12 Ekim 2009 Pazartesi

Sakatlık

Günümüzün "normal" insanları açısından başkaları için görme engelli/özürlü, işitme engelli/özürlü gibi sıfatları kullanmak çok doğal görünür. Oysa ilksel topluluklardaki insanların görme ve işit­me güçleriyle kıyaslandığında bugünün toplumunu oluşturan birey­lerin büyük çoğunluğunun sakat olduğu düşünülebilir. Günümüz toplumundan farklı olarak tarih boyunca çok sayıda toplulukta sa­katlık özel bir kategoriye sokulmuyor; sakatlık sınıflandırıcı, dışlayı­cı, lekeleyici politikaların "nesnesini" oluşturmuyordu. Sakatlık gündelik yaşamın doğal bir parçasıydı.

Ortaçağda Hıristiyanlık boyunca sakat kişilere karşı farklı tavır­lar söz konusuydu. Bir yandan sakatlık kötülükle, şeytanla, büyücü­lükle, tanrının lanetiyle ilişkilendiriliyor, sakatlar için şeytan kovma ayinleri düzenleniyordu. Bazen de sakatlar insanlık için acı çeken İsa figürüyle ilişkilendiriliyor, merhamet ve yardım görüyorlardı. Fe­odal toplumda sakatlar aileleriyle birlikte yaşıyor, imkânları nispe­tinde çalışarak aile ekonomisine katkıda bulunuyorlardı. Gündelik hayat içinde sakatların sistematik bir sosyal ayrımcılığa maruz kal­masından söz etmek güçtü.

Ortaçağın sonlarından, Rönesans’tan başlayarak insanın mükem­melliğine yönelik arayış sakatlara yönelik bir tavır değişikliğini bera­berinde getirdi. Estetiğin ve güzelliğin yeni normları insandaki "kusura" karşı hoşgörülü değildi. Öte yandan XVII. yüzyıldan itibaren insan bedenini bir makine olarak ele alan mekanik düşünce ondaki "aksayan" yanları tamir edilebilecek parçalar olarak görme eğilimin­deydi. XVIII. yüzyılın Aydınlanma düşüncesi de aklın denetimi al­tında arızalanmadan işleyen bir beden fikrini geliştirecek ve bedenin sakatlıkları artık dinsel bir çerçevede değil seküler, tıbbi bir çerçeve içinde değerlendirilmeye başlanacaktı.

Makine gibi çalışan bir beden anlayışı gelişmekte olan kapita­lizmle de ilişkiliydi. Fabrikalarda iş ritminin hızlanmasıyla birlikte bedenin mekanik hareketlerinin hızlılığı önem kazanmıştı. Öte yan­dan XIX. yüzyılın ağır sanayileri güçlü bedenlere ihtiyaç duymaktay­dı. Bedenin değerinin üretkenliğe, çalışma gücüne bağlı olarak ku­rulması üretimin katı gerekliliklerine uymayan bedenlerin dışlanma­sını, fabrika kapılarının "üretme engellilere" kapanmasını beraberin­de getirdi. Aynı süreçte kapitalizm üretimi gitgide daha fazla hızlan­dırmaya çalıştığı için "iş kazaları" nedeniyle çok sayıda işçi sakat du­rumuna düşüyor ve tazminatsız işten atılıyordu. Ulusal burjuvazile­rin devletleri arasındaki çıkar çatışmasından kaynaklanan savaşlarda ya da halk ayaklanmalarının bastırılması sırasında on binlerce insan sakat hale geliyordu. XIX. yüzyıl modernliğin kendi normalliğini, normlarını, standartlarını kurduğu ve bu normların dışında kalanla­rı dışlayıp anormal olarak tanımladığı alana sürerek disiplin altına almaya çalıştığı bir yüzyıldı. Böylece beyaz, erkek, genç, heteroseksüel, sağlam beden norm olarak kabul edilirken kadınların, eşcinsel­lerin, yaşlıların, sakatların, hastaların bedenleri ikinci sınıf muame­leye maruz bırakılıyordu. XIX. yüzyılın tıbbı normalliği biyofizyolojik bir temelde tanımlıyor, sakatlığı bir patoloji olarak sınıflandırı­yordu. Bu durumda normal olarak tanımlanan bedene kıyasla her farklılık denetimi, gözetimi ve disiplin altına almayı gerektiren bir sapma olarak değerlendirilmekteydi. Henri-Jacques Stiker’ın da be­lirttiği gibi, aynılığa vurgu yapan Batı söyleminde sakatlık aynılığın zorunlu bir parçasından yoksun olma olarak algılanıyordu. Toplum bu eksikliği bir protezle ya da tedaviyle gidermeye çalışacaktı. Böy­lece farklılık kodu altında sınıflandırılan sakatlar kadınlar ve eşcin­seller gibi kamusal alanın dışına sürülecekler, görünmez, suskun, gözden uzak yaşar hale getirilmeye çalışılacaklardı. Modernliğin sa­katlık söyleminin kurulmasıyla birlikte sakatlar "ortadan kaybola­cak," hapishanelere, akıl hastanelerine, yoksul yurtlarına, kolonilere sürüleceklerdi. Sakatlığın sosyal bir problem olarak tanımlanmasıy­la sakatların -eskiden doğal bir parçası oldukları- sosyal hayattan koparılarak devletin disipliner kurumlarına sürülmeleri aynı dö­nemde gerçekleşecekti. Bu kurumlar pratikte sakatları iyileştirmeye değil, onları denetim altında tutmaya, onların fiziki ve sosyal ölümü­nü hızlandırmaya hizmet ediyorlardı.
Kapitalist modernlik kendine hâkim, kendi sınırlarını kontrol edebilen, çalışmaya, itaate ve disipline yatkın, eğilip bükülebilir, "kendi uzuvlarına söz geçirebilen", "aklın önderliği altında örgütlen­miş" bir beden anlayışını öne çıkarıyordu. İdeal, mükemmel bir be­deni estetize eden bu yaklaşım normdan sapanlara karşı hiyerarşik farkların yaratılmasına, dışlayıcı uygulamalara zemin hazırlıyordu. Normalliğin, normun, aynılığın egemen olduğu modern toplumda bazı sakatlar sirklerde, fuarlarda "hilkat garibeleri" olarak halkın kar­şısına çıkarılıyorlardı. Modernliğin farklı olanı dışlayıcı kültürü birçok "negatif toplumsal olguyu sakatlığa ilişkin terimlerle ifade ediyordu (ekonominin, trafiğin felç olması, sakat işler vb). Öte yan­dan sakatlık dejenerasyonla, düşüşle, kusurla ilişkilendiriliyor, za­man zaman yoksulları, kadınları, eşcinselleri, Yahudileri, ihtilalcileri aşağılayıcı metaforlar biçiminde kullanılıyordu. Mitchell ve Synder’in söyledikleri gibi Batı’da edebi anlatılarda sakatlık doğal düzen içinde bir kusur olarak, tamir edilmesi gereken bir bozukluk olarak ele alı­nıyordu. Lennard J. Davis genelde kültürün ve sanatın "normal be­den" kavramını fazla sorgulamadan veri aldıklarını belirtecekti.

Modernliğin "normal beden" yaklaşımı onun tam/eksik şeklinde kurduğu ikili karşıtlığa dayanmaktaydı. Delilerin eksikliği zihinle­rinde, fiziksel olarak sakatların eksikliği bedenlerindeydi. Kadınlara gelince onların da "penisleri eksikti" (Freud’un kulağı çınlasın). Mo­dern beden eril, otoriter, tam, üniter bir beden olarak tasarlanmak­taydı. Normal modern beden sadece patriarkaya ve heteroseksizme değil, aynı zamanda ırkçılığa da temel teşkil etmekteydi. XIX. yüzyı­lın ikinci yarısından sonra güçlenen sosyal Darwinizm güçsüz, zayıf, sakat varlıkların doğada yaşamlarını sürdüremeyip elenmesi gibi toplumsal hayatta da ancak güçlü olanın, sakat olmayanın var kal­masının doğal olduğunu ileri sürüyordu. Öjenizm de insanlığın se­lameti açısından soyun saflığını gözeten devlet politikalarıyla top­lumda seçkin bir kesimin oluşturulması gerektiğine inanıyordu. Modernlik sakatlara yönelik olarak XX. yüzyılın ortalarına kadar sü­recek zorunlu kısırlaştırma uygulamalarına girişecekti. Fiziksel ve zihinsel engellilik ve suça eğilimli olma arasında genetik bir ilişki ol­duğu varsayılmaktaydı. Modernlik için sakat beden bir utanç, suç, ihlal, düşkünlük ve sapkınlık kaynağıydı. Modernliğin gönlünde ya­tıp da bir türlü "tam olarak" gerçekleştiremediği "toplumu sakatlar­dan arındırma" projesini hayata geçirme görevi Nazi yönetimine düştü. Nazi döneminde sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırmanın yaygınlık ve keyfilik kazanmasının yanı sıra sakat doğan çok sayıda bebek ve çocuk öldürüldü. Bunu takiben on binlerce yetişkin sakat Nazilerce öldürüldü. Naziler sakatların hem Alman ırkının saflığını bozduğunu hem de devlete ekonomik olarak yük olduklarını söylü­yorlardı. Öte yandan Naziler çok sayıda sosyalisti, muhalifi, eşcinse­li zihinsel sakatlıkla damgalayarak onları akıl hastanelerine kapattı­lar ya da öldürdüler. Nazilerin sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştır­ma uygulamaları Nürnberg Mahkemelerinde yargılanmadı çünkü o dönemde ABD, Kanada, İsviçre, Danimarka, İsveç ve başka Batı ül­kelerinde sakatlara karşı zorunlu kısırlaştırma uygulamaları yürürlükteydi ve bu uygulamalar 1950’lere kadar devam edecekti. Reel sosyalist rejimler de rejim muhaliflerini zihinsel açıdan sakat olduk­ları bahanesiyle akıl hastanelerine kapatacaktı.

Modernlik boyunca sakatlar eğitim, iş, sosyal güvence ve gelir düzeyi açısından en alt seviyede kaldılar. Modernliğin "büyük sol si­yaseti" nasıl kadınlarla, eşcinsellerle ilgilenmediyse sakatlarla da ilgi­lenmedi, modernliğin egemen yorumuna paralel bir biçimde sakat­lığı kişisel bir sorun, bir talihsizlik olarak gördü; sakatlığın tarihsel bir bağlam içinde oluşmuş bir iktidar söylemi, bir toplumsal kurgu olduğunu anlamadı. İkinci Dünya Savaşını takip eden sosyal refah devleti döneminde sakatlara yönelik bazı kurumlar kurulup sosyal yardımlar artırıldıysa da sakatların koşullarında kayda değer bir iyi­leşme olmadı. Sakatların politik gruplar halinde örgütlemeleri ise 1960’larda gerçekleşti. Vietnam gazilerinin muhalefeti savaş karşıtı direnişin önemli bir parçasını oluşturdu. Sakatlar hareketi yeni sos­yal hareketlerin içinde yerini aldı; resmi binalara, okullara tekerlek­li sandalyeyle girebilmenin olanaklarının yaratılması, ulaşımda sa­katlara yönelik kolaylıklar sağlanması, sakatlara yönelik tacizlere karşı önlemler alınıp bu konudaki cezaların artırılması vb. birçok hak sakatların mücadeleleri sonucu kazanıldı.

Post modern kapitalizm sakatların farklılığını kabul etmiş, yumu­şak, yardımsever, hoşgörülü bir söylemi benimsiyor görünse de ger­çek durum farklıydı. Sakatlık yeni kapitalizmde çok büyük bir eko­nomik sektör ve pazar anlamına geliyordu. Bu nedenle sakatlara yö­nelik ilgi ve bakım postmodern toplumda tamamen ticarileşti, profesyonelleşti, teknik bir ilginin konusu haline geldi. Neoliberal yö­netimlerin eskinin refah devletinin sakatlara yönelik sosyal kurum­larını peşi sıra kapatmasının ardından devletin sakatlara yaptığı sos­yal yardımlar azaltıldı, sakatlara yönelik hizmetler özelleştirildi. Sa­katlık sektörü esas olarak maddi imkânı olan orta sınıflara hizmet veriyor, sakat yoksullar, göçmenler, işsizler (özellikle kadın ve yaşlıysalar) bu hizmetlere erişemiyordu. Neoliberalizmin yarattığı işsiz­lik ortamında Blair gibi üçüncü yol politikacıları sakatlara iş arama­ları gerektiğini söylüyorlardı.

Postmodernlik modernliğin sakatlara yönelik oluşturduğu nor­mal/anormal karşıtlığını -orta sınıflara yönelik olarak- yumuşattıysa da ortadan kaldırmadı. Göçmen, yoksul ve işsiz sakatlar ihtiyaç duydukları hizmetlere ulaşamadılar. Öte yandan kadınların, eşcin­sellerin ve sakatların verdiği mücadeleler modernliğin güçlü, "engel­siz" eril beden imajını bir ölçüde sarstıysa da ticari kitle kültürü ku­sursuz beden imgelerini pompalamaya devam etti. Sakatlık endüst­risi piyasayı çeşitlendirip derinleştirmek amacıyla sürekli olarak sa­katlıkla ilgili yeni uzmanlık alanları yaratmaktaydı. Postmodernliğin modernlikten farkı, ikincisinin sakatlığı disipliner bir kategori ola­rak kurarken birincisinin ticari bir kategori olarak kurmasıydı. Sa­katlara yönelik endüstriler uzmanları ve profesyonelleri vasıtasıyla sakatların ihtiyaçlarını biçimlendiriyor, yeni ürünleri için yeni ihti­yaçlar yaratıyordu. Postmodern toplumda sakatların yaşamı bu pi­yasanın profesyonelleri tarafından sömürgeleştirildi. Sakatın farkı bir kâr kaynağı haline getirilerek yeniden üretilmeye başlandı. Tüm bunlara karşın postmodern kapitalizmin modernliğe ilişkin gençlik, zindelik gibi bedenin mükemmelliğine ilişkin normları ko­ruduğunu belirtmek gerekiyor. Susan Wendells’in de dikkat çektiği gibi (The Disability Studies Reader’ın içinde) sakat bir bedenin için­den günümüzün kültürüne kulak kabarttığımızda sanki ahlaki erdemlermişçesine sağlıktan ve aktif fiziksel güçten çok sık bahsedil­diğini işitiriz. Sakatlara ilişkin pozitif ayrımcılığa, sakatlık çalışmala­rındaki (disability studies) artışa karşın sakatlara karşı gündelik ha­yattaki ayrımcılık sürüyor. Belki de bu nedenle Davis’in söylediği gi­bi sakatlıkla ilgili çalışmaların politik bir boyut taşıdığını kavramak gerekiyor. Sakatlık sabit sınırlara sahip bir konum değil, ancak akış­kanlığa ilişkin olarak anlaşılabilecek bir oluş halidir. Sakatlık görelidir, daha ziyade bir farklılıkla ilişkilidir. Ancak kendi "normalliklerini" sorgulayan kişiler "sakat olmayan çoğunluğun" bir parçası ol­manın utancını duyumsayabilir, normalliğin sakatları terörize edici, şiddet içeren, otoriter boyutunu hissedebilir.


Yaşar Çabuklu