3 Haziran 2011 Cuma

Canetti'nin Barınağına Uğramak

"Hayatta kalma anı iktidar anıdır. Ölümün görüntüsü karşısında düşülen dehşet ölen bir başkası olduğundan tatmine dönüşür. Hayatta kalan ayakta dururken ölen yerde yatmaktadır. Sanki bir kavga olmuş ve biri diğerini yere devirmiş gibidir. ( ... ) Zafer ve hayatta kalma onun için bir ve aynı şeylerdir"(Canetti, 2003: 229-230). Canetti ölümü, hayatta kalanın duruşuyla bağlantılı olarak anlamlandırır Kitle ve İktidar'da; ne de olsa "ölüm"ü anlamlandıran geride, sağ kalanlardır. Bu bağlamda yazarın farklı yapıtlarında rastladığımız ölüm imgesi, her bir yapıtta enikonu irdelenerek birbiriyle eklemlenerek beslenip okurun karşısına farklı bağlam ve biçimlerde çıkar. Sözgelimi Canetti'nin özyaşamöyküsel üçlemesi olan Kurtarılmış Dil, Kulaktaki Meşale ve Gözlerin Oyunu adlı yapıtların her birinde ölümü farklı bakış açılarıyla sorgular yazar, Ölüm adeta iktidarın, sevginin, bağlılığın, kaosun, otoritenin, dilin gücünün, yaratma ediminin, korkunun, umarsızlığın ve buna benzer yaşamın tüm alanlarında, anlamını ararken yazarın beslendiği bir kaynak olur, Özyaşamöyküsel romanlarında ölümü anlatan anıların, öykülerin ardında gizlenen babasının ölümüdür. Yazar bir yandan kendisini böylesine derinden etkileyen, tüm yaşamı boyunca onun peşini bırakmayan bu ölümü yenmeye çalışırken öte yandan ölüm, yaşamın, varoluşun açıklanmasında da güç alınan temeli oluşturur, Yazmak, ölümü aşmanın, onunla başa çıkmanın, hayatı anlamlı kılmanın tek çaresi gibidir. Yaşamakla ölümü içiçeleştirerek hayatta kalanın gücünü, hakimiyetini böylesine öne çıkartan Canetti kimdir? Hangi yaşamsal koşullar onu ölüm izleğinin izini böylesine yakından sürmeye yöneltmiştir? Ve hangi bağlamda yazımıza konu olmuştur yapıtları?

Elias Canetti yaşamının başlangıç ucunda Rusçuk'un çokdilli ortamında Sefardim Diasporası'nda yaşayan diğer Yahudiler gibi 15, yy.'ın İspanyolcası olan Sefaradçayı konuştu ve Rusçuk'ta geçirdiği bu döneminin izlerini hayat boyu üzerinde taşıdı. Burada dinlediği masallar Bulgarca, Manchester'da ilk okuduğu kitaplarsa, okulda öğrendiği İngilizce yapıtlardı. 1912'deki Babasının ölümünden sonra Viyana'ya gideceklerinden, kısa zamanda ve oldukça zorlu koşullarda Almanca öğrenmek zorunda bırakıldı. Almanca, babası henüz hayattayken annesiyle gizli konuları konuştukları "büyülü dil"'di. Annesi, kocasını yitirdikten sonra, onunla buluştukları bu büyülü düzlemi oğlu Elias'la paylaşmak istedi. Salt dil öğrenimi ve yolculuklarında değil, Elias'ın hayat çizgisinin belirlenmesinde annesi başat bir rol oynadı. I. Dünya Savaşının patlak vermesiyle Viyana'dan ayrılarak İsviçre'ye (1916-1921) oradan da Frankfurt/Main'a (1921-1924) göç ettiler, 1924 yılında yeniden Viyana'ya giden Canetti orada Kimya öğrenimine başladı, Aynı yıl içinde yapıtlarında önemli ölçüde etkisi altında kaldığı Karl Kraus'un bir konuşmasına giderek onu yakından tanıma fırsatı buldu ve ardından evleneceği Veza Tauber-Calderon ile tanıştı, 1928 yılında Berlin'e gittiğinde Bertolt Brecht, George Grosz ve Isaac Babel gibi sanatçılarlada tanıştı. Çeşitli çeviriler yaptı. 1932'de Herınan Broch ile karşılaştı. Daha sonra 1933'te Fritz Wotruba, Robert Musil, Anna Mahler, Abraham Sonne, Alban Berg gibi sanatçılarlada tanıştı ve 1934'te Veza ile evlendi. 1937'de annesinin ölümünün ardından 1938 yılında Hitler'in Viyana kuşatmasının ardından Veza ile Paris'e oradan da Londra'ya gittiler. Veza'nın 1963'teki ölümüyle yalnız kalan Canetti Paris'teki kardeşi Georg'u ziyarete daha sık gider oldu. Kurtarılmış Dil adlı yapıtını adadığı Georg'un ölümünün ardından sanat tarihçisi Hera Buschor ile evlendi.

Başlarda çok okunan farkedilmiş bir yazar olmayan Canetti ilk kez 1949 yılında Körleşme romanı ile Prix International ödülünü aldı. Daha sonra 1966'da Viyana Edebiyat Ödülü ve Alman Eleştirmenler Ödülü; 1969'da Bavyera Güzel Sanatlar Akademisi Ödülü; 1972'de Georg-Büchner Ödülü; 1975'te Franz-Nabl Ödülü ve Nelly-Sachs Ödülü; 1977' de Gottfried Keller Ödülü; 1981'de Franz Kafka Ödülü ve Nobel Edebiyat Ödülü; 1983'te Alman Liyakat Nişanı aldı ve 1994 yılında öldüğünde Zürih kenti tarafından James Joyce'un mezarının yanında bir onur mezarı verildi.

"Einer, der sich nach Hause nur verirren kann. Er muss jedesmal einen anderen Weg hinfinden." (Canetti, 1984: 155) diyen Canetti, kendisine doğru çıktığı serüvende farklı yolları olduğu denli, farklı dilleri de katetti. Bu bitmez tükenmez yolculuklara işaret eden Durzak'la yaptığı bir söyleşide, "1938 sonrasında kaleme aldığınız yapıtla sizi sürgündeki yazarlar arasına katmak olası mı?" (Durzak, 1976: 101) sorusuna verdiği "Aslında kendimi asla sürgündeki bir yazar olarak görmedim ( ... ) Ben daha çok Alman yazını çerçevesinde sürgün bir yazardım" yanıtıyla, aynı zamanda kendisinin, söyleşinin yapıldığı dönemdeki konumuna da işaret etmiş olur. Elias Canetti, bir yandan kentten kente göç ederken bir türlü yerlisi olamadığı mekanlarda, öte yanda da onu Rusçuk'ta yaşadığı çocukluğundan beri kendisini hiç terketmeyen ölüm imgesinden uzaklaşmak ya da ona daha yakın durmak için bir gezgin oldu hep. Bu süreçte tutunabildiği yer ise dil ve yazındı. Önceleri o dilin yabancısıydı. Ancak sonradan hem anne babasının "büyülü dili" olan hem de kendisine sonradan anadili olarak seçtiği Almancada yaşamayı yeğledi. Dahası kendi yalnızlığını tanımlayabileceği, anlatabileceği bir barınak, bir vatan edindi Almancayı. Her ne kadar da seçtiği dil Almanca da olsa, salt Alman kültürüyle beslenen bir yazar olmadı hiç. Farklı kültürlerle çoğalarak yaşadı. Said: "Bir 
entelektüel gemisi battıktan sonra karada değil karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer; amacı küçük adasını söınürgeleştirmek olan Robinson Crusoe değil, olağanüstü şeyler yaşadığı duygusunu hiç kaybetmeyen bir bedavacı, fatih ya da yağmacı değil de her zaman, geçici bir misafir olan Marko Polo'dur" (Said,l995:63) derken, Canetti'nin yaşam koşullarını tanımlar gibidir.

Özyaşam öyküsel yapıtlarında da olduğu gibi yüreğini yazıda böylesi açabilen, bir o kadar da her seferinde yeni sırlara ve sorulara yönelen bu gezginin ardından gitmeyi yeğledik bu sayımızda ve Canetti için, daha önce onun yapıtları üzerine çalışmış olan araştırmacıların da desteğini alarak bir dosya hazırladık. Dosyanın ilk yazısında, Canetti'nin çokkültürlülüğünden ayrıntılı olarak söz eden Prof. Dr. Manfred Durzak'ın "Elias Canetti - ein europaiseher Autor?" adlı çalışması, yazarın nasıl bir kültürel gelenekten geldiğinin izini sürer. Zu Elias Canetti adlı kitabı yayına hazırlayan ve Canetti'yle söyleşiler ve onun yapıtları üzerine araştırmalar yapmış olan Durzak, Canetti'nin kendisini içinde bulduğu çokdilli ve çokkültürlü ortamın hep kıyısında kaldığını, böylesi bir dışarıda kalmışlığın aynı zamanda ona bir zenginlik kattığını dile getirir ve onu gerçek vatanı kitapları olan bir Homo literatus olarak adlandırır. Canetti'nin bu çoklu ortamının onda bir assimilasyon durumu değil, farklılıkları birleştiren ve taşıyarak yeni, melez bir kimlik üretmesine yol açtığını vurgular.

Dosyamızın bir başka yazarı olan ve kendisini Virgina Wolf, Franz Kafka, Elias Canetti, Marcel Proust vb. gibi yazarlarla karşılaştırıldığında bir "yazar adayı" olarak niteleyen Mario Levi'nin birçok yapıtında da Sefarad kültürünün yansımalarını görebilmemiz bir rastlantı değil. Kökleri 14.-15.yy İspanya'sına uzanan ve Canetti'yle etno-kültürel bağlamda ortak bir yazgıyı paylaşan Levi, bu kez bir yazar olduğu kadar bir Canetti okuru olarak da dosyamızda yer almakta. Marakeşten Sesler'i okuyan Levi yazısında Canetti'ye bu yapıtında turistik bir gezi yaparak yabancı ülkeyi görüp tüketmek yerine, ötekinin ardından giderek onu anlamaya, anlamlandırmaya çalışan bir gezgin olarak bakar.

Bir antropolog, felsefeci, yazınbilimci olan Elias Canetti'nin bu renkli kişiliğinin bir uzantısı olarak kaleme aldığı farklı metin türlerinin araştırılmasına da yer vermek istedik dosyamızda. Bunun için de Prof. Dr. Gertrude Dorusoy'un "Der Stachel des Befehls und die Dramen Canettis" adlı çalışmasına yer verdik. 1986 yılında Canetti'nin Günleri Sayılı Olanlar adlı oyununu Almancadan çeviren Dorusoy bu yazısında, Canetti'nin "emir" kavramından yola çıkarak onun çağrıştırdığı "itaat", "Ölüm tehditi" vb. kavramların, yazarın bir türlü vazgeçernediği dram türündeki yapıtlarındaki yansımasını irdeler. Bu çalışmada "emir" salt yazarın oyunları düzleminde değil, Kitle ve İktidar, Körleşme vb. yapıtlarıyla ilişkilendirilerek anlamlandırılır. Durusoy, böylelikle Türkiye'de genelde düz yazılarıyla tanınmış olan Canetti'nin farklı bir yönünü ele alarak, yapıtlarına ışık tutulmuş olması okuruna yeni bir ufuk açar.

Bu dosyada yer alan bir başka yazıysa Canetti üzerine Elias Canetti: Das Gefühl absoluter Verantwortlichkeit adlı bir monografı kaleme almış olan Doç. Dr. Fatih Tepebaşılı'nın "'Körleşme' Romanı ve Bilim Adamı Sorunsalı" adlı çalışması.

"Canetti kişisel tarihini kaleme alırken, dinsel içeriklerle beslenen, katı kuralcı geleneklerle bir hesaplaşmaya girdiği gibi içinde yetiştiği Sefarad kültürünün etkilerini de taşır" (Oraliş, 1996:32) çocukluğunda aile büyüklerinin ona on emri öğretmesi sürecinde "önce bir öldürme yasağıyla başlamış olsa da 'ölüm' sonraları, onun yaratıcı gücünü artıracak ön önemli etkenler arasında" yer alır. (Oraliş, 1996:32) Canetti'nin bir yandan geleneklerle beslenen öte yandan babasını kaybetmesine neden olan ölümle hesaplaşması, ona bir anlamda sürekli hayatta kalma olanağı da sağlar. Canetti'nin kendi deyişiyle salt şimdiki zamanda varolmayan, mevcudiyetini yazarının ölümünden sonra da sürdürebilen yazınsal yapıtın okuruna ulaştığı an hayatın içinde bulunacağı andır. "Böylelikle ölüler kendilerini, yaşayanlara besin olarak sunarlar; onların ölümsüzlüğü yaşayanlara yarar. Ölümsüzlükleri, hem ölülere hem de yaşayanlara yarayan, ölülere verilen kurbanın tersidir. Ölülerle yaşayanlar arasında artık garez yoktur ve hayatta kalmak artık sızıya neden olmaz" (Canetti, 2003:280)

Sanırım ölümle hayatı yazınsal düzlemde böylesine barıştıran Canetti söz konusu olduğunda, ölüm karşısındaki muzafferane duruşuyla okuruna soluğunu hala tüm sıcaklığıyla hissettirirken onun doğum yıldönümünü kutlamak çok daha anlamlı geldi bize. Bunun için de bu yazımızda böylesi farklı kültürlerle zenginleşmiş diliyle yarattığı dünyasına özel bir bölüm ayırarak, Canetti'nin 100üncü yıldönümünü farklı bir coğrafyadan kutlamak istedik.


Meral Oraliş


KAYNAKÇA
  • Canetti, Elias, (1993): Die gerettetc Zunge, Geschichte einer Jugend, Cari Hanser Verlag München,Wien
  • Canetti, Elias, (1980): Die Fackel im Ohr. Lebensgeschichte 1921-1931, Cari Hanser Verlag München,Wien
  • Canetti, Elias, (1984): Die Provinz des Menschen, Aufzeichnungen 1942-1972,Fischer Taschenbuch Verlag, Frankfurt am Main
  • Canetti, Elias, (1985): Das Augenspiel. LebensgescJVchte 1931-1937, Carl Hanser Verlag München,Wien
  • Canetti, Elias, (1986): Günleri Sayılı Olanlar, Çeviren: Gertrude Durusoy, Erdem Kitabevi Yayınlan, İzmir
  • Canetti, Elias, (1990): Die Blcndung, Fischer Taschcnbuch, Frankfurt am Main
  • Canetti, Elias (2003): Kitle ve İktidar, Çeviren: Gülşal Aygen, Ayrıntı Yayınları, ikinci baskı; İstanbul
  • Durzak Manfred, (Hg.) (1983): Zu Eli as Canetti, Em st Klett Verlag. Stuttgart.
  • Oraliş, Meral (1996): Anılar Döner, Elias Canetti, Christa Wolf, Max Frisch'in Özyaşamöyküsel Romanlarında Kimlik Arayışı, (Danışman; Prof.Dr.Nilüfer Kuıuyazıcı), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayınlanmarmş Doktora Tezi)
  • Said, Edward, (1995): Entelektüel, Çeviren: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
  • Tepebaşılı, Fatih, (2004): Elias Canetti, Das Geflihl absoluter Verantwortlichkeit, Çizgi Yayınları, Konya

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Anarşizm ve Cinsiyet Sorunu

Kuvveti ve kasları solgun, çelimsiz zengin bebeler tarafından oldukça beğenilen, ancak emeği açlık kurdunu kapısından uzak tutmaya ancak yeten işçi sınıfı erkekleri, onlara sabahtan akşama kadar kölelik yapmak ve harcamaları düşük tutmak üzere her türlü çabayı sarf etmek zorunda kalan eşlere veya ev-hizmetçilerine sahip olmak için evlenirler yanlızca. [Kadının] kocasının acınacak ücretinin ikisinin de yaşamını sürdürmesini sağlamak için devamlı çaba sarfetmekten sinirleri o kadar gerilir ki, giderek asabi hale gelir ve –yazık ki kısa zamanda umut ve planlarının kül olup uçtuğu sonucuna ulaşacak ve evliliğin gerçekten de başarısız olduğunu düşünmeye başlayacak olan– lordunun ve efendisinin sevgi talebini yerine getirmekte artık başarılı olamaz.


ZİNCİRLER GİDEREK AĞIRLAŞIR

Harcamalar azalmak yerine çoğaldıkça, evliliğinde çok az kuvveti olan, benzer şekilde kendini ihanete uğramış hisseden eş bu kuvvetinin tümünü de yitirir, ve devamlı açlık sıkıntısı ve korkusu, güzelliğini evliliğinin ardından kısa zaman içinde tüketir. Giderek ümitsizleşir, ev işlerini ihmal etmeye başlar; ve kendisiyle kocası arasında, onlara yaşamlarındaki keder ve yoksullukları göğüsleme kuvveti verecek hiçbir sevgi ve sempati bağı da olmadığı için, birbirlerine daha da sıkıca kenetlenmek yerine birbirlerine giderek daha fazla yabancılaşırlar ve hatalarına karşı giderek daha tahammülsüz olurlar. 

Milyonerlerin yaptığı gibi klübe gidemeyen erkek meyhaneye gider, ve kederini bira veya viski bardaklarında boğmaya çalışır. İhmal edilişini bir sevgilinin kollarında unutmaya çalışamayacak kadar onurlu ve herhangi bir meşru eğlence ve uğraştan faydalanmak için fazlasıyla yoksul olan erkeğin kederinin talihsiz ortağı ise, ev diye adlandırdığı sefil ve derme çatma yerin içine sıkışıp kalır, ve kendini bu zavallı adamın eşi yapan ahmaklığa kötü kötü lanet eder.

Ancak onların birbirlerinden ayrılmalarının hiçbir yolu yoktur.


ANCAK ONU TAŞIMAK ZORUNDADIRLAR

Ancak kanun ve Kilise tarafından boyunlarına vurulan zincir ne kadar canlarını yakarsa yaksın, bu iki kişi onun kırılmasına müsade etmedikçe kırılamaz.

Yasanın onlara özgürlük bahşedecek kadar merhametli olması için, özel yaşamlarının tüm detayları gözler önüne serilmelidir. Kadın, kamu oyunda ayıplanır ve tüm yaşamı alt üst olur. Bu utancın korkusu, kendisini ve pekçok kızkardeşini ezen insafsız sisteme karşı tek bir protestoya dahi girişmeksizin, onun evlilik yaşamının ağır yükü altında ezilmesine yol açar.

Zengin olan skandaldan sakınmak için buna katlanır –fakir ise çocukları uğruna ve kamu oyunun korkusuyla.

Onların yaşamları ikiyüzlülük ve yalanın uzun bir sürekliliğidir.

Cinselliğini satan bir kadın onu satın alan adamları terk etme özgürlüğüne her zaman sahipken, “namuslu eş” ise onun canını yakan birlikten [evlilikten] kendisini kurtaramaz.

Kilise ya da toplum öyle kabul etsin ya da etmesin, aşkla kutsanmamış, doğal olmayan tüm birlikler fahişeliktir. Bu gibi birliklerin toplumun ahlakını ve sağlığını azaltmaktan başka bir yanı olamaz.


SUÇLU SİSTEMDİR

Kadınları kadınlıklarını ve bağımsızlıklarını en yüksek fiyat teklif eden alıcıya satmaya zorlayan sistem, az sayıdaki kişiye arkadaşları [aynı toplumun üyeleri olan kişiler] tarafından üretilen refahla yaşama hakkı sunan sistemin bir dalıdır. Emeklerinin meyveleri, refahın satın alabileceği her türlü lüksün içinde yüzen bir avuç aylak vampir tarafından emilirken, [toplumun] yüzde 99′u ise ruh ve bedenlerini ancak birarada tutacak kadar [bir şey için] sabahtan akşama kadar güç koşullarda çalışmak ve kölelik yapmak zorundadır.

Bir anlığına yirminci yüzyıl toplumsal sisteminin şu iki resmine bakın.

Pahalı iç döşemeleri fakir erkek ve kadınların rahat koşullarda yaşamasını sağlayabilecek o muhteşem saraylara, refah sahiplerinin evlerine bir bakın. Refah içindekilerin oğullarının ve kızlarının akşam yemeği partilerine bir bakın; tek bir tanesi suyla kuru ekmeğe talim eden açlık içindeki yüzlerceyi doyuracak olan bunlar lükstür. Günlerini kendi kendilerini tatmin etmeye yarayan yeni uğraşlar –tiyatrolar, balolar, konserler, yatçılık, süs ve gösteriş ile sefahat için delicesine bir arayışla dünyanın bir yerinden başka bir yerine koşuşturma– icat etmekle geçiren o moda düşkünlerine bir bakın.


ÖTEKİ RESİM

Hiçkimsenin sevgi dolu bir tek sözcük ve şefkat dolu bir ilgi sarfetmediği çocukları çıplak ve aç bir şekilde sokaklarda koşuşturan, cehalet ve hurafelerle büyüyen, doğdukları güne lanet yağdıran; asla bir parça temiz hava dahi soluyamadıkları karanlık, rutubetli bodrumlarda [hayvan sürüsü gibi] kümelenen, yırtık pırtık elbiseler giyinen, sefaletin tüm yükünü beşikten mezara sırtında taşıyanlara bir bakın.

Siz ahlakçılar, siz hayırseverler, bu iki resmin ürkütücü karşıtlığına bir bakın ve bana bunun suçlusunun kim olduğunu söyleyin! Yasal yollarla veya başka şekillerde fahişelik yapmaya itilenler mi, yoksa kurbanlarını böylesi bir ahlaki bozulmaya itenler mi?

Sebep fahişelikte değil, toplumun kendisindedir; özel mülkiyetin eşitsizliği[ne dayanan] sistemde, Devlet ve Kilise’dedir. Suçsuz kadınların ve çaresiz çocukların soyulmasını, katledilmesini ve onlara şiddet uygulanmasını yasallaştıran bu sistemdedir.


KÖTÜLÜĞÜN TEDAVİSİ

Bu canavar yok edilmedikçe, Senato’da, tüm kamu dairelerinde, zenginlerin evlerinde olduğu gibi keza yoksulların sefil barakalarında da var olan bu hastalıktan kurtulamayız. İnsanoğlu kendi kuvvetinin ve yeteneklerinin bilincine ulaşmalıdır; daha yeni bir yaşam, daha iyi ve onurlu bir yaşam başlatmak için onların özgür olması gereklidir.

Fahişelik, Saygıdeğer Dr. Parkhurst ve diğer reformcuların kullandıkları araçlarla önlenemez. [Fahişelik] onu besleyen sistem var oldukça sürecektir.

Tüm bu reformcular çabalarını, her türlü suçun babası olan sistemi yıkmak için mücadele edenlerinkiyle birleştirdikleri ve tam bir eşitliğe dayanan bir [sistem] –her bir üyesine, erkeğe, kadına ve çocuğa emeğinin ürününün tamamını veren, doğanın hediyelerinden faydalanmakta ve en yüksek bilgiye erişmekte tamamıyle eşit haklar sunan bir sistem– inşa ettiklerinde, kadınlar kendi başlarına var olabilecek [ing. self-supporting] ve bağımsız olacaklardır. Erkek artık sağlıksız, doğal olmayan tutkulara ve kötü huylara sahip olmazken, kadının sağlığı da artık bitip tükenmeyen zorlu çalışma ve kölelikle ezilmeyecek, o artık erkeğin kurbanı olmayacaktır.


ANARŞİSTİN HAYALİ

Her biri, fiziki kuvvet ve karşısındakine ahlaki güvenle evlilik haline girecektir. Her biri diğerini sevecek ve saygı gösterecektir; ve sadece kendi refahları için değil, kendilerini mutlu edecek işlere yardım edecektir; aynı zamanda insanlığın evrensel mutluluğunu arzu edeceklerdir. Bu tip [bir] birliğin ürünü zihinsel ve bedeni olarak güçlü ve sağlıklı olacaktır; ebeveynlerini onurlandıracak ve saygı göstereceklerdir; bunu görevleri olduğu için değil, ebeveynleri bunu hak ettiği için yapacaklardır. Onlar bütün bir topluluk tarafından eğtilecek ve bakılacaklardır, ve kendi isteklerinin peşinden gitmekte serbest olacaklardır; ve onlara dalkavukluğu ve kendi arkadaşlarını [toplum üyelerini] soyma temel sanatını öğretmenin gereği kalmayacaktır. Onların yaşamdaki amacı kardeşleri üzerinde iktidar kurmak değil, topluluğun her üyesinin saygı ve takdirini kazanmak olacaktır.

ANARŞİST BOŞANMA

Erkek ve kadın arasındaki birliğin onlar için tatminkar ve hoş olmadığı ortaya çıkarsa, sessizce ve arkadaşça ayrılacaklar ve sevimsiz bir birliği devam ettirerek evliliğin pekçok ilişkisini bayağılaştırmayacaklardır. Günün reformistleri eğer kurbanlara eziyet etmek yerine, çabalarını sebebi ortadan kaldırmak için birleştirirlerse, fahişelik artık insanlığın yüz karası olmayacaktır.

Bir sınıfı baskı altına almak ve bir diğerini ise korumak ahmaklıktan daha kötü bir şeydir. Bu bir suçtur. Siz ahlak sahibi erkek ve kadınlar, başlarınızı öte tarafa çevirmeyin.

Önyargılarınızın sizi etki altına almasına izin vermeyin: soruna önyargısız bir açıdan bakın.

Kuvvetinizi heba etmek yerine, el ele verin ve bu bozuk, hastalıklı sistemin yıkılmasına yardım edin.

Eğer evlilik yaşamı onurunuzu ve kendinize saygınızı çalmadıysa, eğer çocuklarım dediklerinizi seviyorsanız, onlar için olduğu kadar kendiniz için de kurtuluşu hedeflemeli ve özgürlüğü kurmalısınız. O zaman, ancak bundan [bu gerçekleştikten] sonra evlilik kurumunun [ing. matrimony] kötülükleri son bulacaktır.


Emma Goldman
Anarchy and The Sex Question, The Alarm, 27 Eylül 1896,