I
Birkaç yıl önce, Friedrich Engels’in ölmesinin hemen ardından, Marksist topluluğun önde gelen üyelerinden birisi olan Bay Eduard Bernstein dikkate değer bulgularıyla meslekdaşlarını şaşkına çevirdi. Bernstein, materyalist tarih yorumunun, Marksist artı değer ve sermayenin yoğunlaşması kuramının doğruluğu hakkındaki kuşkularını kamuoyuna açıkladı. Diyalektik yönteme saldıracak kadar ileri giderek eleştirel bir sosyalizmden bahsetmenin imkansız olduğu sonucuna vardı. İhtiyatlı birisi olan Bernstein, Marksist ruhbanlığın korkusuyla Engels’in ölümüne kadar keşiflerini kendisine sakladı, ancak ölümünden sonra kamuoyuna açıkladı. Ancak aldığı bu tedbir bile onu kurtaramadı, her yönden saldırıya maruz kaldı. Kautsky bu itizaline [heresy, dince kabul edilmiş görüşlere aykırı bir görüş] karşı bir kitap yazdı, ve zavallı Eduard Hannover Kongresi’nde ahlakça zayıf, müzmin bir günahkar olduğunu ve bilimsel çoğunluğun kararına boyun eğeceğini açıklamaya mecbur bırakıldı.
Her şeye karşın, Bernstein yeni bir vahiyle ortaya çıkmamıştı. Marksist öğretinin temellerine karşı ortaya koyduğu mantık, marksist kilisenin inançlı bir havarisiyken bile vardı. Söz konusu argümanlar anarşist yazından aşırılmıştı, burada dikkate değer yegane nokta bunları ilk defa çok tanınan bir sosyal demokratın kullanmasıydı. Aklı başında hiç kimse Berstein’ın eleştirisinin marksist kampta unutulmaz bir etki bıraktığını inkar etmeyecektir: Bernstein, Karl Marks’ın metafiziksel iktisadının en önemli temellerine darbe indirmişti, ve ortodoks marksizmin en saygıdeğer temsilcilerinin ayağa kalkması şaşırtıcı değildi.
Daha önemli olan bir krizin tam ortasına denk gelmeseydi, bunların hiçbirisi o kadar ciddi olmayacaktı. Neredeyse bir yüzyıl boyunca marksistler, Marks ve Engels’in sözde bilimsel sosyalizm denilen şeyin kaşifleri oldukları fikrini ileri sürmekten geri durmadılar; ütopyacı sosyalistler ile marksistlerin bilimsel sosyalizmi arasında suni bir ayrım (yalnızca ikincilerin hayallerinde var olan bir ayrım) icat edildi. Almanca konuşulan ülkelerde sosyalist yazın, her sosyal demokratın Marks ve Engels’in bilimsel keşiflerinin saf ve son derece orijinal bir ürünü olarak kabul ettiği marksist kuramın tekeline sokulmuştu.
Ancak bu yanılsama da tarihe karıştı: modern tarihsel incelemeler, bilimsel sosyalizmin eski İngiliz ve Fransız sosyalistlerinden geldiğini, ve Marks ile Engels’in başkaların beyinlerini aşırmakta usta olduklarını hiçbir soru işareti bırakmayacak şekilde saptadı. 1848 devrimlerinden sonra Avrupa’da feci bir gericilik başlamıştı: Kutsal İttifak, Fransa, Belçika, İngiltere, Almanya, İspanya ve İtalya’da oldukça zengin bir yazın üreten sosyalist düşünceyi boğmak niyetiyle ağlarını her ülkeye atmaya başlamıştı. Bu yazın, bu bilgisizlik taraftarlığı [obscurantism, bilimsel düşünceye karşı olma] döneminde neredeyse tamamen unutulmaya yüz tutmuştu. En önemli eserlerden birçoğu, belli bazı halk kütüphanelerinin veya özel şahısların koleksiyonlarının sakinliğinde sığınacak bir yer bulana değin tahrip edildi ve geriye sadece birkaç örnek kaldı.
Bu yazın ancak ondokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başına doğru yeniden keşfedilebildi; ve bugünlerde, Fourier ile Saint Simon’u takip eden okulların eski yazılarında, veya Considerant, Demasi, Mey ve diğer birçoklarının eserlerinde verimli fikirler bulunuyor. Tüm bu olguların sistematik bir modeliyle ilk defa ortaya çıkan eski arkadaşlarımızdan birisi W. Tcherkesoff oldu: o, uzun süreden beridir Marks ile Engels’in entelektüel mirasına ait olarak görülen kuramların mucitlerinin onlar olmadığını gösterdi ; En ünlü marksist eserlerden bazılarının –örneğin Komünist Manifesto– aslında Marks ile Engels’in Fransızcadan yaptıkları serbest çeviriler olduğunu ispatlayacak kadar ileri gitti. Ve Tcherkesoff, ortaya çıkması Marks ve Engels’in broşürünün yazılmasının beş yıl öncesine denk düşen Victor Considerant’ın Demokrasi Manifestosu ile Komünist Manifasto arasında karşılaştırmalar yapma fırsatı bulmasının ardından, Komünist Manifesto’ya yönelik iddialarının İtalyan sosyal demokratlarının merkezi yayın organı olan Avanti tarafından kabul edilmesiyle bir zafer kazandı .
Komünist Manifesto bilimsel sosyalizmin ilk eserlerinden birisi olarak görülür; ve içeriği, marksizmin Fourier’i ütopyacı sosyalistler içinde sınıflandırması nedeniyle, bir “ütopyacı”nın yazılarından alınmıştı. Bu hayal edilebilecek en zalim ironilerden birisidir, ve hiç şüphe yok ki marksizmin bilimsel değeri için bir referans değildir. Victor Considerant, Marks’ın haberdar olduğu en iyi sosyalist yazarlardan birisiydi: sosyalist olmadan önce bile ondan söz ediyordu. 1842′de Allgemeine Zeitung, Marks’ın baş editörlüğünü yaptığı Rheinische Zeitung’a, komünizm taraftarı olduğu suçlamasıyla saldırdı. Marks buna bir baş makaleyle cevap verdi: “Leroux’un, Considerant’ın eserleri gibi eserler ve herşeyden öte Proudhon’un etkileyici kitabı yüzeysel bir şekilde eleştirilemez; eleştirilmeden önce uzun ve dikkatli bir şekilde incelenmeleri gerekir”.
Marks’ın entelektüel gelişimi Fransız sosyalizminden oldukça etkilenmişti; ancak Fransa’daki tüm sosyalist yazarlar arasında, düşünceleri üzerinde en güçlü etkisi olan kişi P. J. Proudhon idi. Hatta Proudhon’un Mülkiyet Nedir? kitabının Marks’ın sosyalizmi kucaklamasına yol açtığı da gayet açıktır. Bu kitaptaki ulusal ekonomiye ve çeşitli sosyalist eğilimlere ilişkin eleştirel gözlemler Marks’ın önünde yepyeni bir dünya açtı, ve Marks’ın zihni en çok da parlak [inspired, deha] Fransız sosyalistinin geliştirdiği artı değer kuramının etkisinde kaldı. Marksistlerimizin çok gurur duydukları muhteşem “bilimsel keşif” artı değer doktrininin kökenlerini Proudhon’un yazılarında bulabiliriz. Marks’ın, daha sonra İngiliz sosyalistleri Bray ve Thompson’u inceleyerek bazı değişiklikler yaptığı bu kurama aşinalığı Proudhon sayesindeydi.
Marks hatta Proudhon’un muazzam bilimsel önemini açıkça teslim etmişti; ve, bugün baskısı tükenmiş özel bir kitapta Proudhon’un eseri Mülkiyet Nedir?’den “Fransız proletaryasının ilk bilimsel manifestosu” diye bahseder. Marksizmin resmi temsilcileri akıl hocalarının eserlerini her dilde yaymak için her türlü çabayı gösterirken, bu eser marksistlerce ne yeniden basılmış, ne de başka bir dile tercüme edilmiştir. Bu kitap unutulmuştur ve sebebi de şudur: bunun basılması, Marks’ın anarşizmin önde gelen kuramcısına yönelik daha sonra yazdıklarının saçmalığını ve alakasızlığını tüm dünyaya gösterecekti.
Marks yalnızca Proudhon’un ekonomiye ilişkin fikirlerinden etkilenmekle kalmadı, aynı zamanda büyük Fransız sosyalistinin anarşist kuramlarının etkisi altında kalarak, devlete karşı saldırdığı dönemdeki eserlerinden birisinde bunu Proudhon’un yaptığı tarzda yaptı.
II
Marks’ın bir sosyalist olarak evrimini ciddi bir şekilde inceleyen herkes, onu sosyalizme yönelten şeyin Proudhon’un çalışması Mülkiyet Nedir? olduğunu kabul etmek zorundadır. Bu evrimin ayrıntıları hakkında tam bilgisi olmayanlar ve Marks ile Engels’in erken dönem sosyalist eserlerini okuma fırsatı olmayanlar için bu iddia yersiz ve olasılık dışı gözükecektir. Çünkü, Marks, daha sonraki eserlerinde Proudhon’dan sert ve alaycı bir şekilde bahseder, ve bu eserler sosyal demokrasinin defalarca basmayı seçtiği eserlerdir.
Bu yolla, Marks’ın başından itibaren Proudhon’un kuramsal bir karşıtı olduğu, ve ikisi arasında hiçbir ortak zemin olmadığı şeklindeki inanç yavaş yavaş oluşturuldu. Ve, gerçeği söylemek gerekirse, Marks’ın Komünist Manifesto’da, Felsefenin Sefaleti’nde veya Proudhon’un ölümünün hemen ardından Berlin’de Sozialdemokrat’da yayınlanan anma yazısında Proudhon hakkında yazdıklarına bakılırsa aksini düşünmek imkansızdır.
Marks, Felsefenin Sefaleti’nde, Proudhon’un fikirlerinin değersiz olduğunu, onu ne bir sosyalist ne de bir politik iktisat [ekonomi politik] tenkitçisi olarak saymadığını göstermek amacıyla hiçbir şeyden sakınmadan Proudhon’a en aşağılık şekilde saldırır.
“Bay Proudhon Avrupa’da özellikle yanlış anlaşılma talihsizliğine maruz kaldığını söylüyor. Fransa’da, kötü bir iktisatçı olma hakkı vardır, çünkü iyi bir Alman felsefecisi olarak nam salmıştır. Almanya’da, kötü bir felsefeci olma hakkı vardır, çünkü en muktedir Fransız iktisatçılarından birisi olarak nam salmıştır. Aynı anda hem Alman hem de iktisatçı olarak, bu çifte hatayı protesto etmeyi arzuluyoruz.”
Ve Marks daha da ileri gider: Hiçbir delil göstermeksizin Proudhon’u İngiliz iktisatçı Bray’in fikirlerini aşırmakla [plagiarise, başkasının fikirlerini kendi fikirleri gibi yazma, intihal] suçlar. Şöyle yazar:
“Bray’in kitabında Bay Proudhon’un tüm geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki eserlerinin anahtarını bulduğumuza inanıyoruz.”
Başkalarının fikirlerini çok sık kullanan ve [yazdığı] Komünist Manifesto aslında Victor Considerant’ın Demokrasi Manifestosu’nun bir kopyası olan Marks’ın başkalarını intihalle suçlaması ilginçtir.
Ancak gelin kaldığımız yerden devam edelim. Marks, Komünist Manifesto’da, Proudhon’u bir muhafazakar, bir burjuva karakter olarak resmeder. Sozialdemokrat’da (1865) yazdığı anma yazısında şunları görebiliriz:
“Politik iktisadın katı bilimsel tarihinde, bu kitaptan (yani Mülkiyet Nedir?) bahsedilmeye nadiren layık olacaktır. Çünkü bu gibi sansasyonelist eserler, roman dünyasında oynadıkları rolün aynısını bilimlerde de oynarlar.”
Ve bu anma yazısında Marks, Felsefenin Sefaleti’nde zaten dile getirdiği görüşünü, yani Proudhon’un bir sosyalist ve iktisatçı olarak değersiz olduğu iddiasını yineler.
Marks tarafından Proudhon’a yöneltilen bu gibi suçlamaların ancak kendisi ile büyük Fransız yazarı arasında kesinlikle hiçbir ortak zemin varolmadığı sanısını, daha doğrusu kanaatını yayabileceğini anlamak zor değildir. Proudhon Almanya’da neredeyse hiç tanınmıyordu. 1840′lar civarında basılan eserlerinin Alman baskıları tükenmişti. Almanya’da yeniden basılan tek kitabı Mülkiyet Nedir? idi, ve o da az sayıda basılmıştı. Bu, Marks’ın bir sosyalist olarak erken dönem gelişimine dair tüm izleri silebilmesini açıklar. Başlangıçta Proudhon’a karşı tavrının nasıl olduğunu yukarıda görmüştük, ve çıkaracağımız sonuçlar iddialarımızı doğrulayacak.
Alman demokrasisinin önde gelen gazetelerinden birisi olan Rheinische Zeitung’un baş editörü olarak Marks, henüz kendisini sosyalist davaya adamamış olsa da Fransa’nın en önemli sosyalist yazarlarından haberdar olmuştu. Onun Victor Considerant, Pierre Lerroux ve Proudhon’dan bahsettiği bir alıntıya yukarıda yer vermiştik, ve Considerant ile Proudhon’un onu sosyalizme cezbeden akıl hocaları olduğu şüphesizdir. Hiç şüphe yok ki, Mülkiyet Nedir? Marks’ın sosyalist olarak gelişimi üzerindeki başlıca etki kaynağıdır; bu nedenle, bahsedilen gazetede parlak Proudhon’dan “sosyalist yazarların en tutarlısı ve en zekisi” diye bahseder. 1843′de, Prusya sansürü Rheinische Zeitung’u susturur, Marks ülkeyi terk eder ve sosyalizme yönelişi de bu dönemde olur. Bu kayma, ünlü yazar Arnold Ruge’a yazdığı mektuplarda, ve Friedrich Engels ile ortaklaşa yazdığı Kutsal Aile, Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi’nde daha da fazla belirgindir. Kitap, Alman düşünür Bruno Bauer’in başını çektiği eğilimle tartışmak amacıyla 1845′de piyasaya çıkar. Kitap, felsefi konuların yanı sıra, aynı zamanda politik iktisat ve sosyalizmle de uğraşır, ve bizi özellikle ilgilendirenler de bu kısımlardır.
Kutsal Aile, Marks ve Engels’in basılan tüm eserler arasında diğer dillere çevrilmeyen ve Alman sosyalistlerinin yeniden basmadığı tek eserdir. Marks ve Engels’in edebi vasiyetinin uygulayıcısı olan Franz Mehring, Alman sosyalist partisinin desteğiyle, aktif sosyalistler olarak ilk yıllarda diğer eserlerle birlikte Kutsal Aile’yi de basmıştır, bu doğru; ancak, bu ilk basılmasından altmış yıl sonra yapıldı, ve ayrıca çalışan bir insan için çok pahalı olduğu için yayınlanmasında uzmanlar dikkate alınmıştı. Bundan başka, Proudhon Almanya’da o kadar az biliniyordu ki, Marks’ın onun hakkında ilk ifade ettiği görüşleriyle daha sonrakiler arasında derin bir uçurum olduğunun ancak çok az kişi farkına vardı.
Ve yine de kitap açık bir şekilde Marks’ın sosyalizminin gelişimini ve Proudhon’un bu gelişim üzerindeki güçlü etkisini gösterir. Marks, Kutsal Aile’de, Marksistlerin daha sonra akıl hocalarına atfedecekleri tüm meziyetlerin Proudhon’da olduğunu teslim ediyordu.
Buna ilişkin olarak sayfa 36′da Marks'ın neler söylediğine bakalım:
“Politik iktisada ilişkin tüm bilimsel incelemeler özel mülkiyeti verili olarak kabul eder. Bu temel öncül onlara göre daha fazla incelemelerine gerek olmayan, su götürmez bir olgudur; aslında Say’in naifçe kabul ettiği gibi yalnızca “Accidentellement” olarak (kaza sonucu, rastlantı eseri ortaya çıkan) bahsedilen bir olgudur. Ancak Proudhon, Özel Mülkiyetin politik iktisadının temellerine ilişkin cesur, acımasız ve aynı zamanda bilimsel olan ilk incelemeyi yapar. Onun gerçekleştirdiği büyük bir bilimsel ilerlemedir, politik iktisadı devrimcileştiren ve ilk defa gerçek politik iktisat bilimini mümkün hale getiren bir ilerlemedir. Proudhon’un Mülkiyet Nedir?’i, Sieyes’in What is Third Estate?’inin modern siyaset için önemli olması kadar modern politik iktisat için önemlidir.”
Marks’ın bu sözlerini büyük anarşist kuramcı hakkında daha sonra söyledikleriyle karşılaştırmak ilginç olacaktır. Marks, Kutsal Aile’de, Mülkiyet Nedir?’in özel mülkiyetin ilk bilimsel analizi olduğunu ve milli ekonomi dışında ilk gerçek bilimin yapılmasını mümkün kıldığını söyler; ancak aynı Marks, Sozialdemokrat’daki iyi bilinen anma yazısında ekonominin katı bilimsel tarihinde bu eserden bahsedilmesine bile gerek olmadığını iddia eder.
Bu türden bir çelişkinin arkasında ne yatmaktadır? Bu, sözde bilimsel sosyalizmin temsilcilerinin açıklığa kavuşturması gereken bir şeydir. Gerçek anlamda tek bir cevap vardır: Marks, gözden geçirdiği bir kaynağı saklamak istemiştir. Bu soru üzerine çalışma yapan ve partizanca bağlılığın altında ezilmemiş olan herkes bu açıklamanın hayali olmadığını kabul etmelidir.
Ancak gelin Marks’ın Proudhon’un tarihsel önemine ilişkin neler dediğine bir kere daha kulak verelim. Aynı eserin 52. sayfasında şunları okuyabiliyoruz:
“Proudhon yalnızca proletarların çıkarları doğrultusunda yazmamıştı, o aynı zamanda bir proletar, bir işçi idi. Eseri Fransız proletaryasının bilimsel manifestosudur.”
Burada, görebileceğimiz üzere, Marks, oldukça açık bir şekilde, Proudhon’un proletarya sosyalizminin taraftarı olduğunu, ve eserinin Fransız proletaryasının bilimsel manifestosunu temsil ettiğini ifade ediyor. Öte yandan, Komünist Manifesto’da ise Proudhon’un muhafazakar, burjuva sosyalizminin canlı bir simgesi olduğu konusunda bizi temin ediyor. Bundan daha keskin bir karşıtlık olabilir mi? Kime inanacağız, Kutsal Aile’nin Marks’ına mı, yoksa Komünist Manifesto’nun yazarına mı? Ve bu farklılık [çelişme] nasıl oluyor? Kendi kendimize bir kere daha sorduğumuz bir soru bu, ve doğaldır ki cevabı da eskisinin aynısı: Marks, Proudhon’a borçlu olduğu şeyleri herkesten gizlemek istemişti, ve bu amaca hizmet edecek her araç mübahtı. Olası başka bir açıklama yok; Marks’ın daha sonra Bakunin’le çatışmasında kullandığı araçlar, seçiminde pek de vicdanlı davranmadığının kanıtıdır.
“Bir yandan idarenin amacı ile iyi niyeti arasındaki, öte yandan ise bunun araçları ve olanakları arasındaki çelişki, –devlet kendi kendini sona erdirmedikçe— devlet tarafından sona erdirilemez, çünkü o bu çelişkiye dayanmaktadır. Devlet, kamusal ile özel yaşam arasındaki çelişkiye, genel çıkarlar ile özel çıkarlar arasındaki çelişkiye dayanır. Bu nedenle, idare kendisini resmi ve olumsuz bir faaliyetle sınırlamalıdır, çünkü sivil yaşamın ve emeğin başladığı yerde idarenin iktidarı sona erer. Aslında, bu sivil yaşamın, bu özel mülkiyetin, bu ticaretin, bu sanayinin, çeşitli yurttaş çevrelerinin bu ortaklaşa yağmasının toplumsal ilişkileri engelleyen mizacından kaynaklanan sonuçlarla karşı karşıyayken, tüm bu sonuçlarla karşı karşıyayken, [kifayetsizlik, iyi bir şey yapmaya gücü yetmeyen anlamında] iktidarsızlık idarenin doğal yasasıdır. Bu parçalanma, bu şerefsizlik, sivil toplumun bu köleliği modern devletin dayandığı doğal temeldir –aynen köleci sivil toplumunun antik toplum devletinin dayandığı doğal temel olması gibi. Devletin varlığı ile köleliğin varlığı birbirinden ayrılamaz. Antik devlet ve antik kölelik, bu apaçık klasik karşıtlar; modern devlet ile modern ticari dünyanın, bu ikiyüzlü Hristiyan karşıtların, sıkı sıkıya birbirlerine perçinlenmesi kadar perçinlenmemişti.”
Marks’ın daha sonraki öğretileri bağlamında fazlasıyla acayip gözüken, devletin mizacına ilişkin özünde anarşist olan bu eleştiri, onun erken dönem sosyalist evrimindeki anarşistik köklerin açık bir delilidir. Söz konusu makale, Proudhon’un devlet eleştirisinin –ilk olarak ünlü kitabı Mülkiyet Nedir?’de ortaya konan eleştirisi– kavramlarını yansıtmaktadır. Bu ölümsüz eser, Marks'ın sosyalist faaliyetinin ilk dönemlerini reddetmeye yönelik göstermiş olduğu tüm çabaya karşın –üstelik de bunu soylu yöntemlerle yapmamıştır, Alman komünist evrimi üzerinde belirleyici bir etki yapmıştı. Tabii ki, bu konuda marksistler ustalarını destekler, ve böylece de, Marks ile Proudhon arasındaki ilk ilişkilere dair yanlış bir tarihsel görüş yavaş yavaş inşa edilir.
Özellikle Almanya’da, çünkü Proudhon orada neredeyse tanınmamaktadır, bu konudaki en katıksız maksatlı yanlış tanıtımlar bile ortalıkta dolaşabiliyor. Ancak, eski sosyalist yazarların önemli eserleri daha fazla bilinir oldukça, bilimsel sosyalizmin –marksist okulun muazzam “ünü”nden ve ilk dönemlere ait sosyalist yazını unutulmaya mahkum eden diğer etkenlerden ötürü– uzunca bir süre unutulmuşluğa terk edilen “ütopyacılar”a ne kadar çok şey borçlu olduğu da daha fazla anlaşılacaktır. Marks’ın en önemli öğretmenlerinden birisi ve onun daha sonraki gelişiminin temellerini hazırlayan kişi, yasalcı sosyalistlerin fazlasıyla iftira attığı ve yanlış anladığı anarşist Proudhon’dan başkası değildi.
III
Marks’ın bu dönemdeki siyasi yazıları, örneğin Paris’teki Vorwaerts’de basılan makalesi, onun Proudhon’un düşüncesinden ve hatta anarşist fikirlerden ne kadar etkilenmiş olduğunu gösterir.
Vorwaerts, Fransız başkentinde Heinrich Bernstein’in yönetimi altında 1844′de ortaya çıkan bir süreli yayındı. İlk başlarda yalnızca liberal bir görünüşe sahipti. Ancak daha sonra, Anales Germano Francaises’in ortadan kaybolmasının ardından, Bernstein, ilk derginin katılımcılarıyla kendisini sosyalizm davasına kazandıran bu sonraki derginin katılımcıları arasında bağlantı kurdu. Bundan sonra da Vorwaerts sosyalizmin resmi sözcüsü haline geldi, ve aralarında Bakunin, Marks, Engels, Heinrich Heine, Georg Herwegh vb. kimselerinin olduğu kişiler katkılarını A. Ruge’nin bu son dönem yayınına yaptılar.
63. sayıda (7 Ağustos 1844) Marks, “‘Prusya Kralı ve Sosyal Reform’ Makalesi Üzerine Eleştirel Notlar” başlıklı bir polemik çalışması yayınladı. Bu yazıda, devletin mizacını inceliyor, onun toplumsal sefaleti azaltmak ve yoksulluğu ortadan kaldırmaktaki tam kifayetsizliğini gösteriyordu. Yazarın makalesi boyunca belirttiği fikirler, Proudhon, Bakunin ve diğer anarşizm kuramcılarının bu bağlamda belirttikleri düşüncelerle tamamen uyum içinde olan anarşist fikirlerdi. Okuyucular, Marks’ın çalışmasından yapacağımız şu alıntıdan kendileri bir yargıya varabilirler:
“Devlet … toplumsal illetlerin kaynağını asla ‘devlet ve toplumun sistem’de görmez. Siyasi partilerin olduğu yerde, her parti, her türden kötülüğün köklerini kendisinde değil devletin dümenini elinde tutan karşı partide görür. Radikal ve devrimci siyasetçiler bile kötülüğün kökünü devletin temel mizacında değil, kendilerinin başka bir devlet biçimiyle değiştirmek istedikleri belirli bir devlet biçiminde görür.
Siyasi bakış açısına göre, devlet ile toplumun sistemi iki farklı şey değildir. Devlet, toplumun sistemidir. Devlet toplumsal kusurların varlığını kabul ettiği ölçüde, bunların sebeplerini ya hiçbir insan erkinin kontrol edemediği doğa kanunlarında, veya devlete dayanmayan özel yaşamda, veyahut da kendinin bağlı olmadığı idarenin uygunsuz faaliyetinde görür. Böylece, İngiltere yoksulluğun sebebini doğa yasasında görür, ki buna göre nüfus daima geçim araçlarının üzerinde olmalıdır. Öte yandan, İngiltere dilenciliği yoksulların kötü niyetleriyle açıklar, aynen Prusya Kralının bunu zenginlerin Hristiyanlığa aykırı duygularıyla açıklaması gibi, aynen onu mülk sahiplerinin şüphelenilen karşı-devrimci mentalitesiyle açıklayan konvansiyon gibi. Bu nedenle, İngiltere yoksulları cezalandırır, Prusya Kralı zenginlerin kulaklarını çeker, konvansiyon mülkiyet sahiplerinin kellerini uçurur.
Son olarak, her devlet sebebi idarenin tesadüfi veya kasıtlı noksanlıklarında arar, ve bu nedenle de onun hastalıklarının çaresini idarenin alacağı önlemlerde görür. Neden? Çünkü idare devletin örgütleyici faaliyetidir de ondan.”
IV
Karl Marks, 20 Temmuz 1870′de, Friedrich Engels’e şunları yazıyordu:
“Fransızların büyük bir yenilgiye ihtiyaçları var. Eğer Prusyalılar zafer kazanırlarsa, devlet gücünün merkezileşmesi Alman işçi sınıfının merkezileşmesi açısından yararlı olacaktır; dahası, Alman üstünlüğü Batı Avrupa işçi hareketinin ağırlık merkezini Fransa’dan Almanya’ya kaydıracaktır. Ve, Alman işçi sınıfının kuramda ve örgütlenmede Fransızlardan üstün olduğunu görmek için hareketin 1866 ile bugünkü durumunun karşılaştırmasını yapmak yeterli olacaktır. Almanya'nın dünya sahnesinde Fransızlara hakim olması aynı zamanda bizim kuramımızın Proudhon ve benzerlerininkine hakim olması anlamına gelecektir.”
Marks haklıydı: Almanya’nın Fransa karşısındaki zaferi Avrupa işçi hareketi tarihinde yeni bir yönelim anlamına geldi. Latin ülkelerinin devrimci ve liberal sosyalizmi, yerini marksizmin devletçi, anti-anarşist kuramına bırakarak, sahnenin dışına itildi. Aslında teolojik bir ifade şekli türlüsünden ve kaderci bir sofizmden daha fazlası değilken toplumsal gerçekliğin tüm bilgisine sahip olduğunu iddia eden yeni bir demirden dogmatizm, canlı, yaratıcı sosyalizmin gelişimini kesintiye uğrattı; onu gerçekten sosyalist olan düşüncenin mezarlığına dönüştü.
Fikirlerle birlikte sosyalist hareketin yöntemleri de değişti. Proganda ve –enternasyonalistlerin geleceğin toplumunun embriyosu ve üretim ile değişim araçlarının toplumsallaştırılmasına uygun organlar olarak değerlendirdikleri– ekonomik mücadelenin örgütlenmesi amaçlı devrimci grupların yerini sosyalist partilerin, proletaryanın parlamenter temsilinin aldığı bir çağ geldi. Yavaş yavaş işçilerin toprağı ve atölyeleri ele geçirmeye yönlendiren eski sosyalist eğitim unutuldu; en yüksek ülkü olarak siyasi iktidarın ele geçirilmesini hedefleyen yeni bir parti disiplini bunun yerini aldı.
Marks’ın önemli muhalifi Bakunin, pozisyondaki bu kaymayı açık bir şekilde gördü, ve keder dolu kalbiyle Almanya’nın zaferi ve Komün’ün düşmesiyle Avrupa’da yeni bir tarih sayfası açıldığını tahmin etti. Fiziksel olarak tükenmiş ve yüzünde ölüm okunurken, 11 Kasım 1874′de şu önemli satırları Ogarev’e yazdırdı:
“Militarizm, polis yönetimi ve finans tekelinin Yeni Devlet adı altında tek bir sistem içinde kaynaşmasından başka bir şey olmayan Bismarskçılık her yeri fethediyor. Ancak, belki on veya onbeş yıl içerisinde insan türünün istikrarsız evrimi bir kere daha zafer yollarını aydınlatacak.” Bu olayda Bakunin hatalıydı, dünyanın yaşadığı feci bir kıyametin tam ortasında Birmarskçılık’ın devrileceği zamana kadar yarım yüzyıl geçmesi gerekeceğini hesaplayamamıştı.
V
1871′deki Almanya’nın zaferi ile Komün’ün düşmesinin eski Enternasyonal’in yok olmasının işaretleri olması gibi, 1914′ün Büyük Savaşı da siyasi sosyalizmin iflasının ifşa edilmesi oldu.
Ve ardından, ancak eski sosyalist hareket hakkındaki tam bir cehaletle açıklanabilecek olan garip ve zaman zaman gerçekten de gülünç derecede acayip bir şey oldu.
Bolşevikler, bağımsızlar, komünistler ve benzerleri, hiç durmaksızın, eski sosyal demokrasinin varislerini marksizmin ilkelerinin saflığını utanç verici bir şekilde kirletmekle suçladılar. Onları, hem sosyalist hareketi burjuva parlamentarizminin bataklığına saplamakla, hem de Marks ile Engels’in Devlet’e, vs. şeylere karşı tavırlarını yanlış yorumlamakla suçladılar. Bolşeviklerin ruhani lideri Nikolay Lenin suçlamalarını sağlam bir temele oturtmaya çalışarak, müritlerine göre marksizmin gerçek ve saf bir yorumlaması olan ünlü kitabı Devlet ve Devrim’i yazdı. Lenin, mükemmel bir şekilde düzenlenmiş alıntı seçimleriyle, “bilimsel sosyalizmin kurucuları”nın her zaman demokrasinin ve parlamenter bataklığın açık düşmanları olduklarını, ve onların tüm çabalarının hedefinde devletin yok edilmesi olduğunu göstermeye çalışır.
Lenin’in bunu ancak yakın bir zamanda, tüm beklentilerin aksine partisinin Kurucu Meclis seçimlerinde azınlıkta kalmasının ardından keşfettiği unutulmamalıdır. O zamana kadar, Bolşevikler de aynen diğer partiler gibi seçimlere katılıyor, demokrasinin ilkeleriyle çatışmamaya dikkat ediyorlardı. 1917′deki son Kurucu Meclis seçimlerine, ezici bir çoğunluk elde etmek ümidiyle tantanalı bir programla katılmışlardı. Ancak, tüm bunlara karşın kendilerini azınlıkta bulduklarında, Lenin’in kişisel olarak kendisini haklı çıkarmak için Devlet ve Devrim’i yazmasıyla birlikte, demokrasiye karşı savaş açtılar ve Kurucu Meclis’i dağıttılar.
VI
Hiç şüphesiz ki, Lenin’in işi kolay değildi: bir yandan, anarşistlerin anti-devletçi eğilimlerine karşı cüretkar tavizler vermek zorundaydı, öte yandan ise, tavrının hiç bir şekilde anarşist olmadığını, tamamen marksist olduğunu göstermek zorundaydı. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, eseri sağlıklı insan düşüncesinin tüm mantığına aykırı olan hatalarla doludur. Marks’da olduğu varsayılan anti-devletçi eğilimi mümkün olduğunca vurgulama arzusuna ilişkin bir örnek bunu göstermeye yeterli olacaktır; Lenin, Marks’ın asalak devleti yok etmeye başlayan Komün’e verdiği desteği gösteren Fransa’da İç Savaş’dan ünlü pasajı aktarır. Ancak Lenin Marks’ın bunu söylerken, o zaman oldukça şiddetli bir çatışma içinde olduğu Bakunin’in destekçilerine karşı tavizler vermek zorunda kaldığını, daha önce söyledikleriyle açık bir çelişki içinde olduğunu hatırlama zahmetine katlanmaz.
Ve belli başlı sosyalistlere sempati duyduğundan kuşku edilemeyecek olan Franz Mehring bile son kitabı Karl Marks’da bunun bir taviz olduğunu kabul etmek zorunda kalmış, şöyle demişti: “Bu eserdeki ayrıntılar ne kadar gerçek olursa olsun, içindeki düşüncenin Marks ile Engels’in çeyrek yüzyıl önce Komünist Manifesto’nun yazılmasından beridir savundukları tüm görüşlerle çelişkili olan şeyler içerdiğine şüphe yoktur.”
Bakunin o zaman şunları söylerken haklıydı: “Silahlı isyan içindeki Komün’ün resmi o kadar etkileyiciydi ki, Paris devriminin fikirlerini tamamen alt üst ettiği marksistler bile Komün’ün eylemlerini saygıyla selamlamak zorunda kalmışlardı. Bundan daha fazlasını da yaptılar; mantığa ve bilinen kanaatlerine tamamen aykırı bir şekilde kendilerini Komün ile ilişkilendirmek, onun ilke ve özlemlerini kabullenmek zorunda kaldılar. Bu komik, ancak gerekli bir karnaval oyunuydu. Çünkü Devrim öyle bir çoşkunluk yaratmıştı ki, dogmalarının fildişi kulesine geri çekilmeye çalışmış olsaydılar her yerde reddedilecek ve kabul görmeyeceklerdi.”
VII
Lenin bir başka şeyi, bu konuda kesinlikle birincil derece önemli olan bir şeyi daha unutmuştu. O da şuydu: eski Enternasyonal’in örgütlerini parlamenter faaliyete yönelmeye zorlayanlar, ve böylece de sosyalist işçi hareketinin toptan parlamenter faaliyetin batağına saplanmasından doğrudan sorumlu olanlar bizzat Marks ile Engels idi. Enternasyonal, her ülkedeki örgütlü işçileri, nihai hedefi işçilerin ekonomik kurtuluşu olan büyük bir sendika içerisinde toplamaya yönelik ilk girişimdi. Düşünce ve taktiklerinde farklılaşan çeşitli seksiyonlar varken, birlikte çalışma koşullarının tespit edilmesi ve çeşitli seksiyonların her birinin tam özerkliğini ve bağımsız otoritesinin kabul edilmesi zorunluydu. Bu yapılırken, Enternasyonal tüm ülkelerde güçlü bir şekilde büyüdü ve serpildi. Ancak, Marks ile Engels’in farklı ulusal federasyonları parlamenter faaliyete doğru itelemeye başladıkları anda durum tamamen değişti; bu ilk defa, aşağıdaki şartları içeren önergenin onaylanmasını sağladıkları acıklı 1871 Londra konferansında gerçekleşti:
“İşçi sınıfının, mülk sahibi sınıfların bu kollektif gücü karşısında, kendisini mülk sahibi sınıfların kurduğu tüm eski partilerin dışında ve onlara karşı olan bir siyasi parti içinde birleştirmesi haricinde hareket edemeyeceği; Toplumsal Devrim’in zaferini ve bunun nihai amacı olan sınıfların ortadan kaldırılmasını güvence altına almak için işçi sınıfının siyasi bir parti içerisinde yapılanmasının mutlaka zorunlu olduğu; işçi sınıfının ekonomik mücadeleleriyle halihazırda etkilediği kuvvetlerin bileşiminin aynı zamanda onun toprak sahipleri ile kapitalistlerin siyasi gücüne karşı mücadelesinde bir kaldıraç olarak hizmet etmesi gerektiği düşünülürse, Konferans Enternasyonal üyelerine şunu hatırlatır: işçi sınıfının militan durumunda, ekonomik hareket ile siyasi eylem ayrılmaz şekilde birbiriyle birleşiktir.”
Enternasyonal’deki tek bir seksiyonun veya federasyonun böyle bir önergeyi benimsemesi oldukça olasıydı, çünkü üyelerinin buna göre davranması üyelerinin sorumluluğunda olacaktı; ancak Yürütme Konseyi’nin bunu, özellikle de Genel Kongre’ye sunulmamış bir konuyu Enternasyonal’in üye gruplarına dayatması açıkça Enternasyonal’in ruhuna karşı keyfi bir hareketti ve kaçınılmaz olarak tüm bireyci ve devrimci unsurların enerjik protestolarına neden oldu.
Utanç verici 1872 Hague kongresi, –çeşitli seksiyonları siyasi iktidarın ele geçirilmesi için savaşmakla yükümlü kılan madde dahil olmak üzere– Enternasyonal’i bir seçim aygıtına dönüştürerek Marks ile Engels’in emeklerini taçlandırdı. Bu nedenle, Marks ile Engels, emek hareketi için tüm zararlı sonuçlarıyla birlikte Enternasyonal’i bölmekten suçludurlar, ve siyasi eylem yoluyla Sosyalizmin durgunluğa girmesinden ve dejenere olmasından sorumlu olanlar da yine onlardır.
VIII
1873′de İspanya’da devrim patlak verdiğinde, neredeyse tamamı anarşist olan Enternasyonal üyeleri burjuva partilerinin taleplerini dinlemeyerek, toplumsal devrimin ruhuna uygun bir şekilde toprak ve üretim araçlarının ele geçirilmesi yolunu izlediler. Alcoy, San Lucar de Barrameda, Seville, Cartagena ve başka yerlerde kanla boğulması gerekecek genel grevler ve isyanlar patlak verdi. Cartagena limanı daha uzun bir süre dayandı, Prusya ve İngiltere savaş gemilerinin ateşi altında düşene kadar devrimcilerin elinde kaldı. O zaman, Engels, kuvvetlerini Cumhuriyetçilerle birleştirmek istememelerini gündeme getirerek, Volksstaat’da İspanyol Bakunincilerine karşı şiddetli bir saldırıya geçti. Yeterince uzun yaşabilmiş olsaydı, acaba Engels, Rusya ve Almanya’daki müritlerini nasıl eleştirecekti!
Meşhur 1891 Kongresi’nin ardından “Gençler” denilen liderler, Lenin’in “oportünistler”e ve “kautskyciler”e yapacağı suçlamaların aynısıyla Alman sosyal demokrat partisinden ihraç edilince, Berlin’de kendi gazetesi (Der Sozialist) olan ayrı bir parti kurdular. Başlarda, hareket aşırı dogmatikti ve düşüncesi bugünkü komünist partininkiyle neredeyse aynıydı. Örneğin eğer Teistler’in Parlamentarizm ve İşçi Sınıfı kitabı okunursa, Lenin’in Devlet ve Devrim’indeki fikirlerin aynılarıyla karşılaşılır. Rus Bolşevikleri ve Alman komünist partisi üyeleri gibi, o zamanın bağımsız sosyalistleri de demokrasi ilkelerini kabul etmiyor, ve marksizmin reformist ilkeleri temelinde burjuva parlamentolarda herhangi bir şekilde yer almayı reddediyordu.
Peki Engels, komünistler gibi Sosyal Demokrat Parti’nin liderlerini marksizme ihanet etmekle suçlayan bu “Gençler” hakkında ne diyordu? Ekim 1891′de Sorge’ye yazdığı mektupta, yaşlı Engels şu nazik yorumlarda bulunuyordu: “Mide bulandırıcı Berlinliler suçlayıcılar olmak yerine suçlananlar haline geldiler; ve sefil korkaklar gibi davranmalarından ötürü bir şey yapmak istiyorlarsa bunu partinin dışında yapmak zorunda bırakıldılar. Hiç şüphesiz ki insanlarımız arasında çalışmak isteyenlerin içerisinde polis domuzları ve gizli-anarşistler var. Onların yanısıra, birçok da ahmak, kandırılmış öğrenci ve her türden küstah şarlatan da var. Hepsini toplasan yaklaşık ikiyüz kişi.” Engels’in, “marksist ilkelerin muhafızları” olduklarını iddia eden günümüz “komünistler”ini hangi tutkulu tanımlamalarla onurlandıracağını bilmek ilginç olurdu.
IX
Eski sosyal demokrasinin yöntemlerini karakterize etmek imkansızdır. Bu konuda Lenin’in söyleyecek tek bir sözü bile yoktur, ve Alman dostlarının ise hiç yoktur. Sosyalistlerin çoğunun, onların marksizmin gerçek temsilcileri olduğunu söyleyen bu ayrıntıyı hatırlaması gereklidir; tarih bilgisine sahip herhangi birisi onlarla aynı fikirde olacaktır. İşçi sınıfına parlamenter eylemi dayatan ve Alman sosyal demokrat Partisi tarafından takip edilen yolu saptayan marksizmdi. Ancak bu anlaşıldığı zaman, toplumsal kurtuluşun yolunun, Marksizmin muhalefetine rağmen, bizi anaşizmin mutlu toprağına getireceği fark edilecektir.
Rudolf Rocker
Birkaç yıl önce, Friedrich Engels’in ölmesinin hemen ardından, Marksist topluluğun önde gelen üyelerinden birisi olan Bay Eduard Bernstein dikkate değer bulgularıyla meslekdaşlarını şaşkına çevirdi. Bernstein, materyalist tarih yorumunun, Marksist artı değer ve sermayenin yoğunlaşması kuramının doğruluğu hakkındaki kuşkularını kamuoyuna açıkladı. Diyalektik yönteme saldıracak kadar ileri giderek eleştirel bir sosyalizmden bahsetmenin imkansız olduğu sonucuna vardı. İhtiyatlı birisi olan Bernstein, Marksist ruhbanlığın korkusuyla Engels’in ölümüne kadar keşiflerini kendisine sakladı, ancak ölümünden sonra kamuoyuna açıkladı. Ancak aldığı bu tedbir bile onu kurtaramadı, her yönden saldırıya maruz kaldı. Kautsky bu itizaline [heresy, dince kabul edilmiş görüşlere aykırı bir görüş] karşı bir kitap yazdı, ve zavallı Eduard Hannover Kongresi’nde ahlakça zayıf, müzmin bir günahkar olduğunu ve bilimsel çoğunluğun kararına boyun eğeceğini açıklamaya mecbur bırakıldı.
Her şeye karşın, Bernstein yeni bir vahiyle ortaya çıkmamıştı. Marksist öğretinin temellerine karşı ortaya koyduğu mantık, marksist kilisenin inançlı bir havarisiyken bile vardı. Söz konusu argümanlar anarşist yazından aşırılmıştı, burada dikkate değer yegane nokta bunları ilk defa çok tanınan bir sosyal demokratın kullanmasıydı. Aklı başında hiç kimse Berstein’ın eleştirisinin marksist kampta unutulmaz bir etki bıraktığını inkar etmeyecektir: Bernstein, Karl Marks’ın metafiziksel iktisadının en önemli temellerine darbe indirmişti, ve ortodoks marksizmin en saygıdeğer temsilcilerinin ayağa kalkması şaşırtıcı değildi.
Daha önemli olan bir krizin tam ortasına denk gelmeseydi, bunların hiçbirisi o kadar ciddi olmayacaktı. Neredeyse bir yüzyıl boyunca marksistler, Marks ve Engels’in sözde bilimsel sosyalizm denilen şeyin kaşifleri oldukları fikrini ileri sürmekten geri durmadılar; ütopyacı sosyalistler ile marksistlerin bilimsel sosyalizmi arasında suni bir ayrım (yalnızca ikincilerin hayallerinde var olan bir ayrım) icat edildi. Almanca konuşulan ülkelerde sosyalist yazın, her sosyal demokratın Marks ve Engels’in bilimsel keşiflerinin saf ve son derece orijinal bir ürünü olarak kabul ettiği marksist kuramın tekeline sokulmuştu.
Ancak bu yanılsama da tarihe karıştı: modern tarihsel incelemeler, bilimsel sosyalizmin eski İngiliz ve Fransız sosyalistlerinden geldiğini, ve Marks ile Engels’in başkaların beyinlerini aşırmakta usta olduklarını hiçbir soru işareti bırakmayacak şekilde saptadı. 1848 devrimlerinden sonra Avrupa’da feci bir gericilik başlamıştı: Kutsal İttifak, Fransa, Belçika, İngiltere, Almanya, İspanya ve İtalya’da oldukça zengin bir yazın üreten sosyalist düşünceyi boğmak niyetiyle ağlarını her ülkeye atmaya başlamıştı. Bu yazın, bu bilgisizlik taraftarlığı [obscurantism, bilimsel düşünceye karşı olma] döneminde neredeyse tamamen unutulmaya yüz tutmuştu. En önemli eserlerden birçoğu, belli bazı halk kütüphanelerinin veya özel şahısların koleksiyonlarının sakinliğinde sığınacak bir yer bulana değin tahrip edildi ve geriye sadece birkaç örnek kaldı.
Bu yazın ancak ondokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başına doğru yeniden keşfedilebildi; ve bugünlerde, Fourier ile Saint Simon’u takip eden okulların eski yazılarında, veya Considerant, Demasi, Mey ve diğer birçoklarının eserlerinde verimli fikirler bulunuyor. Tüm bu olguların sistematik bir modeliyle ilk defa ortaya çıkan eski arkadaşlarımızdan birisi W. Tcherkesoff oldu: o, uzun süreden beridir Marks ile Engels’in entelektüel mirasına ait olarak görülen kuramların mucitlerinin onlar olmadığını gösterdi ; En ünlü marksist eserlerden bazılarının –örneğin Komünist Manifesto– aslında Marks ile Engels’in Fransızcadan yaptıkları serbest çeviriler olduğunu ispatlayacak kadar ileri gitti. Ve Tcherkesoff, ortaya çıkması Marks ve Engels’in broşürünün yazılmasının beş yıl öncesine denk düşen Victor Considerant’ın Demokrasi Manifestosu ile Komünist Manifasto arasında karşılaştırmalar yapma fırsatı bulmasının ardından, Komünist Manifesto’ya yönelik iddialarının İtalyan sosyal demokratlarının merkezi yayın organı olan Avanti tarafından kabul edilmesiyle bir zafer kazandı .
Komünist Manifesto bilimsel sosyalizmin ilk eserlerinden birisi olarak görülür; ve içeriği, marksizmin Fourier’i ütopyacı sosyalistler içinde sınıflandırması nedeniyle, bir “ütopyacı”nın yazılarından alınmıştı. Bu hayal edilebilecek en zalim ironilerden birisidir, ve hiç şüphe yok ki marksizmin bilimsel değeri için bir referans değildir. Victor Considerant, Marks’ın haberdar olduğu en iyi sosyalist yazarlardan birisiydi: sosyalist olmadan önce bile ondan söz ediyordu. 1842′de Allgemeine Zeitung, Marks’ın baş editörlüğünü yaptığı Rheinische Zeitung’a, komünizm taraftarı olduğu suçlamasıyla saldırdı. Marks buna bir baş makaleyle cevap verdi: “Leroux’un, Considerant’ın eserleri gibi eserler ve herşeyden öte Proudhon’un etkileyici kitabı yüzeysel bir şekilde eleştirilemez; eleştirilmeden önce uzun ve dikkatli bir şekilde incelenmeleri gerekir”.
Marks’ın entelektüel gelişimi Fransız sosyalizminden oldukça etkilenmişti; ancak Fransa’daki tüm sosyalist yazarlar arasında, düşünceleri üzerinde en güçlü etkisi olan kişi P. J. Proudhon idi. Hatta Proudhon’un Mülkiyet Nedir? kitabının Marks’ın sosyalizmi kucaklamasına yol açtığı da gayet açıktır. Bu kitaptaki ulusal ekonomiye ve çeşitli sosyalist eğilimlere ilişkin eleştirel gözlemler Marks’ın önünde yepyeni bir dünya açtı, ve Marks’ın zihni en çok da parlak [inspired, deha] Fransız sosyalistinin geliştirdiği artı değer kuramının etkisinde kaldı. Marksistlerimizin çok gurur duydukları muhteşem “bilimsel keşif” artı değer doktrininin kökenlerini Proudhon’un yazılarında bulabiliriz. Marks’ın, daha sonra İngiliz sosyalistleri Bray ve Thompson’u inceleyerek bazı değişiklikler yaptığı bu kurama aşinalığı Proudhon sayesindeydi.
Marks hatta Proudhon’un muazzam bilimsel önemini açıkça teslim etmişti; ve, bugün baskısı tükenmiş özel bir kitapta Proudhon’un eseri Mülkiyet Nedir?’den “Fransız proletaryasının ilk bilimsel manifestosu” diye bahseder. Marksizmin resmi temsilcileri akıl hocalarının eserlerini her dilde yaymak için her türlü çabayı gösterirken, bu eser marksistlerce ne yeniden basılmış, ne de başka bir dile tercüme edilmiştir. Bu kitap unutulmuştur ve sebebi de şudur: bunun basılması, Marks’ın anarşizmin önde gelen kuramcısına yönelik daha sonra yazdıklarının saçmalığını ve alakasızlığını tüm dünyaya gösterecekti.
Marks yalnızca Proudhon’un ekonomiye ilişkin fikirlerinden etkilenmekle kalmadı, aynı zamanda büyük Fransız sosyalistinin anarşist kuramlarının etkisi altında kalarak, devlete karşı saldırdığı dönemdeki eserlerinden birisinde bunu Proudhon’un yaptığı tarzda yaptı.
II
Marks’ın bir sosyalist olarak evrimini ciddi bir şekilde inceleyen herkes, onu sosyalizme yönelten şeyin Proudhon’un çalışması Mülkiyet Nedir? olduğunu kabul etmek zorundadır. Bu evrimin ayrıntıları hakkında tam bilgisi olmayanlar ve Marks ile Engels’in erken dönem sosyalist eserlerini okuma fırsatı olmayanlar için bu iddia yersiz ve olasılık dışı gözükecektir. Çünkü, Marks, daha sonraki eserlerinde Proudhon’dan sert ve alaycı bir şekilde bahseder, ve bu eserler sosyal demokrasinin defalarca basmayı seçtiği eserlerdir.
Bu yolla, Marks’ın başından itibaren Proudhon’un kuramsal bir karşıtı olduğu, ve ikisi arasında hiçbir ortak zemin olmadığı şeklindeki inanç yavaş yavaş oluşturuldu. Ve, gerçeği söylemek gerekirse, Marks’ın Komünist Manifesto’da, Felsefenin Sefaleti’nde veya Proudhon’un ölümünün hemen ardından Berlin’de Sozialdemokrat’da yayınlanan anma yazısında Proudhon hakkında yazdıklarına bakılırsa aksini düşünmek imkansızdır.
Marks, Felsefenin Sefaleti’nde, Proudhon’un fikirlerinin değersiz olduğunu, onu ne bir sosyalist ne de bir politik iktisat [ekonomi politik] tenkitçisi olarak saymadığını göstermek amacıyla hiçbir şeyden sakınmadan Proudhon’a en aşağılık şekilde saldırır.
“Bay Proudhon Avrupa’da özellikle yanlış anlaşılma talihsizliğine maruz kaldığını söylüyor. Fransa’da, kötü bir iktisatçı olma hakkı vardır, çünkü iyi bir Alman felsefecisi olarak nam salmıştır. Almanya’da, kötü bir felsefeci olma hakkı vardır, çünkü en muktedir Fransız iktisatçılarından birisi olarak nam salmıştır. Aynı anda hem Alman hem de iktisatçı olarak, bu çifte hatayı protesto etmeyi arzuluyoruz.”
Ve Marks daha da ileri gider: Hiçbir delil göstermeksizin Proudhon’u İngiliz iktisatçı Bray’in fikirlerini aşırmakla [plagiarise, başkasının fikirlerini kendi fikirleri gibi yazma, intihal] suçlar. Şöyle yazar:
“Bray’in kitabında Bay Proudhon’un tüm geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki eserlerinin anahtarını bulduğumuza inanıyoruz.”
Başkalarının fikirlerini çok sık kullanan ve [yazdığı] Komünist Manifesto aslında Victor Considerant’ın Demokrasi Manifestosu’nun bir kopyası olan Marks’ın başkalarını intihalle suçlaması ilginçtir.
Ancak gelin kaldığımız yerden devam edelim. Marks, Komünist Manifesto’da, Proudhon’u bir muhafazakar, bir burjuva karakter olarak resmeder. Sozialdemokrat’da (1865) yazdığı anma yazısında şunları görebiliriz:
“Politik iktisadın katı bilimsel tarihinde, bu kitaptan (yani Mülkiyet Nedir?) bahsedilmeye nadiren layık olacaktır. Çünkü bu gibi sansasyonelist eserler, roman dünyasında oynadıkları rolün aynısını bilimlerde de oynarlar.”
Ve bu anma yazısında Marks, Felsefenin Sefaleti’nde zaten dile getirdiği görüşünü, yani Proudhon’un bir sosyalist ve iktisatçı olarak değersiz olduğu iddiasını yineler.
Marks tarafından Proudhon’a yöneltilen bu gibi suçlamaların ancak kendisi ile büyük Fransız yazarı arasında kesinlikle hiçbir ortak zemin varolmadığı sanısını, daha doğrusu kanaatını yayabileceğini anlamak zor değildir. Proudhon Almanya’da neredeyse hiç tanınmıyordu. 1840′lar civarında basılan eserlerinin Alman baskıları tükenmişti. Almanya’da yeniden basılan tek kitabı Mülkiyet Nedir? idi, ve o da az sayıda basılmıştı. Bu, Marks’ın bir sosyalist olarak erken dönem gelişimine dair tüm izleri silebilmesini açıklar. Başlangıçta Proudhon’a karşı tavrının nasıl olduğunu yukarıda görmüştük, ve çıkaracağımız sonuçlar iddialarımızı doğrulayacak.
Alman demokrasisinin önde gelen gazetelerinden birisi olan Rheinische Zeitung’un baş editörü olarak Marks, henüz kendisini sosyalist davaya adamamış olsa da Fransa’nın en önemli sosyalist yazarlarından haberdar olmuştu. Onun Victor Considerant, Pierre Lerroux ve Proudhon’dan bahsettiği bir alıntıya yukarıda yer vermiştik, ve Considerant ile Proudhon’un onu sosyalizme cezbeden akıl hocaları olduğu şüphesizdir. Hiç şüphe yok ki, Mülkiyet Nedir? Marks’ın sosyalist olarak gelişimi üzerindeki başlıca etki kaynağıdır; bu nedenle, bahsedilen gazetede parlak Proudhon’dan “sosyalist yazarların en tutarlısı ve en zekisi” diye bahseder. 1843′de, Prusya sansürü Rheinische Zeitung’u susturur, Marks ülkeyi terk eder ve sosyalizme yönelişi de bu dönemde olur. Bu kayma, ünlü yazar Arnold Ruge’a yazdığı mektuplarda, ve Friedrich Engels ile ortaklaşa yazdığı Kutsal Aile, Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi’nde daha da fazla belirgindir. Kitap, Alman düşünür Bruno Bauer’in başını çektiği eğilimle tartışmak amacıyla 1845′de piyasaya çıkar. Kitap, felsefi konuların yanı sıra, aynı zamanda politik iktisat ve sosyalizmle de uğraşır, ve bizi özellikle ilgilendirenler de bu kısımlardır.
Kutsal Aile, Marks ve Engels’in basılan tüm eserler arasında diğer dillere çevrilmeyen ve Alman sosyalistlerinin yeniden basmadığı tek eserdir. Marks ve Engels’in edebi vasiyetinin uygulayıcısı olan Franz Mehring, Alman sosyalist partisinin desteğiyle, aktif sosyalistler olarak ilk yıllarda diğer eserlerle birlikte Kutsal Aile’yi de basmıştır, bu doğru; ancak, bu ilk basılmasından altmış yıl sonra yapıldı, ve ayrıca çalışan bir insan için çok pahalı olduğu için yayınlanmasında uzmanlar dikkate alınmıştı. Bundan başka, Proudhon Almanya’da o kadar az biliniyordu ki, Marks’ın onun hakkında ilk ifade ettiği görüşleriyle daha sonrakiler arasında derin bir uçurum olduğunun ancak çok az kişi farkına vardı.
Ve yine de kitap açık bir şekilde Marks’ın sosyalizminin gelişimini ve Proudhon’un bu gelişim üzerindeki güçlü etkisini gösterir. Marks, Kutsal Aile’de, Marksistlerin daha sonra akıl hocalarına atfedecekleri tüm meziyetlerin Proudhon’da olduğunu teslim ediyordu.
Buna ilişkin olarak sayfa 36′da Marks'ın neler söylediğine bakalım:
“Politik iktisada ilişkin tüm bilimsel incelemeler özel mülkiyeti verili olarak kabul eder. Bu temel öncül onlara göre daha fazla incelemelerine gerek olmayan, su götürmez bir olgudur; aslında Say’in naifçe kabul ettiği gibi yalnızca “Accidentellement” olarak (kaza sonucu, rastlantı eseri ortaya çıkan) bahsedilen bir olgudur. Ancak Proudhon, Özel Mülkiyetin politik iktisadının temellerine ilişkin cesur, acımasız ve aynı zamanda bilimsel olan ilk incelemeyi yapar. Onun gerçekleştirdiği büyük bir bilimsel ilerlemedir, politik iktisadı devrimcileştiren ve ilk defa gerçek politik iktisat bilimini mümkün hale getiren bir ilerlemedir. Proudhon’un Mülkiyet Nedir?’i, Sieyes’in What is Third Estate?’inin modern siyaset için önemli olması kadar modern politik iktisat için önemlidir.”
Marks’ın bu sözlerini büyük anarşist kuramcı hakkında daha sonra söyledikleriyle karşılaştırmak ilginç olacaktır. Marks, Kutsal Aile’de, Mülkiyet Nedir?’in özel mülkiyetin ilk bilimsel analizi olduğunu ve milli ekonomi dışında ilk gerçek bilimin yapılmasını mümkün kıldığını söyler; ancak aynı Marks, Sozialdemokrat’daki iyi bilinen anma yazısında ekonominin katı bilimsel tarihinde bu eserden bahsedilmesine bile gerek olmadığını iddia eder.
Bu türden bir çelişkinin arkasında ne yatmaktadır? Bu, sözde bilimsel sosyalizmin temsilcilerinin açıklığa kavuşturması gereken bir şeydir. Gerçek anlamda tek bir cevap vardır: Marks, gözden geçirdiği bir kaynağı saklamak istemiştir. Bu soru üzerine çalışma yapan ve partizanca bağlılığın altında ezilmemiş olan herkes bu açıklamanın hayali olmadığını kabul etmelidir.
Ancak gelin Marks’ın Proudhon’un tarihsel önemine ilişkin neler dediğine bir kere daha kulak verelim. Aynı eserin 52. sayfasında şunları okuyabiliyoruz:
“Proudhon yalnızca proletarların çıkarları doğrultusunda yazmamıştı, o aynı zamanda bir proletar, bir işçi idi. Eseri Fransız proletaryasının bilimsel manifestosudur.”
Burada, görebileceğimiz üzere, Marks, oldukça açık bir şekilde, Proudhon’un proletarya sosyalizminin taraftarı olduğunu, ve eserinin Fransız proletaryasının bilimsel manifestosunu temsil ettiğini ifade ediyor. Öte yandan, Komünist Manifesto’da ise Proudhon’un muhafazakar, burjuva sosyalizminin canlı bir simgesi olduğu konusunda bizi temin ediyor. Bundan daha keskin bir karşıtlık olabilir mi? Kime inanacağız, Kutsal Aile’nin Marks’ına mı, yoksa Komünist Manifesto’nun yazarına mı? Ve bu farklılık [çelişme] nasıl oluyor? Kendi kendimize bir kere daha sorduğumuz bir soru bu, ve doğaldır ki cevabı da eskisinin aynısı: Marks, Proudhon’a borçlu olduğu şeyleri herkesten gizlemek istemişti, ve bu amaca hizmet edecek her araç mübahtı. Olası başka bir açıklama yok; Marks’ın daha sonra Bakunin’le çatışmasında kullandığı araçlar, seçiminde pek de vicdanlı davranmadığının kanıtıdır.
“Bir yandan idarenin amacı ile iyi niyeti arasındaki, öte yandan ise bunun araçları ve olanakları arasındaki çelişki, –devlet kendi kendini sona erdirmedikçe— devlet tarafından sona erdirilemez, çünkü o bu çelişkiye dayanmaktadır. Devlet, kamusal ile özel yaşam arasındaki çelişkiye, genel çıkarlar ile özel çıkarlar arasındaki çelişkiye dayanır. Bu nedenle, idare kendisini resmi ve olumsuz bir faaliyetle sınırlamalıdır, çünkü sivil yaşamın ve emeğin başladığı yerde idarenin iktidarı sona erer. Aslında, bu sivil yaşamın, bu özel mülkiyetin, bu ticaretin, bu sanayinin, çeşitli yurttaş çevrelerinin bu ortaklaşa yağmasının toplumsal ilişkileri engelleyen mizacından kaynaklanan sonuçlarla karşı karşıyayken, tüm bu sonuçlarla karşı karşıyayken, [kifayetsizlik, iyi bir şey yapmaya gücü yetmeyen anlamında] iktidarsızlık idarenin doğal yasasıdır. Bu parçalanma, bu şerefsizlik, sivil toplumun bu köleliği modern devletin dayandığı doğal temeldir –aynen köleci sivil toplumunun antik toplum devletinin dayandığı doğal temel olması gibi. Devletin varlığı ile köleliğin varlığı birbirinden ayrılamaz. Antik devlet ve antik kölelik, bu apaçık klasik karşıtlar; modern devlet ile modern ticari dünyanın, bu ikiyüzlü Hristiyan karşıtların, sıkı sıkıya birbirlerine perçinlenmesi kadar perçinlenmemişti.”
Marks’ın daha sonraki öğretileri bağlamında fazlasıyla acayip gözüken, devletin mizacına ilişkin özünde anarşist olan bu eleştiri, onun erken dönem sosyalist evrimindeki anarşistik köklerin açık bir delilidir. Söz konusu makale, Proudhon’un devlet eleştirisinin –ilk olarak ünlü kitabı Mülkiyet Nedir?’de ortaya konan eleştirisi– kavramlarını yansıtmaktadır. Bu ölümsüz eser, Marks'ın sosyalist faaliyetinin ilk dönemlerini reddetmeye yönelik göstermiş olduğu tüm çabaya karşın –üstelik de bunu soylu yöntemlerle yapmamıştır, Alman komünist evrimi üzerinde belirleyici bir etki yapmıştı. Tabii ki, bu konuda marksistler ustalarını destekler, ve böylece de, Marks ile Proudhon arasındaki ilk ilişkilere dair yanlış bir tarihsel görüş yavaş yavaş inşa edilir.
Özellikle Almanya’da, çünkü Proudhon orada neredeyse tanınmamaktadır, bu konudaki en katıksız maksatlı yanlış tanıtımlar bile ortalıkta dolaşabiliyor. Ancak, eski sosyalist yazarların önemli eserleri daha fazla bilinir oldukça, bilimsel sosyalizmin –marksist okulun muazzam “ünü”nden ve ilk dönemlere ait sosyalist yazını unutulmaya mahkum eden diğer etkenlerden ötürü– uzunca bir süre unutulmuşluğa terk edilen “ütopyacılar”a ne kadar çok şey borçlu olduğu da daha fazla anlaşılacaktır. Marks’ın en önemli öğretmenlerinden birisi ve onun daha sonraki gelişiminin temellerini hazırlayan kişi, yasalcı sosyalistlerin fazlasıyla iftira attığı ve yanlış anladığı anarşist Proudhon’dan başkası değildi.
III
Marks’ın bu dönemdeki siyasi yazıları, örneğin Paris’teki Vorwaerts’de basılan makalesi, onun Proudhon’un düşüncesinden ve hatta anarşist fikirlerden ne kadar etkilenmiş olduğunu gösterir.
Vorwaerts, Fransız başkentinde Heinrich Bernstein’in yönetimi altında 1844′de ortaya çıkan bir süreli yayındı. İlk başlarda yalnızca liberal bir görünüşe sahipti. Ancak daha sonra, Anales Germano Francaises’in ortadan kaybolmasının ardından, Bernstein, ilk derginin katılımcılarıyla kendisini sosyalizm davasına kazandıran bu sonraki derginin katılımcıları arasında bağlantı kurdu. Bundan sonra da Vorwaerts sosyalizmin resmi sözcüsü haline geldi, ve aralarında Bakunin, Marks, Engels, Heinrich Heine, Georg Herwegh vb. kimselerinin olduğu kişiler katkılarını A. Ruge’nin bu son dönem yayınına yaptılar.
63. sayıda (7 Ağustos 1844) Marks, “‘Prusya Kralı ve Sosyal Reform’ Makalesi Üzerine Eleştirel Notlar” başlıklı bir polemik çalışması yayınladı. Bu yazıda, devletin mizacını inceliyor, onun toplumsal sefaleti azaltmak ve yoksulluğu ortadan kaldırmaktaki tam kifayetsizliğini gösteriyordu. Yazarın makalesi boyunca belirttiği fikirler, Proudhon, Bakunin ve diğer anarşizm kuramcılarının bu bağlamda belirttikleri düşüncelerle tamamen uyum içinde olan anarşist fikirlerdi. Okuyucular, Marks’ın çalışmasından yapacağımız şu alıntıdan kendileri bir yargıya varabilirler:
“Devlet … toplumsal illetlerin kaynağını asla ‘devlet ve toplumun sistem’de görmez. Siyasi partilerin olduğu yerde, her parti, her türden kötülüğün köklerini kendisinde değil devletin dümenini elinde tutan karşı partide görür. Radikal ve devrimci siyasetçiler bile kötülüğün kökünü devletin temel mizacında değil, kendilerinin başka bir devlet biçimiyle değiştirmek istedikleri belirli bir devlet biçiminde görür.
Siyasi bakış açısına göre, devlet ile toplumun sistemi iki farklı şey değildir. Devlet, toplumun sistemidir. Devlet toplumsal kusurların varlığını kabul ettiği ölçüde, bunların sebeplerini ya hiçbir insan erkinin kontrol edemediği doğa kanunlarında, veya devlete dayanmayan özel yaşamda, veyahut da kendinin bağlı olmadığı idarenin uygunsuz faaliyetinde görür. Böylece, İngiltere yoksulluğun sebebini doğa yasasında görür, ki buna göre nüfus daima geçim araçlarının üzerinde olmalıdır. Öte yandan, İngiltere dilenciliği yoksulların kötü niyetleriyle açıklar, aynen Prusya Kralının bunu zenginlerin Hristiyanlığa aykırı duygularıyla açıklaması gibi, aynen onu mülk sahiplerinin şüphelenilen karşı-devrimci mentalitesiyle açıklayan konvansiyon gibi. Bu nedenle, İngiltere yoksulları cezalandırır, Prusya Kralı zenginlerin kulaklarını çeker, konvansiyon mülkiyet sahiplerinin kellerini uçurur.
Son olarak, her devlet sebebi idarenin tesadüfi veya kasıtlı noksanlıklarında arar, ve bu nedenle de onun hastalıklarının çaresini idarenin alacağı önlemlerde görür. Neden? Çünkü idare devletin örgütleyici faaliyetidir de ondan.”
IV
Karl Marks, 20 Temmuz 1870′de, Friedrich Engels’e şunları yazıyordu:
“Fransızların büyük bir yenilgiye ihtiyaçları var. Eğer Prusyalılar zafer kazanırlarsa, devlet gücünün merkezileşmesi Alman işçi sınıfının merkezileşmesi açısından yararlı olacaktır; dahası, Alman üstünlüğü Batı Avrupa işçi hareketinin ağırlık merkezini Fransa’dan Almanya’ya kaydıracaktır. Ve, Alman işçi sınıfının kuramda ve örgütlenmede Fransızlardan üstün olduğunu görmek için hareketin 1866 ile bugünkü durumunun karşılaştırmasını yapmak yeterli olacaktır. Almanya'nın dünya sahnesinde Fransızlara hakim olması aynı zamanda bizim kuramımızın Proudhon ve benzerlerininkine hakim olması anlamına gelecektir.”
Marks haklıydı: Almanya’nın Fransa karşısındaki zaferi Avrupa işçi hareketi tarihinde yeni bir yönelim anlamına geldi. Latin ülkelerinin devrimci ve liberal sosyalizmi, yerini marksizmin devletçi, anti-anarşist kuramına bırakarak, sahnenin dışına itildi. Aslında teolojik bir ifade şekli türlüsünden ve kaderci bir sofizmden daha fazlası değilken toplumsal gerçekliğin tüm bilgisine sahip olduğunu iddia eden yeni bir demirden dogmatizm, canlı, yaratıcı sosyalizmin gelişimini kesintiye uğrattı; onu gerçekten sosyalist olan düşüncenin mezarlığına dönüştü.
Fikirlerle birlikte sosyalist hareketin yöntemleri de değişti. Proganda ve –enternasyonalistlerin geleceğin toplumunun embriyosu ve üretim ile değişim araçlarının toplumsallaştırılmasına uygun organlar olarak değerlendirdikleri– ekonomik mücadelenin örgütlenmesi amaçlı devrimci grupların yerini sosyalist partilerin, proletaryanın parlamenter temsilinin aldığı bir çağ geldi. Yavaş yavaş işçilerin toprağı ve atölyeleri ele geçirmeye yönlendiren eski sosyalist eğitim unutuldu; en yüksek ülkü olarak siyasi iktidarın ele geçirilmesini hedefleyen yeni bir parti disiplini bunun yerini aldı.
Marks’ın önemli muhalifi Bakunin, pozisyondaki bu kaymayı açık bir şekilde gördü, ve keder dolu kalbiyle Almanya’nın zaferi ve Komün’ün düşmesiyle Avrupa’da yeni bir tarih sayfası açıldığını tahmin etti. Fiziksel olarak tükenmiş ve yüzünde ölüm okunurken, 11 Kasım 1874′de şu önemli satırları Ogarev’e yazdırdı:
“Militarizm, polis yönetimi ve finans tekelinin Yeni Devlet adı altında tek bir sistem içinde kaynaşmasından başka bir şey olmayan Bismarskçılık her yeri fethediyor. Ancak, belki on veya onbeş yıl içerisinde insan türünün istikrarsız evrimi bir kere daha zafer yollarını aydınlatacak.” Bu olayda Bakunin hatalıydı, dünyanın yaşadığı feci bir kıyametin tam ortasında Birmarskçılık’ın devrileceği zamana kadar yarım yüzyıl geçmesi gerekeceğini hesaplayamamıştı.
V
1871′deki Almanya’nın zaferi ile Komün’ün düşmesinin eski Enternasyonal’in yok olmasının işaretleri olması gibi, 1914′ün Büyük Savaşı da siyasi sosyalizmin iflasının ifşa edilmesi oldu.
Ve ardından, ancak eski sosyalist hareket hakkındaki tam bir cehaletle açıklanabilecek olan garip ve zaman zaman gerçekten de gülünç derecede acayip bir şey oldu.
Bolşevikler, bağımsızlar, komünistler ve benzerleri, hiç durmaksızın, eski sosyal demokrasinin varislerini marksizmin ilkelerinin saflığını utanç verici bir şekilde kirletmekle suçladılar. Onları, hem sosyalist hareketi burjuva parlamentarizminin bataklığına saplamakla, hem de Marks ile Engels’in Devlet’e, vs. şeylere karşı tavırlarını yanlış yorumlamakla suçladılar. Bolşeviklerin ruhani lideri Nikolay Lenin suçlamalarını sağlam bir temele oturtmaya çalışarak, müritlerine göre marksizmin gerçek ve saf bir yorumlaması olan ünlü kitabı Devlet ve Devrim’i yazdı. Lenin, mükemmel bir şekilde düzenlenmiş alıntı seçimleriyle, “bilimsel sosyalizmin kurucuları”nın her zaman demokrasinin ve parlamenter bataklığın açık düşmanları olduklarını, ve onların tüm çabalarının hedefinde devletin yok edilmesi olduğunu göstermeye çalışır.
Lenin’in bunu ancak yakın bir zamanda, tüm beklentilerin aksine partisinin Kurucu Meclis seçimlerinde azınlıkta kalmasının ardından keşfettiği unutulmamalıdır. O zamana kadar, Bolşevikler de aynen diğer partiler gibi seçimlere katılıyor, demokrasinin ilkeleriyle çatışmamaya dikkat ediyorlardı. 1917′deki son Kurucu Meclis seçimlerine, ezici bir çoğunluk elde etmek ümidiyle tantanalı bir programla katılmışlardı. Ancak, tüm bunlara karşın kendilerini azınlıkta bulduklarında, Lenin’in kişisel olarak kendisini haklı çıkarmak için Devlet ve Devrim’i yazmasıyla birlikte, demokrasiye karşı savaş açtılar ve Kurucu Meclis’i dağıttılar.
VI
Hiç şüphesiz ki, Lenin’in işi kolay değildi: bir yandan, anarşistlerin anti-devletçi eğilimlerine karşı cüretkar tavizler vermek zorundaydı, öte yandan ise, tavrının hiç bir şekilde anarşist olmadığını, tamamen marksist olduğunu göstermek zorundaydı. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, eseri sağlıklı insan düşüncesinin tüm mantığına aykırı olan hatalarla doludur. Marks’da olduğu varsayılan anti-devletçi eğilimi mümkün olduğunca vurgulama arzusuna ilişkin bir örnek bunu göstermeye yeterli olacaktır; Lenin, Marks’ın asalak devleti yok etmeye başlayan Komün’e verdiği desteği gösteren Fransa’da İç Savaş’dan ünlü pasajı aktarır. Ancak Lenin Marks’ın bunu söylerken, o zaman oldukça şiddetli bir çatışma içinde olduğu Bakunin’in destekçilerine karşı tavizler vermek zorunda kaldığını, daha önce söyledikleriyle açık bir çelişki içinde olduğunu hatırlama zahmetine katlanmaz.
Ve belli başlı sosyalistlere sempati duyduğundan kuşku edilemeyecek olan Franz Mehring bile son kitabı Karl Marks’da bunun bir taviz olduğunu kabul etmek zorunda kalmış, şöyle demişti: “Bu eserdeki ayrıntılar ne kadar gerçek olursa olsun, içindeki düşüncenin Marks ile Engels’in çeyrek yüzyıl önce Komünist Manifesto’nun yazılmasından beridir savundukları tüm görüşlerle çelişkili olan şeyler içerdiğine şüphe yoktur.”
Bakunin o zaman şunları söylerken haklıydı: “Silahlı isyan içindeki Komün’ün resmi o kadar etkileyiciydi ki, Paris devriminin fikirlerini tamamen alt üst ettiği marksistler bile Komün’ün eylemlerini saygıyla selamlamak zorunda kalmışlardı. Bundan daha fazlasını da yaptılar; mantığa ve bilinen kanaatlerine tamamen aykırı bir şekilde kendilerini Komün ile ilişkilendirmek, onun ilke ve özlemlerini kabullenmek zorunda kaldılar. Bu komik, ancak gerekli bir karnaval oyunuydu. Çünkü Devrim öyle bir çoşkunluk yaratmıştı ki, dogmalarının fildişi kulesine geri çekilmeye çalışmış olsaydılar her yerde reddedilecek ve kabul görmeyeceklerdi.”
VII
Lenin bir başka şeyi, bu konuda kesinlikle birincil derece önemli olan bir şeyi daha unutmuştu. O da şuydu: eski Enternasyonal’in örgütlerini parlamenter faaliyete yönelmeye zorlayanlar, ve böylece de sosyalist işçi hareketinin toptan parlamenter faaliyetin batağına saplanmasından doğrudan sorumlu olanlar bizzat Marks ile Engels idi. Enternasyonal, her ülkedeki örgütlü işçileri, nihai hedefi işçilerin ekonomik kurtuluşu olan büyük bir sendika içerisinde toplamaya yönelik ilk girişimdi. Düşünce ve taktiklerinde farklılaşan çeşitli seksiyonlar varken, birlikte çalışma koşullarının tespit edilmesi ve çeşitli seksiyonların her birinin tam özerkliğini ve bağımsız otoritesinin kabul edilmesi zorunluydu. Bu yapılırken, Enternasyonal tüm ülkelerde güçlü bir şekilde büyüdü ve serpildi. Ancak, Marks ile Engels’in farklı ulusal federasyonları parlamenter faaliyete doğru itelemeye başladıkları anda durum tamamen değişti; bu ilk defa, aşağıdaki şartları içeren önergenin onaylanmasını sağladıkları acıklı 1871 Londra konferansında gerçekleşti:
“İşçi sınıfının, mülk sahibi sınıfların bu kollektif gücü karşısında, kendisini mülk sahibi sınıfların kurduğu tüm eski partilerin dışında ve onlara karşı olan bir siyasi parti içinde birleştirmesi haricinde hareket edemeyeceği; Toplumsal Devrim’in zaferini ve bunun nihai amacı olan sınıfların ortadan kaldırılmasını güvence altına almak için işçi sınıfının siyasi bir parti içerisinde yapılanmasının mutlaka zorunlu olduğu; işçi sınıfının ekonomik mücadeleleriyle halihazırda etkilediği kuvvetlerin bileşiminin aynı zamanda onun toprak sahipleri ile kapitalistlerin siyasi gücüne karşı mücadelesinde bir kaldıraç olarak hizmet etmesi gerektiği düşünülürse, Konferans Enternasyonal üyelerine şunu hatırlatır: işçi sınıfının militan durumunda, ekonomik hareket ile siyasi eylem ayrılmaz şekilde birbiriyle birleşiktir.”
Enternasyonal’deki tek bir seksiyonun veya federasyonun böyle bir önergeyi benimsemesi oldukça olasıydı, çünkü üyelerinin buna göre davranması üyelerinin sorumluluğunda olacaktı; ancak Yürütme Konseyi’nin bunu, özellikle de Genel Kongre’ye sunulmamış bir konuyu Enternasyonal’in üye gruplarına dayatması açıkça Enternasyonal’in ruhuna karşı keyfi bir hareketti ve kaçınılmaz olarak tüm bireyci ve devrimci unsurların enerjik protestolarına neden oldu.
Utanç verici 1872 Hague kongresi, –çeşitli seksiyonları siyasi iktidarın ele geçirilmesi için savaşmakla yükümlü kılan madde dahil olmak üzere– Enternasyonal’i bir seçim aygıtına dönüştürerek Marks ile Engels’in emeklerini taçlandırdı. Bu nedenle, Marks ile Engels, emek hareketi için tüm zararlı sonuçlarıyla birlikte Enternasyonal’i bölmekten suçludurlar, ve siyasi eylem yoluyla Sosyalizmin durgunluğa girmesinden ve dejenere olmasından sorumlu olanlar da yine onlardır.
VIII
1873′de İspanya’da devrim patlak verdiğinde, neredeyse tamamı anarşist olan Enternasyonal üyeleri burjuva partilerinin taleplerini dinlemeyerek, toplumsal devrimin ruhuna uygun bir şekilde toprak ve üretim araçlarının ele geçirilmesi yolunu izlediler. Alcoy, San Lucar de Barrameda, Seville, Cartagena ve başka yerlerde kanla boğulması gerekecek genel grevler ve isyanlar patlak verdi. Cartagena limanı daha uzun bir süre dayandı, Prusya ve İngiltere savaş gemilerinin ateşi altında düşene kadar devrimcilerin elinde kaldı. O zaman, Engels, kuvvetlerini Cumhuriyetçilerle birleştirmek istememelerini gündeme getirerek, Volksstaat’da İspanyol Bakunincilerine karşı şiddetli bir saldırıya geçti. Yeterince uzun yaşabilmiş olsaydı, acaba Engels, Rusya ve Almanya’daki müritlerini nasıl eleştirecekti!
Meşhur 1891 Kongresi’nin ardından “Gençler” denilen liderler, Lenin’in “oportünistler”e ve “kautskyciler”e yapacağı suçlamaların aynısıyla Alman sosyal demokrat partisinden ihraç edilince, Berlin’de kendi gazetesi (Der Sozialist) olan ayrı bir parti kurdular. Başlarda, hareket aşırı dogmatikti ve düşüncesi bugünkü komünist partininkiyle neredeyse aynıydı. Örneğin eğer Teistler’in Parlamentarizm ve İşçi Sınıfı kitabı okunursa, Lenin’in Devlet ve Devrim’indeki fikirlerin aynılarıyla karşılaşılır. Rus Bolşevikleri ve Alman komünist partisi üyeleri gibi, o zamanın bağımsız sosyalistleri de demokrasi ilkelerini kabul etmiyor, ve marksizmin reformist ilkeleri temelinde burjuva parlamentolarda herhangi bir şekilde yer almayı reddediyordu.
Peki Engels, komünistler gibi Sosyal Demokrat Parti’nin liderlerini marksizme ihanet etmekle suçlayan bu “Gençler” hakkında ne diyordu? Ekim 1891′de Sorge’ye yazdığı mektupta, yaşlı Engels şu nazik yorumlarda bulunuyordu: “Mide bulandırıcı Berlinliler suçlayıcılar olmak yerine suçlananlar haline geldiler; ve sefil korkaklar gibi davranmalarından ötürü bir şey yapmak istiyorlarsa bunu partinin dışında yapmak zorunda bırakıldılar. Hiç şüphesiz ki insanlarımız arasında çalışmak isteyenlerin içerisinde polis domuzları ve gizli-anarşistler var. Onların yanısıra, birçok da ahmak, kandırılmış öğrenci ve her türden küstah şarlatan da var. Hepsini toplasan yaklaşık ikiyüz kişi.” Engels’in, “marksist ilkelerin muhafızları” olduklarını iddia eden günümüz “komünistler”ini hangi tutkulu tanımlamalarla onurlandıracağını bilmek ilginç olurdu.
IX
Eski sosyal demokrasinin yöntemlerini karakterize etmek imkansızdır. Bu konuda Lenin’in söyleyecek tek bir sözü bile yoktur, ve Alman dostlarının ise hiç yoktur. Sosyalistlerin çoğunun, onların marksizmin gerçek temsilcileri olduğunu söyleyen bu ayrıntıyı hatırlaması gereklidir; tarih bilgisine sahip herhangi birisi onlarla aynı fikirde olacaktır. İşçi sınıfına parlamenter eylemi dayatan ve Alman sosyal demokrat Partisi tarafından takip edilen yolu saptayan marksizmdi. Ancak bu anlaşıldığı zaman, toplumsal kurtuluşun yolunun, Marksizmin muhalefetine rağmen, bizi anaşizmin mutlu toprağına getireceği fark edilecektir.
Rudolf Rocker