyumsayabilir, normalliğin sakatları terörize edici, şiddet içeren, otoriter boyutunu hissedebilir.
Yaşar Çabuklu
Ortaçağda Hıristiyanlık boyunca sakat kişilere karşı farklı tavırlar söz konusuydu. Bir yandan sakatlık kötülükle, şeytanla, büyücülükle, tanrının lanetiyle ilişkilendiriliyor, sakatlar için şeytan kovma ayinleri düzenleniyordu. Bazen de sakatlar insanlık için acı çeken İsa figürüyle ilişkilendiriliyor, merhamet ve yardım görüyorlardı. Feodal toplumda sakatlar aileleriyle birlikte yaşıyor, imkânları nispetinde çalışarak aile ekonomisine katkıda bulunuyorlardı. Gündelik hayat içinde sakatların sistematik bir sosyal ayrımcılığa maruz kalmasından söz etmek güçtü.
Ortaçağın sonlarından, Rönesans’tan başlayarak insanın mükemmelliğine yönelik arayış sakatlara yönelik bir tavır değişikliğini beraberinde getirdi. Estetiğin ve güzelliğin yeni normları insandaki "kusura" karşı hoşgörülü değildi. Öte yandan XVII. yüzyıldan itibaren insan bedenini bir makine olarak ele alan mekanik düşünce ondaki "aksayan" yanları tamir edilebilecek parçalar olarak görme eğilimindeydi. XVIII. yüzyılın Aydınlanma düşüncesi de aklın denetimi altında arızalanmadan işleyen bir beden fikrini geliştirecek ve bedenin sakatlıkları artık dinsel bir çerçevede değil seküler, tıbbi bir çerçeve içinde değerlendirilmeye başlanacaktı.
Makine gibi çalışan bir beden anlayışı gelişmekte olan kapitalizmle de ilişkiliydi. Fabrikalarda iş ritminin hızlanmasıyla birlikte bedenin mekanik hareketlerinin hızlılığı önem kazanmıştı. Öte yandan XIX. yüzyılın ağır sanayileri güçlü bedenlere ihtiyaç duymaktaydı. Bedenin değerinin üretkenliğe, çalışma gücüne bağlı olarak kurulması üretimin katı gerekliliklerine uymayan bedenlerin dışlanmasını, fabrika kapılarının "üretme engellilere" kapanmasını beraberinde getirdi. Aynı süreçte kapitalizm üretimi gitgide daha fazla hızlandırmaya çalıştığı için "iş kazaları" nedeniyle çok sayıda işçi sakat durumuna düşüyor ve tazminatsız işten atılıyordu. Ulusal burjuvazilerin devletleri arasındaki çıkar çatışmasından kaynaklanan savaşlarda ya da halk ayaklanmalarının bastırılması sırasında on binlerce insan sakat hale geliyordu. XIX. yüzyıl modernliğin kendi normalliğini, normlarını, standartlarını kurduğu ve bu normların dışında kalanları dışlayıp anormal olarak tanımladığı alana sürerek disiplin altına almaya çalıştığı bir yüzyıldı. Böylece beyaz, erkek, genç, heteroseksüel, sağlam beden norm olarak kabul edilirken kadınların, eşcinsellerin, yaşlıların, sakatların, hastaların bedenleri ikinci sınıf muameleye maruz bırakılıyordu. XIX. yüzyılın tıbbı normalliği biyofizyolojik bir temelde tanımlıyor, sakatlığı bir patoloji olarak sınıflandırıyordu. Bu durumda normal olarak tanımlanan bedene kıyasla her farklılık denetimi, gözetimi ve disiplin altına almayı gerektiren bir sapma olarak değerlendirilmekteydi. Henri-Jacques Stiker’ın da belirttiği gibi, aynılığa vurgu yapan Batı söyleminde sakatlık aynılığın zorunlu bir parçasından yoksun olma olarak algılanıyordu. Toplum bu eksikliği bir protezle ya da tedaviyle gidermeye çalışacaktı. Böylece farklılık kodu altında sınıflandırılan sakatlar kadınlar ve eşcinseller gibi kamusal alanın dışına sürülecekler, görünmez, suskun, gözden uzak yaşar hale getirilmeye çalışılacaklardı. Modernliğin sakatlık söyleminin kurulmasıyla birlikte sakatlar "ortadan kaybolacak," hapishanelere, akıl hastanelerine, yoksul yurtlarına, kolonilere sürüleceklerdi. Sakatlığın sosyal bir problem olarak tanımlanmasıyla sakatların -eskiden doğal bir parçası oldukları- sosyal hayattan koparılarak devletin disipliner kurumlarına sürülmeleri aynı dönemde gerçekleşecekti. Bu kurumlar pratikte sakatları iyileştirmeye değil, onları denetim altında tutmaya, onların fiziki ve sosyal ölümünü hızlandırmaya hizmet ediyorlardı.
Kapitalist modernlik kendine hâkim, kendi sınırlarını kontrol edebilen, çalışmaya, itaate ve disipline yatkın, eğilip bükülebilir, "kendi uzuvlarına söz geçirebilen", "aklın önderliği altında örgütlenmiş" bir beden anlayışını öne çıkarıyordu. İdeal, mükemmel bir bedeni estetize eden bu yaklaşım normdan sapanlara karşı hiyerarşik farkların yaratılmasına, dışlayıcı uygulamalara zemin hazırlıyordu. Normalliğin, normun, aynılığın egemen olduğu modern toplumda bazı sakatlar sirklerde, fuarlarda "hilkat garibeleri" olarak halkın karşısına çıkarılıyorlardı. Modernliğin farklı olanı dışlayıcı kültürü birçok "negatif toplumsal olguyu sakatlığa ilişkin terimlerle ifade ediyordu (ekonominin, trafiğin felç olması, sakat işler vb). Öte yandan sakatlık dejenerasyonla, düşüşle, kusurla ilişkilendiriliyor, zaman zaman yoksulları, kadınları, eşcinselleri, Yahudileri, ihtilalcileri aşağılayıcı metaforlar biçiminde kullanılıyordu. Mitchell ve Synder’in söyledikleri gibi Batı’da edebi anlatılarda sakatlık doğal düzen içinde bir kusur olarak, tamir edilmesi gereken bir bozukluk olarak ele alınıyordu. Lennard J. Davis genelde kültürün ve sanatın "normal beden" kavramını fazla sorgulamadan veri aldıklarını belirtecekti.
Modernliğin "normal beden" yaklaşımı onun tam/eksik şeklinde kurduğu ikili karşıtlığa dayanmaktaydı. Delilerin eksikliği zihinlerinde, fiziksel olarak sakatların eksikliği bedenlerindeydi. Kadınlara gelince onların da "penisleri eksikti" (Freud’un kulağı çınlasın). Modern beden eril, otoriter, tam, üniter bir beden olarak tasarlanmaktaydı. Normal modern beden sadece patriarkaya ve heteroseksizme değil, aynı zamanda ırkçılığa da temel teşkil etmekteydi. XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra güçlenen sosyal Darwinizm güçsüz, zayıf, sakat varlıkların doğada yaşamlarını sürdüremeyip elenmesi gibi toplumsal hayatta da ancak güçlü olanın, sakat olmayanın var kalmasının doğal olduğunu ileri sürüyordu. Öjenizm de insanlığın selameti açısından soyun saflığını gözeten devlet politikalarıyla toplumda seçkin bir kesimin oluşturulması gerektiğine inanıyordu. Modernlik sakatlara yönelik olarak XX. yüzyılın ortalarına kadar sürecek zorunlu kısırlaştırma uygulamalarına girişecekti. Fiziksel ve zihinsel engellilik ve suça eğilimli olma arasında genetik bir ilişki olduğu varsayılmaktaydı. Modernlik için sakat beden bir utanç, suç, ihlal, düşkünlük ve sapkınlık kaynağıydı. Modernliğin gönlünde yatıp da bir türlü "tam olarak" gerçekleştiremediği "toplumu sakatlardan arındırma" projesini hayata geçirme görevi Nazi yönetimine düştü. Nazi döneminde sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırmanın yaygınlık ve keyfilik kazanmasının yanı sıra sakat doğan çok sayıda bebek ve çocuk öldürüldü. Bunu takiben on binlerce yetişkin sakat Nazilerce öldürüldü. Naziler sakatların hem Alman ırkının saflığını bozduğunu hem de devlete ekonomik olarak yük olduklarını söylüyorlardı. Öte yandan Naziler çok sayıda sosyalisti, muhalifi, eşcinseli zihinsel sakatlıkla damgalayarak onları akıl hastanelerine kapattılar ya da öldürdüler. Nazilerin sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırma uygulamaları Nürnberg Mahkemelerinde yargılanmadı çünkü o dönemde ABD, Kanada, İsviçre, Danimarka, İsveç ve başka Batı ülkelerinde sakatlara karşı zorunlu kısırlaştırma uygulamaları yürürlükteydi ve bu uygulamalar 1950’lere kadar devam edecekti. Reel sosyalist rejimler de rejim muhaliflerini zihinsel açıdan sakat oldukları bahanesiyle akıl hastanelerine kapatacaktı.
Modernlik boyunca sakatlar eğitim, iş, sosyal güvence ve gelir düzeyi açısından en alt seviyede kaldılar. Modernliğin "büyük sol siyaseti" nasıl kadınlarla, eşcinsellerle ilgilenmediyse sakatlarla da ilgilenmedi, modernliğin egemen yorumuna paralel bir biçimde sakatlığı kişisel bir sorun, bir talihsizlik olarak gördü; sakatlığın tarihsel bir bağlam içinde oluşmuş bir iktidar söylemi, bir toplumsal kurgu olduğunu anlamadı. İkinci Dünya Savaşını takip eden sosyal refah devleti döneminde sakatlara yönelik bazı kurumlar kurulup sosyal yardımlar artırıldıysa da sakatların koşullarında kayda değer bir iyileşme olmadı. Sakatların politik gruplar halinde örgütlemeleri ise 1960’larda gerçekleşti. Vietnam gazilerinin muhalefeti savaş karşıtı direnişin önemli bir parçasını oluşturdu. Sakatlar hareketi yeni sosyal hareketlerin içinde yerini aldı; resmi binalara, okullara tekerlekli sandalyeyle girebilmenin olanaklarının yaratılması, ulaşımda sakatlara yönelik kolaylıklar sağlanması, sakatlara yönelik tacizlere karşı önlemler alınıp bu konudaki cezaların artırılması vb. birçok hak sakatların mücadeleleri sonucu kazanıldı.
Post modern kapitalizm sakatların farklılığını kabul etmiş, yumuşak, yardımsever, hoşgörülü bir söylemi benimsiyor görünse de gerçek durum farklıydı. Sakatlık yeni kapitalizmde çok büyük bir ekonomik sektör ve pazar anlamına geliyordu. Bu nedenle sakatlara yönelik ilgi ve bakım postmodern toplumda tamamen ticarileşti, profesyonelleşti, teknik bir ilginin konusu haline geldi. Neoliberal yönetimlerin eskinin refah devletinin sakatlara yönelik sosyal kurumlarını peşi sıra kapatmasının ardından devletin sakatlara yaptığı sosyal yardımlar azaltıldı, sakatlara yönelik hizmetler özelleştirildi. Sakatlık sektörü esas olarak maddi imkânı olan orta sınıflara hizmet veriyor, sakat yoksullar, göçmenler, işsizler (özellikle kadın ve yaşlıysalar) bu hizmetlere erişemiyordu. Neoliberalizmin yarattığı işsizlik ortamında Blair gibi üçüncü yol politikacıları sakatlara iş aramaları gerektiğini söylüyorlardı.
Postmodernlik modernliğin sakatlara yönelik oluşturduğu normal/anormal karşıtlığını -orta sınıflara yönelik olarak- yumuşattıysa da ortadan kaldırmadı. Göçmen, yoksul ve işsiz sakatlar ihtiyaç duydukları hizmetlere ulaşamadılar. Öte yandan kadınların, eşcinsellerin ve sakatların verdiği mücadeleler modernliğin güçlü, "engelsiz" eril beden imajını bir ölçüde sarstıysa da ticari kitle kültürü kusursuz beden imgelerini pompalamaya devam etti. Sakatlık endüstrisi piyasayı çeşitlendirip derinleştirmek amacıyla sürekli olarak sakatlıkla ilgili yeni uzmanlık alanları yaratmaktaydı. Postmodernliğin modernlikten farkı, ikincisinin sakatlığı disipliner bir kategori olarak kurarken birincisinin ticari bir kategori olarak kurmasıydı. Sakatlara yönelik endüstriler uzmanları ve profesyonelleri vasıtasıyla sakatların ihtiyaçlarını biçimlendiriyor, yeni ürünleri için yeni ihtiyaçlar yaratıyordu. Postmodern toplumda sakatların yaşamı bu piyasanın profesyonelleri tarafından sömürgeleştirildi. Sakatın farkı bir kâr kaynağı haline getirilerek yeniden üretilmeye başlandı. Tüm bunlara karşın postmodern kapitalizmin modernliğe ilişkin gençlik, zindelik gibi bedenin mükemmelliğine ilişkin normları koruduğunu belirtmek gerekiyor. Susan Wendells’in de dikkat çektiği gibi (The Disability Studies Reader’ın içinde) sakat bir bedenin içinden günümüzün kültürüne kulak kabarttığımızda sanki ahlaki erdemlermişçesine sağlıktan ve aktif fiziksel güçten çok sık bahsedildiğini işitiriz. Sakatlara ilişkin pozitif ayrımcılığa, sakatlık çalışmalarındaki (disability studies) artışa karşın sakatlara karşı gündelik hayattaki ayrımcılık sürüyor. Belki de bu nedenle Davis’in söylediği gibi sakatlıkla ilgili çalışmaların politik bir boyut taşıdığını kavramak gerekiyor. Sakatlık sabit sınırlara sahip bir konum değil, ancak akışkanlığa ilişkin olarak anlaşılabilecek bir oluş halidir. Sakatlık görelidir, daha ziyade bir farklılıkla ilişkilidir. Ancak kendi "normalliklerini" sorgulayan kişiler "sakat olmayan çoğunluğun" bir parçası olmanın utancını duyumsayabilir, normalliğin sakatları terörize edici, şiddet içeren, otoriter boyutunu hissedebilir.
Yaşar Çabuklu