29 Nisan 2011 Cuma

Derin Ekoloji Penceresinden Hayvana Bakış

GİRİŞ

Derin ekoloji son otuz yılda Amerikalı ve Avrupalı entelektüel çevrede oldukça ilgi görmüş bir ekolojik düşünce akımıdır(28). Üzerinde tartışmadan önce köken aldığı ekoloji bilimine de kısaca göz atmak gerekir.

İnsanlığın doğayla ilişkisinin ürünü olan ekoloji bu özelliği ile en yeni bilim dallarından biri olduğu kadar en eski bilim dallarından biri olarak da kabul edilir(12,18,28). Platon ‘Kritias’ adlı kitabında aşırı ağaç kesiminin erozyona sebep olduğunu, dolayısıyla su kaynaklarının zarar gördüğünü yazar(28). Raymond F. Dasmann, Romalı Tacitus’un doğal alanların olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemesiyle ekoloji hareketlerinin fikir babası olduğunu iddia eder(28). Donald Worster ise ekolojinin gömlek logolarından köprü duvarlarına kadar her yerde görünmesi, felsefe ve politikayı etkilemesiyle hiçbir bilim dalında görülmeyen bir etki yaptığını söyler(28).

Eski Yunanca’dan ev idaresi anlamında çevrilebilecek ekoloji terimini, Alman bilim insanı Haeckel 1866 yılında oikos (evcik) ve logos (bilim) kelimelerinden türetmiştir (1,11,12, 13,23). Haeckel böylece organizmayla çevre arasındaki ilişkiyi tanımlamış ve bilimsel temellere oturtmuştur(28). Aynı dönemlerde Alman bilim insanı Mobius, Rus bilim insanları Dokuchaev ve Morozov ile ABD’li bilim insanı Forbes’in ayrı ayrı yürüttükleri çalışmalarla, canlılar arası ilişkilerin bir bütün olduğunu ortaya koymuş ve ekosistem kavramını getirmişlerdir(12). Tüm bu bilgilerin bir araya getirildiği tarih ise 1927 yılıdır, İngiliz Ekolog Elton “Hayvan Ekolojisi” adlı kitabında bunu evrimsel uyum ve sistem içindeki değişim ile açıklamıştır(12). Kurduğu ekoloji biliminin yanında Darwinizm’in yaygınlaşmasında da büyük rol oynayan Haeckel “monizm” adını verdiği bir toplumsal felsefeyle geleneksel Alman Antisemitizminden, Nasyonal Sosyalizme doğru yürüyen tehlikeli adımları atmıştır(23). Bilimsel ekolojinin kurucusu düşüncesinin gelişiminde yalnız değildir. Willibald Hentschel, Wilhelm Bölsche, Bruna Wille de geleceğin çevreci kuşaklarını derinden etkileyen bilim insanları olmuşlardır(23). Alman popüler kültürü XX. Yüzyılın ilk otuz yılında doğal düzenin toplumsal düzeni belirlediğini öngören düşüncelerin etkisiyle yoğrulmuş, ekoloji, doğduğu ülkede Faşist Ekolojiyi ve Faşizmi beraberinde getirmiştir. Ve ekolojinin siyasal zeminde en çok ve en büyük kabul gördüğü yer Nazi Almanya’sı olmuştur (3,5,23).


DERİN EKOLOJİNİN DOĞUŞU ve KÖKLERİ

II. Dünya Savaşı sonrası Ekolojik hareketlerin girdikleri yükseliş çizgisinde Faşist Ekoloji artık yoktur (7,11,14). Çevresel yıkıma karşı 1960’ların büyük ekolojik uyanışlarının çevre kalitesine olan talebi kamçılaması Derin Ekoloji, Toplumsal Ekoloji ve Ekofeminizm akımlarını yaratmıştır(2,7,11,14).

Derin Ekoloji “Norveçli filozof Arne Naess’in Bükreş’te, 1973 yılında yaptığı bir konuşmayla tartışmaya açılmıştır”(28). Yaşı bu kadar genç görünse de Derin Ekolojinin kökleri, ekoloji biliminin bir türevi olarak eskilere dayanır; Avrupa Romantizmi, Amerikan Aşkıncılığı, Spinoza Etiği, Gestalt Psikolojisi, Budizm, Taoizm, New Age Derin Ekolojinin genlerini oluşturan akımlardandır(6,9,11,28). Avrupa Romantizmi; Newton’un yöntemlerinden etkilenen John Locke gibi filozofların başlattığı her türlü sorunun mantıkla çözülebileceği ve doğaya egemen olma tutku ve düşüncesine karşı bir reaksiyon olarak başladı, Romantiklerin en büyük temsilcilerinden olan Rousseau uygarlığın iyi bir şey olmadığı, pozitif anlamda kötü bir şey olduğu, hayatımıza ve yargılarımıza aklın değil duyguların egemen olması gerektiği iddiasındadır (6,7,16,17,28). Doğal içgüdülerin frenlenmesinin insanı kendine yabancılaştıracağını söyleyerek bu duruma çözüm olarak uygarlığı değil vahşi (doğal, ilkel) yaşamı över (7,17,28). Vahşi insanın sağlıklı ve güçlü olduğunu, ölüm korkusu bulunmadığı ya da ihtiyaçları az olduğu için mutluluk halinde yaşadığını savunur (17,18,28). Eski aristokratlar da yerlerini alan burjuva sınıfına tepki olarak endüstrileşme karşıtı bu düşünceyi desteklediler(7). Bu kuşak için “Robenson Crusoe” adeta kutsal kitaptır. Rousseau’nun yanı sıra Lord Byron, Coleridge, Constable, Wordsworth, Goethe, Schiller, Beethoven da önemli romantikler arasındadır(12,28). Romantizm rüzgârı, asilzade hanımların köylü kızlar gibi giyinip çobanlarla arkadaşlık etmelerine dahi yol açmıştır. Manzara resimlerinin popülaritesinin doruk noktasına ulaştığı bu dönemde, doğa şiirleri de en güzel örneklerini verir(28).

Duyu deneyimlerinin konusu olan dünyanın dışında bir yaşamı öven Amerikan Aşkıncılığı 19. yüzyılda Emerson tarafından kurulmuştur(17,28). Yaşadığı Concord kasabasında bir grup entelektüelle yaşama geçirmeye çalıştığı ilkeler Eski Hint, Çin, Plâtonculuk ve Yeni Plâtonculuğun sentezi olan bir düşüncedir(7,28). Ulu geçeklere mantıktan çok sezgilerle ulaşabileceklerine inanan Aşkıncılara göre mutluluk doğa ile uyumlu bir yaşamla gelecektir. Vahşi doğanın tahrip edilmesine karşı olan bu kitle kendilerini Avrupa Romantiklerine yakın buluyorlardı(7). Brooks Farm adlı çiftliklerinde bu ilkeler ışığında yaşarken kurdukları okullarında derslere devam mecburiyeti olmayan öğrencilerine Doğu Dinleri, Eski Yunanca, İtalyanca, botanik ve genel kültür öğretirler(28). Bu ütopik yaşam kuruluşu açılmasından iki yıl sonra dağılır(28).

XX. Yüzyılın başlarında Almanya’da Wertheimer, Koffka ve Köhler tarafından geliştirilen Gestalt Teorisi psikoloji tarihinde önemli bir yer edinmiştir(29,30). Eşya ya da olayın anlamlandırılmasında, uyaran veya biçimlerin bütünsel algısının önemli olduğunu, tüm zihinsel edimlerde anlamın, durumun bütününün algısından çıktığını savunur. Parçalara ayırmanın anlamın gözden kaçmasına neden olacağı iddiasındadır(29,30).

Derin Ekoloji teorisyenlerince kendisinden ilham alınan büyük filozof Spinoza’nın etik konusundaki düşünceleri tüm ekolojik akımlarda, özellikle Derin Ekolojide önemli bir yer edinmiştir(22,31). Spinoza’ya göre dedüktif bir sistemin ideali sadece bir bilgi ideali değildir, bu evrenin doğasını yansıtır (6,8,16,24). Evren, bütünün her parçayı belirlediği tek bir ağdır. Tanrı Spinoza’ya göre tek tözdür ve doğa ile özdeştir(6,8,16,24). Spinoza “özü, varlığı kuşatan, başka bir deyişle tabiatı ancak var olarak tasarlanabilecek olan şeye, kendi kendisinin nedenidir” der(24).

Bryan Magee: “Geçmişin büyük bölümünde Doğu felsefesi bazı açılardan Batı felsefesinden daha derin bir felsefeydi. Ancak son iki yüzyılda bir denge sağlanmıştır” der(17). Bu tespitin doğruluğu Derin Ekolojinin kökleri masaya yatırılırken de görülür. Anglo-Sakson yaklaşımların son yüzyıllarda ortaya koyabildiği düşüncelere Doğu çok daha önce ulaşmıştır(12). Taoizm, doğa ile birlikte olmayı temel bir kavram olarak alır, bunun yanı sıra Zen Budizmi’nde doğanın birliğinin bilincine varmak başlıca amaçlardan biridir, Hindistan’da yayılmış olan Mahayana Budizmi ise dünyayı “birbirlerini etkileyen madde ve olayların ağı olarak niteler”(12,17,28).


DERİN EKOLOJİYE GÖRE YAŞANAN EKOLOJİK KRİZİN NEDENİ

Doğu mistizmi, Batı felsefesi ve psikoloji gibi kaynaklardan beslenen Derin Ekolojinin önderleri arasında Sosyolog Bill Devall, Filozof George Sessions, Şair Gary Snyder sayılabilir(7,28). Doğanın romantik kavramsallaştırmasını içeren bu hareketin severleri, Musa’nın “On Emrinden” başlayıp, Fransız İhtilaliyle hayata geçen, “İnsan Hakları Bildirgesi”yle evrenselleşen hakları sadece insana veren düşünceyi ekolojik sorunların temel kaynağı olarak görürler(3,7,21,22,28).

Michel Serres İnsan Hakları Bildirgesi’ni “her insan” kavramını kullanmasıyla överken “yalnızca insanlar” olarak düşünmesini katı bir şekilde eleştirir(21). Bill Devall’in devrimci ekolojik düşüncelerinden esinlenen Serres, artık Doğayla Sözleşme yapmanın zamanı geldiğini söyler(21).

Derin Ekolojinin fikir babalarına göre yeni sözleşmede olması gereken en önemli kavram antroposentrik(insanmerkezci) düşüncenin değişmesidir, insanmerkezci düşüncenin yapıbozumundan sonra doğaya ilişkin yaklaşımda kullanmamız gereken sosyolojik tutumun ekosentrik (doğamerkezli) tutum olduğunu savunurlar(3,9,11,20,25). Derin Ekoloji, tüm yaşam biçimlerini birbiri için eşitleyen bir kavramdan söz eder, “içsel değer” olarak tanımlanan bu durum Spinoza’nın “causa sui” düşüncesinde olduğu gibi var olmanın değer teşkil etmeye yeterli olacağıdır(3,6,9). Yaşanan ekolojik krizin sebebi tüm ideolojilerin insanmerkezli adımlarının sonucudur, hatta yüzeysel ekoloji olarak gördükleri “çevrecilik” de bu öngörünün içindedir. Derin Ekoloji taraftarlarına göre ilk günah, vahşi doğanın merkezden alınıp, insanın doğadan uzaklaştırılmasıdır(3,7,11,25). Bu ekolojik düşünüşün eleştirildiği noktalar ise şunlardır: Ekofeministler Derin Ekoloji yanlılarını cinsiyet körü olmakla suçlar, onlara göre ekolojik krizin nedeni ataerkil düşünme sistemidir(3,7,33). Bunu yanı sıra Derin Ekolojinin uygulanabilirlik sorunu da vardır. İyi örnek olarak gösterilen toplumlar ya tarih öncesi ya da teknoloji gerisi kalmıştır(28). Toplumsal ve politik yaklaşımları ise ekofaşizme zemin hazırlayacak bir zayıflığa sahiptir(7).


HAYVANLARLA “AYNI YERDE DURMAK”

Doğamerkezli düşüncenin “içsel değerler” kavramıyla insan-hayvan-bitki tüm yaşam formları ve cansız doğa için yeni bir etik anlayış da ortaya çıkar, Aldo Leopold’un temellerini attığı bu etik yaklaşım, insanı diğer türlerle beraber biyolojik toplumun yurttaşları sayar(3,7,15,26). Etik sınırlar, sadece insanlar arası ilişkiler için sabitlenmeyip tüm doğal çevreyi içine alacak şekilde genişletilir. Çevrenin bir üyesi olan insan, bilinen etik sistemde, merkezde yer alıp çevreye karşı sorumluluk içinde değilken artık çevre, sahip olduğu içsel değerden ötürü insanı sorumluluk altına sokar(26,28). Bu Descartes’ın ruhsuz makine kavramının doğurduğu doğaya, özellikle hayvanlara karşı yapılan “incitici” davranışların reddedilmesidir(10). Çevreyi korumak için sadece bilinçli olmanın yeterli olmadığını söyleyen Leopold’un doğru ve yanlış kavramı oldukça basittir: bir şey biyotik toplumun bütünlüğünü, dengesini ve güzelliğini koruyorsa doğru, değilse yanlıştır(28). Sargun Tont, bu görüşü şu örnekle açıklar: “Eğer bir milli parkta geyiklerin sayısı çok fazla artar ve bu hayvanların otladığı bitkiler yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalırsa, o zaman sistemi kurtarmak için belirli sayıda geyiğin ortadan kaldırılması etik bir sorun yaratmaz”(28).

Arne Naess tarafından ortaya konan Derin Ekoloji ilkelerinden üçü insan-doğa ilişkisi üzerinedir (3,9,19,32). Bu ilkelerde, bütün organizmalar ve yaşam formları insanlarla eşit önemde tutulur. Yaşama, kendini gerçekleştirme, tüm türlerin hakkıdır. Ortak-yaşam ve ortak-varoluş ilişkisi desteklenir. İnsanların tüm organizmalarla öz-ilişkileri vardır bu özdeşleşmenin temelidir(3,7,9,19,32). Derin Ekolojinin hayvanlara yaklaşımı bu noktada insan dâhil diğer varlıklardan ayrılmaz. Yabanıl hayatın korunması, avcılığın yasaklanması, mili parkların açılması, hayvan deneylerine karşı net bir tavır alınması romantik-aşkıncı kavramsallaştırma ve biosferik eşitlik düşüncelerinin ürünüdür(7,9,28,34). Toplumsal sistemi eleştirerek, çözümün endüstriyel toplumların düşünüş şeklini sorgulamakta bulan Derin Ekoloji, insan olmayan varoluşlarla yeni bir ilişki kurmanın ve bu ilişkinin mal etme kavramından uzak tutulmasının gerekliliğini savunur(7,26). Bu gereklilik diğer varlıklarla beraber insanın da özgürlüğünü oluşturacaktır(27).


TARTIŞMA ve SONUÇ

Doğanın tüketildiği, TV ekranlarında, canlı yayında savaş izlediğimiz bir dönemde Derin Ekoloji bizlere önemli bir çıkış noktası sunmaktadır. Yeni yüzyılın başında, kendi türümüze dahi uyguladığımız istismarlar apaçık karşımızda dururken, Derin Ekoloji, ortaya koyduğu dünya görüşüyle bunların üstesinden gelebilecek bir açıdan bakmamızı sağlar(9,21,25). Hayvanlarla olan ilişkimizin başlangıcından bu yana bizim “efendi”, onların “mal” olma konumu bu düşünce sistemiyle birlikte değişir(3,9,21,25). Bu değişimde, insan etkinliğinin hayvanların lehine sınırlandırılması, bizim de gerçek özgürlüğümüze attığımız adım olarak kazanç hanemize eklenecektir(27). Endüstriyel kültürle kopamayacak şekilde kenetlenmemiz, hayvanlar konusunda Derin Ekolojinin romantik iyi niyetini gerçekleştirmemizi engellese de, şu an yaşadığımız düşmanca tavrın da ortadan kalkması insanlık için bir zorunluluktur.

Son sözden önce Doğu-Batı medeniyetleri arasında yetişmiş büyük filozof Yunus Emre’nin dizelerine bakmak çok yerinde olur. Bu, Tüm varlıklar arasında eşitliği savunan düşüncenin en güzel özetidir:

Ma’ni evine daldık
Vücud seyrini kıldık
İki cihan seyrini
Cümle vücudda bulduk

Yedi yer yedi göğü
Dağları denizleri
Uçmağ ile Tamuyu
Cümle vücudda bulduk. (12)

Bu satırların yazarı olarak belirtmek gerekir ki, Derin Ekolojinin hayvana bakışını arî olarak incelemenin güçlüğü, bu felsefenin en güzel tarafından kaynaklanıyor: “Tüm varolanlar arasında eşitlik…”


Savaş Volkan Genç


KAYNAKLAR

1- Alpagut, B. “İnsan Ekolojisi” TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi, Ankara Kasım 1979, s.:33-34.
2- Baden, J. Blood T. (Çev: Prof. Dr. İsmail Aktürk) “Ekoloji ve Teşebbüs: Yabani Hayatın Özel Kesimce Yönetimine Doğru”,  25.11.2005,
3- Başağaç, R. T. “Doğa ile Sözleşme - Egosentrizmden Ekosentrizme”, Bilim Etiği ve Bilim Tarihi, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 2004, s.:131-140.
4- Başağaç, R. T. “Hayvan Refahı ve Hayvanların Bilimsel Araştırmalarda Kullanılması”, Türkiye’de Birinci Hayvan Refahı ve Veteriner Hekimliği Eğitimi Konferansı, 93-99, Ankara, 2005 (Tam metin).
5- Başağaç, R. T. R. Öztürk ve A. Koluman “Hayvan-İnsan Sözleşmesi” Üzerine, II. Ulusal Tıbbi Etik Kongresi, s.:97-104, Kapadokya, 2001 (Tam metin).
6- Cevizci, A. “Etiğe Giriş”, Paradigma Yayınları, İstanbul 2002.
7- Çetin, O. B. “Derin Ekoloji Hareketi Ve Çevre Etiği” 
8- Deleuze, G. (Çev: Ulus Baker), “Spinoza Dersleri” 23.12.2005,
9- Ferry, L. (Çev:Turhan Ilgaz) “Ekolojik Yeni Düzen Ağaç, Hayvan ve İnsan”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2000.
10- Genç S. V. “Hayvan Hakları Yasası Ne Diyor?”, TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi, Ankara Ağustos 2004, Sayı:441, s.:28-30.
11- İdem, Ş. Toplumsal Ekoloji Nedir? Ne değildir?, 25.11.2005,
12- Kışlalıoğlu, M. Berkes, F. “Çevre ve Ekoloji”, Remzi Kitabevi, İstanbul 2005.
13- Koçtürk, O. N. “Ekoloji ve Veteriner Hekimliği”, Türk Veteriner Hekimleri Birliği Merkez Konseyi Yayınları, No:13, Amkara 1975, s.:3-26.
14- Laçiner, Ö. “İnsanlaştıkça”,Birikim Dergisi, Sayı:195, İstanbul Temmuz 2005,s.:7-10.
15- Leopold, A. “The Land Ethic” from “A Sand County Almanac” 08.12.2005,
16- Maclntyre, A. (Çev: Hakkı Hünler, Solmaz Zenyüt Hünler) “Ethik’in Kısa Tarihi, Homerik Çağdan Yirminci Yüzyıla” Paradigma Yayınları, İstanbul 2001.
17- Magee, B. (Çev: Bahadır Sina Şener), “Felsefenin Öyküsü”, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2000.
18- Muslu, Y. “Ekoloji ve Çevre Sorunları”, Aktif Yayınevi, İstanbul 2000.
19- Orton, D. “Deep Ecology and Animal Rights A Discussion Paper” 25-11-2005,
20- Özen, A. “Hayvanlarla Olan İlişkimizi Düzenlemede Anahtar Tutum:’Hiç Değilse’…, Türkiye’de Birinci Hayvan Refahı ve Veteriner Hekimliği Eğitimi Konferansı, s.:75-82, Ankara, 2005 (Tam metin).
21- Serres, M. (Çev: Turhan Ilgaz), “Doğayla Sözleşme”, Yapı Kredi Yayınlar, İstanbul 1992.
22- Session, G. Devall, B. “Western Process Metaphysics (Heraclitus, Whitehead, And Spinoza)” Deep Ecology, USA Utah 1985, s.:236-242.
23- Staudenmaier, P. (Çev: Ahmet.A.Aşıcı, Sezgin Ata), “Faşist Ekoloji - Nazi Partisi’nin “Yeşil Kanadı” ve Faşist Ekolojinin Tarihsel Kökenleri”, 21.11.2005,
24- Spinoza, B. (Çev:Hilmi Ziya Ülken), “Etika”, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2004.
25- Şahin, Ü. “Ekolojizmi Çevrecilikten Ayırmak: Bir Yeniden Düşünme Denemesi”, 25.11.2005,
26- Şahin, Ü. “Yeşiller ve Hayvan Hakları”, Birikim Dergisi, Sayı:195, İstanbul Temmuz 2005, s.:16.
27- Toker, N. “İnsan Olmayan Varlıklara Karşı Sorumluluk: Etik mi Politik mi?”, Birikim Dergisi, İstanbul Temmuz 2005, Sayı:195, s.: 11-15.
28- TONT, A. S. “Sulak bir Gezegenden Öyküler”, TÜBİTAK Yayınları, Ankara 2001, s.:10-56.
29- Geştalt Psikolojisi, 23.12.2005,
30- Gestalt Psikolojisi, 23.12.2005,
31- Baruch Spinoza, 23.12.2005,
32- Deep Ecology, 22.11.2005
33- Deep Ecology, 25.11.2005
34- Excerpts from the Works of Aldo Leopold, 08.12.2005,

25 Nisan 2011 Pazartesi

Şairimiz Aldanır!

27 Haziran günlü Pencere köşesinde yayımlanan yazı şöyle başlıyordu:

"Şairin önce şiirine takıldım..
Sonra da adına:
S. Aldanır.
Geçmişte böyle birini tanımıyorum, ama, okuduğum şiiri günümüze yakışıyor..
Şiirin adı: Hoşt!.."

'Hoşt' adlı şiiri yayımladıktan sonra köşede soruyordum:

"Sayın Aldanır bugünleri düşünerek mi yazmıştı bu şiiri?.."

Yazı şöyle devam ediyordu:

"Peki, şairimiz kim?.. Kim olduğunu bilmiyordum; sağa sola sordum, kimse bilmiyor. Sonunda kısa yaşam öyküsünü İlhami Soysal'ın '20'nci Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi'nde buldum."

***

'Pencere' köşesinde, hem 'ünlü' hem de 'meçhul' şairimizi ararken kendisinden bir mektup almaz mıyım?.. Dünyalar benim oldu!.. S. Aldanır mektubunda ne diyordu?..

"Efendim, Çok sevimli yazınızdaki sevgili selamınızı aldım. Ben de sizi geçmişten bu yana gelen sevgiyle selamlıyorum."

Esrar çözülmüştü.

Ancak S. Aldanır yine ortalıkta yoktu, adresini de kimse bilmiyordu ve bu nedenle 27 Temmuz 2004 günlü Pencere köşesi şöyle bitiyordu:

"Bilmem ki ne diyeyim?.. S. Aldanır kendisini ve adresini gizleme başarısını terk edip hepimize bir merhaba dese, çok kişiyi mutlu ederdi; bu özveriyi şairimizden bekliyoruz."

***

Beklediğim gibi bu süreci de aştık; 9 Ekim 2004 günlü Pencere köşesi şöyle başlıyordu:

"S. Aldanır gazeteye geldi, onur verdi, şairimiz mutluluk taşıdı Cumhuriyet'e...

... Tüm hayatı boyunca 'mütenekkiren' yaşayan şairin yüzünü görmüş, sesini işitmiş, gazeteye konuk etmiş olduk...

Mütenekkiren ne demek?..

'Kendini belli etmeyen, ortaya çıkmayan, tebdil gezen...'

İlginç ve çekici bir yaşam...

Aldanır, Orhan Veli'nin,Oktay Rifat'ın Ankara Lisesi'nden arkadaşı..."

***

İşte bu ilginç şairimizle gazetede yaptığımız röportajı sizlere sunuyoruz, yayını biraz gecikti, ama, kusura bakmayın!..


İlhan Selçuk

--------------------------------------------------------------------------------------

"Artık Akıllı Güzel Şiir Gerekli"

Gizemli şair S. Aldanır 'Hiçbir şair şiirini nasıl yazdığını açıklayamaz' diyor

- Sayın Aldanır, bir ömür boyu 'tebdil' yani mütenekkiren yaşamış ve yazmış bir şair olarak bu ilk röportaj için ne düşünüyorsunuz?

S. ALDANIR - Cumhuriyet gazetesinin sevgili mensupları, hoş geldiniz; bana en mutlu sefalar getirdiniz. Velakin, şiirde ömür boyu tam siper olmuş ve üne, akranlarına, dahası hayata ihtiyacı kalmayan; yani, düpedüz ölü bir şairle nasıl ve ne konuşacaksınız? Oldukça yorulacaksınız. Mesleğinizde başınıza bu geldi.

Fakat, bir gazeteci olarak bir ölü şairle röportaj yapabilmiş olmakla, böylesine tek ve emsalsiz başarıyla rekorlar kitabına girmeye de tam anlamıyla hak kazanmış olacaksınız.

- Peki, nereye kadar açılabiliriz? Cumhuriyet'e güveniniz olduğunu düşünüyoruz...

ALDANIR - Aile ile başlayan Cumhuriyet okurluğum ta Yunus Nadi'den şuraya kadar geldikten sonra, gazetenizin benimle konuşma isteğini seve seve kabul etmemin ağırlığını da iyi bilin ki, sizi böyle bir rekora ulaştırmayı sağlamak uğruna, sorularınızı ölü ölü değil, şu tirit yaşımda tam diri diri karşılamaya hazırım. Şurada tek vazgeçemeyeceğim koşulum ve ricam, hâlâ geçerli nedenlerle gizlemekte olduğum asıl adımın kesinkes açıklanmaması olacaktır.

- Yine de soralım: Asıl adınız?

ALDANIR - Asıl adımın emekli aylıklarımı almaktan almaya gerekli olmaktan başka bir yeri yok.

- Ailenizden söz eder misiniz?

ALDANIR - Anlatacaklarımda sıra ve zaman yönünden atlamalarımı yaşıma değil, konuşma yeteneksizliğime vereceksiniz. Babamın Birinci Dünya Savaşı'nda Arabistan'daki ordumuzun kurmay başkanı olduğu Medine kentinde doğmuşum. Ailem savaştan sonra İstanbul ve ardından Ankara'ya yerleşmiştir.

- Okul yaşamınız nerelerde geçti?

ALDANIR - Aralarında Galatasaray, Vefa, Kabataş, Pertevniyal ve Ankara liselerinin de olduğu bir sürü lisede edebiyat derslerinden ve Hukuk Fakültesi'nde borçlar dersinden hep takıntıya ve bütünlemeye kalan, azgın sayılan öğrencilerdendim. Buna karşılık devlet ve özel sektör kuruluşlarında toplam 66 yıl en sevdiğim işlerde, azgınlığımın tam tersi en düzgün şekilde görev yaptım. Eşimi yitirdiğim, yine çok düzgün geçen 48 yıllık evliliğimde, kadın erkek evli kişilerin daima söylediklerince, mutlu olduğumu ben de yarım ağız söyleyebilirim.

- Dostluklarınız olmadı mı?

ALDANIR - Çoğu yıllarım Ankara'da geçtiğinden ötürü, çok değerli İstanbul şairleriyle, yazarlarıyla tanışma şansım olmadı. Her birinin benden çok çok şair olmaları bunun nedeni olsa gerek. Yaşımdan genç ahbaplarım, tanışlarım fazla sayılmaz. Cumhuriyet ailesi içinde gördüğüm değerli denizci - yazar sevgili Oktay Sönmez ve yine gazetenizde yazılarına rastladığım akıllı kızım Tunca Tünay, benden sürekli ilgi ve sevgisini esirgemeyen vefalı dostlarım arasındadır.

- Şairliğiniz nerelerden beslendi?

ALDANIR - Corelli'den Dede'ye, Dede'den türkülere, her soylu sesle ahbaplığım var. Sanatın genelinde olduğu gibi, şiirde de esin değil, yapıtların birbirinden ya da özgün olaylardan etkilenmesi söz konusudur. Örneğin Kafka da nice kıdemli Avrupa edebiyatının yüce evlatlarından biridir. Ben de şiirlerimde kimler ve hangi yapıtlar olduğunu kesin bilemeyeceğim yerli, yabancı öteki şairlerin ve daha çok düzyazı yazanların yapıtlarından etkilenerek şiir yazdım.

Sanat her sanatçının birbirine hakkının geçtiği bir uğraş dalıdır sanırım. Düzyazı deyince, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban romanı, ilk şiirlerimde hakkı bulunan yapıtlar arasında aklıma gelir. Etkilenmem için düzyazının edebi yapıt olup olmaması benim için fark etmiyor. Her değerli soylu yazının şiirlerimde hakkı vardır diyebilirim. Adım sanım bilinmese de, şiirlerim, günümüz edebiyat ve yazı duayenleri dışında, meçhulattan olmamıştır.

- Dergilerde yazdınız, değil mi?

ALDANIR - Benden şiir ya da yazı isteyen hiçbir değerli dergiye uzak durmadım. Çok değerli Varlık dergisi de benden şiir isteyenler arasında olsaydı buna seve seve katılırdım. Şurada, en değerli rahmetlilerimizden Yaşar Nabi Nayır'la ilgili olduğu sanılan 'Naşiri Efkâr' adlı şiirimden yana söz edeceğim; o şiir, her zaman, her yerde şiire beş paralık değer verilmediğini anlatmaya çalışan ve şairlerin yaşarlılığına yakışık düşen 'yaşar' sözcüğünün bu yüzden kullanıldığı bir taşlamadır. Yoksa, Varlık dergisinin de her züğürt sanat dergisi gibi bütçesi varlıklı olmadığı halde, şairlere-yazarlara oldukça açık elli olduğunu bilmez değildim.

- Basınla ilişkileriniz?

ALDANIR - Şiirlerimin meçhulattan olmadığına Semercinin Demeci adındaki şiirim en açık kanıttır; yanlış anımsamıyorum, bu şiirime Cumhuriyet'te 'Şiirimize eşekoğlueşek de girdi'li yazısıyla rahmetli Burhan Felek tarafından iyice sopa çekilmiş ve otuz, kırk yıl gibi bir süre sonra bu kez sevgili İlhan Selçuk tarafından iyice övülmüştür. Aynı gazetede şu kadar yıl arayla bir dövülen, bir övülen başka şiire rastlanmayacağına göre benim şiirlerimi de gizlemiş olmam savı geçersiz kalacaktır.

Ve Türkçemize en değerli şiirler armağan eden yaşıtım sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca dışında, uzun yaşayan ve ömrünün sonuna kadar şiir yazmaktan vazgeçmeyen ve de şiiri savunma gücünü kaybetmeyen şair, sanmıyorum, var olsun.

Şu kadar yıl önce şiirimi pataklayan rahmetli Felek'e gönderdiğim, "Siz şeyhülmuharririn iseniz nasıl fark edemediniz ki Semercinin Demeci şiirini? Ülkemizde ağanın, aşiretin eşeğinden, katırından farkı olmayan köylüyü biz şair, siz gazeteci olarak aydınlatma çabası semercilik değil de nedir?

Ve tüm çabalarımıza karşın, onların hâlâ şeyhlerin eşeği, katırı kalışlarına yürekten öfkelenmeyecek miyiz! O şiirim işte böylesi bir öfkenin taşmasıdır"' dediğim yazımın sebebi, kendimi değil şiiri, sadece şiiri savunmak düşüncesi olmuştur.

Bu güç bugün de var bende. Velakin, bunca yıl şiirle uğraşmama karşın, şiir hakkında fazlaca bilgim olduğunu söyleyemem. Bizdeki, dışardaki şairlerin tümünün de bu konuda daha fazla bilgi sahibi olabileceğini sanmıyorum. Çünkü, manzumeciler dışında, hiçbir şairin şiirini nasıl yazdığını hiç ama hiç açıklayamayacağını iyi biliyorum.

- Şiir zor bir uğraş olsa gerek... Ancak gerçek şair şiirden ömrü boyunca kopamıyor...


ALDANIR - Şuncacık bildiğim, şaire bin cefalar eden şiirin sözle değil, sözcükle yazılabildiğidir. Ya da sözün sözcüğe dönüştürülebildiği yazı şiirdir. Şiirin kültür ile ve bilgi ile ilişkisinden söz edeyim; en coşkulu şiirlerin en çok yirmili yaşlarda, çevre ve ortaeğitim kültürü ile ve de bilginin henüz kültürü kirletmediği dönemlerde yazılanlar olduğunu, bizde ve dışarda yaşanan örnekler gösterir. Olgun şiirleri, bilgiyle kültürün şairde harmanlaşmasıyla yazılanlar arasında görmekteyiz.

- Yaklaşımınız gerçekçi...

ALDANIR - Hayır, ukalalık yapmayayım; şiir hakkında şu söylediklerim de ve bunların tam tersi de doğru olabilir. Çok genci, çok yaşlısı, kişiyi köşe bucak daima şaşkına çeviren; okulu, öğrencisi, ustası, çırağı olmayan şiir, hâlâ bilemiyorum, sanatın fırlama bir kolu mudur!

- Çağımızda şiirin konumu size neler düşündürüyor?

ALDANIR - Şiir şiir diye tutturmuşken, beynimi kurt kurt kurcalayan ve yıllardan bu yana uğraş verdiğim, tam çözemediğim bir soruna değinmeden edemeyeceğim. Bizde, dışarda ünlü şairlerimiz dünyamıza güzeller güzeli şiirler armağan etti. Velakin, bu güzelim şiirlerin dünyamız için artık değerli olabileceğini sanmıyorum. Çünkü bu en güzel şiirlere karşın insan, alışkılarıyla, silah ve savaşlarıyla, utkularıyla, utanması gerekirken hâlâ övünegelmiştir. Dahası bu şiirler, destanlar bunlara güç de katmıştır.

Dünyamızın, böylesi güzel şiire değil; artık akıllı, çok akıllı olan güzel şiire gereksinimi var. Sözüm, insanı tabulardan utandıracak, bıktıracak 'artık yeter be' dedirtecek nutukçuluğa, ahlakçılığa kaçmayan şiirden yanadır. Böylesi bir sorunu düşünen, buna uğraş veren bir ben değilim kuşkusuz. Yaşımın da uzunluğu olanak vermeseydi böylesi bir uğraşa, denemeye el sürmeye kalkamazdım elbette. Bu denemelerimden Uzun hava şiirimi cesaretle örnek göstereceğim.

Hangi yıldı, anımsayamıyorum; her kesimin uğrak yeri olan, akşam çayı, kahvesi içilen bir pastanede, bizden üç dört masa ötedeki grubun içinden delişmen bir adamın, bu şiirimin yayımlandığı dergiyi havada sallayarak yüksek sesle "Bu fırlama şiiri hangi fırlama şair yazmışsa, işte ilk defa bir şiiri öpüyorum"lu avazı, bu yöndeki çabamın boşa gitmediğini bana düşündürmüştür.

Bu yorumdaki birkaç örneği de size vermek isterim. Bunlara adımı koymasanız da olur. Severseniz kendi adlarınızı da koyabilirsiniz. İsteğim, bu yorumun yayına ulaşmasıdır. Geçen o yıllarda bir kişiye, gelecek yıllarda yirmi otuz ve yüzyıllar sonra milyarlara niçin ulaşmasın! Hep mail-i inhidam olacak kadar salak mı insan? Yeter ki, dünyamızın en değerli şairleri artık en güzel değil, insan için değerli şiirde ortaklık kursunlar.

- Edebiyatla ilişkiniz nasıl başladı?

ALDANIR - Edebiyatla ilişkim, söylediğim gibi liselerdeki edebiyat derslerinden sıkça atılmama rastlar. Edebiyatın ne mene bir şey olduğunu, edebiyatın derslerle ne ilişkisi olabileceğini sorduran ukalalığa, edebiyat hocalarının tepelerini attıran öğrenciliğe nasıl saptığımı bilemem. Edebiyat ders kitapları yerine yabancı dillerden çevrilme şiir ve düzyazılar etki yapmış olabilir bende.

Her Müslüman evi gibi, evimizde de bulunan kutsal kitabımızdaki surelerden de öğrendim ki, edebiyat dersi kitaplarında liselerde okuduğumuz ve ilerki yıllarda ilgi duyacağımız Divan şiirinin deyişlerde zengin olduğunu, velakin yapısının şiirden yoksun kaldığını daha lise çağlarında az biraz fark etmem, beni derslerden attıran edebiyat soğukluğunu getirmiş olacak herhalde.

Divan'da şiir iddiasıyla yazılan gazeller, kutsal kitabımızdaki öğretici nitelikli surelerden farksızdır. Sureler nasıl istenen ayetten okunmaya başlanabiliyorsa, gazeller de istenen beyitten okunabildiği halde anlamı ve niteliği değişmeyen yapıtlardır. Oysaki, öteki sanat yapıtları gibi ve özellikle şiir, bütünlük isteyen sanat dalıdır dersem, bir yanlışa düşer miyim?

- Antolojilerde yer almanız, değerleriniz açısından sizi nasıl etkiledi?

ALDANIR - Önce de söylediğim gibi, okuduğum okullar bir koleksiyon tutar. Galatasaray İlkokulu, Vefa Ortaokulu, Kabataş Lisesi, Pertevniyal ve Ankara liseleri saymaya gerek gördüklerim arasındadır. Kabataş Lisesi'ndeki anılarım içinde, çok sonraları beni kendime kızdıran o marifetimi şurada rahat rahat anlatabilmeyi becerebilecek miyim?

Benden bir iki sınıf alttaki bir sınıftan bir öğrencinin şairlik tasladığını haber alışım, edebiyata karşı azgın öğrenciliğimin tetiğinin düşmesine neden olmuş; lisenin o loş koridorlarında kovaladığım, fiziksel olarak da sık sık sıkıştırdığım o bacaksız öğrencinin yıllar sonrası şiirlerine hep sevgiyle sarıldığım ve bana ilk kitabını sitemkâr anlamda gönderecek olan rahmetli şair Behçet Necatigil olacağını - haydi bağışlayın beni - bilemezdim elbette.

Çok satış yapılması amacıyla - çünkü her şairin kendisine de yer verilen antolojilerden ikiden üçten az almadığı bilinir- tıklım tıklım şiir, şair doldurulan antolojilerden de sakınmışımdır. Rahmetli Necatigil, lisedeyken ona karşı yaptıklarımın intikamını yayımladığı antolojide şiirlerime yer vermemekle yerine getirdiğini sandı ise, bir antolojiye daha girmemiş olmakla bana 'şükürler olsun' duasını ettirdiğini ve o nefis şiirleri hatırına kendisine Tanrı'dan daima rahmet dilediğimi bilemezdi.

- Sizi en çok etkileyen öğretmen kimdi?

ALDANIR - Pertevniyal Lisesi'nin anmaya en fazla değer bulduğum okul olmasının nedenini uzun tutacağımdan ötürü bana hak vereceğinizi biliyorum peşinen. Bu önemli neden en sevgili öğretmenim Nurullah Ataç'tan başkası olabilir mi?

O ders yılının başında yine zıpır bir edebiyat öğretmeni olarak değil, çatlak Fransızca öğretmeni olarak sınıfımıza paldır küldür girerken ilk sözü

"Ben buradayken Abdülhak Hamit isimli adamın adını bile duymayacağım. Ondan laf açan talebe sınıfın da, okulun da dışında bulur kendini"li cıyak cıyak fermanını savuran Ataç'ın, ders yılının ortalarına gelindiği halde Fransızcadan tek laf etmeyip, Ahmet Haşim'den, Yahya Kemal'den ve Divan şiirinden laf üstüne laf etmesi, ders saatlerini hep böyle bitirmesi ve Fransızcayı pek bilmediği izlenimini yakalayan, aralarında kuşkusuz eksik kalmadığım o her biri düzbatan öğrencilerin, sanki çok meraklı imişlercesine "Efendim, Fransızcaya ne zaman başlayacağız?"lı takılmalarına verdiği yanıtla, Ataç, sık sık karşılaştığımız kaçak öğretmenlerden değil, tam tersi, bir ulusun diline nasıl sevgi, saygı gösterileceğini öğreten ilk kişi olmuştur.

- Ataç'ı çok seviyorsunuz...

ALDANIR - "Kendi dilini bilmeyenlere bir yabancı dil nasıl öğretilebilir. Maarif Vekâleti ders programına ilk önce bunu almalıdır. Ben de size yabancı dil öğretmesine öğretebilirim ya, öğrendiğinizi sandığınız o yabancı dil de, hâlâ öğrenemediğiniz kendi diliniz olur çıkar. Yabancı dili iyi öğrenmek merakı, kendi dilini çok iyi bilmekle başlar. Edebiyat hocalarımız bile şiir okumasını hâlâ öğrenemediler. Bunların arasında şiir yazmaya kalkanlar da var, Tanrı korusun! Hâlâ elleriyle, kollarıyla, hatta tabanlarıyla şiir okuyan hocalarımız ibadullah. Haydi bakayım, içinizden biri Haşim'den adam gibi şiir okusun da sinirim geçsin."

İnanç ve düşünce özgürlüğüne, dokunulmazlık, konuşulmazlık konuları her alanda göz kırpmadan yer alışıma, üstelik edebiyatın gerekliliğine aklımın yatmasına ilk etki yapan en sevgili öğretmenimle ilişkim, çok sonraları, o güzelim öğretmen-öğrenci ilişkisine tek toz kondurmadan, Ankara'da içkili, kâğıt oyunlu birlikteliğimize değin varmıştır. Bu birlikteliğimiz çok aralıklı da olsa tiyatroya, sinemaya ilgimizi de içerir.

Birlikte gittiğimiz sinema, tiyatrodan çok kez ayrı ayrı çıkar ve ilk çıkan program için öneriyi yapanımız olurdu. Bu konuşmamızda Ataç Ataç diye tutturmamı, konuşmamızın ilerisinde bağışlayacağınızı iyi biliyorum. Türk aydınlarının en değerlilerinden biri olan kişi, ülkemiz düşünce tarihine girmeye layık adam dururken, iki üç şiir yazmakla şair yerine konulan kendimden daha fazla söz edemeyişime hak vereceksiniz; zira, ülkemizin en aydın gazetesinin mensubu gazetecilersiniz siz.

- Ataç edebiyatımızın unutulmaz köşe taşlarından biri; eleştirel bakışı Türkiye'nin sanat dünyasına taşımış ve yerleştirmiş; dil, anlatım, nesnel yaklaşım üzerine yazıları unutulmaz. Anlaşılıyor ki sizi de etkilemiş...
ALDANIR - Ataç ile benim Ankara'da başka başka kıtalarda ikinci kez askere çağrıldığımız -1942 olacak - o günler ikimizin de üzerimize daha oturmayan asker giysilerimizle Kızılay-Sıhhiye arasındaki ve yine konuşmalara taşırdığımız yürüyüşlerimizden birinde, bir inzibat yüzbaşısının bizi bir askeri cipe atarak, Ulus'taki Merkez Komutanlığı'na hiddet ve şiddetle postalamasında bana:

"Teğmenim neler oluyor, bir er ile bu kadar laubalilik hangi askerliğe sığar?"lı sıkıştırmasına benim "Yanımdaki zat benim öğretmenimdir, aramızdaki yakınlık saygımdandır. Kendisi edebiyatçı Nurullah Ataç Bey'dir" yanıtım üzerine, yüzbaşının davranışlarını bir anda tam tersine dönüştüren şaşkınlığıyla "Hocam, sivil kıyafette olsaydım elinizden saygıyla, hörmetle hemen öperdim. Bu nasıl haksız kanundur! Türkiye'nin en büyük başyazarı rütbesiz bir er, bir banka memuru - memur parçası diyemedi - ise teğmen rütbesinde" diye yakınırken ilk başta benim subay olarak bir erle bir arada olmamı yakıştıramayan yüzbaşının, sonradan Ataç gibi çok yüce bir zatın yanında - yanıtlarım sırasında banka memuru olduğumu öğrenmişti - bir banka memurunun ne işi olabileceğini sorgulayan bakışlarından, beni, subay giysisiyle bile olsa yerle bir ettiğinin ayrımında olmadım değil.

Merkez Komutanlığı'nın kapısından ayrılırken daha iki üç adım attığımızı sanmıyorum, Ataç'ın:

"Yüzbaşının bana saygı ve hörmetleri varmış, ben büyük başyazarmışım, pek kibar bir subay ama, ne dediğini bilmiyor, benim - adımın dışında - yazılarımı tanısaydınız başyazar olmadığımı bilir, saygı hörmet sözlerini bir arada kullanmazdınız diyecektim ama, askerlik gerçekten çok zormuş" homurtuları dönüş yolumuzda Kızılay'a dek sürmüştü. Bir daha da asker giysilerimizle kışla dışına çıkmadık.

Ataç'ın politik kişiliğine de değinmezsem, hele siz gazeteciler için bu konuşmamızın tadı çıkmaz. Yıl 1948 ya da 1949 olacak, iktidardaki CHP'nin yıllık kongresinin yapıldığı Kızılay'daki Ulus Sineması'nın önünden geçerken kapıda kalabalığa kadar dalgalanan bir kakışmanın ilgimi çekmesiyle, kendimi içerde buluşum ve Ataç'ı zamanın Başbakan Yardımcısı Nihat Erim'i, kravatına asılmış bir halde "Utanmaz adam, sen bunu nasıl söylersin"li avaz avaz azarlarken görüp oradakilerin yardımıyla dışarıya çıkarışım, Güven Park'ta sinirlerini yatıştırmaya çabalarken bana "Sen bu adama ifrit olmakta az haklı değilmişsin, içerde ne dedi biliyor musun, gerekirse ezanı biz de Arapça okutacağız, üstelik alkışlanmasın mı, herkes bilir ben bu partide Öztürkçeden yana oldukları için duruyorum, ayol ne işim varmış bu salakların içinde"li yakınmaları belleğime Ataç'ın politikacılığından mıhladığım olaylardandır.

- Sizin gençlik döneminizde şiir Türkiye'de altın çağını yaşıyor, tüm aydınların dünyasında önemli yer tutuyordu; Ataç da bu dünyanın çeşnicibaşısı gibiydi... Onunla ilgili Ankara Lisesi anılarınızdan da söz açar mısmız?
ALDANIR - Kitabına, tiyatro-sinemasına, içkisine oynadığımız kâğıt oyunlarından birinde, yine Baki'li, Nedim'li Divan şiirinden tutturmasına,

"Ta liseden bu yana bu divane şiirden hepimizi bıktırdınız. Beyit beyit kekelene kekelene okunan bu kekeme şiirden, hem de 940'ların şiirinden yana olmaktan vazgeçin artık" diye biraz aşırı, şaka ile karşı koymam üzerine beni,

"Hadi oradan, yine Lukianos'luk taslayıp durma, siz şairler iki üç şiir yazmakla binbir bilgi sahibi olduğunuzu sanan ukalaların en kötülerindensiniz, çekilmez olanısınız, yüksek bilgiler şairlerin cebine girecek kadar küçücük değil"li paylamasına kızacağım yerde, ta ikinci yüzyıldan bu yana en yüce değerler oldukları sanılan kişi ve konulara, bugünkülere varıncaya kadar el-ense çekmekten, onları tefe almaktan vazgeçmeyen ulular ulusu bir yazarla bir tartışmayla kazayla da olsa aynı kefeye konmaktan, kendimi deliler gibi sevdiğim o yaşlarda, Ataç'a çaktırmadan az övünmüş değilim.

Sevgili Ataç için söyleyeceklerim elbette bu kadar değil. Ülkemizin en aydın kişilerinden birini gelecek kuşaklara bir de benim ağzımla anlatmak için Ataç ağırlıklı son şiir kitabımı hazırlarken düşebileceğim yanlışları önlemek amacıyla, bir aracıyla görüşmek için başvurduğum - doğumuna rastlamadığım - torunu ve o şeker yüzlü kızının isteğime ilgi göstermemesini, kuşkusuz önemi ve ünü olmayan, tanımadıkları kişi ile haklı olarak ilgilenmeye gerek görmediklerine bağlıyorum.

Konuşmalarımda yer vermemekte Ankara Lisesi'ne - Taşmektep - nasıl kıyabilirim. Ankara Lisesi, rahmetli Rıfat llgaz'ın da okuduğu bilinen ve belki de ilk etkilendiği Hababam Sınıfı'nın ta kendisiydi. Okuldaki öğretmenlere karşı yetmeyen azgınlığımızı, uzun süre adeta işgal ettiğimiz, liseye yakın halkevine taşımamız, orasını da yeterli görmeyerek Ankara'nın yeni açılan Atatürk Bulvarı'na taşımamız ve sınıf arkadaşımız Feridun Çölgeçen'in uyduruk film makinesiyle sözüm ona 'Kurtulan Vatan' adlı bir film çevirmeye kalkmamız, okulun adeta yarısı olan bir kalabalıkla trafiği durdurup oradan resmi arabalarla geçen bakan eşlerinin önlerini keserek onları da bu ulusal filme girmeye zorlamamız, Başbakan İnönü'nün kulağına kadar gitmesiyle çoğumuzun eline tasdikname verilip okuldan uzaklaştırılmasıyla o hakiki Hababam Sınıfı'nın sonu gelmişti.

- Melih Cevdet'le aranız nasıldı?

ALDANIR - Ankara Lisesi'nden söz açan kişinin; okul ve sınıf arkadaşları olan, sonraları çok çok ünlü şairler Orhan'dan, Oktay'dan, Melih'ten yana anılarını belirtmemesi olacak şey mi! Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat Horozcu bir üst sınıftan, Melih Cevdet Anday ise sınıf ve de sıra arkadaşlarımdı.

Kanımız pek uyuşmayan Oktay bir yana, Orhan yaşadığım bunca yıl içinde, Melih'e geleceğim; onuncu sınıfın sıra arkadaşlığından başlayarak sınıfımızın o sarışın çocuğuyla kâh boğaz boğaza, kâh kucak kucağa ve nihayet ölümüne kadar küs kaldığımız böylesi garip ilişkiyi başka arkadaşlarımla ve ömrüm boyunca tanıştığım hiçbir kişiyle yaşamadım.

Takma adla şiir yazdığımı çok sonraları öğrenenler arasında olan Melih'in, o günlerin birinde bir kalabalığın içinde "Sen şakır şakır şiir yazıyormuşsun da haberimiz yok"lu sataşması, cehennemin bütün sularının başımdan aşağı boşalmasına neden olmuştur. Alaycı tabiatını iyi bildiğim Melih'in "Şakır şakır şiir yazıyormuşsun" sözündeki o ipince ayarlı alayına yanıtım kadar, o yanıtımı şiirle uygulamam, insafı çok aşacak kadar sert olmuştu; "Evet, şiir yazıyorum ya, senin şu şimdi hak ettiğin şiiri yazarsam, sana bunu tövbe ettireceğimi de bil ve bana kızmaya da kalkışma"lı çıkışmam üzerine yanımdan tez uzaklaşmıştı.

Fotoğraf şiiri nitekim Melih'i çileden çıkarmamda az başarılı olmadı. Fakat, o yıllarda yayımlanan bir kitabımın önsözünde, öylesi bir fotoğraf motoğraf olmadığı gibi, Melih'in en onurlu dostlarım arasında olduğunu belirtmem Melih'in ateşini söndürmeye yetmiş olsa da o yazı aramızdaki burukluğu ölünceye kadar önleyemedi.

- Bu döneminizde nasıl bir hesaplaşma içindesiniz?

ALDANIR - Madem ki, şair yanımı faş'ettiniz; buluşmamız bundan ötürü oldu madem ki; gelin, şu söyleşimizi de, hâlâ neyin nesi olduğunu bilemediğim halde, yine şiirle bitirelim. Şiir, aklımın, duygularımın erebildiğince şiir, bin cefalarla dolu, buyruğu altında, ölünceye kadar tam sadakatle hizmetinde bulunduğu halde; huyunu, suyunu, cinsiyetini öğrenemeden ölüp gittiği, tam antika Efendi'sidir şairin.

En önemli şairler, Efendi'nin birazcık yüz verdiği en şanslı hizmetkârlarından başkaları değil. Aramızda kalsın, kalmasın; ben, Efendi'nin pek fazla yüz vermediklerindenim. Şundan olsa gerek: Efendi'yi yazmaktan çok, onun şurasıyla, burasıyla, dahası orasıyla uğraşmayı sürdürmem yüzünden Efendi'nin kalayını yemiş olacağım. Sevgili Ataç'la bile, Efendim şiirle olduğunca yüz göz olacak kadar atışmış değilim.

Şu kocaman ömür boyunca Efendi'yle tanışıp itişmem, bu Efendi hakkında başkalarıyla tartışmaya gerek bırakmadı herhalde. Şu efendilerin efendisiyle böylesi ilişkileri ele alarak yayımladığım "Bin Cefalar Etse"adlı şiir denememi, şiırlerinden çok güzel bir yazısıyla bir güzel teneke çalarak beğenmediğini belirten, Yüce Tanrımızın rahmeti ona çok olsun, yitirdiğimiz şairlerimizden Cemal Süreya'nın da şiir hakkında bilemedikleri benden de kat kat fazla imiş.

Yine de söyleyeyim; o şiirler, Efendimizle yaptığım tartışmalarımın denemesidir. Yine, kaç kez yazdım, söyledim; ben şiirlerimi başka şiirlerden, düzyazılardan etkilenerek yazanlardanım. Rahmetli şair Süreya'nın, o bir güzel tefe alarak beğenmediğini belirttiği denemeler, beki de onun, o sıralarda beğendiğim şiirlerinden etkilenerek yazdıklarımdır.

- Atatürk'e nasıl bakıyorsunuz?

ALDANIR - Yayına başlamasından bu yana, aydınlığa saldırılara karşı koymayı sürdüren bir gazetenin mensubu gazetecilersiniz. Öteki gazetecilerle farkınız büyük. Ülkemiz için düşündüklerimi de istemeye en haklı olan aydınlarsınız. Dünyamızın en bereketli havasına, suyuna, toprağına ve bir zamanlar en değerli liderine sahip olmuş bulunan ülkemiz, sonraları her defasında sabır çatlatan politikacılarıyla hep kaş göz arasında az buz hırpalanmış değil.

Bütün bu hırpalanmalara karşın cumhuriyetimizin hâlâ var olan görüntüsü, o ilk liderin ülkemize el değdirmiş olmasındandır. Siyasette, yönetimde, askerlikte, bilimde, sanatta kimi yabancı hormonlu liderlere, hormonlu başörtüsünden başka bir şey olmayan türbanlı kızlarımıza ve Atatürk adına akılları takılan kimi aydın kişilere söyleyiniz; sivil, asker kökenli liderlere de söyleyiniz; Atatürk adına layık lider, ülkemize bir daha nasip olmadı; dünyamıza bile.

- Ekleyeceğiniz bir şey var mı?

ALDANIR - Aydın kafanın ve yüreğin elçileri siz sevgili gazeteciler; yaşlı bir şairin dileğini her yaştaki ve elinizden geldiğince her ülkedeki en değerli şairlere iletin. Mısralarına her türden kuş kondurarak yazdıkları, yüzyıllardan beri nice sevgiyle kucakladığımız duygulandırıcı, öfkelendirici yerli, yabancı güzel şiirler, atom bombalı, her tür edepsiz silahlı dünyamıza çok çok lüks kalıyor artık.

Lukianos'culuk oynamıyorum; yüzyıllardan bu yana inandığımız, ölümüne bağlandığımızın tamamına yakın çoğunun hava cıva olduklarına; o inançların, âdetlerin, kavramların, halk deyimiyle "insanlığı kafaya aldıklarına'' dünyamızı uyandıracak şiiri, o en değerli deyişleriyle insana artık armağan etmelerini önerin.

Dışarda, bizde ölen-kalan çok değerli şairler bu şiiri yazmadılar. Yazamazlardı da. Çünkü, dışardaki içerdeki değerli şairlerin hepsi ülkelerinin şiirini yazdılar. O şiiri, örneğin Nâzım Hikmet hiç yazmazdı. En komik vatan hainliği suçlamasıyla, dirisine, ölüsüne bunca eziyet ettiğimiz Nâzım, Türkiye şiiri sahibi tek vatan şairidir. Önerdiğim şiir ise vatanı dünya değil, dünyayı vatan bilen şiirdir. - Şair değil.- Sözünü ettiğim şiiri dışarda genç İngiliz şairleri; bizde, şiirleri salt insan olan İsmet Özel armağan edebilir dünyamıza. O şiire, tam yakın olmasa da şurada bir örnek daha vereceğim:

Doğaya Demeç

Evet biz sonradan görme biz evet sonradan olma
Siz atadan babadan görme evet
Siz hepiniz ağa biz yanaşma
Evet yürek ister akıl ister size güvenmeye
dayanmaya

Uçak havaya
Vapur denize
Vatan toprağa
Şiir lagalugaya
ALDANIR 'sa havacıvaya
Evet aldanırsa.


S. Aldanır şiirleri