Uç sol, toplumsal sisteme karşı tepkilerini tavizsiz ve sert bir biçimde ifade etmek isteyen bireyler için her zaman bir çekim kaynağı olmuştur. Uç sol platformda şahsî ve içsel olan genellikle politik olana tabi kılınır ya da yadsınır. Diğer bir deyişle uç sol karşıt kutupların gerilimiyle beslenen, ara tonları içinde barındırmayan ve içsel çelişkilerine çare olarak mutlak bir bütünlüğe yönelen insan psikolojisine hitap eder. Özel hayat alanını tamamen reddeden uç sol politik grupların yapıları az çok birbirine benzer. Ancak çok az sayıda olsalar da bazı uç sol hareketler özel hayat ile politik hayat arasındaki ilişkinin farklı biçimlerini sergilerler. İşte Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Armee Fraktion, RAF) bunlardan biridir.
1959’da Bad-Godesberg Programı ile birlikte Almanya’da Sosyal Demokrat Parti (SPD) reformist bir çizgiye kayar. Ancak bu partiye bağlı bir öğrenci örgütü olan Alman Sosyalist Öğrenciler Federasyonu (SDS) sosyalist çizgisini korur ve anti-emperyalist kampanyalar yürüterek hızla radikalleşir. 1961’de SPD’den çıkarılan SDS Alman uç solunun kadrolarının yetiştiği bir harekete dönüşür.
2 Nisan 1968’de Frankfurt’un iki büyük mağazası gece vakti bombalanır. Eylemi gerçekleştirenler iki gün sonra tutuklanır. Ekim 1968’de yargılanan sanıklar (Andreas Baader, Gudrun Ensslin, Thoward Proll, Horst Sohlein) ABD’nin Vietnam’da gerçekleştirdiği soykırım karşısında kamuoyunun kayıtsızlığına ve tüketim toplumunun kinizmine karşı çıkmak ve halktaki devrimci potansiyeli harekete geçirmek için bu yola başvurduklarını söyleyip “eylemli propaganda” anlayışını savunurlar. On dört ay hapis yattıktan sonra şartlı tahliye edilirler. 1968’de SDS lideri Rudi Dutschke’ye yönelik suikast girişiminin ardından tüm Almanya’da öğrenci gösterileri olur, kundaklama ve saldırılar birbirini izler. Aynı yıl meclis iç karışıklık hallerinde hükümete olağanüstü yetkiler veren kararnameyi onaylar. 1968-70 yılları arasında Berlin özellikle polis ve mahkeme binalarına yönelik bombalama ve kundaklama eylemlerine tanık olacaktır.
1970’te Andreas Baader tutuklanır. Bir süre sonra araştırma yapmak için bir enstitünün kütüphanesinde polis eşliğinde çalışmasına izin verilir. Bu sırada ikisi kadın üç kişilik silahlı bir tim Baader’i kaçırır, bir kütüphane görevlisi olay sırasında ağır yaralanır. Sekiz gün sonra eylem Agit 883 adlı anarşist eğilimli bir yeraltı gazetesinde çıkan bir yazıda üstlenilir. “Kızıl Ordunun İnşası” adlı metnin yazarları anti-emperyalist hareket içinde silahlı bir fraksiyon olarak örgütlenmeyi amaçladıklarını söylerler. RAF adı ilk kez bu metinde kullanılmıştır. Olay sonrası Berlin’de yüz on ev polisçe basılır. Olay sırasında kütüphanede bulunan Meinhof ve Baader için ülkenin her tarafına arama ilanları asılır.
1970’te Ürdün’deki bir Filistin kampında eğitim gördükten sonra Almanya’ya dönen RAF militanlarının sayısı yirmi kadardır. RAF üyeleri örgütlenmelerini finanse etmek için üç bankayı soyarlar. Bir süre sonra polisle silahlı çatışmalar başlar. RAF saldırılarını 1972 yılında yoğunlaştırır. Frankfurt ve Heidelberg’deki Amerikan karargâhlarına düzenlenen bombalı saldırılar sonucu dört asker ölür, birçoğu yaralanır. Augsburg Emniyet Müdürlüğünde ve Münih’teki polis binasının park yerinde patlayan bombalarla on altı kişi yaralanır. RAF militanları hakkında soruşturma yürüten bir yargıç silahlı saldırı sonucu öldürülür, olayda karısı da ağır yaralanır. Springer Basımevinde patlayan bomba sonucu otuz dört işçi yaralanır. Tüm bu eylemler silahlı propaganda sonucu halkın da mücadeleye katılacağını düşünen RAF’ın beklentisinin aksine halkın devletle daha çok bütünleşmesine ve polisle işbirliğine gitmesine neden olur. Polis yüzlerce kişiyi gözaltına alır. Alman legal uç solu da RAF’tan gitgide uzaklaşır. Aynı yıl polis Andreas Baader, Jan-Carl Raspe ve Holger Meins’i silah ve malzeme depoladıkları bir garajda yakalar. Bölgenin tamamen kuşatıldığı operasyona çok sayıda zırhlı araç da katılmıştır. Daha sonra, ihbarlar sonucu Gudrun Ensslin ve Ulrike Meinhof polisçe yakalanırlar.
Cezaevindeki RAF tutuklularına tecrit uygulanır. Diğer tutuklularla görüşmelerinin ve cezaevinin ortak faaliyetlerine katılmalarının yasaklanmasının yanı sıra havalandırmaya tek başlarına, elleri arkalarından bağlı olarak çıkarılırlar. Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin ve Astrid Proll cezaevinin kadın psikiyatrisi binasının bir ucunda bulunan özel tecrit hücrelerinde tek başlarına kalırlar. Ses tecridi için özel olarak düzenlenen hücrelerin duvarları ve eşyası beyaza boyanmıştır. Gün ışığı çok sıkı bir tel örgüyle kapatılmış çok küçük bir mazgaldan sızmaktadır. Ulrike Meinhof avukatına gönderdiği mektupta tecrit durumunu şöyle anlatmaktadır:
Başının patladığı hissi, kafatasının parçalanacağı, patlayacağı hissi.
Beyninin tıpkı bir erik kurusu gibi buruştuğu hissi.
(...) Hücrenin kıpırdadığı hissi –uyanıyorsun, gözlerini açıyorsun– hücre kıpırdıyor (...)
Dilsiz kalma hissi.
Artık sözcüklerin anlamını ayırt edemiyorsun –ancak keşfedebiliyorsun– ıslık sesi veren harfleri kullanmak; s, ş, ç kesinlikle dayanılmaz.
Sözdizimi, gramer denetlenemiyor. İki satır yazdığında, ikinci satırın sonunda birincinin başını hatırlayamıyorsun... (s. 32)
Her türden algısal ayrıştırmayı ortadan kaldırmayı amaçlayan bu duyumsal yoksun bırakma yöntemi ile ilgili ilk deneyler 1950 ve 1960’larda CIA tarafından Mik Delta, Blue Bird ve M.K. Ultra programları kapsamında ABD’de gerçekleştirilmiştir. Almanya’da bu konudaki ilk denemeler ise 1971’de Hamburg Eppendorf psikiyatri ve nöroloji kliniğinde başlatılmıştır. Tecrit uygulaması Birleşmiş Milletlerin 3452 sayılı kararının birinci maddesinde yer alan “kamu görevlileri tarafından ya da onların tahrikiyle, bir şahsın, istemi dışında fizikî ya da zihnî eziyet ya da acılara maruz kalmasına yol açan her hareket işkence olarak adlandırılır” tanımına uygun düşmektedir. Gerçekten de gönüllü kuruluşların araştırmalarının da gösterdiği gibi tecrit uygulaması korku ve panik tepkilerine, görsel ve işitsel halüsinasyonlara, sinir sistemi bozukluklarına, dengesiz hareketlere ve titremelere yol açmaktadır.
1972-75 yılları arasında RAF mahpusları tecrit uygulamasının kaldırılması için açlık grevine giderler. Öte yandan dışarıda onların cezaevi taleplerini destekleyen “Tecrit Yoluyla İşkenceye Karşı Komiteler” kurulur. 1974’te Stuttgart-Stammheim cezaevinde Baader’i ziyaret eden Sartre RAF mensuplarının maruz kaldıkları cezaevi uygulamalarının ancak Nazi rejimlerinde görülebileceğini söyler. 21 Mayıs 1975’te RAF’lı tutukluların yargılandıkları davalar içinde en önemlisi olan Stammheim duruşması başlar. Duruşmaya gelen herkes fişlenir, bazı RAF avukatları savunma makamından ihraç edilir, haklarında soruşturma açılır. 1975’te dışarıdaki RAF militanları Stockholm’deki Alman büyükelçiliğini basıp rehin aldıkları on bir görevliye karşılık yirmi altı RAF tutuklusunun serbest bırakılmasını isterler, ancak özel bir anti-terör timinin baskını sonucu yakalanırlar. 1976’da Ulrike Meinhof hücresinde asılı bulunur. Medya olayı intihar şeklinde duyurur. Ancak avukatlar ve kamuoyundan yükselen itirazlar sonucunda uluslararası bir inceleme komisyonu kurulur. Basın toplantısında komisyonun yaptığı açıklama şöyledir:
İncelemelerimiz sonucunda Ulrike Meinhof’un asıldığında ölü olduğu şüphesini doğuran bulgularla karşılaştık ve bu ölüme bir ya da birden fazla kişinin karışmış olduğuna dair çarpıcı göstergeler mevcut.
Komisyonumuz, Ulrike Meinhof’un hangi koşullarda öldüğü hakkında kesin bir açıklama yapma şansına sahip değil. Bununla birlikte cezaevi personelinin dışında gizli servis elemanlarının sanıkların bulunduğu hücrelere ulaşmasına imkân tanıyan ayrı ve gizli bir geçitin bulunması gerçeği her türlü kuşkuya zemin hazırlamaktadır.
1977’de Dresdner Bank’ın yönetim kurulu başkanı ikisi kadın üç militan tarafından evinde vurulur. Aynı yıl eski bir Nazi olan Alman işverenler sendikası başkanı Schleyer silahlı bir RAF grubu tarafından kaçırılır, şoförü ve üç koruması vurulur. Schleyer karşılığında RAF tutuklularının serbest bırakılması istenir. 13 Ekimde Lufthansa’ya ait bir Boeing Şehit Halime Müfrezesi adlı bir grup tarafından kaçırılır. Bu örgüt RAF’a bağlı Siegfried Hausner Müfrezesince serbest bırakılmaları istenen on bir RAF militanının yanı sıra 1977’de Yeşilköy Havaalanında bir İsrail uçağına saldırıp sonra Türkiye’de hapsedilen iki Filistinli gerillanın da serbest bırakılmasını istemektedir. Somali’nin Mogadişu Havaalanına inen uçağa Alman anti-terör timi baskın düzenler, rehineler kurtarılır, üç gerilla öldürülür, dördüncü kadın gerilla ağır yaralanır. Aynı yıl bir skandal patlak verir. Alman makamları istihbarat servisinin mahkûmların avukatlarla görüşme kabinlerine mikrofon yerleştirdiğini kabul etmek zorunda kalır. Tutuklu avukatları davanın derhal askıya alınmasını isterler ama bu talepleri reddedilir. Bunun üzerine duruşmadan çekilirler ve boş salonda okunan karara göre Baader, Raspe ve Ensslin müebbet hapse mahkûm edilir. 18 Ekim 1977 günü üçünün de hücresinde intihar ettiği açıklanır. Ancak resmî rapor birtakım çelişkileri gözler önüne sermektedir.
Andreas Baader’in ölümüne yol açan kurşun ensesinden girip alnından çıkmıştır; solak olmasına rağmen sağ elinde barut izi bulunmuştur. Tüm adli tabibler, intihar eden kişilerin ellerindeki silahı düşürdükleri konusunda hemfikir olmasına rağmen Jan-Carl Raspe’nin “intihar”da kullandığı silah elindedir. Nihayet, Gudrun Ensslin’in vücudunda kuşku uyandırıcı kan oturmaları gözlenmiştir.
RAF’ın tarihini anlatan yukarıdaki kısmî özet bu örgütün ortaya çıkış koşullarıyla ilişkilendirilmediğinde yetersiz ve eksik kalır. RAF üyelerinin çoğunun yaşadığı 1960’ların Berlin’i yeni sol hareketlerin merkezidir. Ev işgallerinin yaygın olduğu bu kentte RAF üyeleri ev ve çalışma komünleri, mücadele kolektifleri içinde yaşamakta, çocuklara ortak olarak bakılmaktadır. RAF’lı kadınların inisiyatifleriyle Kinderladen adı verilen otorite karşıtı kreşler ve çocuk bahçeleri kurulmuştur. Yeni yaşama biçimlerinin denendiği bu topluluklarda gündelik yaşamın hemen şimdi dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Berlin’deki Kommune II’yi oluşturanlar “vahşi analiz” dedikleri, herkesin sırayla analizci ve analiz edilen olduğu bir psikanaliz tekniğini kendi içlerinde uygulamaya koyarlar. Kommune II günlüğünde şöyle denilmektedir:
Kapitalist sistemde bireysel acıyı yok etmek mümkün değil. Önemli olan acının bilincine varılmasını sağlamaktır. Yalnız ve yalnız siyasal mücadeledeki alternatif deneyimler, burjuva ideolojisinin ve bireyci psişik yapının kalıcı bir biçimde aşılmasına vesile olabilecek süreçleri işletebilirler.
1970’te Heidelberg Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniğinde altmışa yakın hasta ve bir grup doktor Sosyalist Hastalar Kolektifini (SPK) kurar. Anti-psikiyatri görüşünü savunan bu kolektif hastalığı kapitalizme karşı bir silaha dönüştürmeyi amaçlamaktadır. RAF’a sempatisi olan kolektifin mekânları 1971’de yüzlerce eli silahlı polis tarafından basılacak, olayın ardından bir kısım SPK üyesi RAF’a katılacaktır.
Eğitim düzeyleri yüksek olan RAF üyeleri hali vakti yerinde bir çevreden çıkmışlardır. Alman toplumsal yapısına tepki duyan RAF’lılar meslekî başarı, toplumsal statü ve aile kurumuna itibar etmeyip kısa süre içinde uç sol radikalizme yönelirler. Özel hayatlarının onları tatmin etmediği noktada özel hayatlarını politik hayatlarıyla özdeşleştirmek isterler. 1968’de Ulrike Meinhof iki çocuğunu yanına alarak kocasından ayrılır. Aynı yıl Gudrun Ensslin erkek arkadaşından ayrılacaktır. Kadın/erkek oranı yarı yarıya olan RAF’ta kadın erkek ilişkileri geleneksel değildir. Kadınların daha çok “nefer” olarak algılandığı üçüncü dünya ülkelerinin kadın gerillalarından farklı olarak RAF’lı kadınlar “yönetici” konumundadırlar. RAF içinde kadın erkek ilişkileri çok fazla tartışılmamıştır.
RAF’ın üye sayısı yaklaşık olarak kırktır. Örgüt altı şehirde bulunan sekiz gruptan oluşmaktadır. Her grup eylemlerini ve saldırı hedeflerini özerk bir biçimde kararlaştırmaktadır. Marksist olduğunu belirten RAF’ın örgütlenme yapısı Leninist modelden çok uzaktır. Kızıl Tugaylar, IRA, ETA gibi merkezî ve hiyerarşik yapıdaki örgütlerden farklı olarak RAF’taki ilişkiler yataydır. RAF’ın örgütlenme yapısı silahlı anarşist gruplarınkine çok benzer. Her üyenin yönetici olarak kabul edildiği örgütte yöneticilik zaman zaman işlevsel olarak ihtiyaç duyulabilecek ama her an ortadan kalkabilecek bir konum olarak görülür. RAF kendisinin herhangi bir sınıfı ya da halkı temsil ettiğini düşünmez, kendisini bir öncü olarak görmez. Meinhof’a göre:
... kendisini öncü olarak takdim edecek bir öncü yaratılması, hâkim sınıf içinde kendine yer biçen, hâkimiyeti hedefleyen bir düşünceden başka bir şey değildir.
RAF’a göre devrimci özneyi üretim sürecindeki yerine bağlı olarak düşünmemek gerekir. Başkaldıran herkes devrimci öznedir. RAF kendini dünya kızıl ordusunun bir fraksiyonu olarak görür. Bu ordu tek merkezden yönetilen, hiyerarşik bir ordu değildir. Özerk direniş birimlerinin ilişkileri yatay ve kendiliğindendir.
RAF başlarda illegal mücadeleyi fabrikalardaki, mahallelerdeki, üniversitelerdeki legal mücadelelerle ilişkilendirmeyi hedeflediyse de yoğun polis baskısı nedeniyle illegaliteye çekilmek zorunda kalır. 1972 eylemleriyle birlikte legal uç sol RAF’tan uzaklaşır. RAF yeni sol geçmişinden gitgide uzaklaşarak illegaliteyi mutlaklaştırmaya yönelir. Yasadışılığı kurtarılmış bir alan olarak gören RAF’a göre illegalite kişiyi işten ve toplumsal zorunluluklardan kurtarır, onun özel hayatı ile siyasal hayatı arasındaki bölünmeyi ortadan kaldırır. Böylece devrimci birey ikili bir yaşamın ve söylemin çelişkilerinden kurtularak kendi bütünlüğüne kavuşur. Kolektiflik ve illegaliteyi devrimci kimliğin oluşmasının koşulları olarak gören RAF’a göre:
İşte tam da, savaşçılar grubunu birleştiren bu samimiyet sürecinde bir “korunma” ihtiyacının doğduğu anda, birey bu aşırı zorlayıcı durumda özgür hale gelir ve böylece tüketim toplumunun kategorilerinin nüfuzundan sıyrılır.
Eyleme öncelik veren RAF entelektüalizme karşıdır. RAF’a göre Almanya’da yaşananlar uzun boylu teorik tahlilleri gerektirmemektedir.
Doğru olan, eğer mümkünse silahlı direnişi örgütlemektir ve bunun mümkün olup olmadığı ancak pratikte anlaşılır.
RAF nesnel koşulların oluşmasına dayalı bir işçi devrimi anlayışını reddeder. RAF’ın “Leninistliği” iradeye ve müdahaleye verdiği öncelikle bağlantılıdır. Aynı şekilde RAF öznenin etkinliğini vurgulayan Sartre, Marcuse ve Reich’ın düşüncelerine yakınlık duyar. Ters taraftan RAF kitlelerin pasifliğini, sisteme asimile olmalarını tahlil eden kuramlarla ilgilenir. Adorno ve Horkheimer’in “Otoriter Kişilik” adlı eseri RAF’ın ilgi duyduğu kitaplar arasındadır. RAF’a göre işçi sınıfı devrimci mücadelenin öncüsü olmaktan çıkmıştır.
Sistem, metropollerdeki kalabalıkları kendi pisliğine öylesine bulaştırdı ki, kendilerini sömürülen ve ezilen kişiler olarak görme şansını kaybettiler. Öyle ki otomobil, hayat sigortası, konut kredisi sahibi olmakla sistemin tüm cinayetlerini kabulleniyor ve otomobil, tatil, banyo dışında herhangi bir şeyi ne tahayyül, ne de ümit edebiliyorlar.
Üçüncü dünya halklarının emperyalizme karşı mücadelesini birinci plana koyan RAF metropollerdeki en alttakilere de sempati besler. RAF’a göre başta Almanya’dakiler olmak üzere metropoller ABD ordusunun üsleridir. Metropol emperyalizmin üçüncü dünya halklarını baskı altına almak için kullandığı askerî, teknolojik ve kültürel bir cephe gerisidir. Bu durum hukuk devletinin olağanüstü hal devletine dönüştüğü, yukarıdan aşağıya örgütlenen bir yeni faşizme tekabül etmektedir. Silahlı mücadele devletin demokratik maskesini atıp gerçek yüzünü ortaya çıkarmasına yol açarak onu teşhir eder.
RAF’ın diğer örgütler ve akımlarla ilişkisine gelince, bu konuda birinci sırayı anarşizm alır. 1970 ve 71’de anarşizan bir hareket olan Hasch Asileri çevresinden birçok kişi ve örgütsüz anarşistler RAF’a katılmıştır. 1972 RAF tutuklamalarından sonra kurulan anarşist 2 Haziran Hareketi RAF’a sempati duymaktadır. Uç legal sola karşı gitgide daha sertleşen ve nükleer karşıtı hareket, ev işgalleri, feminizm gibi yeni sol platformlardan uzaklaşan dışardaki RAF üyeleri kendilerini hapistekilerle dayanışmaya adarlar. Bu amaçla kurulan Kızıl İmdat ve Kara İmdat dayanışma örgütleri arasındaki ilişkilerin güçlenmesiyle birlikte anarşistlerle RAF arasındaki yakınlaşma artar. 1977’den sonra RAF ve 2 Haziran Hareketi militanları yeraltında birleşir. 1976’dan sonra da otonom olarak adlandırılan anarşizan gruplardan RAF’a katılmalar olur. RAF’ın eylem biçimi XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başında kendilerini banka soygunları ve suikastlarla ortaya koyan anarşist gruplarınkine benzer. Teorik düzeyde ise üretim ve çalışma kavramlarına sıcak bakmayan, sömürüye yol açanın tahakküm olduğunu söyleyen RAF anarşist düşünceye yakındır.
Anarchismus Vorwurf adlı 1972 tarihli bir metinde RAF, “tahakküm ve çalışma kavramlarına yükledikleri anlamlar, eski anarşistlerin tam da emperyalist sistemin şu anki aşamasında yaşananları önceden sezmiş olduklarını gösteriyor,” saptamasını yapmaktadır.
1959’da Bad-Godesberg Programı ile birlikte Almanya’da Sosyal Demokrat Parti (SPD) reformist bir çizgiye kayar. Ancak bu partiye bağlı bir öğrenci örgütü olan Alman Sosyalist Öğrenciler Federasyonu (SDS) sosyalist çizgisini korur ve anti-emperyalist kampanyalar yürüterek hızla radikalleşir. 1961’de SPD’den çıkarılan SDS Alman uç solunun kadrolarının yetiştiği bir harekete dönüşür.
2 Nisan 1968’de Frankfurt’un iki büyük mağazası gece vakti bombalanır. Eylemi gerçekleştirenler iki gün sonra tutuklanır. Ekim 1968’de yargılanan sanıklar (Andreas Baader, Gudrun Ensslin, Thoward Proll, Horst Sohlein) ABD’nin Vietnam’da gerçekleştirdiği soykırım karşısında kamuoyunun kayıtsızlığına ve tüketim toplumunun kinizmine karşı çıkmak ve halktaki devrimci potansiyeli harekete geçirmek için bu yola başvurduklarını söyleyip “eylemli propaganda” anlayışını savunurlar. On dört ay hapis yattıktan sonra şartlı tahliye edilirler. 1968’de SDS lideri Rudi Dutschke’ye yönelik suikast girişiminin ardından tüm Almanya’da öğrenci gösterileri olur, kundaklama ve saldırılar birbirini izler. Aynı yıl meclis iç karışıklık hallerinde hükümete olağanüstü yetkiler veren kararnameyi onaylar. 1968-70 yılları arasında Berlin özellikle polis ve mahkeme binalarına yönelik bombalama ve kundaklama eylemlerine tanık olacaktır.
1970’te Andreas Baader tutuklanır. Bir süre sonra araştırma yapmak için bir enstitünün kütüphanesinde polis eşliğinde çalışmasına izin verilir. Bu sırada ikisi kadın üç kişilik silahlı bir tim Baader’i kaçırır, bir kütüphane görevlisi olay sırasında ağır yaralanır. Sekiz gün sonra eylem Agit 883 adlı anarşist eğilimli bir yeraltı gazetesinde çıkan bir yazıda üstlenilir. “Kızıl Ordunun İnşası” adlı metnin yazarları anti-emperyalist hareket içinde silahlı bir fraksiyon olarak örgütlenmeyi amaçladıklarını söylerler. RAF adı ilk kez bu metinde kullanılmıştır. Olay sonrası Berlin’de yüz on ev polisçe basılır. Olay sırasında kütüphanede bulunan Meinhof ve Baader için ülkenin her tarafına arama ilanları asılır.
1970’te Ürdün’deki bir Filistin kampında eğitim gördükten sonra Almanya’ya dönen RAF militanlarının sayısı yirmi kadardır. RAF üyeleri örgütlenmelerini finanse etmek için üç bankayı soyarlar. Bir süre sonra polisle silahlı çatışmalar başlar. RAF saldırılarını 1972 yılında yoğunlaştırır. Frankfurt ve Heidelberg’deki Amerikan karargâhlarına düzenlenen bombalı saldırılar sonucu dört asker ölür, birçoğu yaralanır. Augsburg Emniyet Müdürlüğünde ve Münih’teki polis binasının park yerinde patlayan bombalarla on altı kişi yaralanır. RAF militanları hakkında soruşturma yürüten bir yargıç silahlı saldırı sonucu öldürülür, olayda karısı da ağır yaralanır. Springer Basımevinde patlayan bomba sonucu otuz dört işçi yaralanır. Tüm bu eylemler silahlı propaganda sonucu halkın da mücadeleye katılacağını düşünen RAF’ın beklentisinin aksine halkın devletle daha çok bütünleşmesine ve polisle işbirliğine gitmesine neden olur. Polis yüzlerce kişiyi gözaltına alır. Alman legal uç solu da RAF’tan gitgide uzaklaşır. Aynı yıl polis Andreas Baader, Jan-Carl Raspe ve Holger Meins’i silah ve malzeme depoladıkları bir garajda yakalar. Bölgenin tamamen kuşatıldığı operasyona çok sayıda zırhlı araç da katılmıştır. Daha sonra, ihbarlar sonucu Gudrun Ensslin ve Ulrike Meinhof polisçe yakalanırlar.
Cezaevindeki RAF tutuklularına tecrit uygulanır. Diğer tutuklularla görüşmelerinin ve cezaevinin ortak faaliyetlerine katılmalarının yasaklanmasının yanı sıra havalandırmaya tek başlarına, elleri arkalarından bağlı olarak çıkarılırlar. Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin ve Astrid Proll cezaevinin kadın psikiyatrisi binasının bir ucunda bulunan özel tecrit hücrelerinde tek başlarına kalırlar. Ses tecridi için özel olarak düzenlenen hücrelerin duvarları ve eşyası beyaza boyanmıştır. Gün ışığı çok sıkı bir tel örgüyle kapatılmış çok küçük bir mazgaldan sızmaktadır. Ulrike Meinhof avukatına gönderdiği mektupta tecrit durumunu şöyle anlatmaktadır:
Başının patladığı hissi, kafatasının parçalanacağı, patlayacağı hissi.
Beyninin tıpkı bir erik kurusu gibi buruştuğu hissi.
(...) Hücrenin kıpırdadığı hissi –uyanıyorsun, gözlerini açıyorsun– hücre kıpırdıyor (...)
Dilsiz kalma hissi.
Artık sözcüklerin anlamını ayırt edemiyorsun –ancak keşfedebiliyorsun– ıslık sesi veren harfleri kullanmak; s, ş, ç kesinlikle dayanılmaz.
Sözdizimi, gramer denetlenemiyor. İki satır yazdığında, ikinci satırın sonunda birincinin başını hatırlayamıyorsun... (s. 32)
Her türden algısal ayrıştırmayı ortadan kaldırmayı amaçlayan bu duyumsal yoksun bırakma yöntemi ile ilgili ilk deneyler 1950 ve 1960’larda CIA tarafından Mik Delta, Blue Bird ve M.K. Ultra programları kapsamında ABD’de gerçekleştirilmiştir. Almanya’da bu konudaki ilk denemeler ise 1971’de Hamburg Eppendorf psikiyatri ve nöroloji kliniğinde başlatılmıştır. Tecrit uygulaması Birleşmiş Milletlerin 3452 sayılı kararının birinci maddesinde yer alan “kamu görevlileri tarafından ya da onların tahrikiyle, bir şahsın, istemi dışında fizikî ya da zihnî eziyet ya da acılara maruz kalmasına yol açan her hareket işkence olarak adlandırılır” tanımına uygun düşmektedir. Gerçekten de gönüllü kuruluşların araştırmalarının da gösterdiği gibi tecrit uygulaması korku ve panik tepkilerine, görsel ve işitsel halüsinasyonlara, sinir sistemi bozukluklarına, dengesiz hareketlere ve titremelere yol açmaktadır.
1972-75 yılları arasında RAF mahpusları tecrit uygulamasının kaldırılması için açlık grevine giderler. Öte yandan dışarıda onların cezaevi taleplerini destekleyen “Tecrit Yoluyla İşkenceye Karşı Komiteler” kurulur. 1974’te Stuttgart-Stammheim cezaevinde Baader’i ziyaret eden Sartre RAF mensuplarının maruz kaldıkları cezaevi uygulamalarının ancak Nazi rejimlerinde görülebileceğini söyler. 21 Mayıs 1975’te RAF’lı tutukluların yargılandıkları davalar içinde en önemlisi olan Stammheim duruşması başlar. Duruşmaya gelen herkes fişlenir, bazı RAF avukatları savunma makamından ihraç edilir, haklarında soruşturma açılır. 1975’te dışarıdaki RAF militanları Stockholm’deki Alman büyükelçiliğini basıp rehin aldıkları on bir görevliye karşılık yirmi altı RAF tutuklusunun serbest bırakılmasını isterler, ancak özel bir anti-terör timinin baskını sonucu yakalanırlar. 1976’da Ulrike Meinhof hücresinde asılı bulunur. Medya olayı intihar şeklinde duyurur. Ancak avukatlar ve kamuoyundan yükselen itirazlar sonucunda uluslararası bir inceleme komisyonu kurulur. Basın toplantısında komisyonun yaptığı açıklama şöyledir:
İncelemelerimiz sonucunda Ulrike Meinhof’un asıldığında ölü olduğu şüphesini doğuran bulgularla karşılaştık ve bu ölüme bir ya da birden fazla kişinin karışmış olduğuna dair çarpıcı göstergeler mevcut.
Komisyonumuz, Ulrike Meinhof’un hangi koşullarda öldüğü hakkında kesin bir açıklama yapma şansına sahip değil. Bununla birlikte cezaevi personelinin dışında gizli servis elemanlarının sanıkların bulunduğu hücrelere ulaşmasına imkân tanıyan ayrı ve gizli bir geçitin bulunması gerçeği her türlü kuşkuya zemin hazırlamaktadır.
1977’de Dresdner Bank’ın yönetim kurulu başkanı ikisi kadın üç militan tarafından evinde vurulur. Aynı yıl eski bir Nazi olan Alman işverenler sendikası başkanı Schleyer silahlı bir RAF grubu tarafından kaçırılır, şoförü ve üç koruması vurulur. Schleyer karşılığında RAF tutuklularının serbest bırakılması istenir. 13 Ekimde Lufthansa’ya ait bir Boeing Şehit Halime Müfrezesi adlı bir grup tarafından kaçırılır. Bu örgüt RAF’a bağlı Siegfried Hausner Müfrezesince serbest bırakılmaları istenen on bir RAF militanının yanı sıra 1977’de Yeşilköy Havaalanında bir İsrail uçağına saldırıp sonra Türkiye’de hapsedilen iki Filistinli gerillanın da serbest bırakılmasını istemektedir. Somali’nin Mogadişu Havaalanına inen uçağa Alman anti-terör timi baskın düzenler, rehineler kurtarılır, üç gerilla öldürülür, dördüncü kadın gerilla ağır yaralanır. Aynı yıl bir skandal patlak verir. Alman makamları istihbarat servisinin mahkûmların avukatlarla görüşme kabinlerine mikrofon yerleştirdiğini kabul etmek zorunda kalır. Tutuklu avukatları davanın derhal askıya alınmasını isterler ama bu talepleri reddedilir. Bunun üzerine duruşmadan çekilirler ve boş salonda okunan karara göre Baader, Raspe ve Ensslin müebbet hapse mahkûm edilir. 18 Ekim 1977 günü üçünün de hücresinde intihar ettiği açıklanır. Ancak resmî rapor birtakım çelişkileri gözler önüne sermektedir.
Andreas Baader’in ölümüne yol açan kurşun ensesinden girip alnından çıkmıştır; solak olmasına rağmen sağ elinde barut izi bulunmuştur. Tüm adli tabibler, intihar eden kişilerin ellerindeki silahı düşürdükleri konusunda hemfikir olmasına rağmen Jan-Carl Raspe’nin “intihar”da kullandığı silah elindedir. Nihayet, Gudrun Ensslin’in vücudunda kuşku uyandırıcı kan oturmaları gözlenmiştir.
RAF’ın tarihini anlatan yukarıdaki kısmî özet bu örgütün ortaya çıkış koşullarıyla ilişkilendirilmediğinde yetersiz ve eksik kalır. RAF üyelerinin çoğunun yaşadığı 1960’ların Berlin’i yeni sol hareketlerin merkezidir. Ev işgallerinin yaygın olduğu bu kentte RAF üyeleri ev ve çalışma komünleri, mücadele kolektifleri içinde yaşamakta, çocuklara ortak olarak bakılmaktadır. RAF’lı kadınların inisiyatifleriyle Kinderladen adı verilen otorite karşıtı kreşler ve çocuk bahçeleri kurulmuştur. Yeni yaşama biçimlerinin denendiği bu topluluklarda gündelik yaşamın hemen şimdi dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Berlin’deki Kommune II’yi oluşturanlar “vahşi analiz” dedikleri, herkesin sırayla analizci ve analiz edilen olduğu bir psikanaliz tekniğini kendi içlerinde uygulamaya koyarlar. Kommune II günlüğünde şöyle denilmektedir:
Kapitalist sistemde bireysel acıyı yok etmek mümkün değil. Önemli olan acının bilincine varılmasını sağlamaktır. Yalnız ve yalnız siyasal mücadeledeki alternatif deneyimler, burjuva ideolojisinin ve bireyci psişik yapının kalıcı bir biçimde aşılmasına vesile olabilecek süreçleri işletebilirler.
1970’te Heidelberg Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniğinde altmışa yakın hasta ve bir grup doktor Sosyalist Hastalar Kolektifini (SPK) kurar. Anti-psikiyatri görüşünü savunan bu kolektif hastalığı kapitalizme karşı bir silaha dönüştürmeyi amaçlamaktadır. RAF’a sempatisi olan kolektifin mekânları 1971’de yüzlerce eli silahlı polis tarafından basılacak, olayın ardından bir kısım SPK üyesi RAF’a katılacaktır.
Eğitim düzeyleri yüksek olan RAF üyeleri hali vakti yerinde bir çevreden çıkmışlardır. Alman toplumsal yapısına tepki duyan RAF’lılar meslekî başarı, toplumsal statü ve aile kurumuna itibar etmeyip kısa süre içinde uç sol radikalizme yönelirler. Özel hayatlarının onları tatmin etmediği noktada özel hayatlarını politik hayatlarıyla özdeşleştirmek isterler. 1968’de Ulrike Meinhof iki çocuğunu yanına alarak kocasından ayrılır. Aynı yıl Gudrun Ensslin erkek arkadaşından ayrılacaktır. Kadın/erkek oranı yarı yarıya olan RAF’ta kadın erkek ilişkileri geleneksel değildir. Kadınların daha çok “nefer” olarak algılandığı üçüncü dünya ülkelerinin kadın gerillalarından farklı olarak RAF’lı kadınlar “yönetici” konumundadırlar. RAF içinde kadın erkek ilişkileri çok fazla tartışılmamıştır.
RAF’ın üye sayısı yaklaşık olarak kırktır. Örgüt altı şehirde bulunan sekiz gruptan oluşmaktadır. Her grup eylemlerini ve saldırı hedeflerini özerk bir biçimde kararlaştırmaktadır. Marksist olduğunu belirten RAF’ın örgütlenme yapısı Leninist modelden çok uzaktır. Kızıl Tugaylar, IRA, ETA gibi merkezî ve hiyerarşik yapıdaki örgütlerden farklı olarak RAF’taki ilişkiler yataydır. RAF’ın örgütlenme yapısı silahlı anarşist gruplarınkine çok benzer. Her üyenin yönetici olarak kabul edildiği örgütte yöneticilik zaman zaman işlevsel olarak ihtiyaç duyulabilecek ama her an ortadan kalkabilecek bir konum olarak görülür. RAF kendisinin herhangi bir sınıfı ya da halkı temsil ettiğini düşünmez, kendisini bir öncü olarak görmez. Meinhof’a göre:
... kendisini öncü olarak takdim edecek bir öncü yaratılması, hâkim sınıf içinde kendine yer biçen, hâkimiyeti hedefleyen bir düşünceden başka bir şey değildir.
RAF’a göre devrimci özneyi üretim sürecindeki yerine bağlı olarak düşünmemek gerekir. Başkaldıran herkes devrimci öznedir. RAF kendini dünya kızıl ordusunun bir fraksiyonu olarak görür. Bu ordu tek merkezden yönetilen, hiyerarşik bir ordu değildir. Özerk direniş birimlerinin ilişkileri yatay ve kendiliğindendir.
RAF başlarda illegal mücadeleyi fabrikalardaki, mahallelerdeki, üniversitelerdeki legal mücadelelerle ilişkilendirmeyi hedeflediyse de yoğun polis baskısı nedeniyle illegaliteye çekilmek zorunda kalır. 1972 eylemleriyle birlikte legal uç sol RAF’tan uzaklaşır. RAF yeni sol geçmişinden gitgide uzaklaşarak illegaliteyi mutlaklaştırmaya yönelir. Yasadışılığı kurtarılmış bir alan olarak gören RAF’a göre illegalite kişiyi işten ve toplumsal zorunluluklardan kurtarır, onun özel hayatı ile siyasal hayatı arasındaki bölünmeyi ortadan kaldırır. Böylece devrimci birey ikili bir yaşamın ve söylemin çelişkilerinden kurtularak kendi bütünlüğüne kavuşur. Kolektiflik ve illegaliteyi devrimci kimliğin oluşmasının koşulları olarak gören RAF’a göre:
İşte tam da, savaşçılar grubunu birleştiren bu samimiyet sürecinde bir “korunma” ihtiyacının doğduğu anda, birey bu aşırı zorlayıcı durumda özgür hale gelir ve böylece tüketim toplumunun kategorilerinin nüfuzundan sıyrılır.
Eyleme öncelik veren RAF entelektüalizme karşıdır. RAF’a göre Almanya’da yaşananlar uzun boylu teorik tahlilleri gerektirmemektedir.
Doğru olan, eğer mümkünse silahlı direnişi örgütlemektir ve bunun mümkün olup olmadığı ancak pratikte anlaşılır.
RAF nesnel koşulların oluşmasına dayalı bir işçi devrimi anlayışını reddeder. RAF’ın “Leninistliği” iradeye ve müdahaleye verdiği öncelikle bağlantılıdır. Aynı şekilde RAF öznenin etkinliğini vurgulayan Sartre, Marcuse ve Reich’ın düşüncelerine yakınlık duyar. Ters taraftan RAF kitlelerin pasifliğini, sisteme asimile olmalarını tahlil eden kuramlarla ilgilenir. Adorno ve Horkheimer’in “Otoriter Kişilik” adlı eseri RAF’ın ilgi duyduğu kitaplar arasındadır. RAF’a göre işçi sınıfı devrimci mücadelenin öncüsü olmaktan çıkmıştır.
Sistem, metropollerdeki kalabalıkları kendi pisliğine öylesine bulaştırdı ki, kendilerini sömürülen ve ezilen kişiler olarak görme şansını kaybettiler. Öyle ki otomobil, hayat sigortası, konut kredisi sahibi olmakla sistemin tüm cinayetlerini kabulleniyor ve otomobil, tatil, banyo dışında herhangi bir şeyi ne tahayyül, ne de ümit edebiliyorlar.
Üçüncü dünya halklarının emperyalizme karşı mücadelesini birinci plana koyan RAF metropollerdeki en alttakilere de sempati besler. RAF’a göre başta Almanya’dakiler olmak üzere metropoller ABD ordusunun üsleridir. Metropol emperyalizmin üçüncü dünya halklarını baskı altına almak için kullandığı askerî, teknolojik ve kültürel bir cephe gerisidir. Bu durum hukuk devletinin olağanüstü hal devletine dönüştüğü, yukarıdan aşağıya örgütlenen bir yeni faşizme tekabül etmektedir. Silahlı mücadele devletin demokratik maskesini atıp gerçek yüzünü ortaya çıkarmasına yol açarak onu teşhir eder.
RAF’ın diğer örgütler ve akımlarla ilişkisine gelince, bu konuda birinci sırayı anarşizm alır. 1970 ve 71’de anarşizan bir hareket olan Hasch Asileri çevresinden birçok kişi ve örgütsüz anarşistler RAF’a katılmıştır. 1972 RAF tutuklamalarından sonra kurulan anarşist 2 Haziran Hareketi RAF’a sempati duymaktadır. Uç legal sola karşı gitgide daha sertleşen ve nükleer karşıtı hareket, ev işgalleri, feminizm gibi yeni sol platformlardan uzaklaşan dışardaki RAF üyeleri kendilerini hapistekilerle dayanışmaya adarlar. Bu amaçla kurulan Kızıl İmdat ve Kara İmdat dayanışma örgütleri arasındaki ilişkilerin güçlenmesiyle birlikte anarşistlerle RAF arasındaki yakınlaşma artar. 1977’den sonra RAF ve 2 Haziran Hareketi militanları yeraltında birleşir. 1976’dan sonra da otonom olarak adlandırılan anarşizan gruplardan RAF’a katılmalar olur. RAF’ın eylem biçimi XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başında kendilerini banka soygunları ve suikastlarla ortaya koyan anarşist gruplarınkine benzer. Teorik düzeyde ise üretim ve çalışma kavramlarına sıcak bakmayan, sömürüye yol açanın tahakküm olduğunu söyleyen RAF anarşist düşünceye yakındır.
Anarchismus Vorwurf adlı 1972 tarihli bir metinde RAF, “tahakküm ve çalışma kavramlarına yükledikleri anlamlar, eski anarşistlerin tam da emperyalist sistemin şu anki aşamasında yaşananları önceden sezmiş olduklarını gösteriyor,” saptamasını yapmaktadır.
Yaşar Çabuklu