21 Ocak 2016 Perşembe

Zayıflığın Zorbalığı

Bugün her yerde zayıflıkla karşılaşıyoruz. Zayıfız ya da sanki farklı görünmekten korktuğumuz için böyle davranıyoruz.

Artık kendine güvenmek; kendisi ya da başkaları veya başka şeyler hakkında bilgi sahibi olmak modaya uygun değil. Eski moda, çoğu zaman da zevksizlik olarak görülüyor. Artık birşeyleri iyi yapmak için çaba harcamıyoruz ve bununla demek istediğim yapmayı seçtiğimiz şeylerin hiç bir maliyeti olmaması gerektiğine inanıyoruz. Mantığa aykırı ve üstünkörü bir şekilde, ayrıntılara dikkat göstermeden yapıyoruz. Elbette bu zayıflıkla tamamen övünmüyoruz, ama bunu arkasına gizlenecek bir tür siper olarak kullanıyoruz.

Böylece hızla yayılan bu yeni mitin köleleri haline geliyoruz. Burada yapmak istediğimiz - zayıflığın kılık değiştirmiş halinden başka bir şey olamayan - “iktidar” hakkında konuşmak değil, fakat daha ziyade bu durumu açıklığa kavuşturmaktır. Bu, değerlerin tahrip edilmesi ve hem yaşamak hem de düşmanlarımıza saldırmak üzere elde etmememiz gereken araçların çarpıtılması meselesidir. Bugünün hakim modeli kaybedendir; vazgeçmek, mücadeleyi terk etmek ya da sadece hız kesmektir. Bu eğilimin sürmesini görmekte iktidar yapısı her türlü çıkara sahiptir. Neredeyse hiç bir surette düşünmüyor ve yetersiz akıl yürütüyoruz, çeşitli bilgilendirme kanallarından çıkan mesajlara pasif bir şekilde boyun eğiyoruz. Tepki göstermiyoruz.

Budala ile pul koleksiyoncusunun ortasında bulunan bir kişilik inşa ediyoruz. Çok az anlıyor, yine de çok fazla biliyoruz: yararsız dağınık şeyler kalabalığı, cep ansiklopedisi bilgisi.

Bir aptal ya da cahil olmaya, kaybedenler olmaya hakkımız olduğuna inandırılıyoruz.

İktidarın mantığına ait olan verimli bir model olarak düşünülen verimliliği hasmımıza terk ettik. Ve bu doğruydu, kaçınılmazdı bir kere. Eğer bu sınıf düşmanına zarar verme sorusu olsaydı işe devamsızlık ve çalışmaya karşı olmak haklı olurdu. Fakat artık bu davranışı içimize attık ve oyuna geri dönmek isteyen bizim düşmanımız. Hatta kendimize ve istediğimiz şeylere rağmen pes ettik.

Ve böylece doğu felsefesini yakalayan kelebeğe, alternatif ürünlere ve düşünme biçimlerine, çok az yararı olan ve keskinliğini kaybetmiş şeylere döndük yüzlerimizi. Dişlerimizin dökülmesini beklemek yerine, bizzat kendimiz teker teker söküyoruz onları. Artık mutlu ve dişsiziz.

İktidarın laboratuvarları bizler için yeni vazgeçiş modelleri programlıyor. Sadece bizler için tabii ki. Kazanan azınlık için, model hâlâ saldırganlık ve fetihtir. Artık isyanlarda ve kontrol altına alınamayan başkaldırılarda başıboş kalmasına izin verilen kanlı, zorlu barbarlar değiliz. Hiçbir şeyin felsefecilerine, eylem şüphecilerine, yılgına, züppeye dönüştük. Dilimizi ve beynimizi büzüştürdüklerini hâlâ idrak edemedik. Artık başkalarıyla iletişim kurmak için herhangi bir şeyi zar zor yazıyoruz. Artık zar zor konuşuyoruz. Televizyondan ve sporun bayağılıklarından, iletişimi kolaylaştırıyor gibi görünürken gerçekte alçaltan ve hadım eden baraka-tarzı gazetecilikten yapılmış güdük bir lisanla kendimizi ifade ediyoruz.

Fakat daha beteri hâlâ daha fazla birşey yapmak yönünde herhangi bir çaba sarfetmiyoruz. Kendi sorumluluğumuzu üstlenmiyoruz. Çok kısa zamanlarda, fazla okumayıp çok az şey yapıyoruz. Bir miting, bir eylem burada ve orada ve biz yere kapandık, geberdik. Öte yandan saatlerimizi içerikten yoksun müzikleri, anlamadığımız dillerdeki şarkıları, fabrikayı, yarış arabalarını ve motosikletleri taklit eden gürültüleri (anlamadan) dinleyerek harcadık. Kendimizi doğaya (artık ondan geriye ne kaldıysa) tefekküre dalarak kaybetsek bile gerçekte yürüyüşe çıkmıyoruz, fakat bu yürüyüş bize nüfuz ediyor. Kapitalizmin (yeni alternatif biçimi, elbette, önceki geçmiş biçiminden daha da kötü) bir duraklamadan sonra gerçeği söylediği ekolojik ya da naturalist modellerine, bayağılığa razı oluyoruz. Ama basitçe tefekküre dalmayı değil bağlılığı ve güçlü olmayı, saldırıyı ve mücadeleyi talep eden doğa ile gerçek bir ilişki kurma hakkında hiçbir deneyimimiz yok.

Ve sakın bana kapitalistlerin saldırgan davranışlarına karşılık olarak ılımlı davranışlar geliştirmemiz gerektiğinden bahsetmeyin. Sermayenin ifade ettiği ya da Paris - Dakar yarışının katılımcılarının saldırganlığının ne olduğunu mükemmelen biliyorum. Benim bahsettiğim bu değil. Gerçekten her türlü saldırganlığı kastetmiyorum. Sözcükler yanıltıyor olabilir. Benim kastettiğim, gemi alev alev yanıp giderken kişinin zamanını boşa harcamak yerine eylem yapmasının zorunlu olduğudur.

Geniş kapsamlı değişikliklerin vuku bulduğuna ikna olduk veya olmadık. Ancak kapitalizm ve iktidar şimdiki hayatlarımızı altüst edecek, kim bilir kaç on yıl sürecek bir dönüşüm geçiriyor. Eğer buna derinlemesine bir şekilde ikna olmazsak, o zaman rüyalarımızdaki kelebekleri, budizmin mitlerini, homeopatik ilaçları, Zen felsefesini, kaçış edebiyatını, sporu ya da bizi gramerden ve dilden makbul bir uzaklığa yerleştiren her ne ile eğleniyorsak onu yakalamaya devam edebiliriz.

Fakat eğer ilk varsayıma ikna olursak, bizi kölelere dönüştürmeye kararlı bir projenin, prensipte zincirlerimizi görme ihtimalinden bile yoksun bırakacak bir kültürel kölelik projesinin yürürlükte olduğuna ikna olmuşsak, o zaman müsamahaya veya mücadeleyi bırakma ya da engelleme eğilimine artık tahammül gösteremeyiz. Ve burada söylediklerimizin yalnızca arkalarında zaten devrimci bağları olan yoldaşlar için geçerli olduğu sanılmamalı ve şimdi yeşiller, turuncular, budistler ya da bu tür başka sürülerin içinde huzurlu bir şekilde otlayanlar için de geçerli. Kendilerinin hâlâ devrimci olduklarını fakat gün be gün fiziksel ve zihinsel bir kirlenmenin ilerlemesinin trajedisini yaşadıklarını düşünenlerden de bahsediyoruz.

Bu basit bir eylem çağrısı değil. Mezarlıklar bu tür çağrılarla dolu. Kapitalizmin laboratuvarlarında üzerine çalışılan şimdi mükemmel olması için uygulanan bir proje hakkında konuşuyoruz. Mücadele etme kapasitemizden yavaş yavaş ve acısız bir şekilde bizi uzaklaştırmayı hedefliyor. Bu proje sermayenin derinlemesine bir biçimde yeniden yapılanmasıyla el ele gidiyor. Bizimki gönüllülükle ya da anlamsız bir çığlığı sevip sevmemenizle ilgili bir çağrı değil. Bunun, sınırlı ve tahmini de olsa, etrafımızdaki dünyanın geçirdiği derin değişimleri anlamaya ufak bir katkı olmasını umarız.


Javiera Hernandez

20 Ocak 2016 Çarşamba

Tüketim Toplumu

Tüketim toplumunda ruhun yerini beden almış, tutku dışlanmıştır. Bedenin etrafı sağlık, perhiz, tedavi, arzu gibi söylenlerce kuşatılmıştır. Reklamlar bireyi yatırım nesnesine dönüşen bedenlerini keşfetmeye davet eder.

Baudrillard bu kitabında, daha sonra yazdığı Amerika ya da Cool Memories gibi kitaplarında yaptığından farklı olarak, tasvir ettiği "post-modern" toplumun büyüsüne kapılmamış. Ortaya sert tonlu bir eleştiri çıkmış. Bunda kitabın 1968 olaylarının ertesinde yazılmış olmasının ve 1970 öncesi dönemde "post-modern" toplumun henüz yeterince şekillenmemesinin payı olabilir. Yine Baudrillard'ın diğer kitaplarıyla karşılaştırıldığında Tüketim Toplumu yer yer tablo ve istatistiklerle desteklenen ampirik bir çalışma olma özelliğiyle de dikkat çekiyor.

Konu yeni değil. Tüketim toplumu ya da kitle kültürü daha önce aralarında Frankfurt Okulu yazarlarının da bulunduğu birçok düşünürce eleştirilmişti. Bu düşünürler kendilerini -potansiyel de olsa- bir toplumsal muhalefetin parçası olarak görüyorlardı. İsteği dışında kendi hakikatine yabancılaştırılmış, iktidarca manipüle edilmiş ama yine de bu durumdan kurtulma umudunun var olduğu bir toplum sözkonusuydu. Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard ise bu kitabında yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yokolduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia ediyor. Baudrillard'ı sosyalist görüşten ayıran temel fark bu. Ona göre tüketim toplumu kaybettiği hakikati gündeminden çıkarmıştır. Radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı, suçluluk.

Marksist düşünce özne/nesne, birey/toplum gibi karşıtlıkların komünist toplumda aşılacağını öne sürmekteydi. "Post-modern" tüketim toplumu olumsuz anlamda bu karşıtlıkları kendi içinde "çözdü". Artık nesne karşısında bir mesafe, eleştirel bir gerilim taşımayan, ruhuyla ve bedeniyle bir tüketim makinasına dönüşen özne, standardize edilmiş tüketim nesnelerinden oluşan dünyayla uyum içine girmiştir. Toplum büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyonun dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için artık varlığının anlamını bulmaya çalışan, toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir.

1980'li yıllardan itibaren "post-modern" kültürün istilasına uğrayan Türkiye'deki gelişmeleri anlamak açısından Baudrillard'ın kitabı önem taşıyor. Ancak farklılıkları vurgulamak gerekiyor. Baudrillard'ın ele aldığı 1970 öncesi dönem, Avrupa'da, kapitalizmin ekonomik temelde krizsiz geçirildiği bir dönem. İkinci olarak Avrupa'da "post-modern" olarak adlandırılan toplum, ekonomik-sosyal-kültürel açıdan pre-kapitalist yaşam biçimlerini çoktan geride bırakmış, modernizmden geçmiş bir toplum. Türkiye'de ise "post-modern" toplumun temel dayanaklarından olan hizmet sektörü 1980'lerden sonra gelişmeye başladı. Sivil toplum, yurttaşlık, temsili demokrasi gibi konular Avrupa'da 19. yy'da tartışılan konularken, bugün Türkiye'nin gündemini oluşturuyor. Kendi hakikatini kaybetmiş Batılı birey, post-modern bir tatil anlayışı çerçevesinde de olsa "orijinal", "otantik", dolaysız yaşam biçimlerini görmek için Üçüncü Dünyaya yönelirken, Türkiye'de yeni tüketim biçimlerine özenen kitleler, kendi doğrudan hakikatlerinden uzaklaşıp televizyonun sunduğu "reality show", "sıcağı sıcağına" programları gibi ikinci elden gerçekliğe, sanal gerçekliğe yöneliyorlar. Şimdi Batıdaki tüketim toplumundan bazı görüntüleri Baudrillard'ın kitabından izleyelim;

Bu toplumun dili tüketimin dilidir. "Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir."(s.88) Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, "işin içinde olmak", giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır. Modern tüketici her birinden az da olsa her şeyi denemeli, hiçbir hazzı atlamamalıdır. Artık sözkonusu olan bireyin özel eğilimleri değil, tüketimin motive ettiği saplantısal meraktır. "Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçularının ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur."(s.91) Reklamların vazettiği kişiselleştirici farklar tam tersine kişiler arasındaki gerçek farkları yokederek kişileri ve ürünleri türdeşleştirir. "Bireyin narsisizmi ayrıksılığın hazzı değil, kollektif niteliklerin kırılıp yayılmasıdır."(s.107) Öte yandan gerçek imkânları cılızlaşan ve denetim altında sıkışan beden yüceltilir.

Özneye gelince "artık ne 'kendi' ne 'kendi-özne' ne de dolayısıyla kendinin başkalaşması, yani kelimenin doğru anlamında yabancılaşma vardır. ....Tüketici... bir göstergeden diğerine 'kişiselleşmesiyle oynar.'" (s.240) Tüketimin oyunculluğu içinde bireysel kimliğin trajikliği yokolur.

Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürmüştür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğuyla aynı anda bir taş baskı aynı hipermarketten alınabilmektedir. "Mezecide sanat eseri, fabrikada soyut resim.. artık sanat nedir? diyemezsiniz." (s.124) Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.

Tüketim toplumunda ruhun yerini beden almış, tutku dışlanmıştır. Bedenin etrafı sağlık, perhiz, tedavi, arzu gibi söylenlerce kuşatılmıştır. Reklamlar bireyi yatırım nesnesine dönüşen bedenlerini keşfetmeye davet eder. "Elle kadının 'sıcaklığı' modern mobilya takımının sıcaklığının aynısıdır. Bu bir 'ambiyans' sıcaklığıdır." (s.161) Yeni cinsellik " 'işlevsel' bir konuttaki sıcak ve soğuk renkler oyunu gibi sıcak ve soğuktur." (s.161) Erotik olan artık arzuda değil göstergelerdedir. "Kadının bedeni... reklamda görülen diğer cinsiyetsiz ve işlevsel nesnelerin türdeşi olur." (s.162)

Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir. "Bronzlaşma saplantısı... güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir." (s.190-191) Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte "... reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür." (s.197) Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır.


Yaşar Çabuklu

19 Ocak 2016 Salı

Yabanıl Devrim

Küçük bir çocukken, hayatım tamamen deneyimlemiş olduğum şeyi hissetmeme sebep olan hararetli bir zevkle ve canlı bir enerjiyle doluydu. Bu olağanüstü ve neşeli varoluşun merkezindeydim ve kendimi tatmin etmek için başka bir şeye değil kendi yaşam deneyimime gereksinim duydum.

Yoğun bir şekilde hissettim ve deneyimledim, yaşamım tutkunun ve zevkin bir festivaliydi. Hayal kırıklıklarım ve kederlerim de yoğundu. Evcilleşmeye dayanan toplumun ortasında özgür ve vahşi bir yaratık olarak doğdum. Kendimi evcilleştirmekten kurtarabileceğim hiçbir yol yoktu. Uygarlık ortasındaki vahşiye göz yummayacaktır. Ama yaşamın ulaşabileceği yoğunluğu asla unutmadım. İçimden yükselen dirimsel enerjiyi asla unutmayacağım. Bu canlılığın tüketilmiş olduğunun ilk defa farkına varmaya başladığımdan bu yana varlığım, uygar hayatta kalma ihtiyaçları ile yaşamın tam yoğunluğunu deneyimleme ve kaçıp kurtulma ihtiyacı arasında bir mücadele olmuştur.

Bu canlı enerjiyi yeniden deneyimlemek istiyorum. Onları neşeli oyunda anladığım bastırılmamış arzularımın özgür ruhlu vahşiliğini bilmek istiyorum. İstediğim uysallaşmamış özgürlüğün yoğun ve aşırı tutkulu bir yaşam ve benim aramda duran her duvarı parçalamak istiyorum. Bu duvarların toplamını biz vahşi dünyanın doğrudan katılımcı deneyimi ve bizim aramıza giren her şey, yani uygarlık olarak tanımlıyoruz. Çevremizde makbul üretim ve tüketimin sınırlarını tanımlayan tahakküm ağı - deneyimimizi kısıtlayan temsiliyet ağı - gelişmiştir.

Evcilleştiren otorite bazılarının tanınması zor olsa da birçok biçim alır. Devlet, sermaye ve din otoritenin en açık yüzlerinden bazılarıdır. Ama teknoloji, çalışma, kavramsal sınırlamalarıyla birlikte dil, görgü kurallarının ve uygunluğun kökleşmiş alışkanlıkları – bunlar da bizi vahşi, neşeli, kuralsız hayvanlardan uysal, sıkıcı, mutsuz üretici ve tüketicilere dönüştüren evcilleştirici otoritelerdir. Bu şeyler, hayal gücümüzü sınırlayarak, arzularımızı gasp ederek, yaşanmış deneyimlerimizi bastırarak içimizde sinsice işlemektedir. Ve bu içinde yaşadığımız uygar dünya ve bu otoriteler tarafından yaratılmış bir dünyadır. Şayet yoğun zevk ve vahşi macera ile dolu olan bir yaşam hayalim gerçekleşirse, dünya radikal bir şekilde dönüştürülmek, uygarlık vahşilik genişlemeden önce düşmek, otorite vahşi özgürlük enerjimizden önce düşmek zorundadır. Bir devrim – daha iyi bir dünya isteğiyle - olmak zorundadır.

Ama uygarlığı yıkabilen ve uysallaşmamış arzunun canlı enerjisini yeniden canlandırabilen bir devrim geçmişteki her hangi bir devrim gibi olamaz. Bugüne kadarki tüm devrimler iktidar, yönetimi ve yeniden dağıtımı etrafında merkezlenmiştir. Onlar evcilleştiren sosyal kurumları yok etmeye çabalamamışlardır; daha çok o kurumlar içindeki iktidar ilişkilerinin yok edilmesine çabalamışlardır. Öyleyse geçmişin devrimcileri saldırılarını iktidarın merkezine onu devirmeye yöneltmişlerdir. İktidara odaklanmış olarak, onlar gündelik varlığımızı kuşatan tahakkümün sinsi güçlerine karşı kördüler ve var olan iktidarları yıktıklarında onları yeniden yaratmış oldular. Bundan kaçınmak için, iktidara değil, yoğun zevk ve vahşi macerayı bilmek, yaşamın tamamını deneyimlemek için vahşi olma arzumuza odaklanmamız gerekiyor. Bu arzuyu gerçekleştirmeye çabaladıkça, tahakkümün gerçek güçleriyle – gündelik yaşamda her an yüz yüze olduğumuz güçler - karşı karşıya geleceğiz. Bu güçlerin devrilebilen tek bir merkezi yoktur. Onlar bizleri saran bir ağdır. O halde var olan iktidarları yıkmaya çalışmak yerine, bizler iktidarın merkezleri onunla birlikte düştüğü gibi çoktan çökmeye yüz tutan uygarlığa daha hızlı yıkılması için yardımcı olarak her gün karşı karşıya geldiğimiz tahakkümün altını kazımak istiyoruz. Eski devrimciler sadece iktidarın haritada iyi planlanmış topraklarını araştırdılar. Ben ise vahşi özgürlüğün haritalanmamış ve haritalanamaz topraklarındaki macerayı araştırmak isterim. Dünyayı yaratacak olan devrim yabanıl bir devrim olmalıdır.

Yabanıl devrim için hiçbir program veya örgüt olamaz, çünkü vahşi, bir program veya örgütten gelmez. Vahşi, tutkularımızın spontane ifadesinden, güdülerimizin ve arzularımızın özgürleşmesinden gelir. Her birimiz evcilleşme süreçlerini deneyimlemişizdir ve bu deneyim, bize uygarlığın altını kazımamız ve yaşamlarımızı dönüştürmemiz gerektiği bilgisini veriyor. Kendi deneyimimize güvenmememiz, belki de bizi istediğimiz kadar özgür ve aktif bir şekilde isyan etmekten alıkoyan şeydir. İşin içine etmekten korkarız, kendi cehaletimizden korkarız. Ama bu güvensizlik ve korku bize otorite tarafından telkin edilmiştir. Bu bizi gerçekten büyümekten ve öğrenmekten alıkoymaktadır. Bu bizi doldurmaya hazır olan her hangi bir otorite için kolay hedefler yapmaktadır. “Devrimci” programlar oluşturmak, ne yapmak gerektiğinin söylenmesi ihtiyacını takviye etmek için bu korku ve güvensizlik üzerinde oynamaktır. Yabanıl oluşun hiçbir girişimi böyle programlara dayandırıldığında başarılı olamaz. Eğer hiç özgür olamadıysak, bizlerin kendi hislerimize ve deneyimlerimize güvenmeyi ve onlar üzerinde hareket etmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

O halde ben hiçbir program önermiyorum. Paylaşacağımız şey, keşif yollarımız üzerine bazı düşüncelerdir. Hepimiz evcilleştirilmiş olduğumuzdan bu yana, devrimci süreçlerin görevi kişisel dönüşümlerin bir işlemidir. Bizler kendimize güvenmemeye, bütünüyle hissetmemeye, yaşamı daha yoğun yaşamamaya koşullandırılmışız. Bizler şeylerle kaynak olarak bağ kurmak, kendimizi üreterek geliştirmemiz gerektiğini hissetmek için çalışmanın utancını kabul etmeye ve kaçınılmaz olarak onu çekmeye koşullandırılmışız. Bizler hayal kırıklığını normal olarak görmeyi ve onu sorgulamamayı düşünmemeye koşullandırılmışız. Bizler özgür olmak ve gerçekten yaşamak yerine uygar hayatta kalmanın can sıkıntısını kabul etmeye koşullandırılmışız. Bizlerin bu koşullandırmayı bozmanın, bilebildiğimiz gibi evcilleşmemizden kurtulmanın yollarını keşfetmemiz gerekiyor. Onun bizi kontrol etmeyi bıraktığı ve onun altını kazımaya çalıştığımız gibi uygarlığın ortasında hayatta kalmak için gerekli olduğundan kullandığımız bir rolden daha fazlası haline geldiği bu koşullandırmadan özgürleşmeye çalışalım.

Daha genel bir biçimde, bizler ne istediğimizi biliyoruz. Bizler vahşilerin dünyasında, özgür, vahşi bir varlık olarak yaşamak istiyoruz. Kuralları takip etmek zorunda olmanın, hayatta kalmak için yaşamlarımızı satmak zorunda olmanın, gasp edilmiş arzularımızın malları bize satmak için soyutlamalara ve imajlara dönüşmesini görmenin utancı bizi öfkeyle dolduruyor. Bu sefalete daha ne kadar katlanacağız? Bizler bu dünyayı, arzularımızın arada sırada değil normal olarak doğrudan doğruya gerçekleştirildiği bir yere çevirmek istiyoruz. Yaşamlarımızı yeniden erotize etmek istiyoruz. Bizler kaynakları ölü olan bir dünyada değil, özgür vahşi âşıkların canlı bir dünyasında yaşamak istiyoruz. Bizlerin, bu hayallerin bugün kendimizi izole etmeden yaşanabildiği bir boyutu keşfetmeye ihtiyacımız var. Bu bize evcilleşmeyle daha şiddetli bir şekilde savaşmamızı sağlayacak ve böylelikle vahşi bir şekilde yaşayabileceğimiz bir boyuta genişleyeceğimiz bir anlayışla yaşamlarımız üzerindeki uygarlığın tahakkümünün daha anlaşılabilir bir kavrayışını sağlayacaktır.

Şimdi olabildiğince vahşi bir biçimde yaşamaya girişmek ayrıca bizim sosyal koşullandırmalarımızı kırmamızı sağlayacaktır. Bu, uygarlığı, altını kazıyarak ve yeni yaşama biçimleri yaratarak ve onları birbirimizle paylaşarak uysallaştıracak olanları amaçlayacak olan bizdeki vahşi bir eşek şakacılığının kıvılcımını çakacaktır. Bu keşifler uygarlığın tahakkümünün sınırlarını teşhir edecektir ve onun özgürlüğe özsel karşıtlığını gösterecektir. Daha önce hiç hayal edemediğimiz olasılıkları keşfedeceğiz; vahşi özgürlüğün geniş enginliği. Sabotajdan dizilen projeler ve egemen toplumumuzun altını kazıyan veya onu teşhir eden eşek şakaları, vahşiliğin genişlemesine, festivallere ve sefahatlere ve genel özgür paylaşımlara insanı şaşırtan olasılıklara işaret edebilir.

Yabanıl devrim bir maceradır. Bu vahşi olmanın cüretkâr keşfidir. Bu, hiçbir haritada var olmadığı için bizi bilinmeyen topraklara götürür. Bizler şayet onları aramaya aktif bir şekilde cüret ediyorsak bu toprakları sadece bilebiliriz. Bizler vahşiliğimizi yok eden her ne varsa onu yok etmek ve kendi güdülerimiz ve arzularımız üzerinde hareket etmek zorundayız. Bizler kendimize, deneyimlerimize ve tutkularımıza güvenmeye cüret etmek zorundayız. Sonra kendimizi hapsetmeye ve zincirlemeye izin vermeyeceğiz. Yabanıl enerjimiz ufak parçacıklara ayıracağız ve vahşi özgürlük ve hararetli zevkin yaşamını yaratacağız.


Feral Faun

18 Ocak 2016 Pazartesi

Kapatılma ve İktidar

Bir cezalandırma biçimi olarak düzenli kapatma uygulaması ve hapishane sistemi esas olarak on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda ortaya çıkar. Daha önceki monarşiler sert ve baskıcı niteliklerine rağmen toplum üzerinde yaygın bir kontrol sağlayamamıştır. Birtakım yasalar vardır ama bunlar ne keyfi krallık yönetimi ne de halk tarafından umursanır. Öte yandan gümrük, ticaret vb. konularda yasaları ihlal eden burjuvazi, vergi kaçıran köylülere karşı hoşgörüyle yaklaşır. Suçlular genellikle adaletten kaçar, ancak yakalandıklarında da konulacakları bir hapishane yoktur. Aynı şekilde deliler de toplum içinde serbestçe dolaşırlar, on dokuzuncu yüzyılda kurulacak olan akıl hastaneleri gibi yerlere kapatılmamaktadırlar henüz.


On sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyılda kapitalizmin gelişmesiyle birlikte toprağa bağlı nüfus kentlere göçüp fabrikalarda çalışmaya başlar. İşgücünün serbest dolaşımına eşlik eden sosyal ve politik hareketlilik burjuvaziyi ürkütür. Burjuvazinin mülkiyetindeki üretim araçlarının, makinelerin proleter sınıfın elinin altında olması toplumun denetim altına alınmasını gerekli kılar. Köyden gelip fabrika disiplinine alışamayan, işten kaytaran işçilerin disipline edilmesi, eğitilmesi, üretim aygıtına sıkı bir şekilde bağlanması, düzenli, hiyerarşik, otoriter bir şekilde işleyen fabrika içine kapatılması gerekir. Aynı disipliner süreç içinde öğrenciler yeni kurulan okullara, askerler kışlalara, deliler akıl hastanelerine, suçlular hapishanelere kapatılır. On dokuzuncu yüzyılda hapis, cezalandırmanın genel bir biçimi haline gelir. Eski toplumda olağan sayılan gezginlik, serserilik, göçebelik burjuva iktidarınca hoş görülmez. Her vatandaşın sürekli olarak oturduğu sabit bir ikametgâhı ve düzenli bir işi olması toplumsal denetimin önemli bir koşulu haline gelir. Evlere numara verilir, toplumun yaşamı idari ve polisiye olarak kayıt altına alınır.


Kapitalizmden önce kanunsuzluk ve suçluluk toplumsal hayatın hoş görülen boyutlarıydı. Neredeyse herkes bir ölçüde yasadışı bir hayat sürmekteydi. Suçluyu toplumsal sözleşmeyi bozan bir iç düşman olarak gören anlayış burjuva toplumuyla ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşıma göre suçlu, toplum dışı bir yaşam süren kişidir ve bu haliyle bir toplum üyesi, bir yurttaş olarak kabul edilemez. Toplumu bu tür kişilere karşı korumak için cezalandırılmaları, hapsedilmeleri gerekir. Burjuva toplumunda hapis, suçluları, dış dünyadan, toplumdan izole etmenin bir aracıdır. Hapis cezası "eşitlikçidir" çünkü bireyi "özgür zamandan" yani "vakit nakittir" anlamında bir zamandan yoksun bırakır. İşlenen suça bağlı olarak hapis cezasının süresi hesaplanır. Bazı hapis cezalarının paraya çevrilebilmesi para ve zamanın kapitalizmde nesnel ölçütler haline geldiğinin bir göstergesidir. Aynı zaman ölçütü emek sürecinde, işgücünün karşılığı hesaplanırken de gündeme gelir. Emek zamanının karşılığı ücretse, ceza zamanının karşılığı hapistir.


Kapitalizmin tarihi nesnel, herkese uygulanabilir evrensel doğruların, kuralların oluşturulmasının tarihidir. Hapis cezasının ölçülebilmesi nasıl nesnel bir zaman ve hukuk anlayışının oluşmuş olmasını gerektiriyorsa "normalliğin", "sağlıklılığın" ölçülebilmesi de nesnel bir hakikat düşüncesini, bilim ve aklın yasaları tarafından onaylanan evrensel doğruları gerekli kılar. Tıp bilimi anormal, sapkın olarak tanımladıklarına akıl hastanesinin yolunu gösterirken, hukuk bilimi de suçlu addettiklerine hapishanenin yolunu gösterir. Aydınlanmanın, ilerlemenin özgürlükçü olduğunu iddia eden sosyalist varsayımların aksine hapishane ve ceza ekonomisi Aydınlanmanın, bilimciliğin, rasyonalizmin doğal sonucudur. Nesnel hakikat düşüncesinin iktidar olduğu her yerde hapishane vardır.


On dokuzuncu yüzyıl kapitalizmi toplumun büyük ölçekli, merkezi, hiyerarşik, otoriter kurumlar içine kapatılarak denetlenmesini beraberinde getirmiştir. Bu denetim kaba ve disiplinerdir. Toplumu hareketlilik aracılığıyla değil, hareketsizleştirerek, kapatarak kontrol etmeyi hedefler. Aynı sistem kadını da baskı altına alarak aile yapısı içine hapseder. Cinsellik de yasakçı bir zihniyetle kapalı kapıların ardına itilir. On dokuzuncu yüzyılda toplumsallaşma; bedenlerin denetimi, gözetimi, bükülmesi ve kırılması pahasına gerçekleşmiştir. Bu yüzyıl vücutlar üzerinde uygulanan bir siyasal fizik veya toplumsal ortopedi süreci olarak tanımlanabilir. Kapitalist üretim ilişkilerinin toplum yaşamı üzerinde yarattığı tahripkâr sonuçların devlet tarafından denetlenme çabası bir dışlama mekanizmasını gerekli kılar. Suçlular toplumdan tecrit edilir, hapsedilir. Hapishaneden çıkanın toplum içine yeniden kabulü çok zordur. Öte yandan toplumda suçluluğa karşı duyulan korku iktidarın, polisin halk üzerindeki denetiminin artmasına zemin hazırlar.


Kapitalizmde yasallığın, yazılı hukukun kural olduğu, yasadışılığın arızi veya tesadüfi olduğu düşüncesi bir yanılgıdır. Kapitalizm nasıl sadece rasyonel bir sistem değil aynı zamanda irrasyonel bir sistemse, aynı şekilde hem legaliteyi hem de illegaliteyi içinde barındırır. "Yasal boşluklar" denilen şey aslında sistemin illegaliteye olan ihtiyacının açık bir göstergesidir. Yasal olmamasına rağmen uyuşturucu, kadın ve silah ticaretine göz yumulur ve oluşan rant mafya ve iktidar grupları arasında paylaşılır. Öte yandan düzen karşıtlarına karşı uygulanan cezalar, sistemin içinde kalarak yolsuzluk yapanlara oranla daha ağırdır. İktidar gizli servis faaliyetleriyle, olağanüstü hal uygulamalarıyla hukuk sisteminin kısıtlamalarından kurtulma imkânını her zaman elinde tutar.


Batı'da İkinci Dünya Savaşı'na kadar süren dönem bir kapatılma dönemiydi. 1960'lardan itibaren bu kez bir "açılmaya" tanık oluyoruz. On dokuzuncu yüzyıldan farklı olarak işçiler büyük üretim içinde çok uzun saatler kapatılmıyorlar. Büyük üretim yerini periferilere kaydırılan esnek, küçük ölçekli üretime bırakıyor. Çalışma saatleri azalıyor ve esnek hale geliyor. Bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler sonucu iş eve taşınabiliyor. Eskiden toplumsal şekillendirmenin önemli bir aracı olan büyük ordu, yerini profesyonel, küçük ordulara bırakıyor. Kadının aile içine kapatılması son buluyor, kadınlar iş hayatına ve sosyal hayata aktif bir şekilde katılıyor. Eğitim de eski katı, disipliner yapısından uzaklaşarak daha esnek hale geliyor. Akıl hastaneleri hâlâ var ama hastane dışı terapi gündelik hayatın sık rastlanan bir unsuru haline geliyor. Deyim yerindeyse, postmodern toplum düşük yoğunluklu bir terapi altında yaşıyor. Hapishanelere gelince, en az yumuşama bu alanda görülüyor. Sistemin asimile edemediği, toplumun marjında yaşayan "suçlu" bir kesimin tehdit edici varlığı hapishanelerin "açılmasını" engelliyor. Bununla birlikte sivil toplum kuruluşlarının girişimleri sonucu hapishanelerdeki koşullarda bazı iyileşmeler sağlanabiliyor.


Eskinin kapatmacı kurumları postmodern toplumda yumuşasalar da, toplumsal denetime yönelik işlevleri değişmeden sürüyor. Öte yandan yeni sistem, toplumu kapatıp hareketsiz bırakarak denetlemek yerine, onu açık alana, hareketin, hızın, tüketimin alanına sürerek denetlemeyi amaçlıyor. Kapatma yerine toplumu kuşatan ağ yapı içine dahil ederek gerçekleştirilen bir kontrol söz konusu burada. Şeffaflığı şiar edinen postmodern toplum, kapalı olanı, görünmeyeni vitrine çıkararak tüketimin bir parçası haline getiriyor. Özdenetimi yüksek, eğitilmiş bir tüketiciler kitlesi, hayatlarının dışında bulunan merkezi-bürokratik bir iktidarın zorunlu kapatması altında yaşayan "tekinsiz" bir halka göre sisteme daha çok güven veriyor. Yeni düzen kitleleri tüketim alanına birbirlerinden yalıtılmış bireyler olarak çekiyor. Görünürdeki bu iletişimsiz açılmaya, evlerinde televizyon izleyen yüz milyonlarca bireyin gönüllü, iletişimsiz kapanması eşlik ediyor. Postmodern iktidar, düzenli tüketici/yurttaş yapamadıklarını dışlıyor; onları gözden ırak gettolarda, varoşlarda yaşamaya mahkûm ediyor. Sistemin gündelik işleyişi açısından tehlike oluşturanları ise hapishanelere dolduruyor.


Yaşar Çabuklu