Farklı olana, ötekine yapılan vurgu. Etnik ve kültürel çoğulculuk. Farklılığın, çeşitliliğin yaygınlaşmasıyla oluşan mozaiksel yapı.
Eşitlik değil farklılık. Çünkü neo-liberalizmin, küreselleşmenin, post-modern toplumsal yapılanmanın temel ilkesi deregülasyon (kuralsızlaştırma) bunu gerektiriyor. Eşitlik ve adalet düşüncelerinin kısmen de olsa izlerini taşıyan eski sosyal güvenlik sisteminin, iş yasalarının, refah devletinin yasal çerçevesinin yok edilmesi için eşitsizlikten beslenen bir farklılığı oluşturmak önem kazanıyor. Sadece bu değil; eşitsizlikten ‘kârlı çıkan’, düzenli gelire sahip tüketiciler topluluğunun işsizlerle, yoksullarla, göçmenlerle, yani alttakilerle arasındaki farkı, büyüyen uçurumu onaylaması da gerekiyor. Yoksulların, dışlanmışların yok olmaya terk edilmesi yönünde bir kayıtsızlık ve duyarsızlık post-modern tüketicinin ‘toleransını’ oluşturuyor. Yoksullar ve göçmenler orta sınıf tüketici yığınının gözünde suçlulaştırılıyor, işsizlik ve göçmenlik serserilikle, uyuşturucu satıcılığıyla, alkolle, kumarla, aylaklıkla ve her türlü suçla ilişkilendiriliyor. Günah keçisi haline getirilen göçmenler tüketicilerin toplu ayinini sergileyen post-modern toplumda kurban olarak seçiliyorlar. Alttakilerin dışlanması, etkisizleştirilmesi, yalıtılması, etraflarının bir suç ve dehşet halesiyle çevrilmesi, kamu güvenliğini tehdit edici unsurlar olarak gösterilmesi piyasa ilişkilerinin yarattığı endişeler, belirsizlikler ve gerginlikler sonucu sisteme karşı tepki gösterebilecek ‘düzgün yurttaşları’ kontrol altında tutmaya yarıyor. Üçüncü dünyadaki kabile savaşlarının, katliamların, yasasız şiddetin, kadınlara yönelik baskının sıkça televizyonda gündeme getirilmesi göçmenlerin, ‘yabanî ötekinin’ hizaya getirilmesi ya da dışlanıp kendi haline bırakılması için gerekçe oluşturuyor.
Kafa Örtüsü adlı kitap Zaimoğlu’nun Almanya’da yaşayan yirmi altı Türkiyeli göçmen kadınla yaptığı görüşmeler sonucu oluşmuş. Daha çok üçüncü kuşak göçmenlerden oluşan kadınlar kendi öykülerini anlatıyorlar. Argo ve küfürün ağırlıkta olduğu, eleştirelliğin sonuna kadar götürüldüğü bir sokak dili hâkim konuşmalara. Sözü fazla uzatmadan lise son sınıf öğrencisi Oya’nın (20) göçmenlerin yaşadığı getto üzerine söylediklerine kulak verelim:
...rapyapıpsikiyimgettoyu. Getto: Boktan bir manzara, bir sakız parçası, pislik, bir anlam zorunluluğu, oracıkta hayatına sıkı bir anlam bulabileceğin bir yer: Karakafalılar mahallesi; tümüyle tehlike, tümden Bronx, kanı çekilmiş ülkede yepyeni bir şey: Alışılmışın çok dışında bir tıraş. (s. 98)
Gettoya bir kez girince çıkması zordur. Bir tür kötü talih buraya düşenin yakasını hiç bırakmaz. Görünüşü kurtarma çabaları ise Alman tüketiciler için egzotik bir kartpostal görüntüsü oluşturur. Tadilatçı terzi Zeynep (28) gettoyu bırakmayan laneti şöyle anlatıyor:
...ender de olsa bizden biri kendini dışa attığında da Almanlar arasında ruh bulması çok nadirdir. Sözleri kopuktur. Bedenleri arızalı. Büfenin önünde kalabalık olduğunda, karakafalar sıkış sıkış birikmişse, birçoklarının bir an için hırsızlık gelir aklına. Polis bize karşı serttir... Getto resmi bizzat modadır, orası kesin. Gıcır gıcır beyaz gömleklerin düğmeleri çokluk karna kadar açıktır, göğüsle göbek arasında altın parıldar, getto enkazının solgunluğu görülmesin diye. Yoksulluğu göstermemelisin, zira yoksulluk beyaz çehrede kir gibidir. Acı zifiri taşradır. Takılıp kalırsan artık ölümün mahsulüsün. (s. 94)
Post-modern toplumun liberal tüketici yurttaşı için göçmenler seyirlik nesneleri temsil ederler. Alman orta sınıfının gözünde göçmenler esas olarak çok yaklaşılmaması gereken ancak anlattıkları egzotik hikâyeler ortam uygun olduğunda dinlenebilecek ‘öteki’yi oluştururlar. Neo-liberal çağın konformist bireyleri için gündelik hayat bir duyum toplama ve biriktirme alanıdır. Hiçbir şeyi kaçırmamanın temel olduğu bu hayatta dünyadaki acı ve sevinç verici olaylar sonuçta bir tür hoşluğa dönüşmesi beklenen şeylerdir. Göçmen, salon partilerinde sunulan bir atraksiyon, bir araştırma konusu, liberal ‘hoşgörünün’ sunulacağı otantik bir objedir. Rapçi ve sokak savaşçısı Nesrin (24) bu konudaki öfkesini şöyle dile getiriyor:
Söylediklerim usta, ultra ılımlı liberalizme, bunların süs oyunlarına, jet sosyetelerine, sosyete bebelerine, bokluğu hoş göstermek için kafa patlatanlara, kültür araştırması adını verdikleri daltaraklığa, “ne kadar da ilginç”, “hey, ne müthiş”, “insan nelerle karşılaşıyor”larla dolu o soytarı lisanlarına karşı. Böyle bir liberal sidik içicisinin anladığını sandığı tüm bunlar, saf orijinal olanın adice gaspından başka bir şey değil (...) Che Guevara deyince kukuları ıslananlara benzemem. Benim kitabım kavgadır; güneşin doğuşundan batışına kadar kavga. Okuldan terkim ben, sokağın darboğazlarında kök salmışım, tüm gücümü de buradan alıyorum. Beni bugünkü halime getirenler bunlardır: Ben sıkı bir liberal katiliyim, piçlik şecerem sağlamdır, kendi kavgamda katıyım, biz karakafalıları mahveden, çürüten şu boktan oyunu ifşa ederken sert takılırım. (s. 13, 16)
Aşkı ısı temini için bir araç olarak gören Alman orta sınıf erkekleri açısından göçmen kadınlar kendilerinden ‘özel numaralarını’ sergilemeleri beklenen egzotik yaratıklardır. Kimi Alman erkekleri meraklarını gidermek için ‘şundan-şundan-ver’ derler onlara, kimileri ‘sevişmeyi öğren ya da git’ derler. Göçmen kadınlar süpermarket raflarındaki mallar kadar açık ve seçik biçimde sunmalıdırlar kendilerini Alman erkeklerine, onlardan beklenen budur. Sanatçı Aynur (34) bu durumu şöyle anlatıyor:
Ve şayet birisi kuyruğunu kıstırmayı bırakıp Alamanın dünyasına girmeye cesaret ettiğinde şöyle denir: Lütfen biraz daha hızlı soyun ve açıkla kendini. Kapı aralığından heyecan içinde sana bakanların seni kandırdıklarını gayet iyi bilmek ama yine de ruh sükûnetiyle soyunmak, bütün çamaşırlarını çıkartmak, amında o kötü otuzbirci bakışı, o bakışın içinde oynaştığını bilmek; beklentin olması gereken ve seni bekleyen şey, budur işte. (s. 40)
Bütün bunlara karşın göçmen kadınlar milliyetçi bir konuma yönelmiyorlar. Alman orta sınıfına yalakalık yapıp kabul görmeyince de bunun acısını maço bir saldırganlıkla kadınlardan çıkarmaya çalışan Türkiyeli erkekleri eleştiriyorlar. Manavlık yapan Mihriban (30) bir vatana gereksinim duymadığını, kendini böyle bir duygudan kurtardığını söylüyor. Almanca ve İngilizce çevirmeni Suzan (29) ise klasik Türk mutfağından çıkan buharın artık geride kalmış herhangi bir zaman olduğunu, oryantal halk mutfağının süngersi anıları ile ne bir elma ne de bir yumurta alınabileceğini belirtiyor.
Kitaptaki kadınların çoğu göçmenlerin, kanakların durumunun barışçı bir biçimde düzeleceğine inanmıyor. Sinema oyuncusu Belhe (30) Alman toplumunun “teskin edici iğnelerini” reddediyor; barış fısıltılarıyla, pankart boyamacayla, mumlu insan zincirleriyle dazlakların hakkından gelinemeyeceğini belirterek “yumruğu ağzının ortasına indirdiğinde duruma hâkim olursun ancak” diyor. Berlin’de işgal edilmiş bir binada yaşayan anarşist Gül (21) seçimini mücadeleden yana yaptığını belirterek sermaye karşıtlığını eylemlerde yaşaması gerektiğini söylüyor. Öfkenin bu tür ifadeleri belki de bu kadınların alt-kültür çevrelerinden olmasıyla ilişkili. Yazıyı bu kez farklı çevreden bir kadının sözleriyle, temizlikçi Necla ‘Hanım’ın (63) sözleriyle bitiriyorum:
Benim alametim tamamen donuk, kaskatıdır. Diğer Alman kadınların iş önlükleri renkli olsa da, esas çiçekli teyze benim. Güzel oğlum, bunlar ıslah olmazlar. Bizse aramızda sohbet ettiğimizde deriz ki: Sırtımda şu kadar Almanya taşıyorum, şu kadar ton Almanya yüklenmişim, ileride de kurtulamayacağım bu yükten: Bu herkesin kendi kısmetidir, elinden ağzına götürdüğü kısmet, yediği kısmet, bu kısmet senin hücrelerini neşesiz kauçuk hayvanlara dönüştürür, Allahın verdiği ruhu kir yiyiciye dönüştürür, şeytanın maddesi yapar. Pislik yiyoruz ve bu hiçbir vakit tat vermedi bize. (...) Göbeğimin etrafı aynen kocamış bir filin ayağı gibi buruşuk. Dilim bu zamana hiç uymuyor. Ben de çiçekli basma önlüğümü giyiyor, yerleri paspaslıyorum ve başkalarının kopyası, başkalarının çizdiği resimlerin kopyası değilim yine de. (s. 142, 145)
Eşitlik değil farklılık. Çünkü neo-liberalizmin, küreselleşmenin, post-modern toplumsal yapılanmanın temel ilkesi deregülasyon (kuralsızlaştırma) bunu gerektiriyor. Eşitlik ve adalet düşüncelerinin kısmen de olsa izlerini taşıyan eski sosyal güvenlik sisteminin, iş yasalarının, refah devletinin yasal çerçevesinin yok edilmesi için eşitsizlikten beslenen bir farklılığı oluşturmak önem kazanıyor. Sadece bu değil; eşitsizlikten ‘kârlı çıkan’, düzenli gelire sahip tüketiciler topluluğunun işsizlerle, yoksullarla, göçmenlerle, yani alttakilerle arasındaki farkı, büyüyen uçurumu onaylaması da gerekiyor. Yoksulların, dışlanmışların yok olmaya terk edilmesi yönünde bir kayıtsızlık ve duyarsızlık post-modern tüketicinin ‘toleransını’ oluşturuyor. Yoksullar ve göçmenler orta sınıf tüketici yığınının gözünde suçlulaştırılıyor, işsizlik ve göçmenlik serserilikle, uyuşturucu satıcılığıyla, alkolle, kumarla, aylaklıkla ve her türlü suçla ilişkilendiriliyor. Günah keçisi haline getirilen göçmenler tüketicilerin toplu ayinini sergileyen post-modern toplumda kurban olarak seçiliyorlar. Alttakilerin dışlanması, etkisizleştirilmesi, yalıtılması, etraflarının bir suç ve dehşet halesiyle çevrilmesi, kamu güvenliğini tehdit edici unsurlar olarak gösterilmesi piyasa ilişkilerinin yarattığı endişeler, belirsizlikler ve gerginlikler sonucu sisteme karşı tepki gösterebilecek ‘düzgün yurttaşları’ kontrol altında tutmaya yarıyor. Üçüncü dünyadaki kabile savaşlarının, katliamların, yasasız şiddetin, kadınlara yönelik baskının sıkça televizyonda gündeme getirilmesi göçmenlerin, ‘yabanî ötekinin’ hizaya getirilmesi ya da dışlanıp kendi haline bırakılması için gerekçe oluşturuyor.
Kafa Örtüsü adlı kitap Zaimoğlu’nun Almanya’da yaşayan yirmi altı Türkiyeli göçmen kadınla yaptığı görüşmeler sonucu oluşmuş. Daha çok üçüncü kuşak göçmenlerden oluşan kadınlar kendi öykülerini anlatıyorlar. Argo ve küfürün ağırlıkta olduğu, eleştirelliğin sonuna kadar götürüldüğü bir sokak dili hâkim konuşmalara. Sözü fazla uzatmadan lise son sınıf öğrencisi Oya’nın (20) göçmenlerin yaşadığı getto üzerine söylediklerine kulak verelim:
...rapyapıpsikiyimgettoyu. Getto: Boktan bir manzara, bir sakız parçası, pislik, bir anlam zorunluluğu, oracıkta hayatına sıkı bir anlam bulabileceğin bir yer: Karakafalılar mahallesi; tümüyle tehlike, tümden Bronx, kanı çekilmiş ülkede yepyeni bir şey: Alışılmışın çok dışında bir tıraş. (s. 98)
Gettoya bir kez girince çıkması zordur. Bir tür kötü talih buraya düşenin yakasını hiç bırakmaz. Görünüşü kurtarma çabaları ise Alman tüketiciler için egzotik bir kartpostal görüntüsü oluşturur. Tadilatçı terzi Zeynep (28) gettoyu bırakmayan laneti şöyle anlatıyor:
...ender de olsa bizden biri kendini dışa attığında da Almanlar arasında ruh bulması çok nadirdir. Sözleri kopuktur. Bedenleri arızalı. Büfenin önünde kalabalık olduğunda, karakafalar sıkış sıkış birikmişse, birçoklarının bir an için hırsızlık gelir aklına. Polis bize karşı serttir... Getto resmi bizzat modadır, orası kesin. Gıcır gıcır beyaz gömleklerin düğmeleri çokluk karna kadar açıktır, göğüsle göbek arasında altın parıldar, getto enkazının solgunluğu görülmesin diye. Yoksulluğu göstermemelisin, zira yoksulluk beyaz çehrede kir gibidir. Acı zifiri taşradır. Takılıp kalırsan artık ölümün mahsulüsün. (s. 94)
Post-modern toplumun liberal tüketici yurttaşı için göçmenler seyirlik nesneleri temsil ederler. Alman orta sınıfının gözünde göçmenler esas olarak çok yaklaşılmaması gereken ancak anlattıkları egzotik hikâyeler ortam uygun olduğunda dinlenebilecek ‘öteki’yi oluştururlar. Neo-liberal çağın konformist bireyleri için gündelik hayat bir duyum toplama ve biriktirme alanıdır. Hiçbir şeyi kaçırmamanın temel olduğu bu hayatta dünyadaki acı ve sevinç verici olaylar sonuçta bir tür hoşluğa dönüşmesi beklenen şeylerdir. Göçmen, salon partilerinde sunulan bir atraksiyon, bir araştırma konusu, liberal ‘hoşgörünün’ sunulacağı otantik bir objedir. Rapçi ve sokak savaşçısı Nesrin (24) bu konudaki öfkesini şöyle dile getiriyor:
Söylediklerim usta, ultra ılımlı liberalizme, bunların süs oyunlarına, jet sosyetelerine, sosyete bebelerine, bokluğu hoş göstermek için kafa patlatanlara, kültür araştırması adını verdikleri daltaraklığa, “ne kadar da ilginç”, “hey, ne müthiş”, “insan nelerle karşılaşıyor”larla dolu o soytarı lisanlarına karşı. Böyle bir liberal sidik içicisinin anladığını sandığı tüm bunlar, saf orijinal olanın adice gaspından başka bir şey değil (...) Che Guevara deyince kukuları ıslananlara benzemem. Benim kitabım kavgadır; güneşin doğuşundan batışına kadar kavga. Okuldan terkim ben, sokağın darboğazlarında kök salmışım, tüm gücümü de buradan alıyorum. Beni bugünkü halime getirenler bunlardır: Ben sıkı bir liberal katiliyim, piçlik şecerem sağlamdır, kendi kavgamda katıyım, biz karakafalıları mahveden, çürüten şu boktan oyunu ifşa ederken sert takılırım. (s. 13, 16)
Aşkı ısı temini için bir araç olarak gören Alman orta sınıf erkekleri açısından göçmen kadınlar kendilerinden ‘özel numaralarını’ sergilemeleri beklenen egzotik yaratıklardır. Kimi Alman erkekleri meraklarını gidermek için ‘şundan-şundan-ver’ derler onlara, kimileri ‘sevişmeyi öğren ya da git’ derler. Göçmen kadınlar süpermarket raflarındaki mallar kadar açık ve seçik biçimde sunmalıdırlar kendilerini Alman erkeklerine, onlardan beklenen budur. Sanatçı Aynur (34) bu durumu şöyle anlatıyor:
Ve şayet birisi kuyruğunu kıstırmayı bırakıp Alamanın dünyasına girmeye cesaret ettiğinde şöyle denir: Lütfen biraz daha hızlı soyun ve açıkla kendini. Kapı aralığından heyecan içinde sana bakanların seni kandırdıklarını gayet iyi bilmek ama yine de ruh sükûnetiyle soyunmak, bütün çamaşırlarını çıkartmak, amında o kötü otuzbirci bakışı, o bakışın içinde oynaştığını bilmek; beklentin olması gereken ve seni bekleyen şey, budur işte. (s. 40)
Bütün bunlara karşın göçmen kadınlar milliyetçi bir konuma yönelmiyorlar. Alman orta sınıfına yalakalık yapıp kabul görmeyince de bunun acısını maço bir saldırganlıkla kadınlardan çıkarmaya çalışan Türkiyeli erkekleri eleştiriyorlar. Manavlık yapan Mihriban (30) bir vatana gereksinim duymadığını, kendini böyle bir duygudan kurtardığını söylüyor. Almanca ve İngilizce çevirmeni Suzan (29) ise klasik Türk mutfağından çıkan buharın artık geride kalmış herhangi bir zaman olduğunu, oryantal halk mutfağının süngersi anıları ile ne bir elma ne de bir yumurta alınabileceğini belirtiyor.
Kitaptaki kadınların çoğu göçmenlerin, kanakların durumunun barışçı bir biçimde düzeleceğine inanmıyor. Sinema oyuncusu Belhe (30) Alman toplumunun “teskin edici iğnelerini” reddediyor; barış fısıltılarıyla, pankart boyamacayla, mumlu insan zincirleriyle dazlakların hakkından gelinemeyeceğini belirterek “yumruğu ağzının ortasına indirdiğinde duruma hâkim olursun ancak” diyor. Berlin’de işgal edilmiş bir binada yaşayan anarşist Gül (21) seçimini mücadeleden yana yaptığını belirterek sermaye karşıtlığını eylemlerde yaşaması gerektiğini söylüyor. Öfkenin bu tür ifadeleri belki de bu kadınların alt-kültür çevrelerinden olmasıyla ilişkili. Yazıyı bu kez farklı çevreden bir kadının sözleriyle, temizlikçi Necla ‘Hanım’ın (63) sözleriyle bitiriyorum:
Benim alametim tamamen donuk, kaskatıdır. Diğer Alman kadınların iş önlükleri renkli olsa da, esas çiçekli teyze benim. Güzel oğlum, bunlar ıslah olmazlar. Bizse aramızda sohbet ettiğimizde deriz ki: Sırtımda şu kadar Almanya taşıyorum, şu kadar ton Almanya yüklenmişim, ileride de kurtulamayacağım bu yükten: Bu herkesin kendi kısmetidir, elinden ağzına götürdüğü kısmet, yediği kısmet, bu kısmet senin hücrelerini neşesiz kauçuk hayvanlara dönüştürür, Allahın verdiği ruhu kir yiyiciye dönüştürür, şeytanın maddesi yapar. Pislik yiyoruz ve bu hiçbir vakit tat vermedi bize. (...) Göbeğimin etrafı aynen kocamış bir filin ayağı gibi buruşuk. Dilim bu zamana hiç uymuyor. Ben de çiçekli basma önlüğümü giyiyor, yerleri paspaslıyorum ve başkalarının kopyası, başkalarının çizdiği resimlerin kopyası değilim yine de. (s. 142, 145)
Yaşar Çabuklu