25 Mayıs 2018 Cuma

Gösteri Toplumu Filmi Üzerine Bugüne Dek Yapılmış Eleştirilerin Lehte ya da Aleyhte Reddi

 


Günümüz sınıflı toplumunun gösterişli organizasyonu apaçık iki sonucu doğurdu. İlki, ürünlerin ve gerekçelerin niteliklerindeki genel bir bozulma, ikincisi ise, mutluluğu bu toplumda arayan insanların sever gibi göründükleri şeylerle aralarında belli bir mesafeyi korumak zorunda kalmalarıdır. Çünkü, bu insanlar, bilgiden ya da bu bilgiye derinlemesine ulaşabilecekleri, onunla tutarlı bir pratiğe dahil olabilecekleri ya da bu bilgiye dair hakiki bir beğeni geliştirebilecekleri araçlardan yoksundur.

Mesele konut koşulları, kültürel tüketim, cinsel özgürlük ya da şarap kalitesi olduğunda iyice gün yüzüne çıkan bu sonuçlar, devrimci teoriye ve ölümcül derecede hasta olan dünyamızın duyurusunu yapabilecek dişli bir dile gelindiğinde ise, doğal olarak en sert gerçekler halini alır.

Bu nedenle, modern gösterinin niteliği olan birlikteliğin, ki bu bön bir sahteciliğin ve cahil bir onaylamanın birlikteliğidir, Gösteri Toplumu filmine yönlenen, hepsi de anlayışsız çeşitli tepkilerde ifade ediliyor olması hiç de şaşırtıcı değil.

Bu muayyen anlayışsızlık kaçınılmazdır ve gelecekte de böyle olacaktır. Bu gösteri bir kumpastan öte bir hastalıktır. Güncel gazetelerde ve magazin dergilerinde yazanlar kendi dehalarını göstermemektedir, zaten, görebildiklerimizin ötesinde bir şeye de sahip değillerdir. Herbirini saran bozulmanın farkına varmaya başladıkları bir zamanda, tüm alışkanlıklarına ve fikirlerine bütünüyle saldıran bir filme dair ne denli yerinde laflar edebilirler ki? Tepkilerinin aptallığı dünyalarının yıkılıyor oluşuna verilmelidir.

Filmimi sevdiklerini iddia edenler, sevmeye güçlerinin yetebildiği diğer birçok şeyi de sevdiler ve filmimden hoşlanmayan diğer insanlarsa kendi yargıları için çok az önem arzeden diğer birçok şeye kafa salladılar.

Zayıf söylemleri kendi yaşamlarındaki yoksulluğu yansıtmaktadır. Her yerde göz önünde olan ve onları saran şeylere, uğraşlarına, sahip olduklarına ve törenlerine bir kez bakmanız ve yabancılaşmanız üzerinde saatbaşı gerçekleştirdikleri güncellemelere bir kez kulak vermeniz yeterli olacaktır.

İzleyiciler umduğunu bulmaz, bulduklarını umarlar.

Gösteri, insanları kendini sevdirecek noktaya kadar alçaltmaz; ama, birçokları bu gösteriden hoşlanıyor gibi görünüyor. Böylesi insanlar bu toplumun tatmin edici olduğuna dair güvence vererek paçayı kurtaramadıklarından, topluma yönelmiş herhangi bir eleştiriden duydukları hoşnutsuzluğu gösterebilmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Hepsi de daha iyi şeyler hak ettiklerini düşünüyorlar. Peki, onları kendi tarafına çekmeye çalışan birini hayal edebiliyorlar mı? Gerçekten bu türden bir eleştirinin haklılığına birden inanıp onu destekleyebilmek için hala zamanlarının olduğuna inanıyorlar mı? Övgü ülkesinin bu güvencesiz sakinleri durdukları yer farkedilmeksizin konuşmaya devam edebileceklerini mi sanıyorlar? Daha özgür ve dürüst bir gelecekte insanlar, geriye dönüp baktıklarında, gösterişli yalanlar sistemi tarafından kiralanmış katiplerin erdemler hakkında kibirli fikirler sunabilme ve gösteriyi reddeden bir filmin gediklerini gösterebilme yetkisini, sanki çözülen sistem yalnızca bir fikir meselesiymişçesine, kendilerine sunabildiklerini şaşkınlıkla göreceklerdir. Bu insanlara ait olan sistem gerçekte saldırı altındadır ve kendisini güç uygulayarak korumaktadır. Sahteciliğin profesyonel temsilcilerinden birçoğu işsizlik manzarasıyla yüzyüze kalmıştır, bu nedenle yapmacık argümanları artık geçersizdir.

Nesli tehlikede olan yalancıların içinde en inatçı olanlar ise hala, gösteri toplumu gerçekte var mı yoksa sadece benim uydurduğum hayali bir tasarım mı, merak ediyor. Fakat, son yıllarda, tarihin ormanları, bu insanların yanlış kartlarla kurdukları kalelerine doğru yürüyüşe geçti ve şimdilerde ise saflarını sıklaştırıyor ve hepsini ortadan kaldırmak için içeriye hücum ediyor. Bu nedenle, bugün, bu eleştirmenlerin birçoğu bir köle tavrıyla kitabıma övgüler düzüyor, sanki kitabımı okuyabilme yetisine sahipmişler ve 1976’da basıldığında da ona aynı saygıyla yaklaşabilmişler gibi.Yine de, çoğunlukla şundan yakınıyorlar: kitabımı sinemaya uyarlayarak onların hoşgörüsünü suistimal etmişim. Saldırı çok daha can sıkıcı, çünkü, bu insanlar bu çeşit bir suistimalin mümkün olabileceğini akıllarına bile getirmemişler. Öfkelenmeleri ise sadece filmde karşılaştıkları böyle bir eleştiriden, kitapta olduğundan daha fazla rahatsız olduklarını kanıtlıyor. Burada, başka bir yerde olduğu gibi, ikinci bir cephede de, mücadelede kendilerini savunmak zorunda kalıyorlar.

Çoğu kişi filmin anlaşılmaz olduğundan şikayetçi. Kimileri görüntüler yüzünden kelimeleri anlayamadıklarını, kimileri ise kelimeler yüzünden görüntülere odaklanamadığını söylüyor. Filmi yorucu bulduklarını söyleyerek ve kişisel tükenmişliklerini gururla iletişimin genel ölçütüne yükselterek, yaptıkları eleştirilerle anlamak konusunda sıkıntı yaşamadıkları, hatta büyük ölçüde katıldıkları izlenimini yaratmaya çalışıyorlar. Aynı teori, bunun izahı bir kitapla sınırlandığında da geçerli. Yapmaya çalıştıkları şey ise, gerçekte toplumun farklı anlayışları arasında yaşanan çatışmaya ve mevcut toplumun içinde yürütülen açık savaşa, sinema anlayışları arasında beliren bir uyuşmazlık diyerek kılıf uydurmak.

Ama, benim filmim onların ilerisindeyse eğer, onları enikonu zihin yorgunluğuna sürüklemiş bir toplumda paylarına düşen her şeyi anlayabildiklerini nasıl düşünebiliriz? Bu yorgun insanlar, mesleklerini, boş zamanlarını, Başkan Giscard’ın bilgeliğini ve katkı maddeli besinlerinin tadını kabul ettirebilmek üzere tasarlanmış basit safsatalara arka çıkabilmek için ticari ve politik mesajların yarattığı sürekli bir kakofoni içinde kendilerine nasıl böyle kolayca daha iyi yerler seçebiliyorlar? Problem benim filmimde değil, onların köle ruhlu kafalarındadır.

Kendi çağından daha zor olan bir film yoktur. Mesela, Fransızlara “Hayat Kalitesinden Sorumlu Bakanlık’ adıyla bir bakanlık sunulsaydı, bunun yalnızca yönetici sınıfın asırlık manevralarından biri, Machiavelli'nin dediği gibi “çoktan yitirdikleri bir şeyin hiç olmazsa ismini sürdürebilmelerine olanak tanıyan” bir girişim olduğunu anlayacak insanlar olduğu gibi anlamayacak insanlar da vardır. Portekiz’deki sınıf savaşının en başından beri özerk kurullarla organize olan devrimci işçiler ve birkaç yenik generale bağlı kalmış Stalinist bürokrasinin doğrudan yüzleşmesiyle tayin edildiğini anlayan insanlar varken, anlamayanları da vardır. Bu tür şeyleri anlayan kimseler benim filmimi de anlayacaktır, ve ben bunları anlamayan ya da başkalarını anlamaktan alıkoymayı kendilerine iş edinen kişiler için film çevirmiyorum.

Tüm eleştiriler gösteriden kaynaklanan kirliliğin aynı bölgesinden gelse de, ancak görünüşte günümüzdeki diğer metalar kadar farklılar. Birtakım eleştirmenler, filmimin coşkuyla dolu olduğunu iddia etti; ama, hiçbiri bunu gerekçelendiremedi. Kendimi ne zaman düşmanım olması gereken kimselerce onaylanıyor bulsam, kendime onların akıl yürütürken hangi hataları yapmış olabileceklerini soruyorum. Bunu cevaplamaksa çok zor değil. Çok az yenilikle ve kavrayışlarının çok ötesinde bir cüretkarlıkla karşılaşmış bu avangart tüketiciler, kendilerine, boşyere, böylesi çekici tuhaflıkları, varolmayan kişisel bir lirizm olarak addedebilecekleri bir zemin yaratmaya çalışırlar.

İçlerinden biri, örneğin, taşıdığı sözde “öfkenin şiirselliği” nedeniyle filmime hayranlık duyuyor, bir başkası filmi izlediğinde, içinde bulunduğumuz tarihi devrin ürettiği mutlak melankoliyle karşılaşıyor, mevcut sosyal yaşantının zerafetini büyük ölçüde gözünde büyütenler ise beni züppe olarak adlandırıyor. Bunlar egemen apolojinin uzun ömürlü taktiklerinden öte bir şey değildir: Var olanı yoksa, olmayanı izah et. Çözünen topluma eşlik eden eleştirel bir teorinin ilgilendiği öfkeyi dile getirmek ve öfkenin saf betimlemesini vermek değildir. Gözümüzün önünde gelişen bir harekete hız vermenin, onu tarif etmenin ve anlamanın yollarını arar. Sözde öfkeleriyle bizi bir tür yeni moda bir sanatsal içerik içine dahilmişiz gibi sunmaya çalışanlar için, bu sadece, küçük düşmüş ve ödün vermiş, iradesiz güncel yaşamlarını telafi edebilmenin bir yoludur. Ancak bu şekilde izleyici topluluğu bu yaşantılarla kolayca özdeşleşebiliyor.

Politik gericiler, doğal olarak filmimin karşısında çok daha düşmanca bir tavır takınıyor. Dolayısıyla, acemi bir bürokrat, “bir hikaye anlatarak politik film yapmak yerine, bir teoriyi dolaysız olarak filme alıyor” oluşumdaki yürekliliğe hayran olduğunu iddia edebiliyor. Ne yazık ki, bu teori onun hoşlanacağı cinsten değil. Görünüşteki “uzlaşmaz solculuğum”a rağmen, “Sol Birliği’nin üyeleri”ne sistemli olarak saldırdığım için aslında sağ kanada yaklaştığımı düşünüyor. Bu türden şişirilmiş bir terminoloji ahmakların dilinden hiç düşmüyor. Ne birliği? Hangi sol? Hangi üyeler?

“Sol Birlik”, tabii ki, proleterlerin düşmanları ve Stalinistlerin bugünkü ittifakından başka bir şey değildir. İki taraf da birbirini çok iyi tanıyor. Her hafta, birbirlerine beceriksizce komplo düzenleyip, birbirlerini tiz seslerle suçluyorlar. Fakat, şimdilerde iki taraf da işçilerin devrimci girişimlerini sekteye uğratabilmek için biraraya geldi. Uzlaşmalarının nedeni, kendilerinin de itiraf ettiği gibi, tüm parçalarını kurtaramasalar bile en azından kapitalizmin asli unsurlarını sürdürebilmek.

Bunlar, Portekiz’de ve yıllar önce Budapeşte’de işçilerin “karşıdevrimci grevleri”ni bastırmaya çalışan bürokratlarla, İtalya’daki “Tarihi Uzlaşma”da yer almak için can atanlarla, 1936’da Fransız grevlerini kırdıklarında ve İspanya Devrimi’ni baltaladıkları zaman kendilerini “Halk Cephesi Hükümetleri” olarak nitelendirenlerle aynı cephede olan insanlardır.

Sol Birliği, yalnızca, gösteri toplumunun küçük ve müdafaa edici bir oyunu, sistemin sadece zaman zaman başvurduğu geçici bir önlemdir. Portekiz’de daha hoş ve geniş bir ölçekte eleştirdiğimiz bu birliğe hakettiği tüm aşağılanmalarla saldırmış olmama rağmen, filmimde ona yer vermekle sadece onu yeniden anımsatmış oldum.

Aynı sol’a yakın, baştan aşağı sahte olan belgelerinin basımını savunmak adına “ basın özgürlüğü”nü hatırlattığı için dile düşmeyi başarmış bir gazeteci de diğer yönetici sınıflara yaptığım kadar Pekin bürokratlarına acımasızca saldıramadığımı ima ederek benzer acemi bir çarpıtmada bulundu. Aynı zamanda, benim gibi biri tarafından, kitlelerin farketme olasılığının oldukça düşük olduğu bir “sinema getto”su içinde bu eleştirinin sınırlandırılmış olduğunu görmekten dolayı ne kadar üzgün olduğunu belirtti. Bu argüman beni ikna etmeye yetmiyor. Hipnotizmacılarının yönlendirdiği yapay projektörler altında kitlelere nutuk çekmek yerine onlar tarafından anlaşılmaz kalmayı yeğlerim.

Benzer şekilde sınırlanmış zihinsel kapasitelerin bir başka örneği tarafından bana dair sunulan karşıt bir argümansa şöyle: Gösteriyi alenen kınayarak ben de bu gösterinin bir parçası olmuyor muymuşum? Özellikle bir gazeteciden duyulduğunda kulağa garip gelen bu tür bir pürizme ancak, insanları, düşmanı olan birinin gösteride yer alamayacağına ikna etmek umuduyla başvurulur.

Gösterişli toplumun içinde tali bir görev bile edinememiş, toplumun olgunlaşmamış yedek müfrezesine dahil olabileceklerine dair besledikleri tutkulu umutları dışında kaybedecekleri bir şeyi olmayan insanlar ise hoşnutsuzlarını ve hatta kıskançlıklarını daha içten ve sert şekillerde ifade etti. Bunların içinden kimliği gizli bir kişi bir süredir en elverişli mecrada son moda fikirleri açıklamakta, ki bu mecra Mitterand’ın seçim bölgesindeki gülünç piyadelerin haftalık dergisidir.

Bu anonim şahıs, kitabım 1967’de filme alınsaydı filmin ancak o zaman bir anlamının olacağı, 1973 yılının ise bunu yapmak için çok geç bir tarih olduğu sonucuna varıyor. Çünkü, bu çıkarımın nedeni olarak belirttiğine göre, kendisinin bihaber olduğu şeyler, Marx, Hegel, kitaplar (çünkü kitaplar kurtuluşun yeterli araçları değillerdir), filmler (çünkü onlar sadece bir filmdir), teoriler ve hepsinden öte, terk edebildiği için övünç duyduğu tarih bilgisi hakkında bundan böyle kimsenin konuşmaması gerekmektedir.

Böylesi çürük bir düşünce ancak Viscennes Üniversitesi’nin viran duvarlarından sızabilirdi. Hatırlandığı kadarıyla bugüne dek teori üretebilmiş tek bir Viscennes öğrencisiyle karşılaşılmamıştır. Hiç kuşkusuz, şimdilerde bazılarının “antiteori” savunuculuğu yaptığına tanık olmamız da bu yüzdendir. Bu neo-üniversitede başka neyi yardımcı profesörlüğe dönüştürebilirlerdi ki? Bununla yetinemeyenler, hatta en yeteneksiz adaylar bile, önlerine gelen her kapıyı çalıp, yönetmenlik ya da hiç olmazsa kimi yayınevlerinde editörlük için başvurularda bulunuyorlar( bahsettiğim bu anonim kişi bol ödüllü sinema işlerine gıpta ile baktığını saklamıyor).

Dolayısıyla, rahatça tahmin edebiliriz ki, bu antiteoriler kolayca susturulamayacaklar, ki bu sessizlik onların tek mantıklı çıkarımı olurdu, çünkü, susturuldukları takdirde, yaratıcıları kendilerini vasıfsız işçiler ordusunun üzerinde yükselten tek “nitelik”ten de yoksun kalmış olacaklardır.

Gizli sahtekarımız gerçek niyetini eleştirisinin sonunda açık ediyor. Bir diğerini görevlendirmek ve geleceğin düşünürlerini kendi başına tayin edebilmek için tarihi feshetmek istiyor. Ve ifadesiz bir suratla, bu mankafa, bu roller için kendi yüzyıllarını biraz olsun şaşırtmayı başaramamış ve son hamlelerini en son on beş yıl önce yapmış Lyotard, Castoriadis ve diğer bilgi çapulcuları türünden kişileri aday göstermektedir.

Kaybedenler tarihten hoşlanmazlar. Dahası, bir defa tarihi toptan reddecek kadar ileriye gittiklerinde, bu kararlı ultramodern kariyeristlerin ellilerindeki seçili düşünürleri okumamız için bizi zorladıklarını görünce hiç de şaşırmayız. Bu durum, birinin, profesörlerini küçümseyecek noktaya bile gelmediğini itiraf ederken, kendisiyle 1968’den beri organize bir sessizliğin içinde kalabidiği için övünmesinden daha çelişkili değildir. Anonim eleştirmenimiz yine de savunduğu tarih karşıtı perpektifin katıksız anlamsızlığını ve bu aciz insanların gerçeklik karşısındaki yapmacık kibrini diğerlerinden çok daha üstün olarak resmetme yeteneğine sahiptir. Gösteri Toplumu kitabının basıldığı tarihten altı yıl sonra filme alınışının geç bir girişim olarak öne sürülmesinde, son yüz yılda basılmış toplumsal eleştiri içeren önemli sayılabilecek üç kitabın bile olmadığı gerçeğinin yadsınması duruyor. Aynı zamanda, eleştirmenimiz, kitabı benim yazmış olduğumu hesaba katmıyor. Atalarım içinde en iyi olanlarının bile sinema araçlarına ulaşamamış olduğu kesinken, filmi görece uzun sürede mi yoksa kısa sürede mi bitirebildiğimi değerlendirebilmek için herhangi bir kıyaslama ölçütü yoktur. Her şeyi düşündüğümde, kabul etmem gerekir ki böyle bir yürekliliği gerçekleştiren ilk kişi olarak filmimi oldukça tatminkar buldum.

Gösteri taraftarları sinemadan yararlanmanın bu yeni yolunu algılamakta en az yeni devrimci bir muhalefet çağının toplumlarını temelden sarstığını anlamakta olduğu kadar gecikecekler; ama, kaçınılmaz olarak bunu kabul etmek zorunda kalacaklardır. Ve aynı yolu takip edecekler: önce sessiz kalacak, sonra da meseleyle ilgisi olmayan şeyler söyleyeceklerdir. Filmimi eleştirenlerse, son aşamaya ulaşmışlar olanlardır.

Sinema uzmanları filmimdeki devrimci politik dilin kötü olduğunu söylerken, sol kanattaki politikacı illüzyonistler ise filmin vahim olduğunu iddia ettiler. Fakat, bir kişi hem devrimci hem de yönetmen olduğunda, onun için, ortak hoşnutsuzluklarının kaynaklandığı yeri göstermek hiç de güç olmuyor, ki bu kaynak, sorguladıkları filmin, nasıl başaçıkacaklarını bilmedikleri toplumun kusursuz bir eleştirisi ve nasıl yapacaklarını bilmedikleri bir film türünün ilk örneği olmasıdır.


Guy Ernest Debord
La Société du Spectacle, 1973

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Pişmiş Toprak Plaka Üzerinde Kraliyet Ailesi M.Ö. 1. Yüzyıl

Pişmiş Toprak Plaka Üzerinde Kraliyet Ailesi

Pişmiş Toprak Plaka Üzerinde Kraliyet Ailesi M.Ö. 1. Yüzyıl

Hindistan (Batı Bengal, Chandraketugarh)

Bu samimi aile sahnesi ve yakınlık, Hint pişmiş toprak sanatında olağandışıdır. Sandalyede oturan adam sol eli ile karısını boynundan tutar: karısı da adamın önünde durur ve dizlerini nazikçe okşar. Çiftin oğlu olarak düşünülen küçük bir figür de tasmasından tuttuğu bir köpeğin yanında ön planda oturuyor. Sol altta en sağda iki ördek görünürken, sandalyenin bacağına tırmanan bir maymunda sol tarafta görülebilir.

Eserin Detayları

Eser: Pişmiş Toprak Plaka Üzerinde Kraliyet Ailesi
Dönem: Shunga dönemi
Tarih: M.Ö. 1. Yüzyıl
Kültür: Hindistan (Batı Bengal, Chandraketugarh)
Boyutlar: Yükseklik 32,5 cm; genişlik 26 cm.


Çoğu erken dönem pişmiş toprak plağı tanrıları tasvir etse de, bu plaka, kraliyet ailesinin bir sahnesini kolayca çerçeveleyen iki sütunlu bir sundurmayı gösterir. Adam bir tahtta oturuyor ve karısı solunda duruyor. Olağanüstü başlıklar (büyük bir kıvrımlı çiçek, muhtemelen tilki kuyruğu zambağıyla dengelenmiş), lüks takılar ve mücevherler (bazıları muhtemelen çiçeklerden yapılmış) ve özenle hazırlanmış kıyafetler giyiyorlar. Birbirlerine karşı gösterdikleri sevgi jestleri çifti birbirine bağlıyor: kadın kocasına nazikçe eğiliyor ve bize doğru bakıyor, bu bizi sahneye doğru çekiyor.

Onun dolgun göğüsleri, dar beli ve geniş kalçaları Hint sanatında kadın idealini temsil eder. Kraliyet çiftinin altında, boncuklu bir kap ve ağır pileli elbise giyen tombul bir çocuk oturuyor. Bir zincir üzerinde tuttuğu uluyan köpeğin ya da onu çevreleyen iki ördek ve maymunun farkında değil gibi görünüyor. Oturduğu yerdeki desenler ve sütun başlıkları ve üsleri ve lento üzerindeki oyma detayları, ahşaptan yapılmış eski sarayların lüks dekorasyonunu göstermektedir.

Bunun gibi pişmiş toprak plakalar yine pişmiş topraktan yapılmış kalıplardan imal edilir, bu da görüntünün birkaç kez çoğaltılabileceği anlamına gelir. Kil ile çalışmak, kalıp üreticisinin burada görülen, bazıları küçük pullarla gösterilen sonradan yapılan dikkat çekici ayrıntıları yaratmasını sağlamış. Bu tür plakaların işlevi tam olarak bilinmemektedir. Üst kenarın yakınındaki iki delikten geçen bir kablodan asılmış olabilirler.


The Art of South and Southeast Asia A Resource for Educators
Met Museum
Çeviren: Aydın Güleç

22 Mayıs 2018 Salı

Jali veya Kafesli Taş Pencere

Jali, kafesli taş pencere

Jali veya Kafesli Taş Pencere 


Hint mimarisinde pencereler, oda bölücüler ve korkuluklar olarak yaygın olarak kullanıldı. Gün boyunca, desenlerinin zemindeki gölge oyunları, karmaşık geometrilerinin zevkini arttırmaktadır. İki taneden biri olan bu jali, bir dış duvara yerleştirilmiş bir dizi pencerenin bir parçasını oluşturacaktı. Kırmızı kumtaşı tercih edilen yapı malzemesi olduğundan Babür imparatoru Akbar (r. 1550-1605) saltanatı dönemine atfedilirler.


Eserin Detayları

Jali, Kafesli Taş Pencere
Tarihi: 16. Yüzyılın ikinci yarısı
Menşei: Hindistan
Malzeme: Kırmızı kum taşı, işlenmiş ve delinmiş
Ölçüleri: Boyu 185.4 cm, genişliği 130.3 cm. kalınlığı 8.3 cm, ağırlığı 353.8 kg


Jali, kafesli taş pencere


En eski mevcut jaliler veya kafesli taş pencereler, Hindistan'da on altıncı yüzyılın başlarına tarihlenen bir camide bulundular. On altıncı yüzyılın sonlarındaki Babür binalarında ortak bir özellik haline geldiler ve daha sonra Rajput mimarisinde de kullanıldılar. Pencereler, oda bölücüler ve dekoratif özellikler olarak işlev gördüler. Güney Asya'nın ılıman iklimlerindeki binaların dış duvarlarında ideal açıklıklardılar, çünkü güneşi taradılar, ancak havanın serbestçe dolaşmasına izin verdiler. Sabahın erken saatlerinden gün batımına kadar, gölge desenleri gölgelendirdikleri odanın iç kısmına zenginlik katarak sürekli olarak hareket ederdi.

Bu uygulama, bir jali'nin karmaşık ajur tasarımını göstermektedir. Desenler, çevresinde beş köşeli yıldız içeren altıgenleri yayan sekiz köşeli yıldız içeren sekizgenlerden oluşur. Bu geometrik desenler tüm yönlerde sonsuz bir şekilde tekrarlanabilir, ancak tipik olarak şekillendirilmiş Babür kemeri ve dikdörtgen dış çerçeve içinde bulunur. Kemerin üzerindeki köşelerde, üst üste binen daireler ve yıldızlara dayanan daha küçük, daha hassas bir desen vardır. En yetenekli ustalar, jaliyi tek parça kumtaşından oyardı - muazzam bir hassasiyet gerektiren bir el sanatı. Çoğu jaliler geometrik olmasına rağmen, bazıları çiçek ve yaprakları da tasarımlarına dahil ederdi.


The Art of South and Southeast Asia A Resource for Educators
Met Museum
Çeviren: Aydın Güleç

21 Mayıs 2018 Pazartesi

Maharana Ari Singh, Jagniwas Su Sarayı'nda Saray Mensupları Tarafından Ağırlanıyor

Maharana Ari Singh, Jagniwas Su Sarayı'nda Saray Mensupları Tarafından Ağırlanıyor

Maharana Ari Singh, Jagniwas Su Sarayı'nda Saray Mensupları Tarafından Ağırlanıyor
1767 Tarihli
Bhima Hintli


Maharana, bir göl sarayının peyzajında yer alan çok sayıda figürü içeren bu karmaşık çalışmada gücünü ve sosyal konumunu sergiliyor. Birden fazla bakış açısı kullanan ressamlar, Ari Singh'i ana salonda rütbesine göre düzenlenen saray mensupları ile tasvir ediyor. Hep birlikte dans ve müzik festivalini izliyorlar. Ari Singh yine sol altta, balıklarla dolu bir havuzun yanında ve duvarlarda ufak erotik sahneler ve Vishnu'nun on avatarı (görünüşleri) görülebiliyor.


Resim Detayları 

Eser: Maharana Ari Singh, Jagniwas Su Sarayı'nda Saray Mensupları Tarafından Ağırlanıyor

Ressamlar: Bhima (Hindu), Kesu Ram (Hindu), Bhopa (Hindu), Nathu (Hindu)

Tarih: 1767

Kültür: Hindistan (Rajasthan, Mewar, Udaipur)

Tarzı: Mürekkep, opak suluboya ve kağıt üzerinde altın

Ölçüleri: 
Kağıt: 67.6 x 83.5 cm
Resim: 57.8 x 74.1 cm


Ari Singh (“Aslan”), Mewar'ın Rajput krallığının Maharanası (Büyük Kral) idi. Hindu ve Müslüman diğer yöneticiler gibi saray şenliklerini, kraliyet avlarını, fil dövüşlerini, diplomatik değişimleri ve savaşları kaydetmek için mahkeme ressamlarını görevlendirdi. Mewar'ın başkenti Udaipur, yapay bir gölün etrafında inşa edilmiştir. Gölün merkezinde, burada resmedilen saray Jagniwas var. Koyu gri kararmış gümüş boya, aslında gölün parıldayan yüzeyini gösteriyor. Sarayın mimari tarzı, Rajputların istediği şekilde uyarladığı kıvrımlı, taraklı kemerleri ile Babür mimarisinden etkilenir. Maharana’nın özel bahçesindeki havuza bakan küçük duvar resimleri çok yakından incelendiğinde, Vishnu'nun on avatarının ve geleneksel Hindu konuları olan çeşitli erotik sahnelerin tasvirlerini görmek mümkün.

Sarayın açık avlusunda Ari Singh ve Rajput soyluları, her biri resmi bir profil pozunda oturma ayrıcalığına sahiptir. Kraliyet grubundan önce bir dans gösterisi yapılsa da, tüm gözler Maharana üzerindedir. Ayağa kalkacak olsaydı, saraydan çok daha büyük olurdu ve resimde daha uzak olmalarına rağmen dansçılar ve müzisyenlerden çok daha büyükler. Açıkça, ölçek rütbeyi gösteriyor.

Ari Singh bu tablodaki iki farklı yerde daha yer alıyor. Aşağıda, solda, iki hizmetçinin katıldığı bahçesine ve havuzuna bir balkondan hayran kalıyor. Köşkün ikinci katındaki orta pencerede krallığı ve halkı onu görüyor. Babür imparatorları genellikle halktan ziyaretçileri dinliyormuş gibi gösterilir. Üç görünümün hepsinde, Maharana’nın vücuduyla orantılı olarak başı, altın ışınları yayan parlak yeşil bir hale ile daha da vurgulanıyor. Kraliyet gücünün bu sembolü, haleleri on altıncı yüzyılda Avrupalılar tarafından Hindistan'a getirilen Hıristiyan azizlerin resimlerinden esinlenen Babür imparatorlarının görüntülerinden kaynaklanmaktadır.

Kraliyet arşivinden gelen bu alışılmadık büyük resimde, mahkeme sanatçıları saray alanlarını birçok açıdan tasvir ediyor, duvarlar yukarı doğru yatıkça dışarıya doğru gizlenmiş olan iç odaları ve avluları ortaya çıkarıyor. Örneğin, asıl sahnede siyah beyaz mermer avluya ve Maharana’nın özel bahçesine bakıyoruz. Aynı zamanda, sarayda oturan saray mensupları da göz hizasında görünmektedir. Sarayın açık çatı galerisi, çiçek halısını göstermek için, tek noktadan perspektifte çekilir.

Bununla birlikte, çatı galeri kuleleri ve bahçeyi çevreleyen duvarlardaki daha küçük kuleler, her bir kulenin üç tarafının görülebilmesi için, görüş çizgilerinin birleşmek yerine ayrıldığı bir tek noktadan perspektifle tasvir edilmiştir. Bu çoklu bakış açıları, resimde bulunan üç farklı zaman dilimini gösterir. Lüks mimarisi ve görkemli etkinlikleriyle saray, Mewar yöneticilerinin zenginliğini ve gücünü gösterir. Saray duvarlarında işlenmiş pencereler (jalis), her biri farklı bir geometrik açık desende yer alır ve ağaç desenli kırmızı tekstil asma kuleleri pencereleri kaplar. Merkezi sahne saray yaşamının zengin detaylarıyla doludur. Saray üyelerinin jestlerine, kostümlerine, türbanlarına, türban süslemelerine, hançerlerine ve mücevherlerine dikkat edin. Uzun altın kaplamalı bir ceket giyen Maharana yumuşak bir desteğe karşı uzanırken oturur ve herkesin dikkati onun üzerindedir. Buna karşılık, önlerindeki dans çok canlıdır. Dansçılar farklı pozlar ve jestler içeren üç farklı grupta hareket ederler. Bunlardan dördü turuncu türban takan adamlar. Dördüncü dansçı grubu da sağdaki çizgide sırasını bekliyor. Biri erkek, biri kadın, iki şarkıcı olmak üzere toplam altı müzisyen var.

Saray yaşamının tüm bu çizilmiş ayrıntıları, açıkça özetlenen mimari alanlarda düzenlenmiştir. Kırmızı renk, izleyicinin gözünü merkezi dans sahnesinden bahçeye açık çatıya ve tekrar dans psitine geri götürür ve siyahla özetlenen geniş bir kırmızı kenarlık tüm kompozisyonu çevreler. Babür prototiplerine dayanan bu tür saray resmi ilk olarak Mewar'da onsekizinci yüzyılın başlarında uygulanmaya başlandı. Bununla birlikte, Babür okulunun natüralizmi bu resimde Rajput dekoratif resiminin, biraz sınırlı bir paletle ve çoklu perspektiflerin kullanımı ile şekillendirilmiş.


The Art of South and Southeast Asia A Resource for Educators
Met Museum
Çeviren: Aydın Güleç

20 Mayıs 2018 Pazar

Georges Méliès

Georges Méliès

Fransız illüzyonist ve Sinemanın gelişmesinde öncülük etmiş Fransız film yapımcısı, yönetmendir. Georges Melies, 08 Aralık 1861 tarihinde Paris, Fransa’da ayakkabıcılık yapan Jean-Louis Stanislas Méliès ve Johannah-Catherine Schuering çiftinin oğlu olarak doğmuştur. Tam adı Marie Georges Jean Méliès’dir. O doğduğunda babası 46 yaşındaydı. 10 yaşındayken hayatını değiştiren bir deneyim yaşadı. Harry Houdini’nin ismini aldığı büyük Fransız iluzyonist Robert Houdin’i sahnede izledi.

Artık hayattaki tek amacı “Sihirbaz” olmaktı. Paris’de Ecole des Beaux Arts (Güzel Sanatlar Akademisi)’de okudu. 23 yaşında, 1884 yılında dil öğrenmek için gittiği Londra’da kariyerine bir illüzyonist olarak başladı. Georges Melies, Paris’e dönüşünde sihirbazlık yapmaya başladı. Aynı zamanda La Griffe adlı yayın organına, adının harflerinden türettiği Geo Smile takma adıyla karikatürler çiziyordu. Babasının emekli olup işini bırakmasından sonra bir süre ağabeyiyle birlikte aile işini yönetti. 1888’de, o sırada satışa çıkarılan Robert-Houdin Tiyatrosu’nu alabilmek için, kendi işlerindeki payını ağabeyine devretti.

Yeniden açtığı bu tiyatro salonunda sihirbazlık gösterilerinin yanı sıra, sinemanın ilkel bir biçimi olan “Büyülü Fener” gösterilerine de yer verdi. Kendisi de ailesiyle birlikte hemen tiyatronun yanındaki apartmana yerleşti. Tiyatroyu tamamen mekanik hale getirdi. 1888’de La Stroubaika Persane isimli oyunla perdelerini açan tiyatro içeri giren herkesin şaşkınlıktan dilini yutacak gösterilerle karşıladı. Melies, kendi sihir dünyasını yapmıştı. İş hayatına Paris’te Theâtre Robert-Houdin’de sihirbaz olarak devam ederken 28 Aralık 1895 tarihinde Lumiere Kardeşler’in bazı filmlerini gördükten sonra filmci olmaya karar verdi.

Lumiere Kardeşler’in 1895’te sinematografı icat etmeleri ve geliştirmeleri üzerine filmleri kaydedebilen, düzenleyebilen ve yansıtabilen bu cihaz büyük ilgi görür ve kardeşler ilk ücretli film gösterimini 28 Aralık 1895’te Paris’te bir kafede gerçekleştirir. Bir trenin istasyona yaklaşmasını konu alan ilk gösterim meşhur bir tepkimeyle son bulur. İnsanların korkarak salondan çıkmak istemesinin ardından geriye kalan 10 kısa metraj filmle gösterime devam edilir. Méliès’de bu gösterimleri izleyenler arasındadır ve kelimenin tam anlamıyla büyülenmiştir.

Cihazı satın almak istese de Lumière kardeşler buna izin vermez ve Méliès pes etmeyip benzer bir aygıtı İngiliz mucit ve sinemacı Robert William Paul’dan Theatrograph’ı satın aldı. 04 Nisan 1896’da kendi salonunda film gösterileri düzenlemeye başladı. Georges Melies, “Star Film Company” adlı şirketi 1896’da film üretimine başladı. Thomas Edison’dan aldığı sinema filmi gösteriminde kullanılan ilk aygıt olan kinetoskopla geniş kitlelere ulaşan Méliès, hiç durmadan çektiği filmlerden kazanmış olduğu parayla çok geçmeden 1897 yılında Paris dışında, Montreal’de kendi stüdyosunu kurdu.

Georges Melies’in Lumière kardeşlerden en büyük farkı, filmlerinde teknikten daha fazlasını kullanıp hikaye anlatıyor olmasıdır. Londra’da tam zamanlı tiyatrocu olarak çalıştığı dönemde öğrendiği hileler üzerine kafa yorarak sinemada öykü dönemini başlatır ve farkında olmadan zaman ve mekan uzamı yapmıştır. Böylece sinemanın kendine ait zaman ve alan oluşturduğunu fark edip kullanan ilk kişi Georges Méliès olmuştur. Bulduğu ilk teknik olan stop trick’le Paris’te Theâtre Robert-Houdin’de bir kadının hızla ortadan kayboluşunu filme çeken Méliès, kadını iskelete dönüştürdüğü bu sinema hilesiyle fantastik bir dünyanın kapılarını aralamıştır.

Nesnelerin kaybolması veya dönüşmesiyle birlikte zaman ve mekânı manipüle eden bu olayı keşfeden Méliès’in özel efektlerin atası olduğunu söylemek yanlış olmaz. İlk film gösterimini 04 Nisan 1896’da gerçekleştiren ve 1896 ile 1912 yılları arasında yüzlerce film üreten Georges Melies, 1902 yılında Londra, Barselona ve Berlin’de ; 1903 yılında ise New York’ta dağıtım büroları kurarak Lumiere Kardeşler’i neredeyse saf dışı bıraktı. Ancak ; 1908 yılında geçiş döneminde sinema filmleri farklı tür bir eğlence sunmaya yönelince Georges Méliès’nin popülaritesi de azalmaya başladı.

Sinemadan uzaklaşarak stüdyosunu sahne gösterilerine açtı, kendisi de, 1923’te iflas edene değin sahneye çıktı ve komedyenlik yaptı. 1925 yılında eski oyuncularından Jeanne d’Alcy ile evlendi ve eşiyle birlikte bir oyuncakçı dükkânı açtı. 1920’lerin sonunda sinema çevrelerince yeniden keşfedildiyse de, yaşamının geri kalan bölümünü kendisine ayrılan bir evde, unutulmuş olarak geçirdi. En nihayetinde 1923 yılında iflas eden Georges Méliès’in ilk göz ağrısı Tiyatro Robert-Houdin yıkılır. Hayatının geri kalanını Fransız’lardan aldığı Onur Lejyonu sayesinde kira vermek zorunda kalmadığı bir dairede geçiren Méliès, bu maddi jestten başka hiç bir saygı görmez.

Son günlerini görkemli şöhret hayatını mumla aratan bir değersizlikle mücadele ederek geçirir. Sessiz filmlere rağbet olmayan dönemde piyasadaki tüm kopyaları toplayıp arşiv haline getirerek bir nevi ilk sinematek’i de kurmuş olan Méliès, sinematografın icadından bir yıl sonra başlayarak hayatını kaybettiği 1938 yılına kadar kısa ve uzun metrajlı 552 filmde emek harcadı. Son filmlerinden “Kuzey Kutbunun Keşfi” yenilenen pazarda rağbet görmeyince sinirlenen Méliès, filmlerinin bir kısmını yakar. Bir kısmını parasızlıktan hammadde olarak toptancıya satan Méliès’in bir çok filmi de ordu tarafından el konularak askerlerin çizmelerine topuk yapılmak üzere eritilir.

Özetle, sinemada devrim yapmış bir yapımcının sadece 140 filmi günümüze ulaşabilmiştir. Bunlardan en önemlisi, ilk bilimkurgu ve ilk roman uyarlaması olan La Voyage dans la lune (1902) Aya Seyahat filmidir. 1899 yılında yaptığı ve yanlışlıklar sonucu casuslukla suçlanan Alfred Dreyfus’un hikayesinin anlatıldığı “L’Affaire Dreyfus” tarihte sinema yüzünden çıkan ilk politik anlaşmazlıkları ortaya döktü. Alfred Dreyfus’un musevi olması ve o dönemde bu hassas konuya dokunulmuş olması sokaklarda kavgalara neden oldu. Film fransız hükümeti tarafından yasaklandı ve 1950’ye kadar ortaya çıkmadı. 1901 yılında yazar Charles Perrault klasiği Mavi Sakal’ı filme çekti.

Aya saplanan top mermisi imgesi bugünde sinema tarihinin en bilinen görüntülerinden birini oluşturur. Her karesi ile kült film haline gelen Aya Yolculuk, buna rağmen Melies’in en sevdiği filmi değildir. Film, sinema tarihi açısından bambaşka bir ilki de oluşturur. Bazı dağıtımcılar Melies’in filmini izin almadan ve para vermeden çoğaltırlar. Böylece Le Voyage Dans La Lune korsanı yapılan ilk film olarak tarihe geçer. Georges Melies, 21 Ocak 1938 tarihinde Paris, Fransa’da 77 yaşında ölmüştür.

Ustadan Bir Kısa Film