Yoldaşlar, bu konuşmaya başlamadan önce, birbirimizi daha iyi tanımak için iki çift laf etmek istiyorum. Konferanslarda her zaman, konuşan ile dinleyenler arasında bir engel yaratılır. Dolayısıyla, bu engeli aşmak için bir anlaşmaya varmaya çalışmamız gerekir, çünkü biz birlikte bir şeyler yapmak için bir araya geldik, birileri konuşsun, diğerleri de dinlesin diye değil ve bu akşam tartışılacak sorunlar düşünüldüğü zaman, bu ortak çıkarın her zamankinden açık olması gerekir. Genellikle analizlerin karmaşıklığı ve ele alınan konuların güçlüğü konuşan kişiyi dinleyen kişilerden ayırır ve pek çok yoldaşı pasif boyuta iter. Yalnızca belirli bir noktaya kadar ilgimizi çeken bir kitabı, örneğin Anarşizm ve Sanayi-Sonrası Toplum gibi bir başlığı olan bir kitabı okurken de aynı şey olur. İtiraf etmeliyim, bir kitapçı vitrininde böyle bir kitap görsem, alacağımdan hiç emin değilim.
İşte bu yüzden bir anlaşmaya varmalıyız. Bence tartışılan sorunun görünen yüzü altında ki sorunun kendisi de kuşkusuz karmaşık bir sorun, hepimizin anarşist ve devrimci yoldaşlar olduğumuz gerçeği, ortak bir zemin bulabilmemiz gerektiği anlamına geliyor. Bu bizim, gerçekliği daha iyi anlamamızı, böylece öncekinden de etkili bir şekilde eyleme geçmemizi sağlamak için belli analitik araçları edinmemizi sağlamalı. Bir devrimci anarşist olarak teori dünyası ve pratik dünyası diye iki ayrı dünyada yaşama fikrini reddediyorum. Bir anarşist devrimci olarak benim teorim pratiğimdir ve pratiğim teorimdir.
Böyle bir giriş pek hazmedilemeyebilir ve eski teorileri destekleyenleri memnun etmeyeceği kesindir. Ama dünya değişti. Bugün yeni bir insanlık durumu ile yeni ve acı verici bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu durum entelektüel kapalılıklara ya da analitik aristokrasilere yer bırakmıyor. Artık eylem teoriden ayrı bir şey değil ve öyle olmaya da devam edecek. İşte bu yüzden kapitalizmin dönüştürülmesi konusunda konuşmaya yine de devam etmek önemli. Çünkü gözlerimizin önündeki durum hızlı bir yeniden yapılanmaya gitti bile.
Kendimizi bu tür durumlar içinde bulduğumuz zaman, sözcüklerin baştan çıkarıcılığına kapılıyoruz ve anarşistlerin sözcüklere eğilimini hepimiz biliyoruz. Elbette eyleme biz de taraftarız. Ama bu gece mesele yalnızca sözcükler meselesi, bu yüzden onlarla sarhoş olup gitme riski var. Devrim, ayaklanma, yıkım, tamamen sözcüklerden ibarettir. Sabotaj… İşte, bir sözcük daha. Burada, aranızda geçirdiğim son birkaç günde muhtelif soruların sorulduğunu duydum. Bazen, anlayabildiğim kadarıyla, inançsızlıkla soruluyorlardı.
Ama işin içine bir dilden diğerine tercüme giriyor ve ben kötü niyetli olmak istemiyorum. Yalnızca şunu söylemek istiyorum: analizimin sosyal soruna çözüm önerdiğini söyleyerek kendimi kandırmak istemiyorum. Son birkaç gündür konuştuğum diğer yoldaşların çözümü bildiklerini de sanmıyorum. Analizleri işçi sınıfının merkezi bir öneme sahip olması gerektiğini söyleyen anarko-sendikalist yoldaş da bilmiyor, anlayabildiğim kadarıyla ona katılmıyor gibi görünen ve ayaklanmacı nitelikte bir müdahale öneren diğer yoldaşlar da bilmiyor. Hayır, bu hipotezlerden hiçbiri gerçeği bildiğini iddia edemez. Anarşizm bir şey öğretiyorsa o da hakikati bildiğini iddia edenlere karşı ihtiyatlı olunması gerektiğidir. Hakikati bildiğini iddia eden herhangi biri, kendine anarşist dese bile, bana göre yalnızca bir rahiptir. Her türlü söylem yalnızca var olanın eleştirisini formüle etmelidir ve eğer zaman zaman sözcüklere kapılıp gidiyorsak, bizi ele geçiren eyleme geçme arzusudur. Burada durup yeniden düşünmeye başlayalım. Bize şu anda baskı uygulayanın yok edilişi uzun bir yol olacaktır. Analizlerimiz küçük birer katkıdır. Her küçük konuşmanın yalnızca zaman kaybı olması için yıkıcı devrimci eylemimizi birlikte sürdürmeliyiz.
O zaman ne yapabiliriz? Anarşistler bunu çok uzun zamandır kendilerine soruyorlar: kitlelerle nasıl iletişim kurabiliriz? Bu tür tartışmalarda hep akla gelen ve son birkaç gündür muhtelif durumlarda işittiğim bir terim kullandım. Şimdi, bu soruna iki değişik açıdan yaklaşılabilir. Geçmişte, anarşizmin tarihi boyunca, propaganda kavramı kullanılarak yaklaşıldı, yani kitlelere bizim kim olduğumuz anlatılarak. Bu, kolayca görebildiğimiz gibi, dünyanın her yerinde siyasi partilerin kullandığı yöntemdir. Böyle bir yöntem, geleneksel anarşist propaganda kullanılması, bana göre bugün, tıpkı başka herhangi bir ideolojinin yayılmaya çalışılması gibi, güç bir yöntemdir. Bunun sebebi yalnızca artık insanların ideoloji ile bir ilgilerinin olmasını istememeleri değil, aynı zamanda kapitalist yapılanmanın bunu anlamsızlaştırmış olmasıdır ve burada herkesin önünde söylemeliyim, anarşistler bu yeni gerçekliği anlamakta güçlük çekiyorlar ve uluslararası anarşist hareketin içinde sürmekte olan bir tartışmanın konusudur bu. İdeolojinin sonu, geleneksel anarşist propagandanın anlamsızlaştığı bir duruma götürüyor bizi. Propagandanın etkililiği (ya da etkili olduğu yanılsaması, hangisi doğruysa artık) kayboldukça, insanlarla doğrudan iletişim yolu açılıyor. Bu somut mücadeleler, zaten bahsettiğimiz mücadeleler, günlük sorunlar yolu, ama elbette insan kendi sınırlarını aşamaz. Anarşistler küçük bir azınlığı oluşturuyor. Kendilerini insanlara duyurmanın yolu reklam tekniklerini kullanmak ya da çok gürültü çıkarmaktan geçmiyor. Yani bu en uygun iletişim yolunu seçme meselesi değil, –çünkü bu bizi propaganda sorununa ve dolayısıyla ideoloji sorununa geri götürür- daha çok en uygun mücadele yöntemlerini seçme meselesi. Çoğu anarşist, kendi olanakları dâhilinde, kendilerini herhangi birinin pilotu olarak hayal etmeden, bunun doğrudan saldırı olduğuna inanıyor.
Sizi bir anlığına kapitalizmin 80’lerin başındaki durumu üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Kapitalizm güçlük içindeydi, gittikçe artan işçi giderleri, sabit fabrikaların astronomik maliyetlerle yeniden yapılanması, katı bir Pazar ve buna karşılık olarak sosyal mücadelelerin gelişmesi olasılığı ile karşı karşıyaydı ve sonra, altı, yedi sene sonraki koşulları düşünün. Kapitalizm ne kadar da hızlı değişti. Tüm güçlükleri, hiç öngörülmemiş bir şekilde aştı, önceden görülmemiş bir ekonomik ve emperyalist program ile dünyayı idare etmeyi başardı. Belki şu anda öyle görünmüyor, ama güç çemberini kapamayı hedefleyen bu program ilerlemekte. Olan ne? Güçlüklerle dolu bir durum nasıl böylesine hızla ve radikal bir biçimde iyiye döndü?
Ne olduğunu hepimiz biliyoruz; bizi şaşırtan işin teknik tarafı değil. Temel olarak, üretim sürecine yeni bir teknoloji sokuldu. İşçi maliyetleri azaltıldı, yerini verimlilik programları aldı, üretimde yeni güçler kullanıldı: bunu hepimiz biliyoruz. Bizi şaşırtan kapitalist yeniden yapılanma tarafı değil. Hayır, bizi hayretten hayrete düşüren, kapitalist yeniden yapılanmanın işçi sınıfını nasıl kullandığı. Çünkü kapitalizm için asıl güçlüğü hep bu oluşturuyordu. Kapitalizm güler yüzlülükle işçi sınıfına saldırdı ve o sınıfı çözdü, onları ülkenin her tarafına dağıttı, fakirleştirdi, morallerini bozdu, etkisiz hale getirdi. Elbette başta bunu yapmaya korkuyordu. Kapital o yola girme riskine atılmaktan hep korkuyordu, çünkü işçilik maliyetinin azaltılması hep sosyal mücadeleler patlamasına sebep oluyordu. Ama kapitalizmin akademik temsilcilerinin bir süredir üzerinde ısrar ettiği gibi, bu tehlike artık yok ya da en azından yok olmakta. Artık, üretim sektörlerini değiştirerek yaptığınız sürece, diğerleri açık fikirlilik geliştirmeye ve olayları tartışmaya hazır olduğu sürece, işçileri işten çıkarmak bile mümkün ve sosyal güçlerin hepsi: partiler, sendikalar, sosyal işçiler, baskı güçleri, her düzeyde okul, kültür, görsel dünya, medya, kapitalizmin yeni görevine yardımcı olmaya çağrıldı. Bu, yeni insanı, yeni işçiyi şekillendirmeye yönelik, daha önce benzeri hiç görülmemiş dünya çağında bir haçlı seferi.
Bu yeni insanın ana özelliği ne? O şiddet karşıtı, çünkü o demokratik. Meseleleri diğerleri ile tartışıyor, başka insanların fikirlerine açık, diğerleri ile işbirliği arıyor, sendikalara katılıyor, grev yapıyor (sembolik olanlara, elbette.) Ama ona olan ne? Kimliğini kaybetti. Artık gerçekte kim olduğunu bilmiyor. Sömürülenlerden biri olarak kimliğini kaybetti. Sömürü kaybolduğu için değil, ona hissetmeye zorlandığı şeylere dair yeni bir imge verdiği için. O bir katılımcı. Dahası, bir sorumluluk hissi duyuyor ve bu sosyal dayanışma adına yeni fedakârlıklarda bulunmaya razı: uyum göstermeye, iş değiştirmeye, becerilerini kaybetmeye, bir insan ve işçi olarak diskalifiye edilmeye. Son on senedir kapitalizmin ondan istediği işte bu, çünkü yeni kapitalist yeniden yapılanma ile niteliklere gerek yok, tek gereken çalışma, esneklik ve hız yeteneği. Göz zihinden daha hızlı olmalı, verilen kararlar sınırlı ve hızlı olmalı: kısıtlanmış seçimler, basılacak birkaç düğme, uygulamada maksimum hız. Bir örnek vermek gerekirse, bu projede video oyunlarının önemini düşünün. Sonuç olarak, işçi merkezliliğinin korkunç şekilde kaybolduğunu görüyoruz. Sermaye dâhil edilen ile dışlananı birbirinden ayırabiliyor, yani, iktidarla ilişkili olanı, iktidardan sonsuza dek dışlanacak olandan. “İktidar” derken yalnızca devlet yönetimini kastetmiyoruz, aynı zamanda daha iyi yaşam koşullarına erişme olasılığını kastediyoruz.
Ama bu bölünmüşlüğü destekleyen ne? Ayrımı garantileyen ne? Bu, ihtiyaçların hangi şekillerde algılandığına dayanıyor. Çünkü bir an durup düşünürseniz, eski tarz sömürü şeklinde, sömüren ve sömürülen, ikisi de aynı şeyi arzuluyordu. Yalnızca biri sahip oluyordu ve diğeri sahip olamıyordu. Bu bölünmüşlüğün yapısı tam olarak gerçekleşirse, iki tür arzu olur, tamamen farklı şeylere yönelik bir arzu. Dışlananlar yalnızca bildikleri şeyleri arzulayacaklar, kavrayabildikleri şeyleri, dâhil edilenlere ait olanları değil. Onların arzularını ve ihtiyaçlarını artık kavrayamıyor olacaklar, çünkü bunu kavramaları için gereken kültürel donanım sonsuza dek ellerinden alınmış olacak.
Alfredo Bonanno
İşte bu yüzden bir anlaşmaya varmalıyız. Bence tartışılan sorunun görünen yüzü altında ki sorunun kendisi de kuşkusuz karmaşık bir sorun, hepimizin anarşist ve devrimci yoldaşlar olduğumuz gerçeği, ortak bir zemin bulabilmemiz gerektiği anlamına geliyor. Bu bizim, gerçekliği daha iyi anlamamızı, böylece öncekinden de etkili bir şekilde eyleme geçmemizi sağlamak için belli analitik araçları edinmemizi sağlamalı. Bir devrimci anarşist olarak teori dünyası ve pratik dünyası diye iki ayrı dünyada yaşama fikrini reddediyorum. Bir anarşist devrimci olarak benim teorim pratiğimdir ve pratiğim teorimdir.
Böyle bir giriş pek hazmedilemeyebilir ve eski teorileri destekleyenleri memnun etmeyeceği kesindir. Ama dünya değişti. Bugün yeni bir insanlık durumu ile yeni ve acı verici bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu durum entelektüel kapalılıklara ya da analitik aristokrasilere yer bırakmıyor. Artık eylem teoriden ayrı bir şey değil ve öyle olmaya da devam edecek. İşte bu yüzden kapitalizmin dönüştürülmesi konusunda konuşmaya yine de devam etmek önemli. Çünkü gözlerimizin önündeki durum hızlı bir yeniden yapılanmaya gitti bile.
Kendimizi bu tür durumlar içinde bulduğumuz zaman, sözcüklerin baştan çıkarıcılığına kapılıyoruz ve anarşistlerin sözcüklere eğilimini hepimiz biliyoruz. Elbette eyleme biz de taraftarız. Ama bu gece mesele yalnızca sözcükler meselesi, bu yüzden onlarla sarhoş olup gitme riski var. Devrim, ayaklanma, yıkım, tamamen sözcüklerden ibarettir. Sabotaj… İşte, bir sözcük daha. Burada, aranızda geçirdiğim son birkaç günde muhtelif soruların sorulduğunu duydum. Bazen, anlayabildiğim kadarıyla, inançsızlıkla soruluyorlardı.
Ama işin içine bir dilden diğerine tercüme giriyor ve ben kötü niyetli olmak istemiyorum. Yalnızca şunu söylemek istiyorum: analizimin sosyal soruna çözüm önerdiğini söyleyerek kendimi kandırmak istemiyorum. Son birkaç gündür konuştuğum diğer yoldaşların çözümü bildiklerini de sanmıyorum. Analizleri işçi sınıfının merkezi bir öneme sahip olması gerektiğini söyleyen anarko-sendikalist yoldaş da bilmiyor, anlayabildiğim kadarıyla ona katılmıyor gibi görünen ve ayaklanmacı nitelikte bir müdahale öneren diğer yoldaşlar da bilmiyor. Hayır, bu hipotezlerden hiçbiri gerçeği bildiğini iddia edemez. Anarşizm bir şey öğretiyorsa o da hakikati bildiğini iddia edenlere karşı ihtiyatlı olunması gerektiğidir. Hakikati bildiğini iddia eden herhangi biri, kendine anarşist dese bile, bana göre yalnızca bir rahiptir. Her türlü söylem yalnızca var olanın eleştirisini formüle etmelidir ve eğer zaman zaman sözcüklere kapılıp gidiyorsak, bizi ele geçiren eyleme geçme arzusudur. Burada durup yeniden düşünmeye başlayalım. Bize şu anda baskı uygulayanın yok edilişi uzun bir yol olacaktır. Analizlerimiz küçük birer katkıdır. Her küçük konuşmanın yalnızca zaman kaybı olması için yıkıcı devrimci eylemimizi birlikte sürdürmeliyiz.
O zaman ne yapabiliriz? Anarşistler bunu çok uzun zamandır kendilerine soruyorlar: kitlelerle nasıl iletişim kurabiliriz? Bu tür tartışmalarda hep akla gelen ve son birkaç gündür muhtelif durumlarda işittiğim bir terim kullandım. Şimdi, bu soruna iki değişik açıdan yaklaşılabilir. Geçmişte, anarşizmin tarihi boyunca, propaganda kavramı kullanılarak yaklaşıldı, yani kitlelere bizim kim olduğumuz anlatılarak. Bu, kolayca görebildiğimiz gibi, dünyanın her yerinde siyasi partilerin kullandığı yöntemdir. Böyle bir yöntem, geleneksel anarşist propaganda kullanılması, bana göre bugün, tıpkı başka herhangi bir ideolojinin yayılmaya çalışılması gibi, güç bir yöntemdir. Bunun sebebi yalnızca artık insanların ideoloji ile bir ilgilerinin olmasını istememeleri değil, aynı zamanda kapitalist yapılanmanın bunu anlamsızlaştırmış olmasıdır ve burada herkesin önünde söylemeliyim, anarşistler bu yeni gerçekliği anlamakta güçlük çekiyorlar ve uluslararası anarşist hareketin içinde sürmekte olan bir tartışmanın konusudur bu. İdeolojinin sonu, geleneksel anarşist propagandanın anlamsızlaştığı bir duruma götürüyor bizi. Propagandanın etkililiği (ya da etkili olduğu yanılsaması, hangisi doğruysa artık) kayboldukça, insanlarla doğrudan iletişim yolu açılıyor. Bu somut mücadeleler, zaten bahsettiğimiz mücadeleler, günlük sorunlar yolu, ama elbette insan kendi sınırlarını aşamaz. Anarşistler küçük bir azınlığı oluşturuyor. Kendilerini insanlara duyurmanın yolu reklam tekniklerini kullanmak ya da çok gürültü çıkarmaktan geçmiyor. Yani bu en uygun iletişim yolunu seçme meselesi değil, –çünkü bu bizi propaganda sorununa ve dolayısıyla ideoloji sorununa geri götürür- daha çok en uygun mücadele yöntemlerini seçme meselesi. Çoğu anarşist, kendi olanakları dâhilinde, kendilerini herhangi birinin pilotu olarak hayal etmeden, bunun doğrudan saldırı olduğuna inanıyor.
Sizi bir anlığına kapitalizmin 80’lerin başındaki durumu üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Kapitalizm güçlük içindeydi, gittikçe artan işçi giderleri, sabit fabrikaların astronomik maliyetlerle yeniden yapılanması, katı bir Pazar ve buna karşılık olarak sosyal mücadelelerin gelişmesi olasılığı ile karşı karşıyaydı ve sonra, altı, yedi sene sonraki koşulları düşünün. Kapitalizm ne kadar da hızlı değişti. Tüm güçlükleri, hiç öngörülmemiş bir şekilde aştı, önceden görülmemiş bir ekonomik ve emperyalist program ile dünyayı idare etmeyi başardı. Belki şu anda öyle görünmüyor, ama güç çemberini kapamayı hedefleyen bu program ilerlemekte. Olan ne? Güçlüklerle dolu bir durum nasıl böylesine hızla ve radikal bir biçimde iyiye döndü?
Ne olduğunu hepimiz biliyoruz; bizi şaşırtan işin teknik tarafı değil. Temel olarak, üretim sürecine yeni bir teknoloji sokuldu. İşçi maliyetleri azaltıldı, yerini verimlilik programları aldı, üretimde yeni güçler kullanıldı: bunu hepimiz biliyoruz. Bizi şaşırtan kapitalist yeniden yapılanma tarafı değil. Hayır, bizi hayretten hayrete düşüren, kapitalist yeniden yapılanmanın işçi sınıfını nasıl kullandığı. Çünkü kapitalizm için asıl güçlüğü hep bu oluşturuyordu. Kapitalizm güler yüzlülükle işçi sınıfına saldırdı ve o sınıfı çözdü, onları ülkenin her tarafına dağıttı, fakirleştirdi, morallerini bozdu, etkisiz hale getirdi. Elbette başta bunu yapmaya korkuyordu. Kapital o yola girme riskine atılmaktan hep korkuyordu, çünkü işçilik maliyetinin azaltılması hep sosyal mücadeleler patlamasına sebep oluyordu. Ama kapitalizmin akademik temsilcilerinin bir süredir üzerinde ısrar ettiği gibi, bu tehlike artık yok ya da en azından yok olmakta. Artık, üretim sektörlerini değiştirerek yaptığınız sürece, diğerleri açık fikirlilik geliştirmeye ve olayları tartışmaya hazır olduğu sürece, işçileri işten çıkarmak bile mümkün ve sosyal güçlerin hepsi: partiler, sendikalar, sosyal işçiler, baskı güçleri, her düzeyde okul, kültür, görsel dünya, medya, kapitalizmin yeni görevine yardımcı olmaya çağrıldı. Bu, yeni insanı, yeni işçiyi şekillendirmeye yönelik, daha önce benzeri hiç görülmemiş dünya çağında bir haçlı seferi.
Bu yeni insanın ana özelliği ne? O şiddet karşıtı, çünkü o demokratik. Meseleleri diğerleri ile tartışıyor, başka insanların fikirlerine açık, diğerleri ile işbirliği arıyor, sendikalara katılıyor, grev yapıyor (sembolik olanlara, elbette.) Ama ona olan ne? Kimliğini kaybetti. Artık gerçekte kim olduğunu bilmiyor. Sömürülenlerden biri olarak kimliğini kaybetti. Sömürü kaybolduğu için değil, ona hissetmeye zorlandığı şeylere dair yeni bir imge verdiği için. O bir katılımcı. Dahası, bir sorumluluk hissi duyuyor ve bu sosyal dayanışma adına yeni fedakârlıklarda bulunmaya razı: uyum göstermeye, iş değiştirmeye, becerilerini kaybetmeye, bir insan ve işçi olarak diskalifiye edilmeye. Son on senedir kapitalizmin ondan istediği işte bu, çünkü yeni kapitalist yeniden yapılanma ile niteliklere gerek yok, tek gereken çalışma, esneklik ve hız yeteneği. Göz zihinden daha hızlı olmalı, verilen kararlar sınırlı ve hızlı olmalı: kısıtlanmış seçimler, basılacak birkaç düğme, uygulamada maksimum hız. Bir örnek vermek gerekirse, bu projede video oyunlarının önemini düşünün. Sonuç olarak, işçi merkezliliğinin korkunç şekilde kaybolduğunu görüyoruz. Sermaye dâhil edilen ile dışlananı birbirinden ayırabiliyor, yani, iktidarla ilişkili olanı, iktidardan sonsuza dek dışlanacak olandan. “İktidar” derken yalnızca devlet yönetimini kastetmiyoruz, aynı zamanda daha iyi yaşam koşullarına erişme olasılığını kastediyoruz.
Ama bu bölünmüşlüğü destekleyen ne? Ayrımı garantileyen ne? Bu, ihtiyaçların hangi şekillerde algılandığına dayanıyor. Çünkü bir an durup düşünürseniz, eski tarz sömürü şeklinde, sömüren ve sömürülen, ikisi de aynı şeyi arzuluyordu. Yalnızca biri sahip oluyordu ve diğeri sahip olamıyordu. Bu bölünmüşlüğün yapısı tam olarak gerçekleşirse, iki tür arzu olur, tamamen farklı şeylere yönelik bir arzu. Dışlananlar yalnızca bildikleri şeyleri arzulayacaklar, kavrayabildikleri şeyleri, dâhil edilenlere ait olanları değil. Onların arzularını ve ihtiyaçlarını artık kavrayamıyor olacaklar, çünkü bunu kavramaları için gereken kültürel donanım sonsuza dek ellerinden alınmış olacak.
Alfredo Bonanno