31 Aralık 2010 Cuma

Ben ve Hiç

Dil olsa olsa gerçeğin gölgesi olabilir.




Normal düşünenler olarak insan dünyasının birkaç duyu üzerine kurulu olduğunu düşünür ve bunu benimseriz. Sağduyulu insanlar olarak gördüklerimizin, duyumsadıklarımızın, duyduklarımızın, kokladıklarımızın gerçek olduğuna inanırız. Bu düşünce tarzı genel bir realizm olarak adlandırılır. Nesnenin sabitliğine ve özün değişmezliğine inanırız. Realizm bu durumda normal olma sıfatını alır. Bu düşünce dünyanın bizlerden bağımsız olarak var olduğunu sanan sağduyulu insanın genel gerçeğidir. Belirli bir realite içine doğar ve o realitede yaşarız, dolayısıyla onun tek gerçek olduğunu düşünür ve böyle hareket ederiz. Doğal olarak dünyayı düşündüğümüz şekliyle adlandırır ve bu düşünce biçimini geçek sayarız. Dolayısıyla bilincimiz, eylemlerimizin güvenilir bir rehberi olur. Bu düşünceden hareketle gerçeğin deneylerle kanıtlanabileceğine inanırız. Mantığa göre ölçülebilen şey gerçektir. Deney gerçekle eşanlamlılık kazanır. Mantıkçı, gerçeğin yasalarla kurulu bir düzen olduğunu ve bunun böyle kabul edilmesi gerektiğini düşünür. Doğal-çocuksal bilincin çıkış noktası dışsalı algılamaya ve içsele güvenmektir. Bu anlamdaki doğal düşünme tarzı her normal insanın bilinç şeklidir. Neden? Çünkü bu tarz, herkesin olan dünyayı ortak algılamasından kaynaklanır. Daha doğrusu genel bir algılama söz konusudur burada. Dünya genelin algılama mülkiyetidir. Sağduyulu insanlar olarak dünyayı aynı gerçek olarak algılama gücüne sahibiz. Dolayısıyla dünya genelin mülkiyetidir. Sahip olduğumuz bu düşüncelerle dünyayı genelin mülkiyeti haline getiririz. Sağduyulu insanın mülkiyeti gözüyle gördüklerinden ibarettir. Ya da bir mikroskopla gördüklerinden... Sadece ölçülebilen şeyler tanınma karakterine sahip olurlar. Bu karakter insanın kişiliğiyle bağlantılıdır. Şeyleri tanımlarken onlara içerik veririz. Bu içerik bizim şeyler hakkındaki mantıkçı düşüncelerimizin bir sonucudur. Nesneleri tanıdığımızı, bildiğimizi düşünür ve buna da inanırız, çünkü nesnelere verdiğimiz içeriği, adları ve tanımlama işlevini gerçek sayarız.


Max Stirner (1806-1856) “dünya benim mülkiyetimdir” derken genelin dünyasından başka bir şey mi ifade etmekteydi?

Stirner’e geçmeden önce Ludwig Wittgenstein’a (1889-1951) kısaca değinmekte bu yazının akışı açısından fayda var. Wittgenstein, eğer dünya sorunu bir dil sorunuysa o zaman bu sorunu temel olarak çözdüğümü düşünüyorum, demişti. Wittgenstein’a göre söylenebilecek ne varsa söylenir. Ama ya söylenemeyecek şey varsa peki... O zaman susmamız mı gerekir? Susmakla neyi ifade edebiliriz? Susmak herhangi bir şey ifade edebilir mi? Ayrıca Wittgenstein ne kadar emindi kendisinden dünya sorunlarını çözdüğünü iddia ederken?

Gerçek denilen şey dünyaya yüklediğimiz dilin bir ürünüdür. Dil ile dünyayı betimler ve dil ile onu algılarız. Oysa dile yüklediğimiz temel önem, yani düşünceyle dili eşanlamlı kılmamız bir yanılgı değil midir? Bunu tartışacağız. Stirner ise bize bu tartışmada eşlik edecektir.

Stirner rasyonel dil üzerine kurulu dünyayı son aşamaya kadar yorumlayıp açıkladıktan sonra susar. Düşüncelerin, tinin, ideolojilerin dünyasına hayaletler adını verdikten sonra “beni hiçbir şey ifade edemez” der. “Gerçeğin kriteri benim, ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim, yani söylenemez bir şeyim.”1 “Hayaletler” adını verdiği düşünceleri psikolojik bir terim olarak ifade etmemiz gerekirse, adına nevrotik davranış ve psikolojik dengesizlik dememiz gerekiyor. Stirner’in bazen modern bir psikanalizci gibi yazdığını göz önünde tutmalıyız. Çünkü Stirner, insanı analiz ederken felsefesini (radikal) bir psikanaliz üzerine kurar.

Dünyaya atılmış etten kemikten somut Ben, ilk aşamada öz iradesiyle ve olanakları, gücü çerçevesinde kendisini yaratmaya çalışacaktır. Buna empirik Ben adını verebiliriz. Bu, görünüşteki Ben’dir. Rasyonalizmin laboratuvarında ölçülebilen, binbir düşünce sahibi olabilen, hatta bu düşüncelerin ürünü olan yüzeydeki bir Ben’dir. Ancak empirik olmayan, hem yaratılan hem de yaratıcı olabilen bir Ben vardır ki ona şimdilik ari Ben diyelim. Bu salt düşünen biri olmakla yetinmez, düşüncelerin yaratıcısı olmakla beraber her şey ve hiçbir şeydir. Düşünceleri yadsırken kendisi bir düşünceler dünyasıdır. Adsız olmakla birlikte düşüncelerin kralıdır o. Ancak bu kral, kral olduğu için kendisi içindir. Oysa biz kendinde şeyden söz etmekteyiz. Yanıltmacaların ortadan kalktığı şeyden söz ediyoruz. Dil felsefecisi Fritz Mauthner (1849-1923) “çaresiz” dili şöyle ifade ediyor: “Görünülerin dünyasındayım; ayrıca benim ama -ki bunu sadece kendimden yola çıkarak biliyorum- aynı zamanda kendinde ve kendisi için bir şeyim. Konuş öyleyse! Kendinde ve kendisi için olan biri olarak neyim ben? Ben, ben, ben! Ben, ben, ben! Saçma bir yinelemeyi ve kekelemeyi aşamamaktır dil.”2

Kendisini tekrarlamaktan başka bir işe yaramayan dil, Stirner’in Der Einzige und sein Eigentum (Biricik ve Mülkiyeti) ve Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus (Mantıksal Felsefe Üstüne İnceleme) adlı eserlerinde sert eleştirilere hedef olurken, bu eserlerin bazı önemli ana cümlelerinin, özellikle de son cümlelerinin aynı şeyi ifade ettikleri gözümüzden kaçmıyor. Son aşamada Wittgenstein susmayı, Stirner ise Hiç’i seçer. Her ikisi de mantığın “bittiği” yerde dile “yenilmişlerdir”. Bu da mantıksal bir tutarlılıktır. Bunu açıklayalım. Yenilgi, ne Wittgenstein’ın ne de Stirner’in bir çaresizliğidir; o, doğrudan dilin kendi çaresizliğidir. Dolayısıyla Stirner’in solipsist ya da Biricik olup olmadığı sorunu Stirner’den kaynaklanmıyor, bizzat dilin kendisinden kaynaklanıyor. Göreceğiz.


Orta Çağ’da felsefecilerin evrenseller üzerine girdikleri kavga bir açıdan Stirner’e kadar sürmüştür. Nominalistlerle realistlerin (bu kavramlar günümüzde farklı kullanılmaktadır, o nedenle karıştırılmamasına dikkat edilmelidir; Orta Çağ felsefesinin bir deyimiyle Stirner nominalisttir yani adcıdır ama günümüzdeki anlamıyla adsızdır) giriştikleri bu kavgada nominalistler kavranamayan yaratıcı Tanrı’yı kavramlar ağında görmek isteyen usa karşı savunmuşlardı. Stirner şüphesiz en radikal, hatta Gustav Landauer’in deyimiyle son büyük nominalisttir. Ona göre evrensellerin nesnel gerçeklikleri yoktur, evrenseller sadece birer sözcükten, birer addan ibarettirler. Tüm felsefe, sözcükler üzerine kurulu bir yorumdan ibarettir. Sözcüklerin gerçekliği yoktur. Stirner kavranamayan yaratıcı Ben’i dinci, genel, hümanist, sosyolojik ve her tür genel kavramlara karşı savunur. Orta Çağ nominalistleri Tanrı’nın kendi kendini ve evreni hiçten yarattığını ileri sürerlerken, Stirner de Ben’in aynı güce sahip olduğunu ve dolayısıyla meselesini Hiç’e bırakan Ben’in yaratıcı bir Ben olduğunu ifade eder. Ne demişti Stirner: “Eğer Tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve ‘boş’ olduğuma dair bir şikâyetim de yok. Ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç.”3 Öyleyse, örneğin Marx’ın Stirner’i “küçük burjuva” ya da Engels’in Stirner’i anarşist4 olarak betimlemesi, Stirner’i anlamadıklarını gösteriyor. Çünkü Stirner, sadece birer sözcük olan küçük burjuva ya da anarşist kavramları tarafından yönlendirilmeye izin verecek kadar realist değildi. Marx ve Engels ise proletaryadan daha çok proletarya hayaletince yönlendirilmişlerdir. Bu düşünürler proletarya fantomuna köle kalmışlardır. İnsanı salt bir homo economicus hatta proleter gören Marx, Stoacıların insanın şeylerden daha çok şeyler üzerine olan düşüncelerinden etkilendiğini anlayamamıştır.

Stirner’in yukarıdaki cümlesi bütün mantığın ve onunla birlikte dilin yıkıldığı bir noktadır ve bu noktada Stirner’den bir şey, bir ad beklemek komiktir. Ancak Stirner’in yukarıda Mauthner’in sözünü ettiği saçma yinelemeyi aşıp aşmadığı tartışılır bir konudur. Gizemci bir anarşist olan Landauer’in (1870-1919) yakın dostu Mauthner, Stirner’in kendi söylediğini kendisinin kavramadığını ileri sürerek Stirner’i bir gizemci olarak görmeye çalışır. Bu noktada hemen bir açıklama yapmak gerekir: Mauthner’in sözünü ettiği gizemcilik “tanıdığımız”, “bildiğimiz”, alışılagelmiş bir gizemcilik değil şüphesiz. Söz konusu gizemcilik Mauthner’in kendi deyimi olan Tanrıtanımaz (Tanrısız) gizemciliktir. Bu deyimi Stirner bağlamında irdeleyeceğiz.

Stirner’in dil eleştirmenciliği görebildiğim kadarıyla ilk kez Mauthner tarafından ilgi görmüştür. Stirner’in Biricik ve Mülkiyeti eserinde hemen göze çarpan bu özelliği bugün bile birçok düşünürce dikkate alınmamaktadır. Bu daha çok bu düşünürlerin, Marx örneğindeki gibi, tek taraflı bakış açılarından kaynaklanıyor. Oysa Stirner her sözcükte bir hayalet görmektedir, çünkü her sözcük Ben’in varlaşmasını engellemektedir. Mauthner şöyle yazıyor: “Dilin töre ve insan davranışlarındaki en genel alışkanlıkları üzerindeki erkini daha önce hiç kimse Stirner gibi yangın saçan o ateşli eseri Biricik ve Mülkiyeti’nde böylesi bir öfkeyle görememişti. Stirner’e göre tüm soyutlamalar, gerçekler, idealler, aslında bütün büyük sözler nefret edilmesi gereken hayaletlerdir. (...) Stirner nefret etmek zorundadır, başka türlü yapamaz. (...) Dilden de nefret etmek zorundadır. Stirner’in şu korkunç sözü, amacı doğrudan bu değildiyse de dil için de hatta özellikle dil için geçerlidir: Hazmet kutsal ekmeği ve kurtul. Hazmet dili ve kurtul; hazmet logos’u, yut sözcüğü.”5 Stirner’den büyük bir hayranlıkla söz eden Mauthner, Stirner’in Ben üzerine “dogmacı” yaklaşımını sert bir dille de eleştirmektedir. Böyle düşünürlere az rastlanır. Bir felsefeciye beslediği sempati ve sevgiye rağmen onu eleştirmek, düşünürler arasında az rastlanır bir durumdur. Mauthner bu yönüyle benim gözümde eşsizdir. Öyleyse soruyorum: Stirner, Ben felsefesini bir dogma üzerine mi kurdu? Stirner’deki tekrar tekrar, altı çizilerek, öfkeyle, haykıra haykıra hatta kahkahalarla ifade edilen o Ben bir dogma mıdır? Bence Stirner felsefesi çürütülebilecekse, diğer felsefesel ve düşünce sistemleri kapsamına girecekse ve bu da bir çöküntü demekse, işte bu noktada aranmalıdır bu çöküntü. Kusur varsa bu noktada var. Eğer Ben felsefesinin bir dogma olmadığını görebilirsek, o zaman bu felsefe hiçbir düşünce sistemi kapsamına giremez. Ve dolayısıyla çöküntü değil, geleceğin aydınlanma kuşağının keşfedebileceği eşsiz bir düşüncedir.


Antik Yunan ve 18. yüzyıl Avrupa’sında başlayan aydınlanma bugün yani postmodern çağda çökmüştür. Stirner felsefesi bu çöküntüyü yaşamadı, çünkü aydınlanma denen projede onun felsefesinin bir rolü yoktu.

Mauthner, eleştirisini şöyle ifade ediyor: “Ben’in bir yanılsama olduğu düşüncesiyle Stirner’e karşı gelmek, Stirner’in felsefi yapısını ciddi bir şekilde bozardı. (...) Çünkü vahşice gülen o son cümlesini kendisi bile tam olarak anlamamıştı.”6

Neydi Stirner’in o vahşice gülen son cümlesi: “Meselemi hiçe bıraktım!”7

Mauthner’in üzerinde durduğu bu ve “beni hiçbir şey ifade edemez” cümlesi sadece Mauthner’i değil, aynı zamanda bütün düşünürleri zor bir durumda bırakmıştır. Ama ne var ki hepsi Mauthner gibi samimi ve tarafsız davranmamışlardır.

Sanki felsefecilerin zor durumdan çıkmamalarını ister gibi Stirner, felsefesine iyice karmaşık ve gizemci bir stil vermiştir. Örneğin, “ben düşüncesizim” der. Bunu açıktan söyler. Evet, aynen öyle, “ben düşüncesizim” der. Kimilerine göre varoluşçu, kimilerine göre anarşist, bazılarına göre solipsist, nihilist, bazılarına göre de faşist sıfatını kazanan Stirner gerçekten düşüncesiz miydi? Düşüncesiz idiyse neden 412 sayfa boyutunda pekâlâ düşüncelerden oluşan bir eser geriye bıraktı? Ve Marx, Stirner’e “düşüncesiz aziz Max” derken neden “düşüncesiz Stirner” üzerine Stirner’in kitabından daha da kalın bir eleştiri yazdı? Değer miydi “hamkafalı” bir adam üzerine bu denli bir çalışma? Ayrıca bugün “Diyalektik Materyalizm olarak bilinen dünya görüşünü Marx, ilk kez Stirner’e yazdığı o meşhur yanıtında (Alman İdeolojisi) geliştirmiştir. Düşüncesiz biriyle ilgilenmek, hatta bu boyutta bir kitap yazmak daha büyük bir düşüncesizlik olmaz mı? Yoksa korktuğu bir şey mi vardı?

Herkesin herkesi düşüncesizlikle suçladığı bir dünyada, Stirner neden kendi kendisini açıktan düşüncesiz ilan ediyordu? Yoksa sadece birilerini kızdırmak ya da provoke etmek için mi “düşüncesizce” şeyler yazıyordu? Dil üzerinde sadece bir oyun mu oynamıştı? Yoksa düşüncesizlik deyimiyle başka bir şey mi demek istiyordu? Mauthner durumu anlamış görünüyor. İşte onun felsefe gücü burada yatmaktadır. Feuerbach, Hess ve Szeliga Stirner’e yaptıkları eleştirilerinde Stirner’in “Biricik” ve “sahip olan” (Eigner) deyimlerini anlamadıklarını, anlayamadıklarını beyan etmişlerdir. Bu üç filozofa karşılık verdiği yazısında, kendisinden üçüncü şahıs olarak söz eden Stirner, onlara şu yanıtı verir: “Stirner’in söylediği bir sözcük, bir düşünce ve bir kavramdır; söylemek istediği ise, ne bir sözcük, ne bir düşünce ne de bir kavramdır. Stirner’in söylediği söylemek istediği değildir ve söylemek istediği söylenemez.”8 Kafa karıştırmaya devam edecek olursak şunu da alıntılamamız gerekecek: “Biricik bir sözcüktür ve bir sözcüğün altında düşünülecek bir şey olmalıdır, bir sözcük düşünce içermelidir. Oysa biricik düşüncesiz bir sözcüktür, düşünce içermez.”9 Bu cümleler ister istemez Mauthner’den epeyce etkilenen Wittgenstein’i hatırlatır. Söylenebilecek her şeyi söyledikten sonra susmayı tercih eden Wittgenstein, söylenemeyecek şeyin olduğunu da vurgulamıştır. Meselesini hiçe bırakan biri için de susmaktan başka ne kalır geriye. Mauthner, haklı olarak Stirner’in Ben felsefesinin bir yanılsama olduğunu söyler. Ancak Mauthner bir konuda yanılmaktadır.


Önce düşüncesizlik konusuna açıklık getirmek istiyorum. Stirner’e kadar batı felsefesi esas olarak düşünceler sisteminden oluşmaktaydı. Eski Yunan’dan Stirner’e kadar yaşamı esas belirleyen bu sistemlerdi; insan onların kölesiydi.

Ontolojik bir noktadan baktığımızda Stirner’in “düşüncesizliğini” anlamak o kadar zor olmasa gerek. Daha yukarıda hayaletlerden ve fantomlardan söz etmiştik. Düşünceler hayaletleşince, fantomlaşınca, kutsallaşınca, sabitleşince, insanı yönlendirmeye başlayınca, insan üzerinde tahakküm kurunca, işte o zaman insan kendisi ya da biricik olamaz. Hatta düşüncelerin ürünü olur. Düşünceler hayaletler gibidir, yani yaşayamazlar; düşüncede var edilirler ama reel değildirler. İnsan, düşünceyi, örneğin insan düşüncesini düşünür. Düşüncenin var olabilmesi için insanın olması gerekir. İnsan önceldir, kendisini düşünerek yaratacak olan bir canlıdır. Yer yer Stirner’in stilinde yazan varoluşçu Martin Heidegger ile (1889-1976) söyleyecek olursak; varoluşun varlığı her varoluşun seçtiği olanaklara dayanır. Bu seçimi yaptıktan sonra ya kendisini yaratacaktır ya da başkasının eseri olacaktır. Kendisini yaratması onun otantik durumudur yani biriciktir. Ama eğer seçimi başkasına bırakırsa kendisinin eseri olamaz ve dolayısıyla otantik ve biricik değildir. Bunu şöyle örnekleyebiliriz: sevgi güzel bir duygudur ama kutsal sevgi görevi ve zorunluluğu getirir. Devlet, din, aile, ahlak, insanlık, özgürlük ve başka kutsallaşmış düşünceler, varlığın tüm putları saygıyı ve sevgiyi zorunlu kılarlar. Bu putlar insan biricikliğinin dışındaki koşullardır ve onun otantik olmayan durumunun kökenleridir. İnsan kişiliğinin önsel biçimleri soyut ve somut putların etkisindedir. İnsanın kendileşmesini, biricikleşmesini, Heidegger’in deyimiyle otantikleşmesini engeller. Stirner bunu eleştirir. Kendisini kendisi yaratmak ister. Demokrasi, sosyalizm, toplum, kısaca tüm düşüncelerin geçekleşmesi için yaratıcıları olan insana gereksinimleri var. İnsan onların, deyim yerindeyse, efendisi olmalıdır ama asla onları kendine efendi yapmamalıdır. Toplumsal varlığın putlarından arınmalıdır. Stirner dili köktenci bir yaklaşımla sorgularken önce şunu soruyor: “Saplantı diye neye derler?” Verdiği yanıt: “İnsanları egemenliğine almış bir düşünceye.” Ve şöyle devam ediyor: “Kafanda hortlaklar var; sen kaçıksın be adam! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka ya da mecaz yaptığımı sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları kararsız deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler...”10 Düşünce özgürlüğünün sınırlı hatta yasak olduğu bir ülkede düşünce özgürlüğünden daha çok düşüncesizliği tercih etmek ilk anda çok komik görünse de tam da Prusya yönetimine benzer bu ülkelerin anayasalarına hitaben yazılmıştır. Tüm anayasa bir saplantı değil midir ki? İnsanı Tanrı tahakkümünden kurtaran Feuerbach (1804-1872), onu insan düşüncesi tahakkümüne almıyor muydu? Eğer düşünce özgürlüğü düşüncenin özgürlüğü ise ve düşünce düşünenin mülkiyetinden çıkmış ise, o zaman bir saplantıdan elbette söz edebiliriz. Din özgürlüğü, din denen düşünceyi düşünen kişinin mülkiyetinden çıkıp onu kendi mülkiyetine almış ise o zaman bu düşünen şüphesiz saplantılıdır. Peki, dinin mülkiyetinde olmayan bir din düşünürü var mı? Demokrasinin mülkiyetinde olmayan bir demokrat var mı? Aşkın mülkiyetinde olmayan bir âşık var mı? İnsanlar durmadan düşüncelerdeki nesnelerin ve nesneleştirdikleri düşüncelerin peşinden koşmaktalar. Sokaklarda durmadan günlerce ve yıllarca bir yerlerden bir yerlere giden insanlar gibi sürekli bir şeylerin peşinde koştururlar. En güzel aşk en tutkulu aşk değil midir? En tutkulu aşk en fanatik aşk değil midir? Bir düşünceyi sonuna dek yaşamak, aşkı tüm hararetiyle yaşamak fanatik bir tarz değil midir, eğer fanatik tarz bir şeylere aşırı coşkuyla bağlanmak demekse. Yoksa tüm bu coşkular Heidegger’in sözünü ettiği otantik olmayan varoluş biçimleri midir? Dilin, özellikle de anadilin ulusal, klancı, halkçı sınırlarında varlığını sürdüren daha doğrusu varlığı sürdürülen insanın Heidegger’in Man adını verdiği yanlış yaşam biçiminden arınması gerekiyordu. Kimi felsefecilerin yabancılaşma kapsamında gördükleri insana Man adını veren Heidegger, insanın otantikleşme sürecini yabancılaşmayla çatışmakta görüyordu. Ve bilimin bu yabancılaşmayı pekiştirdiğini vurgularken de onun egemenliğinden arınmanın kaçınılmaz olduğunu öfkeyle ifade ediyordu. Heidegger, “düşünmeyi öğrenebilmemiz için onun şimdiye dek özünü unutmamız gerekir”11 derken Stirner’in düşüncesizlik düşüncesinden farklı bir şey demiyordu. Bu düşünme bilim ve bilim adamının düşünüş tarzından farklıdır. Bilim düşünmez, der Heidegger. Ancak düşünmeyen bu bilim, Stirner’in düşüncesizlik teriminden tamamen farklıdır. Bilim adamı sürekli keşfetmek durumundadır, keşfetmeye zorunludur, aksi takdirde bilim duraklar ve “yanlış” bir yol izler. Heidegger düşünmek nedir sorusunu insanın yüzmeyi nasıl öğrenebileceğiyle karşılaştırır. Şöyle der: “Yüzmenin ne olduğunu yüzmek üzerine yazılmış bir metinle asla öğrenemeyiz. Yüzmenin ne olduğunu, kendimizi sadece akıntıya atmakla öğreniriz.”12 Düşünmek de bir atlamadır. Wittgenstein’ın “gizemcilik dünyaya bir bakış açısı değildir, dünyanın kendisi gizemseldir” cümlesi bu bağlamda çok rahat anlaşılmaktadır. İnsan evreni sadece yorumlar ve yorumlarını hayata geçirir. Ancak her yorum sadece bir yorum olarak kalır, kendisini aşamaz. Heidegger’in bilime karşı beslediği tepki bir bakıma da buradan kaynaklanıyordu. Bilim, evreni keşfederken kendisini yeni hatta son tanrı olarak ilan ediyordu. Bugün çöküşünü yaşamakta olan bu tanrının çöküş nedeni efendilerini köleleştirmiş olmasıdır. Başka deyişle, onu yaratanların onun ürünleri durumuna gelmesinde aranmalıdır bu neden. Bilim, evreni kuşatmasıyla bir yöntem olmaktan çıktı. Stirner haklı olarak Hiç’ten ötesini sözcüklerle ifade etmesini beğenmedi. Sözcüklerdeki o ciddiyeti oyuna dönüştürmenin zamanı gelmişti: Dinlerin, dünya görüşlerinin, bilimlerin sadece bir oyun olduğunu göstermeye çalışmakla Stirner, sözlerin ve kavramların maskesini kaldırmıştı ve maskenin arkasında sadece oyun vardı, dolayısıyla bu sözcüklerle ancak oynama sanatı söz konusu olabilirdi.


“Hiçbir şey beni ifade edemez” cümlesinin o soğuk gülüşünün arkasında bir acı gizleniyordu. Bu acıyı daha sonra Nietzsche keşfedecekti ki acıya kendisini kaptırabilsin, acının içinde yoğrulsun, ta ki yok olana dek. Stirner’in, sözü sonuna dek düşündüğü yerde, Nietzsche okyanusa dalacaktı. Stirner’in bıraktığı yerde Nietzsche başlayacaktı. Düşünmek bir atlayış ve bir sıçrayıştı: Okyanusa dalmak alışılagelmiş o mantıksal düşünmeden uzaklaşmak demekti. İşte bu “görev” Nietzsche’ye düşecekti. Bir sözcüğü sonuna dek düşünmek, onu yok olasıya dek düşünmekti Stirner’e göre. Nietzsche ise Stirner’in Hiç’i içinde yüzmeye karar vermişti. Dünya bir resimdir, bu resmi zavallı sözcüklerle, birkaç duyumuzla ifade etmek Stirner’e az geliyordu. Her sözcüğün bir önyargı olduğunu başka nasıl ifade edebilirdi, eğer “hiçbir şey beni ifade edemez” demek yetmiyorsa! Eğer dil bir önyargıysa, onu konuşanlar nedir peki?

Nietzsche bu önyargıyı kıracak ve dili, anadilini, Almancayı barbarlıktan kurtaracak ve onunla oynama sanatını kuracaktı. Bu Nietzsche’nin okyanusa atlayışıdır, dolayısıyla kendisini bir “dinamit” olarak betimlemesi hiç de onun bir özelliği değildi. Dinamit şiirden ve koşuktan yoksundur. Dinamit daha önce sesini duyurmuştu, Nietzsche bu sesin ışığında dil ötesi düşünmenin eserini yaratacaktı. Buydu dinamitin sesi. Ancak Nietzsche’nin şiirsel dil ustalığı bastırmıştı bu sesi. Ve Tanrı’nın öldüğü haberini genel, yığınlar ondan alacaklardı.

Dil eleştirmeni Stirner aydınlanmacılara şöyle sesleniyordu: “Dinci Tanrıtanımazlar sadece Tanrı’yı öldürdüler, yani dışımızdaki ötedünyayı yok ettiler ama içimizdeki ötedünyayı yok edemediler.” Nedir bu ötedünyalar? Dışımızdaki ötedünya bir bakıma Yahudi-Hristiyan-İslam dinlerinin varsaydıkları cennet-cehennemdir. İçimizdeki ötedünya ise daha sonra Freud’te “Üst-ben” adını alacak olan içselleştirdiğimiz tanrılardır. Üst-ben dinsel ya da dinsel olmayan bir etik demekti. Aydınlanmacılar, İdealizm ve de Materyalizm sadece dışımızdaki ötedünyayı yadsımışlardı ama hiç gecikmeden, hemen bunun yerine içimizdeki ötedünyayı getirmişlerdi. Stirner sadece Tanrı’yı değil, tüm tanrıları yok etmişti: “Hiçbir şey benden üstün değildir!”13 Hiyerarşik bir düşünce dağarcığının çöktüğü bu cümleyi politik düşünmek ya da ona politik bir içerik kazandırmak, deyim yerindeyse, politik bir saçmalık olur. Stirner’in şu cümlesi hâlâ ne kadar güncel: “Gazetelerimiz politikayla dolup taşmakta, çünkü insanın politikanın bir mahlûku olması için yaratıldığı kuruntusuyla büyülenmiştir onlar.” Erdemli insanlar erdemde, terbiyeli insanlar terbiyede, politik insanlar politikada sefalet içinde yaşarlar böylece. Saplantılarını asla ameliyat masasına almaksızın.

Biricik deyiminin sözcüklerle açıklanamadığını vurgulayarak söyleyen Stirner, Biricik’i iç dünyayla dış dünyanın birleşiminde, başka deyişle, Üst-benin aşılmasında vukuu bulduğunu ifade ediyor. İşte bu empirik Ben’le ari Ben’in çakıştığı yaratıcı Hiç’tir. Düşüncesiz an budur. Bilincin tüm gücü ve ağırlığıyla Hiç’e dayanmasıyla Hiç’in yeniden canlanması söz konusudur.


H. İbrahim Türkdoğan
Kara Mecmua, Sayı 6, 2001


Dipnotlar

[1] Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, s. 400.

[2] Fritz Mauthner: Wörterbuch der Philosophie, 2. Band, Diogenes Verlag 1980, s. 373.

[3] Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, s. 5.

[4] Burada şunu da söylemek gerekir ki Engels, Stirner’e küfür etmek için anarşist terimini kullanmıştır. Ve aynı zamanda böylece Stirner ilk kez anarşist/anarşizm terimleriyle bağlantılı görünmüştür. Daha sonra anarşist olmayan anarşizm tarihçileri -Zenker, Eltzbacher ve Zoccoli- bu terimi pekiştirmişlerdir. Bence Stirner’in anarşist olup olmadığını anlamak için önce anarşizmi açıklamak gerekiyor. Bu da ancak başka bir çalışmada mümkün olabilir.

[5] F. Mauthner: Die Sprache, Rütten und Loening, 1905, s. 83.

[6] F. Mauthner: Die Sprache, Rütten und Loening, 1905, s. 84.

[7] Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, s. 412

[8] Max Stirner: Parerga, Kritiken, Repliken. LSR Verlag, 1986, s. 149.

[9] Max Stirner: Parerga, Kritiken, Repliken. LSR Verlag, 1986, s. 152

[10] Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, s 46.

[11] Martin Heidegger: Was heißt Denken? Reclam 1992, s. 9.

[12] Martin Heidegger: Was heißt Denken? Reclam 1992, s 15.

[13] Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, s. 5. 

27 Aralık 2010 Pazartesi

Beckett Geçiyor

Cehalet öğrenilir.

Beckett 1938 kışında bir gece Paris sokaklarında dolaşırken hiç tanımadığı bir adamın saldırısına uğrar, göğsünden bıçaklanır. Ağır yaralanmıştır, ölümden kıl payıyla kurtulur. Hastanede yatar k en de piyanist Suzanne Dumesnil'in ziyaretine maruz kalır. Yıllar sonra evlenecektir de onunla.

O yıllarda tuhaf merakları varmış herhalde. Hastaneden çıkınca hapishaneye gidip kendisini yaralayan adamla görüşmüş, bunu neden yaptığını sormuş. Cevap: Bayım, inanın bilmiyorum!


Sessiz Rezaletler Ansiklopedisi'nden.

BECKETT, Samuel (1906- ) Daha çok oyunlarıyla tanınan İrlanda kökenli Fransız yazar. Dublin'de doğdu. Protestan kilisesine mensup orta halli bir ailenin ikinci ve sonuncu oğluydu. Kızkardeşi yoktu, bugün de yoktur. Sanıldığının aksine, James Joyce'un sekreterliğini yapmamıştır. Bununla birlikte, Joyce'un kızı Julia'nın bir ara Beckett'e aşık olduğu doğrudur. Kendisi, Joyce'tan çok, Proust'u severdi. Joyce'un isteği üzerine, büyük romancıyı Dante, Giordano Bruno ve Giambatista Vico ile karşılaştıran bir inceleme kaleme almışsa da, yazıda daha çok Dante ile Vico'yu karşılaştırdığı görülür.

İlk, orta ve yüksek öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Latin dilleri okudu. Dante, Descartes ve onun öğrencisi Guelincx üzerinde çalıştı. Meksika şiirinden çeviriler yaptı. Bir yazısında "Ne zaman bir hayal kırıklığına uğrasam, aynı anda yadsınmaz bir rahatlama duymuşumdur" diyordu. Oysa bir gün, sahiden rahatladığında...


Spor ve Sıkıntı.

Bir söyleşide, ailesiyle ilişkisinin zaman zaman çatışmalı, çoğunlukla da durgun ve mesafeli olduğunu belirttikten sonra şöyle diyor: "Evdekiler benim mutlu olmam için ellerinden geleni yaptılar. Ne yazık ki, mutluluk yeteneğim yoktu. Bazen yalnız hissederdim kendimi, durup dururken sıkılırdım".

Buna inanacak mıyız? Kendisine yakıştırılan o "uzun paltolu, kasvetli yazar" imgesiyle dalga geçiyor olmalı. Çünkü okuldayken oldukça hareketliymiş; kriket, futbol, golf, yüzme, boks ve teniste çok başarılıymış. Bununla birlikte, üniversitenin son iki yılında futbol, yüzme, boks ve tenisten uzaklaşarak sadece golf ve kriket üzerinde yoğunlaştığını düşünecek olursak, bir noktada sahiden sıkılmaya başlamış olduğunu da söyleyebiliriz. Hatta, bu spor tutkusunu, Beckett'in kendine eziyet etmekten zevk alan mizacına da bağlayabiliriz.

Nasıl anlatmalı Beckett'in karamsarlığını? Ve niçin? Rus yazarı Vasili Rozanov bir yerde şöyle der: "Bütün dinler gelir geçer, sonunda bir iskemleye oturup uzaklara bakmak kalır." Beckett orada olsaydı başını sallar ve şunları eklerdi: iskemle gevşemiş, gıcırdıyor. Gözlerim de iyi görmüyor zaten.
Eh, ben kalkıp gideyim artık...


Demek ki yokmuş.

Dublin'de üniversiteyi bitirince Paris'te Ecole Normale Superieure'de edebiyat okutmanı olur. Dağınık bir dönem. Bol içki. 1930'da Dublin'e dönünce eski okulunda asistanlığa kabul edilir. Rahat durmaz. Dublin Modern Dil Derneği'nde, olmayan bir sanat akımının (Konsantrizm) olmayan temsilcisi
(Jean du Chas) hakkında bir konferans verir. Bu tür olaylardan sonra okuldan ayrılmak zorunda kalır. Kovuldum demez: "Kendi bilmediklerimi başkalarına öğretmenin güçlüğüne dayanamadım"

Şiir yazmaya da bu tarihte başlar. İlk şiiri "Whoroscope" (Türkçe'ye en iyi "Oroskop" diye çevrilebilir) Descartes hakkındadır: "Yanılıyorum, o halde varım''.

Bu arada dergilere de resim ve edebiyat eleştirileri yazmaktadır. Para için. Belki de bu yüzden, negatif bir estetikten yanadır, Konsantrizm'den yana...

Rilke'yi sevmediğini görüyoruz. Şairin "dünya sıkıntısını" özentili buluyor. Onu, gömüldüğü derinlikte bir türlü rahat edemeyen, dünyaya karşı tiksintisini tazelemek için ikide bir su yüzüne çıkıp soluk almak zorunda kalan ve ancak bu yoldan kendi "Ben-Tanrısının" ömrünü uzatabilen bir su altı
yaratığına benzetiyor: "Şiirlerinin çoğundaki huysuz ve şımarık ton da buradan geliyor işte, duygularını tutamıyor, sindiremediği yalnızlığını bunun için abartıyor. .. 'Bu insan-sebzelerin dünyasında geziniyorum. Ama ufkum düşlemler le dolu.' (Rilke) ... Sakinleşemediği için sebzelerin içindeki düşlemleri farkedemeyen, bu yüzden sonradan ufkun da aynı tarımsal ürünlerle dolup taştığını görünce hayal kırıklığına kapılıp küsen bir çoğunun yakınmasıdır bu''.

Resimde de sanatçının nesnesine, konusuna, kendi imkan ve araçlarına karşı eleştirel bir tavır alması gerektiğini söyler. Alman estetik çi Adorno'nun sonradan felsefesinin merkezine alacağı "özne-nesne kopukluğunu" gündeme getirir. Matisse'i, sanki tarihte hiçbir şey kırılmamış gibi, gören göz de görülen nesne de sabitmiş gibi, huzur içinde boyalarını sürdüğü için eleştirir. Klee'yi ve Kandinsky'yi önerir. Ama Mondrian'ı değil.


Yine sebzeler hakkında.

II. Dünya Savaşı çıkınca Beckett önce İrlanda'nın bağımsız tutumunu benimsedi. Hatta Joyce, kendi imkanlarını kullanarak, onun Nazi işgali altındaki Paris'ten Güney Fransa'ya geçmesini sağladı. 1940 Haziran'ında oldu bu. Ama Beckett Ekim ayında geri dönüp Paris'te bir direniş örgütüne girdi. "Kollarımı kavuşturup seyredemedim" diyordu. Bu örgütte iki yıl çalıştı. "Albay" rütbesine yükseltildi. 1942'de bir ihbar üzerine örgüt dağıtıldı, o da evinin basılmasından iki saat önce kaçtı. Üç yıl boyunca Güney Fransa'daki çiftliklerde saklandı. Geceleri ikinci romanı Watt'i yazıyor, gündüzleri de bahçıvanlık ve tarım işçiliği yaparak para kazanıyordu. Sebzelerdeki düşlem...

Eşsiz Yalçın Küçük, Beckett'le ilgili "edebi" bir çalışma yapıyor olsaydı mutlaka şu soruları da sorardı: Beckett Haziran ile Ekim arasındaki o üç ay boyunca ne yapmıştır, kimlerle ilişki kurmuştur ve nasıl olup da baskından iki saat önce kaçabilmiştir? Önemli sorular... Ama bilmiyorum, inanın bilmiyorum!

Yeri gelmişken, Yalçın Küçük'ün Türk sağcıianna bir değiş tokuş önerisini de hatırlayalım: Kemal Tahir'i alın, Peyarni Safa'yı verin.

Birgün bir Fransız solcusu da kendi sağcısına şöyle diyebilecek midir: Beckett'i mi istiyorsunuz, tuhaf, pekala, alın onu, eğer zaptedebileceğinize inanıyorsanız alın. Ama ne olur şu Romain Rolland ile Henry Barbusse'ü de alın! Hatta Aragon'un romanlarını da!

"Mısra haysiyetimdir".

Bir Alman yayınevi 1937'de Beckett'ten Alman şair Joachim Ringelnatz'ı İngilizce'ye çevirmesini ister. Kabareler için şiir yazan, Dışavurumculara yakın, yüzeysel bir bakışla Beckett'e de benzetilebilecek, hüzünlü-alaycı, kafiyelerin şaşırtıcı etkilerinden yararlanmayı seven bir şairdir Ringelnatz. Beckett, şairi bu yorucu çabaya değer bulmadığını yazar cevabında. Sonradan,"tam Almanlara göre bir sabuklama" diyerek bir yana ittiği bu mektup, yazarın kendi sözlerini ciddiye almayan saygısız eleştirmed ve edebiyat tarihçilerine göre Beckett'in gizli manifestosudur. Okuyoruz: "Benim için resmi bir İngilizce'yle yazmak gittikçe güçleşiyor. Kendi özel dilim bile bir örtü gibi gelmeye başladı bana, ardındaki şeylere (ya da Hiçliğe) ulaşmak için yırtılması gereken bir örtü. Dilbilgisi ve Üslup. Bunlar, Victoria çağından kalma bir mayo kadar (bilirsiniz, askılı ve kapalıdırlar), hatta gerçek bir beyefendinin serinkanlı davranışları kadar anlamsız ve gereksiz geliyor bana. Bir maske ( ... ) Dili bir anda yok edemeyiz ama, hiç değilse elimizden geldiği kadar kepaze etmeye çalışalım. Ardında ne varsa -ister herhangi bir şey, isterse hiçbir şey- iyice görünene kadar dili oymak, delikler açmak - bence bugün bir yazar için en onurlu davranış budur. Edebiyatı miskinliğe iten ne, neden öbür sanat dallarından geri kalsın bu konuda? Sözcük yüzeyinin o dayanılmaz maddeselliğini niçin eritmeyelim? Beethoven'in sessizliklerle bölünmüş o Yedinci Senfonisi gibi, başdöndürücü yükseltilerden geçen ses izleriyle birbirine bağlanan sessizlik uçurumlarından oluşmuş bir metne niçin ulaşmayalım? Joyce'un yaptığı bu değil, çok farklı, hatta bununla taban tabana zıt birşey: O, sözün imparatorluğunu kuruyor ( ... ) Şimdilik yapabileceğimiz, sözcüklere karşı bu alaycı tavrı, yine sözcükler aracılığıyla gerçekleştirmek. Belki o zaman, araçlar ve kullanımları ara­sındaki uyumsuzluktan doğan bozuk seslerde, o müziğin fısıltısını da işitebiliriz".


Edebi yakınlıklar.

Oyunun Sonu 1958'de Viyana'da Genet ve lonesco'nun oyunlarıyla dönüşümlü olarak salınelenirken yazdığı bir mektupta şöyle der: "Ionesco ve Genet'nin oyunlarını gördüm. Genet'nin Karalar'ı çok iyi" . lonesco'dan bahis yoktur.

En çok Proust'u, Apollinaire'i, Gerçeküstücüleri sever. Apollinaire, Eluard ve Rene Crevel'in şiirlerini İngilizce'ye çevirmiştir. Apo'nun Bir Aşk Kırgınının Şarkısı için, "Bütün ikinci sınıf simgecilerin en iyi şiirlerinin toplamına fark atar" der.

Proust'u, Gerçeküstücüleri, bütün bu mutluluk araştırmacılarını seviyor ama, kendisi Dostoyevski, Alfred Jarry ve Kafka çizgisinde bir gerçekaltıcıdır. Gözü hep garabetlere, sakil şeylere takılır: çatlaklar, delikler, sivileeler, orantısızlıklar. Bu açıdan, Laurence Sterne ile Jonathan Swift'e de benzetilmiştir. Ama bunlar alaycı yazarlardı, özellikle de Sterne: Yapıtlarında sözle anlam, yazıyla konu birbirinin kuyusunu kazarken, onlar hiç istiflerini bozmadan karşıya geçip seyrederlerdi: Gerçek bir beyefendi gibi serinkanlı.

Beckett, alaycı değil şakacıdır. İyi bir şaka uğruna, kendini de, yazarın anlamlandırma ve anlamsızlaştırma yetkisini de kuyuya atar. Oğuz Atay'ın, çok şaka yaptıkları için ölen kahramanları gibi.

1961 'de Fransa'da Fromentin edebiyat ödülünü Borges'le bölüşür. Artık telif haklarıyla geçinebilmektedir. Yeni bir bisiklet alır. Bir gün de Nobel aldığını öğrenir. Ses çıkarmaz. Parayı alır, çünkü niye almasın, ama Stockholm'deki törene gitmez. Tunus'ta tatildedir, 1970 başı. Kimseye de "Bu işi Sartre'dan daha gürültüsöz kapattım" demez.


Boğazı mı ağrıyormuş?

"Yazdıklarım cehalet ve iktidarsızlıktan besleniyor" diyor bir yazısında. "İktidarsızhğın, güçsözlüğün geçmişte yeterince kurcalandığını sanmıyorum. Benim küçük araştırmam, sanatçıların hep kullanılamayacak bir şey olarak bir yana attığı, tanımı gereği sanatla bağdaşamayacak bir şey saydıkları bütün bir varolma alanıyla ilgilidir: aczle".

Adorno, ölümünden sonra yayımlanan Estetik Teorisi'ni Beckett'e adamayı düşünüyordu. Şu sözler, daha Beckett'i okumadan yazdığı Minima Moralia'dan: "Sonuna kadar götürülen negatiflik, adı konulduğunda, kendi karşıtını yansıtan bir ayna haline gelir". Beckett'in son iki kitabı, Bozuk Görülmüş, Bozuk Söylenmiş (1981) ve En Kötüye Doğru, Hey (1982), Adorno'nun deniz fenerine kendi ışıklarıyla cevap vererek geçen iki uzak gemi gibidir.

Beckett'in kuraklıktan çatlamış bir toprak yüzeyini andıran metinlerine iyice yaklaşıp kulağımızı dayadığımızda, bir hırıltı duyacağız. Dili koparılmış doğa'nın sesi miydi bu? Yoksa sadece sözün kendi kendisiyle kavgası mı, çok durmuş bir suyun yavaş yavaş zehirlenmesi gibi, üslubun içten içe
bozulması mı? Yoksa, Adorno'nun dediği gibi, dünyanın yaralarını görüp de sırf ona sadık kalmak ve söz söyleme hakkını yitirmemek için kendini de sakatlayan, her türlü hazcılığı reddeden bir tavır mı bu? Yoksa -Yeter, diyor bir ses, daha fazla saçmalamayım Ben güldürrnek istemiştim yalnızca! Ama baktım ki şakadan anl... - Bu ses Paris'te bir evin açık kalmış penceresinden geliyordu, üç sokak öteden Beckett geçiyor.


Orhan Koçak