Savaş, hukuk ve savaşın hukuku
Küresel güçlerin, kendi çıkarlarına dayalı iktidarlarını, '"küreselleşme", "dünya barışı", "dünya köyü" gibi sloganlaşmış söylemler ve bunların açılımı olan politikalarla ulus devletlere dayattıkları gerçeği, her ne kadar bazı siyaset ve toplumbilimciler tarafından ifşa edilse de tahakküm tüm hızıyla sürmektedir. Şimdilerde, vitrininde Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, NATO, AB gibi sözde uluslararası kuruluşların olduğu ve sözde uluslararası uzlaşma ile sürdürülen politikaların dünyayı getirdiği nokta ortadadır: Kan, gözyaşı ve sefalet!
Büyük fedakârlıkla sağlanmaya çalışıldığı anlatılan dünya barışı, aslında adı konmamış bir dünya savaşına dönüşmüştür ve dünya milletlerinden beklenen, bunların "Haklı savaş" olduğuna inanmasıdır! Oysa durum anlatıldığından çok farklıdır! Gördüğümüzün aslında ne olduğu bile medya aracılığıyla onlar tarafından belirlenmektedir, hatta emredilmektedir. Gördüğümüz gerçek ise aslında ortada çok büyük bir savaşın olduğu, bu savaşın haksız olduğu; üstelik sadece askeri değil, ekonomik, sosyolojik, kültürel bir savaş olduğudur. Aslında görünen gerçek, küresel güçlerin dünyayı savaş ile yönettikleri ve bu savaşı her alana yayarak, hayatı savaş ile belirledikleri gerçeğidir.
Savaş iki taraf arasında yapılır, saldıran ve savunan... Uluslararası hukuk ve yazılı olmayan insani değerler, savaşa bir tek durumda, kendini savunma durumunda "haklı savaş" olarak bakar. Bir toplumun kendini savunması için doğal olarak önce saldırıya uğraması gerekir. Bunun dışında hiçbir gerekçe bu hakkı vermez. Başını ABD'nin çektiği ve ona destek olan bazı batılı devletlerin oluşturduğu grup ya da kendi tanımlamalarıyla koalisyon güçleri, "önleyici saldırı (priemptive strike)" dedikleri doktrinle yeni bir hukuk yaratmışlardır. Gücün hukuku ya da güçlü olanın hukuku!
Sonsuza kadar savaş!
"Önleyici saldırı", "savunma için saldırı" kavramını "güvenlik için saldırı" kavramına çevirmiştir. Bunun diğerinden çok önemli farkları vardır. Birinci olarak, sürekli bir tehdit hali söz konusudur. İkinci olarak, düşmanın yerinin ve kimliğinin belirsizliği söz konusudur. Üçüncü olarak, tehdidin ne zaman sonlanacağı belirsizdir.
Bu, kazanılamayacak, bitmeyecek bir savaştır. Bu savaşta nihai bir sonuç yoktur, dönemsel, hatta gündelik sonuçlar vardır ve savaş öylesine şiddetli devam eder ki, mağdurları gerçekten bir düşman olup olmadığını bile düşünmezler, çünkü belirsiz olan düşman sürekli yer ve kimlik değiştirir.
Bütün savaşlarda olduğu gibi bu olağanüstü bir durumdur ve olağanüstü şartları gerektirir. En başta bir "istisna hali" söz konusudur. Yani toplumu koruyan güç, böyle bir durumda yasaları ve hukuku askıya alabilir. "İstisna hali", olağan hukuk için de bir "istisna hali" ve aslında onunla çelişen bir durum yaratır; ama olağan şartlarda düşmanın kimliği ve yeri belli iken, taraflardan birinin kazanması durumuna kadar sürecek olan "istisna hali", geçici olduğu için bir anlamda kabul edilebilir. Fakat bu durum şu anda olduğu gibi belirsiz ve sürekli bir nitelik taşıyorsa, çelişki, çelişki olmaktan, çelişkiyi belirleyen hukuk da hukuk olmaktan çıkar. Eski hukuksuzluk, yeni bir hukuku doğurur, kavramsallaştırır ve durumun sıcaklığı bunu kanıksatır. Bu sonsuza kadar savaş demektir.
Liberalizm savaşla soluk alıyor
Emperyalist liberalizmin amentüsüne göre dünya küresel bir köye dönmüştür, sınırlar fiili olarak işlevini kaybetmiştir, üretim ve tüketim küresel yetenek ve ihtiyaçlar doğrultusunda belirlenmektedir. Her ulus, her ihtiyacını kendisi karşılamaya çalışmakta, uluslararası arenada üstün olduğunu üretip diğerlerini başka uluslardan karşılamaktadır; bu, her ulusun belli konularda başka uluslara muhtaç ve bağımlı, dolayısıyla onlarla bir eşgüdüm içinde olması demektir. Dolayısıyla böyle bir dünyada, ulus ayırt etmeksizin var olan bir tehdide karşı savaşacak bir güç gereklidir, bir polis, bir jandarma. Elbette bu uluslararası askeri aktivite için uygun bir de ulusal ve uluslararası hukuk.
"Ulus-üstü hukukta görülen çağdaş dönüşümler yoluyla, emperyal kuruluş süreci ya doğrudan ya da dolaylı olarak ulus devletlerin iç hukukuna nüfuz etmeye ve onu yeniden biçimlendirmeye yöneliyor ve dolayısıyla, ulus-üstü hukuk iç hukuktan güçlü bir biçimde üstbelirliyor."
Bahsettiğimiz uluslararası askeri aktivite, tehdidin ortaklığından ve buna bağlı olarak dönüştürülen hukuk mantığından dolayı, yerel bir jandarmaya ve verdiği savaş ise bir iç savaşa en azından fiili olarak dönüşmüştür artık. Bundan sonrası modern hukuk anlayışına göre tam bir kâbustur. Tam da burada savaşın mı küresel gücün bir aracı, yoksa küresel gücün mü savaşın bir aracı olduğu bulanıklaşır. Çünkü bulunduğu yeri, zorunlu olarak değiştiren bu askeri aktivite ve sürekli savaş halinin toplumsal değişimi dayatan özelliği aynı zamanda kendi tehdit algısını da yeniden biçimlendirir. Bahse konu sürekli güvenlik doktrininin, kendi varlığı açısından tehlikeli olan ve olmayan sınıfları tanımlamak gibi bir özelliği de vardır.
"Savaş bir biyoiktidar rejimi, yani sadece nüfusu kontrol etmeyi değil, toplumsal yaşamın tüm yönlerini üretmeyi ve yeniden üretmeyi amaçlayan bir idare biçimi haline gelmiştir."
"Sürekli güvenlik" doktrini, topluma belli bir siyasi davranış kalıbını dayatır, buna muhalefet eden siyasi görüş ve toplumsal sınıfları da yine kendi tanımladığı düşmanla özdeşleştirir. Dolayısıyla klasik anlayışı dışında, silahsız, soyut, siyasi bir düşman ve bu düşmana karşı sürdürülecek süresiz bir savaş tanımlanmış ve insanlığa kanıksatılmıştır.
Bu savaş veya savaş politikasının en büyük açmazı ise, varlığını devam ettirebilmek için bir düşmana ihtiyaç duymasıdır. Eğer bu soyut, değişken, sürekli ve hiç bitmeyecek düşmanın tehdidi olmazsa bu doktrin ve uygulayıcısı olan küresel güç de varlık nedenini kaybeder. Şu halde ilk önce bu soyut düşmanın eylemselliği somutlaştırılmalıdır.
Bu yapıldıktan sonra gerisi savaşın kanlı ellerine kalmıştır. O, düşmanını, dostunu, yaşam hakkı tanıdığı siyasi fikirleri, düşman kabul ettiği muhalefeti, toplum sınıflarını, bu sınıfların üretim ve tüketim ilişkilerini, ideal insan tipini, nüfusu, kısacası hayatı, öldürme özelliği ile paradoksal bir şekilde yaratır.
Bu değişimin hem hukuksal, hem toplumsal, hem de polisiye yansımalarını, ülkemizde de, önleyici dinleme, önleyici soruşturma, önleyici gözaltı, korku toplumu gibi kavramları sıkça duyduğumuz "Ergenekon"' davası ile açık seçik görmekteyiz.
Savaşın ürettiği yaşam
Küresel askeri aktivitenin, değiştirme, dönüştürme veya üretme gücünü, en anlaşılır şekilde gözler önüne serebilmek için bir ordunun uluslararası hukuka veya uluslararası kabullere dayanarak, demokratikleştirmek, özgürleştirmek, terörden korumak gibi bahanelerle bir başka ülkeyi işgal etmesini ele alalım.
Bahse konu ordu ülkeye geldiğinde, amaçladığı sözüm ona insani amacı gerçekleştirmek için, güvenliği ön plana çıkardığından, yerleşmesine en uygun yeri tamamen kendi inisiyatifi ile seçer. Seçtiği yerin o ülke için önemi, konumu, daha önce ülkeye sağladığı faydalar, ön plana çıkan "kurtarıcı"nın güvenlik’i nedeniyle önemini yitirecektir. Bu gerçekte fiilen işgaldir! Daha sonra konuşlanmasına uygun yapılaşmalar başlar. Yeni yollar, binalar, lojistik merkezleri, harekât üsleri, barınaklar, güvenlik engelleri, vb. vb. Çevresel değişim, hatta yeni şehirleşmeler daha büyük değişimlerin habercisi olarak ve aynı nedenlerden dolayı hızla kabullenilir. Ülkedeki yeni durum, yeni risk algılamalarını, yeni bir kolluk anlayışını ve bu da doğal olarak yeni sınırlamaları getirir.
Artık yaşamın tüm evreleri bu yeni sınırlamaların izin verdiği ölçüde ve yeniden üretilecektir. Bu ise, ülkenin tüm yöneticilerinin yönetsel yetkilerinin ve onun kaynağı olan egemenlik haklarının kısıtlanması veya yeniden belirlenmesi demektir.
Buraya kadar anlatılanlar, BM Barış Gücü'nün herhangi bir nedenle yerleştiği üçüncü dünya ülkeleri veya ABD ve koalisyon güçleri tarafından işgal edilen Irak ile bire bir özdeşleştirilebilir.
Aynı örneği, toplumsal sonuçlarını daha iyi kavrayabilmek için bir köy, kasaba veya küçük bir kent boyutunda küçülterek hayal gücünüze güveneceğim. Bir askeri birliğin, dış tehditlerden korumak amacıyla, örneğimize konu köye konuşlanmasını ele alalım. Birlik köye geldiğinde ilk olarak ön plana çıkardığı güvenlik nedeniyle, yerleşmesine en uygun yeri tamamen kendi haklı gerekçelerine dayanarak, kendi inisiyatifi ile seçer. Seçtiği yerin kime ait olduğu, güvenlik birinci planda olduğu için önemini yitirmiştir. Daha sonra yerleştiği yere, mevziler, barınaklar, depolar, dikenli tel engelleri, gözetleme kuleleri vb kurar. Çevresel değişim başlamıştır ve yine aynı öncelikli nedenlerden dolayı bu değişimler kabullenilmek zorundadır. Ortalıkta gezmeye başlayan silahlı adamlar, yeni bir düzenin yansımasıdır ve aynı nedenlerle bunlar da hızla kabul edilir.
Arkasından, belli bölgelerin tehlike nedeniyle yasaklanması, belli bir saatten sonra dışarı çıkılmaması gibi zorunlu uygulamalar başlar. Yaşam tarzı ve alışkanlıklar yeni duruma göre değiştirilmeye başlanmıştır.
Bu güvenlik tedbirleri, köyün yönetimi ve ekonomik faaliyeti başta olmak üzere, her egemenliği kısıtlamaktadır. Köy içerisinde tarımla geçinenler bu durumdan az rahatsız olurken, sürüsünü köy dışında otlatmak zorunda kalanların rahatsızlığı daha fazladır. Tekrar köy dışına çıkmak isterler, ancak güvenlik duvarına takılırlar. Bu, güvenlik tedbirine muhalefet etmeyi başlatır ve işte düşmanla özdeşleştirilecek düşman da bellidir. Hayvanlar otlatılamayınca sürü biter, hayvancılık durur. Sonra köyün zenginlerinden biri bir besi çiftliği kurarak pazardaki boşluğu doldurur. O hayvanlar yapay yem ile beslenir ve bu yemin dışarıdan alınması gerekir. İşte yeni toplumsal sınıflar, yeni burjuvazi yaratılması başlanmıştır. Bu yeni sınıflar elbette süren durumla son derece barışıktırlar.
Eski hayvancılar bir zaman sonra, muhalefet etmeyi bırakmış dahi olsalar varlıkları tehdittir. Onların yeniden hayvan alma ihtimali dahi, güvenlik sorunu olabilir. Böyle bir ihtimalin dedikodu biçiminde konuşulması bile güvenlik takibine gerekçe olabilir. Artık dışarıdan bir saldırı olması da önemli değildir, zira yeni sınıflar mevcut durumun sürmesini varlıklarının bir gereği olarak görürler, silahlı güç de aynı şekilde, Besin kaynakları, özgürlük sınırları, siyasi kabuller, yaşam tarzları, nüfus, fiziksel özellikler dâhil olmak üzere bütün hayat, sürekli savaş halinin kanlı elleriyle yeniden üretilmiştir.
Bu örneği küresel koşullarda düşündüğümüzde biyopolitikin ve biyoiktidarın karşımızda durduğunu görürüz. "Biyopolitik" ve "biyoiktidar", Antonio Negri'ye ait kavramlar, ancak anlatılan gerçek ortada.
Kavramlarla kandırmak
Negri tüm bu sistemi, internete benzettiği, merkezsiz, adına imparatorluk dediği kimliksiz bir erkin yönettiğini söylemekte ve kendince buna karşı Marksist temelli bir enternasyonalizmin gelişebileceğini söylemektedir.
Belki de uzun zamandan beri ilk defa küresel demokrasi ihtimaline dayanarak ulusdevleti reddetmektedir. Oysa gözden kaçırılmaması gereken en önemli şey yaratılan bu kavram kargaşasının oluşturduğu sis perdesinin arkasında, hem merkezi hem de kimliği belli olan bir hegemonun kendini gizlediği gerçeğidir.
Batılı siyaset bilimcilerin, süslü kavramlarla önümüze koyduklarını çok zaman önce görmüş olanlarımız da vardır ve hapiste bunun bedelini ödemektedirler. Bundan yaklaşık iki buçuk yıl önce yayınlanmış bir yazımdan nakletmek gerekirse;
"İçinde bulunduğumuz yönetim biçimini tanımlamak için kullanılabilecek en uygun tanımlamanın küresel totalitarizm olduğunu düşünüyorum. Aslında bireyin temel özgürlükleri adına otoriteyi, yani devlet erkini dahi sınırlamayı öngören liberalizm, değişen tüm teknoloji ve işgal yöntemlerine rağmen değişmeyen emperyalist devletlerin, tarihi hedeflerine ulaşmak için oluşturdukları küresel totaliter düzenin aparatları olmuştur".
".... ABD kaynaklı küresel totalitarizmin kendine hedef olarak belirlediği coğrafyalar içinde etkisi altında olmayan devlet yok gibidir. Bilindiği gibi totaliter devletlerde, devleti oluşturan tüm bireylerin yaşam alanları devletin kontrolündedir."
"Totaliter devlet, kendi varlığına tehdit olarak gördüğü hiçbir şeye yaşam hakkı tanımaz."
"Küresel anlamda ise durum biraz değişkenlik göstermekle beraber, tamamen aynı amaca hizmet eder. Burada değişkenlik gösteren şey, tamamen aksi anlam içermekle beraber liberalizmin de küresel totalitarizmin söylemi ve aracı haline dönüşmüş olmasıdır. Tüm dünyada küresel güç ve dünyanın jandarması rolünün baş aktörü olan ABD, bireylerin ve küçük etnik toplulukların hak ve özgürlüklerini, kendisine ve dünyaya karşı tehdit olarak gördüğü (öncesinde, kendi yarattığı) terörizmi bahane ederek ve demokrasi getireceği iddiasıyla, askeri güç dâhil olmak üzere bu araçların tamamını kullanarak kısıtlamakta ve emperyal amaçları doğrultusunda ülkeleri işgal etmeye devam etmektedir."
"Bir savaş yöntemini anlamak için yapılacak şey, bu savaşa kumanda eden siyasetin mantığını incelemektir."
Elbette bütün bu zahmetlerin ve soyut kavramlar çöplüğünün somut bir gerekçesi de vardır, sömürü, artı değerin emilmesi ve kendi yaşam tarzlarının her şeye rağmen sürdürülmesi, daha fazla para, daha fazla güç, daha, daha…
Küresel iktidar boyun eğenlere dayatılır
"Küresel anlayış basit ifadeyle gücün her şeye kadir olduğu, insani değerler dahil her şeyin paraya tahvil edilebileceğini tanımlıyor. Kim bu küreselciler sorusunun yanıtı ise ulusüstü şirketlerdir. Bunların vatanı olmadığı öne sürülüyor, ancak hangi güç ve insani yapı böylesine doyumsuz ve ihtiraslı olabilir."
Bu, büyük aç gözlülüğü sadece ulus-üstü şirketlerle değil ama şirketleşmiş devletlerle veya şirket paravanı arkasındaki emperyalist devletlerle açıklamak son derece doğru olur.
"Emperyalizm dış ülkelerdeki özel çıkarlarını korumak için, devlet tarafından desteklenen bir güvenlik sistemi kurmak zorundadır. Devletin sadece belirli firmaların dış yatırımlarını değil, bizatihi bütün sermaye birikimi sürecini koruması zorunlu kılıyor."
Savaş kavramı sadece silahlı savaşı kapsamadığı için bu bastırma eyleminin aynı kavram içinde yer bulan onlarca yöntemi ve aparatı vardır ama yine de bu durum kavramın genel niteliğinin askeri olduğu gerçeğini değiştirmez, "Bu baskıyı sağlamak için kullanacağı araçlar teknolojinin gelişimine oranla sürekli değişkenlik gösterebilir, ama amaç ve sonuç aynıdır. Askeri güç, medya, eğitim sistemi, toplum mühendisleri tarafından oluşturulan yaşam tarzı akımları, STK'lar totalitarizmin araçlarındandır. Totaliter devletlerde devlet adına, ordu, medya, eğitim sistemi, bu yönlendirme ve baskı altında tutma işlevini sürdürürken, küresel totalitarizm de satın alınacak veya devşirilecek devlet başkanlarına, siyasetçilere, yazarlara, medya patronlarına, hâkim ve savcılara ve de elbette güvenlik bürokrasisinin yöneticilerine ihtiyaç vardır. Yani uşaklar gereklidir. Devşirilen veya satın alınan uşaklar, liberal söylemlerle bireyin hak ve özgürlüklerine, olması gereken refah düzeyine dair nutuklar atar, fakat uyguladıkları politikalarla bahsettikleri şeyi asla vermeyerek bu konularda son derece kuvvetli bir özlem oluşmasına neden olurlar.
"Daha sonra sırada, bu kulağa tatlı gelen ama bir türlü karşılaşılmayan kavramlara karşı, söylem ve eylemleri ile yapay düşmanlar ve düşmanlıklar oluşturulması gelir. Karşısına çıkan düşman, düşmanı bahane eden çaresiz yönetim, özlediği ama bir türlü göremediği liberal hayaller ve tüm bu hayalleri gerçeğe döndürme iddiasında olan küresel jandarmanın sahne aldığı bir oyunda halkın kimi alkışlayacağı ise bellidir zaten."
"Bir yandan Avrupalı veya dünya vatandaşı olmanın kerametinden dem vurdurulan yazar çizer taifesi, diğer yandan Batılı olmaya özendiren medya, TV, yeni yaşam ve giyim tarzı akımları ile devşirilmiş uşaklarına yaptırdığı sözde kişisel hak ve özgürlükler temeline dayalı liberalizm propagandası yaparak gözleri, kulakları ve bilinçleri doldururken; diğer yandan, krediler, kotalar, stratejik vizyon belgeleri, uyum protokolleri vasıtasıyla tepemizde saklayan küresel totalitarizmin kırbacı ile sadece kendi istediği doğrultuda hareket etmemizi sağlayan emperyalist güç için artık direniş diye bir tehdit kalmamıştır."
Muhalefet veya milli siyasi direniş (meclis dışı), bu saydığımız araçlarla baskı altına alınamamışsa, vurmak, evlerinin önünde kurşunlamak yetmemişse, bir tertiple sorgusuz sualsiz aylarca hapiste tutulmaktadır. Hukuk, küresel gücün hukuku haline gelmiştir artık.
Hey Agamemnon! Sen aslında ölüsün!
Bizim tanımlamamızla küresel totalitarizm Antonio Negri'nin tanımı ile "biyoiktidar", yaşamı toplu olarak yok edebilme gücü (örneğin nükleer silah tehdidi) kadar bireyselleştirilmiş şiddeti de kullanır. Bireyselleşmenin uç noktasında biyoiktidar işkenceye dönüşür. Bu tür bir bireyselleştirilmiş iktidar biçimi, George Orwell'in 1984'ün deki kontrol toplumunun merkezi öğelerinden biridir:
"- Bir adam diğerine nasıl iktidar uygular, Winston?
Winston düşündü:
"- Ona acı çektirerek, İtaat tek başına yetmez."
Negri ve Hardt'ın aksine bu küresel sömürü düzeni ile mücadele edecek gücün ulusdevletler olduğu bizce tartışmasızdır. Zira bireylerden başlayarak, minik topluluklar halinde farklılaşmak sadece küresel tahakküme daha kolay boyun eğmeyi ve sömürülmeyi getirir. Devlet İnşası adlı kitabında; ulusun da inşa edilip, ülkelerin "sosyal inşaat" alanına çevrilebileceğini, ulusların yavrulatılıp, bir ulustan birçok ulus çıkartılabileceğini, bunu yaparken, inşa edilecek yeni devletlere yol açmak için hedef devletin dönüşümü sağlanana kadar tüm ekonomik kapasitesinin "arttırılacağı" söylemleri ile "emileceğini", böylece hedeften sapma olasılığının sıfıra indirileceğini söyleyen küreselci beyin Prof. Fukuyama'nın tüm iddialarının, güzel yurdumuzda bir bir uygulandığını" yazan Adil Serdar Saçan da şu anda acı çektirilerek iktidar uygulananlardan biri olarak hapistedir.
Negri ve Hardt'ın görmediği veya göremediği, Fukuyama'nın bahsettiği şehir devletleri modelidir. Negri ve Hardt'ın merkezsiz bir imparatorluk dediği ise bu şehir devletleri imparatorluğunun Agamemnon'u rolüne soyunan ABD'dir. Bu, dünyayı tek başına yönetme ve sömürmenin günümüzdeki ifade biçimidir.
"Dünyayı bir bütün olarak görmek, düşünmek, algılamak ve yönetmeye kalkışmak düşüncesi insanlığın tarihi ile yaşıttır. Ne var ki bu düşünceler dünyanın siyasi fatihlerinin hayallerini süslemekten öteye gitmemiştir."
Tarihin en eski uygarlıklarından biri olan Türk Milletinin. "Yedi düvele karşı" verdiği bir savaş ve bu savaşın sonunda, tüm dünyaya örnek olacak devrimle kurduğu bir düzeni vardır. Sorun bu düzenin sürdürülememiş olmasıdır. Yapılacak şey ise, ödenecek her bedele rağmen Atatürk İhtilali’nin kazançlarına tekrar sarılmaktır. "Türkiye Avrasya yüzyılının yıldızı olacak birikime ve dinamizme sahiptir. Bütün sorun, tarihin derinliklerinden gelen bu birikimi değerlendirecek önderlik görev ve örgütlenmesindedir."
Bu yapılamadığı sürece küresel iktidarın dayattığı hukuk, savaş, yaşam tarzı, kimlik, kısacası bütün bir hayat bu kurulu düzen içerisinde ve çektirdiği acılarla sürüp gidecektir.
Dünyada kurulmuş bir düzen vardır ve bu düzenin sahipleri, son elli yıldır tüm dünyayı istedikleri gibi yönetmektedir. Bitirirken Barrington Moore'un bir saptamasını aktarmak yeterince iyi bir sonuç olacaktır:
"Bir değerler sistemini sürdürebilmek ve aktarabilmek için insanlar, yumruklanır, itilip kakılır, tutukevlerine yollanır, toplama kampına atılır, kandırılır, rüşvetle satın alınır, kahraman yapılır, gazete okumaya özendirilir, bir duvar dibine dikiltilip kurşunlanır, hatta bazen onlara sosyoloji öğretilir."
Oktay Yıldırım
Küresel güçlerin, kendi çıkarlarına dayalı iktidarlarını, '"küreselleşme", "dünya barışı", "dünya köyü" gibi sloganlaşmış söylemler ve bunların açılımı olan politikalarla ulus devletlere dayattıkları gerçeği, her ne kadar bazı siyaset ve toplumbilimciler tarafından ifşa edilse de tahakküm tüm hızıyla sürmektedir. Şimdilerde, vitrininde Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, NATO, AB gibi sözde uluslararası kuruluşların olduğu ve sözde uluslararası uzlaşma ile sürdürülen politikaların dünyayı getirdiği nokta ortadadır: Kan, gözyaşı ve sefalet!
Büyük fedakârlıkla sağlanmaya çalışıldığı anlatılan dünya barışı, aslında adı konmamış bir dünya savaşına dönüşmüştür ve dünya milletlerinden beklenen, bunların "Haklı savaş" olduğuna inanmasıdır! Oysa durum anlatıldığından çok farklıdır! Gördüğümüzün aslında ne olduğu bile medya aracılığıyla onlar tarafından belirlenmektedir, hatta emredilmektedir. Gördüğümüz gerçek ise aslında ortada çok büyük bir savaşın olduğu, bu savaşın haksız olduğu; üstelik sadece askeri değil, ekonomik, sosyolojik, kültürel bir savaş olduğudur. Aslında görünen gerçek, küresel güçlerin dünyayı savaş ile yönettikleri ve bu savaşı her alana yayarak, hayatı savaş ile belirledikleri gerçeğidir.
Savaş iki taraf arasında yapılır, saldıran ve savunan... Uluslararası hukuk ve yazılı olmayan insani değerler, savaşa bir tek durumda, kendini savunma durumunda "haklı savaş" olarak bakar. Bir toplumun kendini savunması için doğal olarak önce saldırıya uğraması gerekir. Bunun dışında hiçbir gerekçe bu hakkı vermez. Başını ABD'nin çektiği ve ona destek olan bazı batılı devletlerin oluşturduğu grup ya da kendi tanımlamalarıyla koalisyon güçleri, "önleyici saldırı (priemptive strike)" dedikleri doktrinle yeni bir hukuk yaratmışlardır. Gücün hukuku ya da güçlü olanın hukuku!
Sonsuza kadar savaş!
"Önleyici saldırı", "savunma için saldırı" kavramını "güvenlik için saldırı" kavramına çevirmiştir. Bunun diğerinden çok önemli farkları vardır. Birinci olarak, sürekli bir tehdit hali söz konusudur. İkinci olarak, düşmanın yerinin ve kimliğinin belirsizliği söz konusudur. Üçüncü olarak, tehdidin ne zaman sonlanacağı belirsizdir.
Bu, kazanılamayacak, bitmeyecek bir savaştır. Bu savaşta nihai bir sonuç yoktur, dönemsel, hatta gündelik sonuçlar vardır ve savaş öylesine şiddetli devam eder ki, mağdurları gerçekten bir düşman olup olmadığını bile düşünmezler, çünkü belirsiz olan düşman sürekli yer ve kimlik değiştirir.
Bütün savaşlarda olduğu gibi bu olağanüstü bir durumdur ve olağanüstü şartları gerektirir. En başta bir "istisna hali" söz konusudur. Yani toplumu koruyan güç, böyle bir durumda yasaları ve hukuku askıya alabilir. "İstisna hali", olağan hukuk için de bir "istisna hali" ve aslında onunla çelişen bir durum yaratır; ama olağan şartlarda düşmanın kimliği ve yeri belli iken, taraflardan birinin kazanması durumuna kadar sürecek olan "istisna hali", geçici olduğu için bir anlamda kabul edilebilir. Fakat bu durum şu anda olduğu gibi belirsiz ve sürekli bir nitelik taşıyorsa, çelişki, çelişki olmaktan, çelişkiyi belirleyen hukuk da hukuk olmaktan çıkar. Eski hukuksuzluk, yeni bir hukuku doğurur, kavramsallaştırır ve durumun sıcaklığı bunu kanıksatır. Bu sonsuza kadar savaş demektir.
Liberalizm savaşla soluk alıyor
Emperyalist liberalizmin amentüsüne göre dünya küresel bir köye dönmüştür, sınırlar fiili olarak işlevini kaybetmiştir, üretim ve tüketim küresel yetenek ve ihtiyaçlar doğrultusunda belirlenmektedir. Her ulus, her ihtiyacını kendisi karşılamaya çalışmakta, uluslararası arenada üstün olduğunu üretip diğerlerini başka uluslardan karşılamaktadır; bu, her ulusun belli konularda başka uluslara muhtaç ve bağımlı, dolayısıyla onlarla bir eşgüdüm içinde olması demektir. Dolayısıyla böyle bir dünyada, ulus ayırt etmeksizin var olan bir tehdide karşı savaşacak bir güç gereklidir, bir polis, bir jandarma. Elbette bu uluslararası askeri aktivite için uygun bir de ulusal ve uluslararası hukuk.
"Ulus-üstü hukukta görülen çağdaş dönüşümler yoluyla, emperyal kuruluş süreci ya doğrudan ya da dolaylı olarak ulus devletlerin iç hukukuna nüfuz etmeye ve onu yeniden biçimlendirmeye yöneliyor ve dolayısıyla, ulus-üstü hukuk iç hukuktan güçlü bir biçimde üstbelirliyor."
Bahsettiğimiz uluslararası askeri aktivite, tehdidin ortaklığından ve buna bağlı olarak dönüştürülen hukuk mantığından dolayı, yerel bir jandarmaya ve verdiği savaş ise bir iç savaşa en azından fiili olarak dönüşmüştür artık. Bundan sonrası modern hukuk anlayışına göre tam bir kâbustur. Tam da burada savaşın mı küresel gücün bir aracı, yoksa küresel gücün mü savaşın bir aracı olduğu bulanıklaşır. Çünkü bulunduğu yeri, zorunlu olarak değiştiren bu askeri aktivite ve sürekli savaş halinin toplumsal değişimi dayatan özelliği aynı zamanda kendi tehdit algısını da yeniden biçimlendirir. Bahse konu sürekli güvenlik doktrininin, kendi varlığı açısından tehlikeli olan ve olmayan sınıfları tanımlamak gibi bir özelliği de vardır.
"Savaş bir biyoiktidar rejimi, yani sadece nüfusu kontrol etmeyi değil, toplumsal yaşamın tüm yönlerini üretmeyi ve yeniden üretmeyi amaçlayan bir idare biçimi haline gelmiştir."
"Sürekli güvenlik" doktrini, topluma belli bir siyasi davranış kalıbını dayatır, buna muhalefet eden siyasi görüş ve toplumsal sınıfları da yine kendi tanımladığı düşmanla özdeşleştirir. Dolayısıyla klasik anlayışı dışında, silahsız, soyut, siyasi bir düşman ve bu düşmana karşı sürdürülecek süresiz bir savaş tanımlanmış ve insanlığa kanıksatılmıştır.
Bu savaş veya savaş politikasının en büyük açmazı ise, varlığını devam ettirebilmek için bir düşmana ihtiyaç duymasıdır. Eğer bu soyut, değişken, sürekli ve hiç bitmeyecek düşmanın tehdidi olmazsa bu doktrin ve uygulayıcısı olan küresel güç de varlık nedenini kaybeder. Şu halde ilk önce bu soyut düşmanın eylemselliği somutlaştırılmalıdır.
Bu yapıldıktan sonra gerisi savaşın kanlı ellerine kalmıştır. O, düşmanını, dostunu, yaşam hakkı tanıdığı siyasi fikirleri, düşman kabul ettiği muhalefeti, toplum sınıflarını, bu sınıfların üretim ve tüketim ilişkilerini, ideal insan tipini, nüfusu, kısacası hayatı, öldürme özelliği ile paradoksal bir şekilde yaratır.
Bu değişimin hem hukuksal, hem toplumsal, hem de polisiye yansımalarını, ülkemizde de, önleyici dinleme, önleyici soruşturma, önleyici gözaltı, korku toplumu gibi kavramları sıkça duyduğumuz "Ergenekon"' davası ile açık seçik görmekteyiz.
Savaşın ürettiği yaşam
Küresel askeri aktivitenin, değiştirme, dönüştürme veya üretme gücünü, en anlaşılır şekilde gözler önüne serebilmek için bir ordunun uluslararası hukuka veya uluslararası kabullere dayanarak, demokratikleştirmek, özgürleştirmek, terörden korumak gibi bahanelerle bir başka ülkeyi işgal etmesini ele alalım.
Bahse konu ordu ülkeye geldiğinde, amaçladığı sözüm ona insani amacı gerçekleştirmek için, güvenliği ön plana çıkardığından, yerleşmesine en uygun yeri tamamen kendi inisiyatifi ile seçer. Seçtiği yerin o ülke için önemi, konumu, daha önce ülkeye sağladığı faydalar, ön plana çıkan "kurtarıcı"nın güvenlik’i nedeniyle önemini yitirecektir. Bu gerçekte fiilen işgaldir! Daha sonra konuşlanmasına uygun yapılaşmalar başlar. Yeni yollar, binalar, lojistik merkezleri, harekât üsleri, barınaklar, güvenlik engelleri, vb. vb. Çevresel değişim, hatta yeni şehirleşmeler daha büyük değişimlerin habercisi olarak ve aynı nedenlerden dolayı hızla kabullenilir. Ülkedeki yeni durum, yeni risk algılamalarını, yeni bir kolluk anlayışını ve bu da doğal olarak yeni sınırlamaları getirir.
Artık yaşamın tüm evreleri bu yeni sınırlamaların izin verdiği ölçüde ve yeniden üretilecektir. Bu ise, ülkenin tüm yöneticilerinin yönetsel yetkilerinin ve onun kaynağı olan egemenlik haklarının kısıtlanması veya yeniden belirlenmesi demektir.
Buraya kadar anlatılanlar, BM Barış Gücü'nün herhangi bir nedenle yerleştiği üçüncü dünya ülkeleri veya ABD ve koalisyon güçleri tarafından işgal edilen Irak ile bire bir özdeşleştirilebilir.
Aynı örneği, toplumsal sonuçlarını daha iyi kavrayabilmek için bir köy, kasaba veya küçük bir kent boyutunda küçülterek hayal gücünüze güveneceğim. Bir askeri birliğin, dış tehditlerden korumak amacıyla, örneğimize konu köye konuşlanmasını ele alalım. Birlik köye geldiğinde ilk olarak ön plana çıkardığı güvenlik nedeniyle, yerleşmesine en uygun yeri tamamen kendi haklı gerekçelerine dayanarak, kendi inisiyatifi ile seçer. Seçtiği yerin kime ait olduğu, güvenlik birinci planda olduğu için önemini yitirmiştir. Daha sonra yerleştiği yere, mevziler, barınaklar, depolar, dikenli tel engelleri, gözetleme kuleleri vb kurar. Çevresel değişim başlamıştır ve yine aynı öncelikli nedenlerden dolayı bu değişimler kabullenilmek zorundadır. Ortalıkta gezmeye başlayan silahlı adamlar, yeni bir düzenin yansımasıdır ve aynı nedenlerle bunlar da hızla kabul edilir.
Arkasından, belli bölgelerin tehlike nedeniyle yasaklanması, belli bir saatten sonra dışarı çıkılmaması gibi zorunlu uygulamalar başlar. Yaşam tarzı ve alışkanlıklar yeni duruma göre değiştirilmeye başlanmıştır.
Bu güvenlik tedbirleri, köyün yönetimi ve ekonomik faaliyeti başta olmak üzere, her egemenliği kısıtlamaktadır. Köy içerisinde tarımla geçinenler bu durumdan az rahatsız olurken, sürüsünü köy dışında otlatmak zorunda kalanların rahatsızlığı daha fazladır. Tekrar köy dışına çıkmak isterler, ancak güvenlik duvarına takılırlar. Bu, güvenlik tedbirine muhalefet etmeyi başlatır ve işte düşmanla özdeşleştirilecek düşman da bellidir. Hayvanlar otlatılamayınca sürü biter, hayvancılık durur. Sonra köyün zenginlerinden biri bir besi çiftliği kurarak pazardaki boşluğu doldurur. O hayvanlar yapay yem ile beslenir ve bu yemin dışarıdan alınması gerekir. İşte yeni toplumsal sınıflar, yeni burjuvazi yaratılması başlanmıştır. Bu yeni sınıflar elbette süren durumla son derece barışıktırlar.
Eski hayvancılar bir zaman sonra, muhalefet etmeyi bırakmış dahi olsalar varlıkları tehdittir. Onların yeniden hayvan alma ihtimali dahi, güvenlik sorunu olabilir. Böyle bir ihtimalin dedikodu biçiminde konuşulması bile güvenlik takibine gerekçe olabilir. Artık dışarıdan bir saldırı olması da önemli değildir, zira yeni sınıflar mevcut durumun sürmesini varlıklarının bir gereği olarak görürler, silahlı güç de aynı şekilde, Besin kaynakları, özgürlük sınırları, siyasi kabuller, yaşam tarzları, nüfus, fiziksel özellikler dâhil olmak üzere bütün hayat, sürekli savaş halinin kanlı elleriyle yeniden üretilmiştir.
Bu örneği küresel koşullarda düşündüğümüzde biyopolitikin ve biyoiktidarın karşımızda durduğunu görürüz. "Biyopolitik" ve "biyoiktidar", Antonio Negri'ye ait kavramlar, ancak anlatılan gerçek ortada.
Kavramlarla kandırmak
Negri tüm bu sistemi, internete benzettiği, merkezsiz, adına imparatorluk dediği kimliksiz bir erkin yönettiğini söylemekte ve kendince buna karşı Marksist temelli bir enternasyonalizmin gelişebileceğini söylemektedir.
Belki de uzun zamandan beri ilk defa küresel demokrasi ihtimaline dayanarak ulusdevleti reddetmektedir. Oysa gözden kaçırılmaması gereken en önemli şey yaratılan bu kavram kargaşasının oluşturduğu sis perdesinin arkasında, hem merkezi hem de kimliği belli olan bir hegemonun kendini gizlediği gerçeğidir.
Batılı siyaset bilimcilerin, süslü kavramlarla önümüze koyduklarını çok zaman önce görmüş olanlarımız da vardır ve hapiste bunun bedelini ödemektedirler. Bundan yaklaşık iki buçuk yıl önce yayınlanmış bir yazımdan nakletmek gerekirse;
"İçinde bulunduğumuz yönetim biçimini tanımlamak için kullanılabilecek en uygun tanımlamanın küresel totalitarizm olduğunu düşünüyorum. Aslında bireyin temel özgürlükleri adına otoriteyi, yani devlet erkini dahi sınırlamayı öngören liberalizm, değişen tüm teknoloji ve işgal yöntemlerine rağmen değişmeyen emperyalist devletlerin, tarihi hedeflerine ulaşmak için oluşturdukları küresel totaliter düzenin aparatları olmuştur".
".... ABD kaynaklı küresel totalitarizmin kendine hedef olarak belirlediği coğrafyalar içinde etkisi altında olmayan devlet yok gibidir. Bilindiği gibi totaliter devletlerde, devleti oluşturan tüm bireylerin yaşam alanları devletin kontrolündedir."
"Totaliter devlet, kendi varlığına tehdit olarak gördüğü hiçbir şeye yaşam hakkı tanımaz."
"Küresel anlamda ise durum biraz değişkenlik göstermekle beraber, tamamen aynı amaca hizmet eder. Burada değişkenlik gösteren şey, tamamen aksi anlam içermekle beraber liberalizmin de küresel totalitarizmin söylemi ve aracı haline dönüşmüş olmasıdır. Tüm dünyada küresel güç ve dünyanın jandarması rolünün baş aktörü olan ABD, bireylerin ve küçük etnik toplulukların hak ve özgürlüklerini, kendisine ve dünyaya karşı tehdit olarak gördüğü (öncesinde, kendi yarattığı) terörizmi bahane ederek ve demokrasi getireceği iddiasıyla, askeri güç dâhil olmak üzere bu araçların tamamını kullanarak kısıtlamakta ve emperyal amaçları doğrultusunda ülkeleri işgal etmeye devam etmektedir."
"Bir savaş yöntemini anlamak için yapılacak şey, bu savaşa kumanda eden siyasetin mantığını incelemektir."
Elbette bütün bu zahmetlerin ve soyut kavramlar çöplüğünün somut bir gerekçesi de vardır, sömürü, artı değerin emilmesi ve kendi yaşam tarzlarının her şeye rağmen sürdürülmesi, daha fazla para, daha fazla güç, daha, daha…
Küresel iktidar boyun eğenlere dayatılır
"Küresel anlayış basit ifadeyle gücün her şeye kadir olduğu, insani değerler dahil her şeyin paraya tahvil edilebileceğini tanımlıyor. Kim bu küreselciler sorusunun yanıtı ise ulusüstü şirketlerdir. Bunların vatanı olmadığı öne sürülüyor, ancak hangi güç ve insani yapı böylesine doyumsuz ve ihtiraslı olabilir."
Bu, büyük aç gözlülüğü sadece ulus-üstü şirketlerle değil ama şirketleşmiş devletlerle veya şirket paravanı arkasındaki emperyalist devletlerle açıklamak son derece doğru olur.
"Emperyalizm dış ülkelerdeki özel çıkarlarını korumak için, devlet tarafından desteklenen bir güvenlik sistemi kurmak zorundadır. Devletin sadece belirli firmaların dış yatırımlarını değil, bizatihi bütün sermaye birikimi sürecini koruması zorunlu kılıyor."
Savaş kavramı sadece silahlı savaşı kapsamadığı için bu bastırma eyleminin aynı kavram içinde yer bulan onlarca yöntemi ve aparatı vardır ama yine de bu durum kavramın genel niteliğinin askeri olduğu gerçeğini değiştirmez, "Bu baskıyı sağlamak için kullanacağı araçlar teknolojinin gelişimine oranla sürekli değişkenlik gösterebilir, ama amaç ve sonuç aynıdır. Askeri güç, medya, eğitim sistemi, toplum mühendisleri tarafından oluşturulan yaşam tarzı akımları, STK'lar totalitarizmin araçlarındandır. Totaliter devletlerde devlet adına, ordu, medya, eğitim sistemi, bu yönlendirme ve baskı altında tutma işlevini sürdürürken, küresel totalitarizm de satın alınacak veya devşirilecek devlet başkanlarına, siyasetçilere, yazarlara, medya patronlarına, hâkim ve savcılara ve de elbette güvenlik bürokrasisinin yöneticilerine ihtiyaç vardır. Yani uşaklar gereklidir. Devşirilen veya satın alınan uşaklar, liberal söylemlerle bireyin hak ve özgürlüklerine, olması gereken refah düzeyine dair nutuklar atar, fakat uyguladıkları politikalarla bahsettikleri şeyi asla vermeyerek bu konularda son derece kuvvetli bir özlem oluşmasına neden olurlar.
"Daha sonra sırada, bu kulağa tatlı gelen ama bir türlü karşılaşılmayan kavramlara karşı, söylem ve eylemleri ile yapay düşmanlar ve düşmanlıklar oluşturulması gelir. Karşısına çıkan düşman, düşmanı bahane eden çaresiz yönetim, özlediği ama bir türlü göremediği liberal hayaller ve tüm bu hayalleri gerçeğe döndürme iddiasında olan küresel jandarmanın sahne aldığı bir oyunda halkın kimi alkışlayacağı ise bellidir zaten."
"Bir yandan Avrupalı veya dünya vatandaşı olmanın kerametinden dem vurdurulan yazar çizer taifesi, diğer yandan Batılı olmaya özendiren medya, TV, yeni yaşam ve giyim tarzı akımları ile devşirilmiş uşaklarına yaptırdığı sözde kişisel hak ve özgürlükler temeline dayalı liberalizm propagandası yaparak gözleri, kulakları ve bilinçleri doldururken; diğer yandan, krediler, kotalar, stratejik vizyon belgeleri, uyum protokolleri vasıtasıyla tepemizde saklayan küresel totalitarizmin kırbacı ile sadece kendi istediği doğrultuda hareket etmemizi sağlayan emperyalist güç için artık direniş diye bir tehdit kalmamıştır."
Muhalefet veya milli siyasi direniş (meclis dışı), bu saydığımız araçlarla baskı altına alınamamışsa, vurmak, evlerinin önünde kurşunlamak yetmemişse, bir tertiple sorgusuz sualsiz aylarca hapiste tutulmaktadır. Hukuk, küresel gücün hukuku haline gelmiştir artık.
Hey Agamemnon! Sen aslında ölüsün!
Bizim tanımlamamızla küresel totalitarizm Antonio Negri'nin tanımı ile "biyoiktidar", yaşamı toplu olarak yok edebilme gücü (örneğin nükleer silah tehdidi) kadar bireyselleştirilmiş şiddeti de kullanır. Bireyselleşmenin uç noktasında biyoiktidar işkenceye dönüşür. Bu tür bir bireyselleştirilmiş iktidar biçimi, George Orwell'in 1984'ün deki kontrol toplumunun merkezi öğelerinden biridir:
"- Bir adam diğerine nasıl iktidar uygular, Winston?
Winston düşündü:
"- Ona acı çektirerek, İtaat tek başına yetmez."
Negri ve Hardt'ın aksine bu küresel sömürü düzeni ile mücadele edecek gücün ulusdevletler olduğu bizce tartışmasızdır. Zira bireylerden başlayarak, minik topluluklar halinde farklılaşmak sadece küresel tahakküme daha kolay boyun eğmeyi ve sömürülmeyi getirir. Devlet İnşası adlı kitabında; ulusun da inşa edilip, ülkelerin "sosyal inşaat" alanına çevrilebileceğini, ulusların yavrulatılıp, bir ulustan birçok ulus çıkartılabileceğini, bunu yaparken, inşa edilecek yeni devletlere yol açmak için hedef devletin dönüşümü sağlanana kadar tüm ekonomik kapasitesinin "arttırılacağı" söylemleri ile "emileceğini", böylece hedeften sapma olasılığının sıfıra indirileceğini söyleyen küreselci beyin Prof. Fukuyama'nın tüm iddialarının, güzel yurdumuzda bir bir uygulandığını" yazan Adil Serdar Saçan da şu anda acı çektirilerek iktidar uygulananlardan biri olarak hapistedir.
Negri ve Hardt'ın görmediği veya göremediği, Fukuyama'nın bahsettiği şehir devletleri modelidir. Negri ve Hardt'ın merkezsiz bir imparatorluk dediği ise bu şehir devletleri imparatorluğunun Agamemnon'u rolüne soyunan ABD'dir. Bu, dünyayı tek başına yönetme ve sömürmenin günümüzdeki ifade biçimidir.
"Dünyayı bir bütün olarak görmek, düşünmek, algılamak ve yönetmeye kalkışmak düşüncesi insanlığın tarihi ile yaşıttır. Ne var ki bu düşünceler dünyanın siyasi fatihlerinin hayallerini süslemekten öteye gitmemiştir."
Tarihin en eski uygarlıklarından biri olan Türk Milletinin. "Yedi düvele karşı" verdiği bir savaş ve bu savaşın sonunda, tüm dünyaya örnek olacak devrimle kurduğu bir düzeni vardır. Sorun bu düzenin sürdürülememiş olmasıdır. Yapılacak şey ise, ödenecek her bedele rağmen Atatürk İhtilali’nin kazançlarına tekrar sarılmaktır. "Türkiye Avrasya yüzyılının yıldızı olacak birikime ve dinamizme sahiptir. Bütün sorun, tarihin derinliklerinden gelen bu birikimi değerlendirecek önderlik görev ve örgütlenmesindedir."
Bu yapılamadığı sürece küresel iktidarın dayattığı hukuk, savaş, yaşam tarzı, kimlik, kısacası bütün bir hayat bu kurulu düzen içerisinde ve çektirdiği acılarla sürüp gidecektir.
Dünyada kurulmuş bir düzen vardır ve bu düzenin sahipleri, son elli yıldır tüm dünyayı istedikleri gibi yönetmektedir. Bitirirken Barrington Moore'un bir saptamasını aktarmak yeterince iyi bir sonuç olacaktır:
"Bir değerler sistemini sürdürebilmek ve aktarabilmek için insanlar, yumruklanır, itilip kakılır, tutukevlerine yollanır, toplama kampına atılır, kandırılır, rüşvetle satın alınır, kahraman yapılır, gazete okumaya özendirilir, bir duvar dibine dikiltilip kurşunlanır, hatta bazen onlara sosyoloji öğretilir."
Oktay Yıldırım