23 Şubat 2016 Salı

İntiharın Apolojisi ve Philipp Mainländer’in Hiç’i

Empatik Bir Yorum


“Benim felsefem insanlığın ölümünü öğretir.”


Varlık ve Hiç sorunsalı karşısında her filozof ve her düşünür nihilizmle hesaplaşmak durumundadır, kaçınılmaz bir durumdur bu. Bütün dinler ve mitolojiler, bütün düşünce akımları, bütün kuramlar nihilizmle karşı karşıyadırlar. Ve her biri onu aşmak çabasındadır; kimileri farkında olarak, kimileri de farkında olmadan. Bu ikinci gruptakiler düşünmeyenler takımıdır, özellikle de din mensupları.

İntihar edecek olan kişi intihar üzerine yazmaz, konuşmaz; edecekse eder. Bu kadar. Felsefe ve edebiyat dünyası korkak ve çekingenlerle doludur. Yaşamı yadsıyan en pesimistler ve görkemli gözüken nihilistler bile, “madem yaşamaya karşısınız neden intihar etmiyorsunuz” sorusuyla hesaplaşmak zorunda kalırlar. Yanıtlamak için rasyonel ve irrasyonel gerekçelerle kendi ruhlarını kemirirler. Ancak Mainländer’in bu gerekçelere gereksinimi yoktur ve böyle bir soruyla da karşılaşacak bir zavallı değildir. Mainländer sözünü eder ve ardından kendini ölüme yollar. Sözü bitirince, kendini de bitirir.

Yazımı sonlayan tümce: Yaşam, anlamın anlamsızlığını göstermektir. Ancak sonlamadan önce bu tümceyle hesaplaşmam gerekiyor. Aslında “anlamsızlığın anlamını” göstermek demem gerekir ancak bunu ters çevirip telaffuz etmek ayrı bir dürtüden kaynaklanıyor.

Tıpkı metafiziğin “Neden bir şey var da Hiç yok?” can alıcı sorusunu ters çevirmek gibi: “Neden Hiç var da bir şey yok?” İşte böylelikle konumuzun derinliğine inmiş olduk, üstelik çıkışı olmayan bir derinlik. Bir çember, kimileri için bir şeytan çemberi olan bu durum psikopatolojinin dört elle sarılacağı bir meseledir.

Mainländer, Hamlet’in olmak ya da olmamak sorusunu telaffuz ettikten hemen sonra eyleme başlayandır. Evet ya da hayır!

Olmaksa olmak, yani beklersin hayatı hayatın boyunca, başka deyimle: Yaşarsın anlamsızca bütün bir ömrü.

Olmamaksa, beklemezsin; anında harekete geçersin ve noktalarsın anlamsızlığı. Sonlandırırsın kendini.

Mainländer’in apodiktik (kesin) önermesi: Varlık’ın tek anlamı var, o da yok olmasıdır. Varlık yok olmak için vardır. Olmak Olmamak’ta sonuçlanır. Dünyada var olan her şey ölüm istencini taşır. Yaşam istenci ölüm istencidir. Bunu her aptal bile bilmektedir, ne var ki her aptal varoluş putlarının kırbaçlayan sancısında her an can çekişmektedir, kırbaçlar ise sayısızcadır: Cennet, cehennem, peygamberler, azizler ve benzer fantasmalar. Ölüm istenci yaşam istencinde gizlidir, yaşam istenci ölüm istencinin kılıfıdır. Her aptal bilir ki: Her gün biraz daha ölmekteyiz, yaşamımız yavaş yavaş can çekişen ölüm savaşıdır, ölüm her gün her insan üzerinde daha fazla erk kazanmaktadır, ta ki herkesteki son yaşam ışığını söndürene dek. Yontulmamış ve ham insan, yaşamı ölümün enfes ve olağanüstü bir aracı olarak görür, bilge ise ölümü doğrudan ister.

Her insanın bilincine çıkarması gereken şey odur ki her birimiz özümüzün derinliğinde ölümü istemekteyiz, sadece derimizi kazımamız yeterlidir, göreceğiz ki ölüm sevgisi varlığımızın tek amacıdır. Bir bakıma Tanrı korkusu ölüm korkusudur ve Tanrı’ya güvenmek ölümü aşağılamak ve ondan nefret etmektir. Din yavan, yapay tesellilerle insanları uyutmaya çalışan bir hokkabazlıktır -sadece. Uzatmayalım: Yaşam mutsuzluktur, olmamak tercihimdir. Ve ölüm hasretimi dindirecek hiçbir şey yoktur. Bir an önce ölmek istiyorum. Hiçbir yaşamsal mutluluk bu istencimi durduramaz. Ancak karabaşlar, düşünme yetisini kullanamayanlar, aptallar, korkaklar ve benzeri mahlûklar kendimi öldürmemi suç ve günah sayarlar. İsa, tıpkı Buda gibi intiharı önerenlerdendir, karabaşlar İsa’ya tecavüz etmekte hiç gecikmediler.

Ölüm sevgisi cinsel inzivayı gerektiren en önemli faktörlerden biridir. Şehvet, yaşam acısının anlık bir haz olarak duraklamasıdır, bir moladır, ardından işkence devam edecektir. Hatta orgazm çığlıkları ölümü müjdelemektedir. Şehvet sarhoşluğunda kurtuluşu kaybetmektense cinsel perhizle ölüm istencimi güçlendiririm.

(Gönülsüz ve hatta nevrotik bir ruh haliyle cinsel perhizde yaşayan Nietzsche, Mainländer’i “bekaret havarisi” diye aşağılamaya çalışır. Tanrı’yı öldürenler arasında en dindarı olan bu filozof, Hıristiyanlığı yeniden kurmak isteyen bir Paulus’tur -bir yaşam felsefesi Paulus’u. Her iki filozofun da psikopatolojisini incelemek ilginç ve kolaydır ancak bu çok anlamsız bir uğraş olurdu. Her insan gibi her filozofun da bir psikolojik temeli vardır. Nietzsche’nin kendini beğenmiş bu tavrına karşılık sadece şunu söylemek yeterlidir: Mainländer, kendi deyimiyle “kocası tarafından tecavüz edilen, ruhsal açıdan bakire bir annenin” oğludur.)

Nihilizmi aşmak için her şeyi meşrulaştırmak dinler ve ideolojiler açısından hatta genel felsefe açısından da yaygın bir yaklaşımdır; her şey mubahtır bu illeti geride bırakmak için: Karşılıklı imha. Bu, Varlık’a anlam kazandırmak için en belirgin yoldur. Hıristiyanlığın kurucusu Paulus, “var olduğumuz için özür dilemeliyiz” der ve sorar: Kimden? Yanıt: Tanrı’dan! Varlık acıdır, dedi. Ve acıyı kabul etti, ölene dek işkencedir varlık. Aynı yaklaşım tüm klasik ve modern ideolojiler için de geçerlidir. Her ideoloji Varlık’ı ille de anlamlandırmak zorundadır, neredeyse nevrotik bir çabayla anlam üzerine anlam yaratır.

Mainländer nihilizmi aşmak için hiçbir şey meşrulaştırmaya çalışmıyor, meşrulaştırmaya gereksinimi yok, çünkü ona göre Varlık zaten ölümdür, doğmamak daha iyidir ama doğduysan da fazla beklemene gerek yok.

Ancak yaşamdan bıkmış zavallılar şu soruyu sorabilir: Olmak ya da olmamak? Olmak için neden arayanlar ile olmamak için neden arayanlar birbirlerini aldatan hokkabazlardır; dünya onlara göre zaman öldürme mekânıdır. Amaçları, acı dolu hayatı köleler gibi yaşamaktır. Hiçbir anlamı olmayan şu işkenceyi uzun uzadıya sürdürmektir. Ah ahmaklar! Öldürün birbirinizi, ben kendimi öldüreceğim.

Dinlilere söyleyeceğim tek şey var: Dünyanın ötesinde hiçbir şey yoktur, ne cennet ne de cehennem ne de herhangi bir yer, bir mekân; sadece Hiç var. Sadece Hiç. Hiç’e giren ne hareket halindedir ne de hareketsizdir; Hiç mekânsızdır, biraz uykuya benzer fakat uykudaki mekânsızlık da Hiç’te yoktur: İstenç bir bütün olarak imha edilmiştir -Hiç’te.

Ve şunu da eklemek gerekir Mainländer’in Hiç felsefesini tamamlamak için: Tanrı da Hiç’tedir. Dikkat edin, “Tanrı Hiç’tir” demiyorum, bizzat Tanrı da Hiç’tedir diyorum. İşte Mainländer.

Adım Mainländer, kendime verdiğim adımdır bu, evreni kapsayan Hiç’i duyumsasam da içine atıldığım kent varoluş maceramın çıkış noktasıdır. Ben zamanımın ötesindeyim, ancak bir avuç insan görecektir beni zaman ötesinde. Arz etmiyorum yaşamı, yaşamayı; hiç âşık olmadım, hiç kadın bedeni sevmedim, hiç sevilmedim, bir bakireyim ben -ruhum gibi. Ve bakire olarak ölümü kucaklayacağım; tek sevgilim, tek sevdam odur. Kurtuluşun Felsefesi’ne dair sunduğum kuramı, son sözümü ifade ettikten sonra, fiziksel varlığımla tamamlayacağım: Hiç’te kaybolacağım.

Evet. Bakıyorum Hiç’e. Hiç. Hiç Hiç. Her özne, her nesne Hiç’e gider ve bir daha aynı özne ve aynı nesne olarak doğamaz. İnsan bir kez doğar ve doğa gereği bir kez ölür ancak her gün ölmek de var, her gün biraz daha ölmek; bir kez ölmektense çoğunluğumuz her gün yavaş yavaş ölmeyi deneyliyoruz, sanki bir mucize bekleyecek bizi, ölümsüz bir mucize, oysa ölmek de istiyoruz, ölümsüz bir yaşamı kim sürdürebilir ki? Fakat insanlar gördüm ki basit bir hafta sonunu yaşayamazken, ölümsüz bir ömür arz etmekteler.

Evet. Bakıyorum Hiç’e. Ah, mutlak boşluğun bakışı, sen ey mutlak boşluk, hiç bir ad seni betimleyemiyor. Nihil. Ve sadece Nihil. Stirner’in nihilinde bir negativum, bir yaratma dürtüsü vardır, kırarak yaratma. Hiçbir karamsarlığa yer vermeyen, her yıkımdan ve her yaratımdan haz alan bir nihil. Mainländer'de buna dair en ufak bir kıvılcım yok. Haz yok. Tek haz ölüm istencidir. Onun ateizmi sıradan, isyankâr ve karşı gelen bir ateizm değildir, bizzat bilimsel bir ateizmdir; der ki: Dünya öncesi olmadığı gibi, sonrası da yoktur, dünya muhteşem bir süreçtir -kendini tekrarlamayan ve tekrarlamayacak olan. Olmak, Olmamak’ta sonuçlanacaktır. Dinsel insan, “kader”i kişileştirmeye ve mutlak Hiç’i bir mistik dünya, gizemli bir varlık, “Herşeye” muktedir bir Tanrı olarak algılamaya meyillidir. Ebedi barış ve ebedi mutluluktur ona göre Hiç, bir “city of peace”. Oysa Hiç, her mezarın dibinden ona bakıyor, onu seyrediyor ve onu bekliyor. Kaçınılmaz olarak onun da gideceği yer orasıdır. İnsan, bilgiyle insandır ve bilgi Tanrı’yı da öldürdü, dünyayı da, insanı da. Âmin.


H. İbrahim Türkdoğan

22 Şubat 2016 Pazartesi

Olumsuzun Anarşisi

On dokuzuncu yüzyılda anarşizm toplumcu bir niteliğe sahip. Ancak Stirner'in bireyci anarşizmi, Bakunin'in bireysel niteliği ağır basan dionizyak ve yıkımcı yanları, yirminci yüzyıl başlarında anarşistlerin bireysel şiddete, suikastlara yönelmeleri, anarşist düşüncenin kaotik yanının örgütlü, kurulu, yerleşik her yapıyı -toplumu da- tahrip etmeye yönelik bir eğilimi içinde barındırması vb. nedenler anarşizmin toplumsal çoğunlukla olan ilişkisinde her zaman bir gerilim üretiyor. Ezilen yığınların sisteme karşı direnişinin güçlü olduğu on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk yarısında bu gerilim çok fazla ortaya çıkmıyor. Ancak kitlelerin tüketim kapitalizmine asimile olduğu, devlet karşıtlığı ekseninde şekillenen klasik makro politikanın işlevini yitirdiği 1960'lar sonrasının postmodern toplumunda anarşizmin toplumculuğunun alacağı biçim tartışma gündemine geliyor.

Deleuze, Foucault ve kısmen de Lyotard'ın düşüncelerinden beslenen postyapısalcı anarşizm Nietzsche'yi yeniden gündeme getirerek bireysel, göçebe, yersiz yurtsuz, pozitivizmden arınmış, radikal bir dönüşüm projesini öne çıkarıyor. Aslında bu yaklaşımı bireysel anarşizm olarak adlandırmak doğru değil çünkü toplumu bir ağ gibi sarmış iktidar ilişkilerine karşı direnişinde artık her yerde olduğu vurgulanıyor. İşçi sınıfının iktidarı temsil eden devlete karşı yekvücut ve monolitik bir biçimde sürdürdüğü geleneksel muhalefet yerine bir farklılıklar mozaiğine dönüşmüş toplumdaki özel hayat alanlarından kaynaklanan mikro politikalar öne çıkarılıyor. Halkın ya da işçi sınıfının bir özne olarak görülmediği, çoğunluk yerine azınlık olana, minör olana, dışlanmış olana yönelindiği, arzu, esrime, coşku vb. bireysel temaların öne çıkarıldığı gözleniyor. Postyapısalcı anarşizmin bir "geçiş dönemi" olan 1970'lerin havasını taşıdığını söylemek yanlış olmaz; yeni sol hareketlerin ortaya çıkmasıyla bireysel, özel hayat alanlarının politik bir nitelik kazanması, mikro politik mücadelelerin toplumsal özgürlük idealiyle ilişkisinin hâlâ sürüyor olması, alt kültürlerin tektip bürokratik toplum modeline karşı tepkileri ve nihayet uç solun sert çıkışlarla sesini duyurması. Klasik anarşizmden farklı olan postyapısalcı anarşizm bireysel anarşizmin yeni radikal sosyallik biçimleri ile ilişkilendirilmesi çabasını da içeriyor.

1970'lerin sonuna doğru radikal dalganın son bulması, 1980'lerden itibaren de postmodern simgesel-sanal iktidar sisteminin toplumun tüm dokularına nüfuz ederek "hakiki" bir sosyal muhalefeti neredeyse imkânsız kılması, anarşizmin toplumcu yanına daha da mesafeli bakmasını beraberinde getiriyor. Marjinal grupların, cemaatlerin, bireylerin alternatif deneyimleri "yaşam tarzı anarşizminin" zeminini oluşturuyor. Zerzan, Hakim Bey gibi yaşam tarzı anarşizminin kuramcıları Bookchin gibi eski kuşak toplumcu anarşistlerden kopuyorlar. Postyapısalcı anarşizme ya da diğer bir değişle Nietzsche'ci anarşizme gelince bu kuramın sahiplendiği arzu, güç, coşku, yaşam, dans, yersiz-yurtsuzluk, hareketlilik, yaşam sevinci, esrime, aykırılık, psişik dinamizm, farklılık, çeşitlilik vb. olgular yeni toplumda tüketime kanalize olup radikalliklerini yitiriyorlar. Akla şöyle bir soru geliyor. Nietzsche'ci yaşam tarzı anarşizmin pozitif önermeleri de sonunda sistemce etkisiz hale getirildiyse bu kez katı, tavizsiz bir negativizm aracılığıyla radikal bir duruşa varılamaz mı? Bu yolla pozitif önermeler tüketimin, katılımın evcilleştirici etkisinden kurtarılamaz mı? Anarşist yazar Işık Ergüden kitabında bireysel, negativist bir anarşizmi en uç noktalarına kadar götürüyor. Yer yer nihilizme yaklaşan metinler Foucault ve Stirner'in yanı sıra Cioran, Blanchot ve Bataille'dan da izler taşıyor. Sözü fazla uzatmadan bireysel anarşizmin sorunsallaştırdığı en önemli konudan, toplumun eleştirisinden söze başlayalım.

Eskiden işçi sınıfının kendi dışındaki bir iktidar tarafından baskı altına alındığı sistem yerini artık ezilenlerin de ezdiği çok katmanlı, çoğul ve parçalı iktidarlardan oluşan yeni bir sisteme bırakmıştır. Aile, okul, işyeri, hukuk, din, üretim, akıl, kuşak, dil, söz, kurumlar, sokak tektipleştirici, evcilleştirici, herkesleştirici iktidar odaklarıdır. Yirminci yüzyıl başından bu yana kitle ile iktidar arasındaki uzaklık giderek azalmış, günümüzde kitle ve iktidar aynı potada eriyerek tek ve aynı şey olmuş, birbirlerine geçmiştir. Kitlenin karşı çıkmak yerine desteklediği iktidar artık kitlenin dışında bir iktidar değil onun bizzat kendi gündelik ilişkileri içinde oluşturduğu bir pratikler bütünüdür. Kurumları, hiyerarşiyi, kuralları, evcil bir yetişkinlik ideolojisini yaratan kitledir. Eskiden toplumsal dönüşümün öznesi olduğu varsayılan kitle günümüzde çoğul iktidarların sesi, taşıyıcısı, kendisidir. Bugün insanlar arasında toplumsallığı oluşturan yegâne bağ suç ve iktidar ortaklığıdır. Kitle anonim olmayan, kendisiyle özdeşleşmeyen, çalışma, tüketim ve eğlencenin popüler tektipleştiriciliğinin damgasını taşıyan toplumsal oyundan uzak duran bireyleri iktidarına katılmaya zorlar. Kitle bireyin müphemliğinden, "aradaki" duruşundan, kaotik yanlarından rahatsız olur, onu sınıflandırmak, niceliğe indirgemek, şeffaf ve aleni kılmak, adlandırmak, tanımlamak, bir örnekleştirmek ister. Kitlenin şeffaf ve görünür kılınarak denetlenebilir ve gözetlenebilir hale getirilmesi sadece dışsal bir iktidarın değil, kitlenin de bir talebidir. Kendini dışlaştırmak, alenileştirmek, meşrulaştırmak, teşhir etmek, iktidarın bakışına sunmak isteyen toplum iktidarın gözetleyiciliğinden memnundur. Herkesin teşhirci ve röntgenci olduğu, için dışlaştırılmasının moda haline geldiği, için ve dışın tek bir yüzey oluşturduğu, keşfedildiği sanılan için iktidar söyleminin bir parçasına dönüştüğü bugünün toplumu görüntü ve gürültü alışverişinin hüküm sürdüğü bir itirafçılar kitlesidir.

Kitle ile politika ilişkisinin oluşturduğu alan iktidarın ve pragmatik çıkarların alanıdır. Toplumsal bir tasarının parçası olan bir devrim kurumlaşmış şiddete ve otoriteye ihtiyaç duyar, yeni düzenlemeler ve hiyerarşiler üretir. Tasarlanmamış, kendiliğinden bir eylem olan isyan ise iktidar oyunlarını ve kurumlaşmayı dışlar. İsyan sınıflara değil tek tek bireylere çağrı yapar. İsyanda kitlenin ortak hissi, kolektif vecd duygusu, ortak kimlik, aidiyet ve çıkar yoktur. İsyan toplumsal olanı tahrip ettiği gibi tek tek bireylerin benini de tahrip eder, onları çatışıklı, yasadışı, karanlık bir ruh hali içine sokar. Negatif bir eylem olan isyan pozitif bir ütopyanın bir parçası olarak gerçekleşemez, aksine faciaya, yokluğa hiçliğe, felakete gidiş yolu üzerinde gerçekleşir. İsyanda gündelik hayat altüst olur, kurumlar işlevsiz kalır, yıkımın, kaosun ortasında insanlar esersiz, çıplak, iktidarsız, simgesiz, göçebe, hiçbir şeysiz, yaralı ve yüz yüze kalırlar. İsyan bireyler arasında bir ilişkisizlik anlamına gelmez, tam tersine ancak kimlik, söylem vb. hiçbir şeyleri ortak olmayanların ortaklığında bir duygudaşlık, dayanışma, bir öte-toplumsallık oluşabilir. İsyan boşluğu, yokluğu, muhtaçlığı gören bireylerin buluşabileceği bir tür negatif ütopyaya gönderme yapar.

Kolektif duyguların bile kurumlarca temsil edildiği günümüz toplumunda yıkıcı/yaratıcı bireysel varoluş ancak toplumsal oyunun tamamen reddi yoluyla mümkün olabilir. Hayatın bir olumsuzluk olarak kurulması geri çekilmeden, eksiltmeden, yoksullaşmadan, iktidarsızlıktan, yasa ve kurum dışılıktan, rolsüzlükten, yokluktan, yalınlıktan, otoritesizlikten geçer. Mağlup, dilden, söylemden, eserden yoksun bireylerin kendinden vazgeçerek oluşturacakları dayanışma armağan, şükran ve yardımlaşma duygularının gelişmesini sağlayabilir. Bunun gerçekleşebilmesi için bireyin içsel deney aracılığıyla mahrem bir biçimde kendi içine bakabilmesi, kendini seyredebilmesi gerekir. Toplumsallığa, kurumsallığa, yetişkinliğe, yurttaşlığa ilişkin her şeyi unutması, topluma bir huzursuzluğu, laneti miras bırakacak şekilde yaşaması gerekir. Yasa/simge dışı, kaçış çizgilerinde, aralıklarda yaşamak, kitlenin şeffaflaştırma girişimlerine karşı çıkarak mahrem ve "görünmez" bir yaşamı kurmak gerekir.

Günümüzde söz, yazı ve görüntü yaygınlaşarak anonimleşmiş, yüzeyselleşmiş, medyatikleşmiştir. Bu durumda iktidarın, kodun dışında kalan tek şey söylemleştirilemeyen, tanımlanamayan, sessizliğin, susmanın dilidir. Yazı metin ile okur arasındaki ilişkinin şahsi ve mahrem bir nitelik taşıması nedeniyle sessizliğe bir çağrı olarak yazılabilir. Kendi paradoksunun farkında olan böyle bir metin ancak kendi iktidarsızlığını, yokluğa fırlatılmışlığını, sözün bitmişliğini ifade edebilir; bir küfür olarak insanlığa laneti bulaştırmayı dileyebilir.

Birileri her gün işkence makinesini döndürmeye, ötekiler bu çarklardaki yerlerini almaya gönüllü ve zorunlu olarak gidiyorsa, yazı, ancak bir cerahat gibi akabilir ve bir irin gibi yapışıp kalabilir yazanın yüzüne. Akmıyorsa ve yapışmıyorsa, şıklık ve zarafet olarak kendini gösterebiliyorsa hâlâ bir yerlerde, yazı, yazı olmaktan çıktığı içindir; hakikat arayışından, kendini aramaktan vazgeçip, eylem olarak eylemle ve söylem olarak söylemle, iç tutarlıkla yetindiği içindir... (s. 68)


Yaşar Çabuklu