Bireyci Anarşizm, özellikle 19. yy Amerikan Anarşizm tarihinde önemli bir yeri olan, daha sonra işçicilik hareketiyle birlikte kolektivizmin ön plana çıkmasıyla, değeri kaybolmuş görünen ancak, her çağda ve her bölgede temsilcileri daimi olarak var olmuş bir harekettir. Bireysel anarşizmin tarihsel sürecinde, özellikle Stirner ve Warren’in fikirleri üzerinden gelişen çok farklı düşünceler olsa da bunlar çoğunlukla yok sayılmış ve ekonomik alanda özel mülkiyeti ve serbest piyasayı savunduğu, yöntemsel tek yol olarak sivil itaatsizliği ve pasifizmi seçtiği görüşü; diğer anarşist akımlar tarafından bireysel anarşizmin, liberalizmin bir türü olduğunun düşünülmesine neden olmuştur. Bu düşüncenin gelişimi boyunca kavramsal ve içeriksel karmaşaya maruz kalması onun anlaşılmamasına değil, dar anlamlara sıkıştırılmasına neden oldu. Bu yazıda örneğin anarko-kapitalizmin bireycilikten doğmadığını açıklamak niyetinde değilim, çünkü çıkış noktası reddedilemeyecek biçimde, bireyciliğin sisteme entegresidir. Sadece bireyciliğin bu olması gerekmediğini anlatma çabası içindeyim. Bireyciliğe yöneltilen eleştirilerden hareketle, onun ne olmadığını açıklamak kavramı yeniden anlamak bakımından daha verimli bir yol olur sanırım.
Bireycilik ne değildir?
Öznenin varlığının ifade zemini birey olmaksa, varlığın sürdürülebilmesinin yegâne yolu “bireyci” olmaktır. Çoğu bunu inkâr etse de, istisnasız her canlı yaşam enerjisini kendi için kullanan, varlığını koruyan, onu ifade etme biçimleri geliştiren tekillerdir. Bu nedenle “çıkar” salt anlamıyla adice bir kavram değil, sadece metodolojisi bireyden bireye değişebildiği için, kirletilmeye açıktır. Bu noktada bireyciliğe yöneltilen eleştiri, çıkar gözetiminin diğerlerini yok etmek anlamına geldiği yanılsamasıdır. Ancak, bireycilik, bu eleştirinin oldukça aksi yönünde, diğerini rahat bırakmayı başararak ona yardım etmek biçiminde bir fedakârlık gerektirir. Zaten bireylerin her biri bir diğerini rahat bırakmayı başarabildiği ölçüde özgürlük azamileşirken, savunma gereksinimi sonuca ulaşmak için gereken işbirliğinin, bireylerin gönüllü katılımıyla olması gerektiğini savunur. Ayrıca işbirliğinin gönülsüz olmaması gerektiği yanında kurumsallaşmaması da önemli bir noktadır. Çünkü ilişkiler kurum temeline oturtulduğu andan itibaren, yazılı ya da sözlü ve değiştirilmesi taraflarca mümkün olamayacak yasalar içeriyor demektir.
Bu da bize kurumun zaman içinde bireyin değişimi ve gelişimini kısıtlayıcı özelliğini açıklar. Neden birey bir amacına ulaşmak için, diğer bir amacı olan özgürlüğü ve evrimini feda etmek zorunda olsun? Ayrıca her işimizde bir başkasına gereksinimimiz olduğu yalanını kim uydurdu? Gerçi milyonlarca yılsonunda, nihayet günümüzde, kendi çabamız ya da dolaylı katkımızla karmaşıklaştırdığımız, bizi yalın ve duru bir yaşamdan uzak tutacak her aracı ve düşünceyi var etmeyi becerdiğimiz noktada, başkaları olmadan hiçbir şey yapamamak olağan bir sonuç sayılabilir.
Bireycilik sorumsuz ve kolaycı bir yaşam tarzı değildir. Aksine, bireyin temsiliyeti başka hiçbir kişi ya da topluluğa bırakılmadığı için, bireysel sorumluluk tüm içeriğiyle kişinin omuzlarına biner. Bu bireyin aldığı tüm kararlarda özgür ve o denli dikkatli olmasını gerektiren bir durumdur. Ancak sonuç, kendi aldığı kararlara dolayısıyla kendine güvenen, asalak olmayan bireyler şeklinde yüz güldürücüdür. Böylesi olgun düşünceye sahip olan bireyden insanların ve dünyanın felaketlerine kulaklarını tıkamış olması beklenemez. Bireycilik sadece kendi çıkarını düşünüp bu uğurda diğerlerini umursamamak hatta ezip geçmek biçiminde benmerkezci ve süper ego yoksunu bir tutum değil; diğerlerine yardım etme kararının o kişiye bırakıldığı bir düşüncedir. Hiç kimse bir diğerini felaketten kurtarma ya da ona yardım etme mecburiyeti içinde olmadığı gibi, tüm yaşamını diğerlerini kurtarmaya adadığında da bunu kimse sorgulamaz.
Öznenin varlığının ifade zemini birey olmaksa, varlığın sürdürülebilmesinin yegâne yolu “bireyci” olmaktır. Çoğu bunu inkâr etse de, istisnasız her canlı yaşam enerjisini kendi için kullanan, varlığını koruyan, onu ifade etme biçimleri geliştiren tekillerdir. Bu nedenle “çıkar” salt anlamıyla adice bir kavram değil, sadece metodolojisi bireyden bireye değişebildiği için, kirletilmeye açıktır. Bu noktada bireyciliğe yöneltilen eleştiri, çıkar gözetiminin diğerlerini yok etmek anlamına geldiği yanılsamasıdır. Ancak, bireycilik, bu eleştirinin oldukça aksi yönünde, diğerini rahat bırakmayı başararak ona yardım etmek biçiminde bir fedakârlık gerektirir. Zaten bireylerin her biri bir diğerini rahat bırakmayı başarabildiği ölçüde özgürlük azamileşirken, savunma gereksinimi sonuca ulaşmak için gereken işbirliğinin, bireylerin gönüllü katılımıyla olması gerektiğini savunur. Ayrıca işbirliğinin gönülsüz olmaması gerektiği yanında kurumsallaşmaması da önemli bir noktadır. Çünkü ilişkiler kurum temeline oturtulduğu andan itibaren, yazılı ya da sözlü ve değiştirilmesi taraflarca mümkün olamayacak yasalar içeriyor demektir.
Bu da bize kurumun zaman içinde bireyin değişimi ve gelişimini kısıtlayıcı özelliğini açıklar. Neden birey bir amacına ulaşmak için, diğer bir amacı olan özgürlüğü ve evrimini feda etmek zorunda olsun? Ayrıca her işimizde bir başkasına gereksinimimiz olduğu yalanını kim uydurdu? Gerçi milyonlarca yılsonunda, nihayet günümüzde, kendi çabamız ya da dolaylı katkımızla karmaşıklaştırdığımız, bizi yalın ve duru bir yaşamdan uzak tutacak her aracı ve düşünceyi var etmeyi becerdiğimiz noktada, başkaları olmadan hiçbir şey yapamamak olağan bir sonuç sayılabilir.
Bireycilik sorumsuz ve kolaycı bir yaşam tarzı değildir. Aksine, bireyin temsiliyeti başka hiçbir kişi ya da topluluğa bırakılmadığı için, bireysel sorumluluk tüm içeriğiyle kişinin omuzlarına biner. Bu bireyin aldığı tüm kararlarda özgür ve o denli dikkatli olmasını gerektiren bir durumdur. Ancak sonuç, kendi aldığı kararlara dolayısıyla kendine güvenen, asalak olmayan bireyler şeklinde yüz güldürücüdür. Böylesi olgun düşünceye sahip olan bireyden insanların ve dünyanın felaketlerine kulaklarını tıkamış olması beklenemez. Bireycilik sadece kendi çıkarını düşünüp bu uğurda diğerlerini umursamamak hatta ezip geçmek biçiminde benmerkezci ve süper ego yoksunu bir tutum değil; diğerlerine yardım etme kararının o kişiye bırakıldığı bir düşüncedir. Hiç kimse bir diğerini felaketten kurtarma ya da ona yardım etme mecburiyeti içinde olmadığı gibi, tüm yaşamını diğerlerini kurtarmaya adadığında da bunu kimse sorgulamaz.
Kolektivizm Üzerine
“Kolektivist toplumsal sistemler, başarmayı umdukları ekonomik ve toplumsal eşitliğin; insanlar arasındaki çatışmaları ve farklılıkları ortadan kaldıracağını ve böylece de herkesin herkesle dayanışmayı ve uyum içinde yaşamayı arzulayacağını sanıyorlar.” Joe Peacot
Ortak birkaç özellikleri nedeniyle bir araya gelmiş insan toplulukları, kısıtlayıcı ve bireysel farklılıkları yok edici özellik taşır. Ortak bir amaç yolunca kurulan kolektivist topluluklarda ne kadar özgürlükçü davranılmaya çalışılsa da, ilişkiler belirli kalıplar içinde olmak zorunda olduğundan, özellikle karar alma süreçlerinde sıkça pasif (kendiliğinden) asimilasyon ile karşılaşılır. Böylesi kategorizasyona dayalı grupların anarşistler içinde sıkça var olması ayrıca ilginçtir. Örneğin bir kişinin kadın olması onun anarka-feminist bir toplulukta yer almasını gerektirmez. Çünkü böylesi gruplar zaman içinde tek yönlü bir bakışa ve tek çalışma-direniş alanına sıkışıp kalırlar. Tabii ki kadın olması, kadın özgürlüğünü savunması için oldukça haklı (ve zaten gerekli) bir nedendir. Ancak neden böyle bir topluluğa katılarak bunu yapmak zorunda olsun? Spesifize edilmiş düşünceler ilk bakışta daha etkin bir tepki alanı oluşturabilse de, zaman içinde diğer düşünce sistemleriyle etkileşimini kaybetmeye ve üyelerini bu topluluğun içine hapsetmeye mecbur kalırlar. Ancak örneğini verdiğim insan sadece bir kadın değildir. Ya da bir zenci sadece zenci, bir eşcinsel sadece bir eşcinsel değildir. Bu düşünceme gelebilecek eleştiriden birini tahmin edebiliyorum. Bu insanlar bu özellikleri yüzünden eziliyor ve kişilikleri, sosyal yaşantıları çoğu zaman sadece bu özellikleri nedeniyle diğerlerinden farklı şekilleniyor, dolayısıyla en büyük amaçlarının bu özelliklerinin meşru kılınması için savaşımlarının doğal olduğu söylenebilir. Fakat bu kez; bir zencinin mükemmel bir aşçı, bir eşcinselin harika bir sanatçı, bir kadının çok iyi bir motosiklet kullanıcısı olması gibi özelliklerini, bu kategorik portrelerin neresine yerleştireceksiniz? Bu insanlar kendilerini böylesi kolektif gruplara dâhil ettiği anda isimleri ve sıfatları izler tarafından o grubun adıyla özdeş tutulur. Ancak aynı örnekten devam edersek, ne kadın=anarka-feminist ne de kadın=motosiklet kullanıcı diyebiliriz. Hiç kimse, tek bir düşüncesi ya da özelliğiyle var değildir. Ve bir bireyi bu özelliklerinden seçtiği bir tanesiyle adlandırmak, diğer bir bireyin hakkı değildir. Kolektivizm, topluluk içindeki çeşitliliği, çatışmaları ve farklılıkları grubun sistematik gidişine engel olarak gördüğünden, aynı türden ve olabildiğince aynı düşünen insanların bir arada olmasını ister. Oysa benimle aynı düşünen insanlarla bir arada olmam; bana, amacıma giden yolda destek kuvvet oluşturmak dışında hiçbir fayda sağlamaz. Oysa tek ortak noktanın diğerini anlamaya çabalamak olduğu farklı insanların birlikteliğinden; eleştiri, tartışma, çatışkı, paylaşım ve dolayısıyla gelişim doğar. Kim düşüncesinin varabileceği son noktaya ulaştığını iddia edecek kadar kibirli ve karamsar olabilir ki? Burada kolektif hareketin sağladığı, kitlesel gücün potansiyelini yadsımıyorum. Ancak bu güç, hem farklı yapılanmalarla oluşturulabilecek birliklerle sağlanabilir hem de amaç uğruna kendinizden verdiğiniz ödünleri görebildiğinizde vazgeçilebilirdir. Kendini kolektivist bir topluluğun içinde eritmiş bir bireyin amacına ulaşmasında ne anlam kalır ki?
Toplum karşıtlığı fikri, “toplum kısıtlayıcıdır, bireyi yok eder” gibi basit cümlelerle açıklanamaz. Çünkü toplumun kendisi bu denli basit bir yapı değildir. Toplum denen birlik, bireylerden oluşan, ancak oluştuğu andan itibaren bireyden bağımsız işleyebilecek kapasiteyi kazanan organize bir yapıdır. Toplum her ne kadar kişilerden oluşsa da, kendini ifade eden en küçük birimi birey değildir, çünkü bireyler çoktan asimilasyona uğramışlardır. Nasıl ki en lezzetli meyve ya da bir parça kuru ekmek dokusunu ayırt etmeksizin sindirime maruz kaldığında aynı dışkı halini alıyorsa, öznelerde bu organize yapıya dâhil olduğu anda, işleyişe katkı sağlama zorunda olan yedek parçalar halini alırlar. Toplum beyni olmayan, düşünmeyen bir organizmadır, fakat en nihayetinde yaşam sirkülasyonu olan bir canlıdır ve canlılık fonksiyonunu korumak adına çok sayıda savunma yöntemi geliştirmek durumunda kalmıştır. Tek bir parçasının görevini ihlali durumunda yaşamı tehlikeye gireceğinden, parçalar üzerindeki denetim en üst düzeydedir. İşte son hali, başlangıçta onu oluşturan bireylerin amaçlarıyla hiçbir ilintisi kalmamış virüs benzeri yapıya direnmek ve bundan öte onu yıkmak; bu yüzden toplumun böyle bir yapıya sahip olmasında tek başına hiçbir suçu yoktur, çünkü sistem insan icadıdır.
“Kolektivist toplumsal sistemler, başarmayı umdukları ekonomik ve toplumsal eşitliğin; insanlar arasındaki çatışmaları ve farklılıkları ortadan kaldıracağını ve böylece de herkesin herkesle dayanışmayı ve uyum içinde yaşamayı arzulayacağını sanıyorlar.” Joe Peacot
Ortak birkaç özellikleri nedeniyle bir araya gelmiş insan toplulukları, kısıtlayıcı ve bireysel farklılıkları yok edici özellik taşır. Ortak bir amaç yolunca kurulan kolektivist topluluklarda ne kadar özgürlükçü davranılmaya çalışılsa da, ilişkiler belirli kalıplar içinde olmak zorunda olduğundan, özellikle karar alma süreçlerinde sıkça pasif (kendiliğinden) asimilasyon ile karşılaşılır. Böylesi kategorizasyona dayalı grupların anarşistler içinde sıkça var olması ayrıca ilginçtir. Örneğin bir kişinin kadın olması onun anarka-feminist bir toplulukta yer almasını gerektirmez. Çünkü böylesi gruplar zaman içinde tek yönlü bir bakışa ve tek çalışma-direniş alanına sıkışıp kalırlar. Tabii ki kadın olması, kadın özgürlüğünü savunması için oldukça haklı (ve zaten gerekli) bir nedendir. Ancak neden böyle bir topluluğa katılarak bunu yapmak zorunda olsun? Spesifize edilmiş düşünceler ilk bakışta daha etkin bir tepki alanı oluşturabilse de, zaman içinde diğer düşünce sistemleriyle etkileşimini kaybetmeye ve üyelerini bu topluluğun içine hapsetmeye mecbur kalırlar. Ancak örneğini verdiğim insan sadece bir kadın değildir. Ya da bir zenci sadece zenci, bir eşcinsel sadece bir eşcinsel değildir. Bu düşünceme gelebilecek eleştiriden birini tahmin edebiliyorum. Bu insanlar bu özellikleri yüzünden eziliyor ve kişilikleri, sosyal yaşantıları çoğu zaman sadece bu özellikleri nedeniyle diğerlerinden farklı şekilleniyor, dolayısıyla en büyük amaçlarının bu özelliklerinin meşru kılınması için savaşımlarının doğal olduğu söylenebilir. Fakat bu kez; bir zencinin mükemmel bir aşçı, bir eşcinselin harika bir sanatçı, bir kadının çok iyi bir motosiklet kullanıcısı olması gibi özelliklerini, bu kategorik portrelerin neresine yerleştireceksiniz? Bu insanlar kendilerini böylesi kolektif gruplara dâhil ettiği anda isimleri ve sıfatları izler tarafından o grubun adıyla özdeş tutulur. Ancak aynı örnekten devam edersek, ne kadın=anarka-feminist ne de kadın=motosiklet kullanıcı diyebiliriz. Hiç kimse, tek bir düşüncesi ya da özelliğiyle var değildir. Ve bir bireyi bu özelliklerinden seçtiği bir tanesiyle adlandırmak, diğer bir bireyin hakkı değildir. Kolektivizm, topluluk içindeki çeşitliliği, çatışmaları ve farklılıkları grubun sistematik gidişine engel olarak gördüğünden, aynı türden ve olabildiğince aynı düşünen insanların bir arada olmasını ister. Oysa benimle aynı düşünen insanlarla bir arada olmam; bana, amacıma giden yolda destek kuvvet oluşturmak dışında hiçbir fayda sağlamaz. Oysa tek ortak noktanın diğerini anlamaya çabalamak olduğu farklı insanların birlikteliğinden; eleştiri, tartışma, çatışkı, paylaşım ve dolayısıyla gelişim doğar. Kim düşüncesinin varabileceği son noktaya ulaştığını iddia edecek kadar kibirli ve karamsar olabilir ki? Burada kolektif hareketin sağladığı, kitlesel gücün potansiyelini yadsımıyorum. Ancak bu güç, hem farklı yapılanmalarla oluşturulabilecek birliklerle sağlanabilir hem de amaç uğruna kendinizden verdiğiniz ödünleri görebildiğinizde vazgeçilebilirdir. Kendini kolektivist bir topluluğun içinde eritmiş bir bireyin amacına ulaşmasında ne anlam kalır ki?
Toplum karşıtlığı fikri, “toplum kısıtlayıcıdır, bireyi yok eder” gibi basit cümlelerle açıklanamaz. Çünkü toplumun kendisi bu denli basit bir yapı değildir. Toplum denen birlik, bireylerden oluşan, ancak oluştuğu andan itibaren bireyden bağımsız işleyebilecek kapasiteyi kazanan organize bir yapıdır. Toplum her ne kadar kişilerden oluşsa da, kendini ifade eden en küçük birimi birey değildir, çünkü bireyler çoktan asimilasyona uğramışlardır. Nasıl ki en lezzetli meyve ya da bir parça kuru ekmek dokusunu ayırt etmeksizin sindirime maruz kaldığında aynı dışkı halini alıyorsa, öznelerde bu organize yapıya dâhil olduğu anda, işleyişe katkı sağlama zorunda olan yedek parçalar halini alırlar. Toplum beyni olmayan, düşünmeyen bir organizmadır, fakat en nihayetinde yaşam sirkülasyonu olan bir canlıdır ve canlılık fonksiyonunu korumak adına çok sayıda savunma yöntemi geliştirmek durumunda kalmıştır. Tek bir parçasının görevini ihlali durumunda yaşamı tehlikeye gireceğinden, parçalar üzerindeki denetim en üst düzeydedir. İşte son hali, başlangıçta onu oluşturan bireylerin amaçlarıyla hiçbir ilintisi kalmamış virüs benzeri yapıya direnmek ve bundan öte onu yıkmak; bu yüzden toplumun böyle bir yapıya sahip olmasında tek başına hiçbir suçu yoktur, çünkü sistem insan icadıdır.
Yöntem Üzerine
Tüm ideolojiler için olduğu gibi, bir ideoloji olarak anarşizmin de karşısındayım. Çünkü anarşizm ideolojisi kurgulanmış, kurumları ve ilişkileri önceden belirlenmiş bir toplumu var etmeye çalıştığı için anarşinin önündeki en büyük engeldir. Benim; bireysel anarşistlerden oluşan bir toplum beklentim yok. Birincisi diğerlerinin ne olacağı, nasıl düşündüğü ve yaşamak istediği; onlar gibi bir insan olarak benim yetkimin oldukça dışındadır. Ancak bu bir boşvermişlik içine girmem anlamına asla gelmez. Çünkü her şeyin ötesinde kendi özgürlüğüm ve yaşamak istediğim hayat için, bana musallat olduğunu düşündüğüm her şeyle savaşmak zorundayım. İkincisi ideal toplum için yöntem devrimdir. Ancak hem ideal toplumu kurma çabası hem de günün birinde bir anda olacağı düşünülen devrim fikri; kişinin bireysel isyanını ortaya koyabildiği yegâne platform olan doğrudan eylemin önünde, sistemin kendisinden daha büyük bir engel oluşturur.
İsyan, sıradan ve içerikten yoksun bir başkaldırı değil, bireyin tüm rahatsız edici dış etkenlere karşı tepkisinin bir ifade biçimidir. Tepki; hem etkiye, hem bireyin kişiliğine hem de etkiyi içselleştirme sürecine göre çok farklı biçimlerde olabilir. Biçimi etkileyen önemli parametrelerden biri eylemin şiddet içerip içermediğidir. Şiddetin kazanıma giden yolu kolaylaştırır mı? Şiddet kullanımı haklı nedenlere bağlı olabilir mi? Bir canlı olarak hayatta kalmak için savunma en doğal hakkımdır. Ve saldırıya uğrayan her canlı, savunmasını kendi seçtiği herhangi bir yöntemle (kaçma, direnme, karşı saldırı) yapma hakkına sahip olur. Burada asıl sorun saldırının niteliğidir. Yani düşman her zaman görüş alanımızda ve bariz biçimde karşımızda durmaz. Saldırıyı görmek için suratınızın ortasına bir yumruk inmesi gerekmez, bunun için (özellikle savaştığınız şey sistemse) farkındalık yani bilinç yeterlidir. Saldırıyı algılayan bireyin savunma biçimi “kendince” olacaktır. Bu amaca ulaşmak için her yolun meşruiyetini ilan eden makyavelist tutumdan oldukça farklı bir fikirdir. Çünkü söz konusu durum, primer bir amaca ulaşmak için yapılan eylem değil, saldırıya karşı oluşturulan olağan bir tepkidir. Sonuç olarak benim için asıl soru; şiddetin hakkım olup olmadığının ötesinde; nelerin bana zarar vermeye çalıştığıdır.
Tüm ideolojiler için olduğu gibi, bir ideoloji olarak anarşizmin de karşısındayım. Çünkü anarşizm ideolojisi kurgulanmış, kurumları ve ilişkileri önceden belirlenmiş bir toplumu var etmeye çalıştığı için anarşinin önündeki en büyük engeldir. Benim; bireysel anarşistlerden oluşan bir toplum beklentim yok. Birincisi diğerlerinin ne olacağı, nasıl düşündüğü ve yaşamak istediği; onlar gibi bir insan olarak benim yetkimin oldukça dışındadır. Ancak bu bir boşvermişlik içine girmem anlamına asla gelmez. Çünkü her şeyin ötesinde kendi özgürlüğüm ve yaşamak istediğim hayat için, bana musallat olduğunu düşündüğüm her şeyle savaşmak zorundayım. İkincisi ideal toplum için yöntem devrimdir. Ancak hem ideal toplumu kurma çabası hem de günün birinde bir anda olacağı düşünülen devrim fikri; kişinin bireysel isyanını ortaya koyabildiği yegâne platform olan doğrudan eylemin önünde, sistemin kendisinden daha büyük bir engel oluşturur.
İsyan, sıradan ve içerikten yoksun bir başkaldırı değil, bireyin tüm rahatsız edici dış etkenlere karşı tepkisinin bir ifade biçimidir. Tepki; hem etkiye, hem bireyin kişiliğine hem de etkiyi içselleştirme sürecine göre çok farklı biçimlerde olabilir. Biçimi etkileyen önemli parametrelerden biri eylemin şiddet içerip içermediğidir. Şiddetin kazanıma giden yolu kolaylaştırır mı? Şiddet kullanımı haklı nedenlere bağlı olabilir mi? Bir canlı olarak hayatta kalmak için savunma en doğal hakkımdır. Ve saldırıya uğrayan her canlı, savunmasını kendi seçtiği herhangi bir yöntemle (kaçma, direnme, karşı saldırı) yapma hakkına sahip olur. Burada asıl sorun saldırının niteliğidir. Yani düşman her zaman görüş alanımızda ve bariz biçimde karşımızda durmaz. Saldırıyı görmek için suratınızın ortasına bir yumruk inmesi gerekmez, bunun için (özellikle savaştığınız şey sistemse) farkındalık yani bilinç yeterlidir. Saldırıyı algılayan bireyin savunma biçimi “kendince” olacaktır. Bu amaca ulaşmak için her yolun meşruiyetini ilan eden makyavelist tutumdan oldukça farklı bir fikirdir. Çünkü söz konusu durum, primer bir amaca ulaşmak için yapılan eylem değil, saldırıya karşı oluşturulan olağan bir tepkidir. Sonuç olarak benim için asıl soru; şiddetin hakkım olup olmadığının ötesinde; nelerin bana zarar vermeye çalıştığıdır.
Özel Mülkiyet
Birçok bireyci anarşist, özel mülkiyetin ve kişiler arası devlet tekeline alınmamış ticari ilişkilerin hak olduğunu iddia eder. Ben özel mülkiyetin karşısında ve onun ötesinde bir duruş sergilemeyi yeğlerim. “Sahip olmak” yaşamsal ihtiyaçların dışında kalan, uydurmaca bir eylemdir. Sahiplik; çok kısa bir süre içinde, kişinin kendi kendisini sömürmesi şeklindeki bariz çelişkiye yol açar. Üretim araçları ya da mal ortaklığı da eşitlik adına icat edilmiş, fazlaca basit matematiksel bir çözümdür ve aslında eşitlik adına özgürlükten çalma fenomenidir. Yeryüzündeki tüm insanlar üretimlerinin eşit ve ortak hissedarları olsa bile, ortada bir mal ve sonuçta onun sahibi olduğu gerçeğini değiştirmez. Ve bir mala sahip olmak; onu elde tutmak ya da kullanmak için zaman, enerji ve çaba gerektirir. Yani sahip olmak, sahip olunmaktan daha büyük bir esarettir.
Ekonominin kaynağında, yegâne doğal sermaye olan “emek” vardır. Emeğin kullanılış biçimi, ekonominin tipini değil (çoğunluğun düştüğü hata budur aslında) doğrudan varlığını ya da yokluğunu belirler. Eğer birey emeğini kendi tüketim ve ihtiyaçları için kullanırsa, ekonomiye gereksinimi kalmaz. Fakat emek, sonucu bireyi doğrudan etkilemeyen bir üretim işine harcanırsa, birey doğal sermayesini ekonominin kıskacına kaptırmış demektir. Ticaretin temeli olan alışverişte mal edinmek için para, emek, ya da başka bir malın yanında, özgürlüğünüzden bir parça vermeniz gerekir. Tabii ki amacı ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde konformizm olan bir bireyin çok daha fazla mala sahip olması gerekecek ve o ölçüde tutsaklaşacaktır. Dolayısıyla azami özgürlük için bir diğer büyük adım da ekonominin ve ekonomik temelli tüm ilişkilerin yıkımı olarak sayılabilir.
Birçok bireyci anarşist, özel mülkiyetin ve kişiler arası devlet tekeline alınmamış ticari ilişkilerin hak olduğunu iddia eder. Ben özel mülkiyetin karşısında ve onun ötesinde bir duruş sergilemeyi yeğlerim. “Sahip olmak” yaşamsal ihtiyaçların dışında kalan, uydurmaca bir eylemdir. Sahiplik; çok kısa bir süre içinde, kişinin kendi kendisini sömürmesi şeklindeki bariz çelişkiye yol açar. Üretim araçları ya da mal ortaklığı da eşitlik adına icat edilmiş, fazlaca basit matematiksel bir çözümdür ve aslında eşitlik adına özgürlükten çalma fenomenidir. Yeryüzündeki tüm insanlar üretimlerinin eşit ve ortak hissedarları olsa bile, ortada bir mal ve sonuçta onun sahibi olduğu gerçeğini değiştirmez. Ve bir mala sahip olmak; onu elde tutmak ya da kullanmak için zaman, enerji ve çaba gerektirir. Yani sahip olmak, sahip olunmaktan daha büyük bir esarettir.
Ekonominin kaynağında, yegâne doğal sermaye olan “emek” vardır. Emeğin kullanılış biçimi, ekonominin tipini değil (çoğunluğun düştüğü hata budur aslında) doğrudan varlığını ya da yokluğunu belirler. Eğer birey emeğini kendi tüketim ve ihtiyaçları için kullanırsa, ekonomiye gereksinimi kalmaz. Fakat emek, sonucu bireyi doğrudan etkilemeyen bir üretim işine harcanırsa, birey doğal sermayesini ekonominin kıskacına kaptırmış demektir. Ticaretin temeli olan alışverişte mal edinmek için para, emek, ya da başka bir malın yanında, özgürlüğünüzden bir parça vermeniz gerekir. Tabii ki amacı ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde konformizm olan bir bireyin çok daha fazla mala sahip olması gerekecek ve o ölçüde tutsaklaşacaktır. Dolayısıyla azami özgürlük için bir diğer büyük adım da ekonominin ve ekonomik temelli tüm ilişkilerin yıkımı olarak sayılabilir.
Kısaca Özgürlük
Bireyci anarşistlerin her koşulda benimsedikleri öngörülen “herkese eşit özgürlük” kavramı, hem bireyci olup, hem de bireyci anarşistlerden oluşmasını istedikleri huzurlu toplumcuların, bireycilik ve Kolektivizm sentezinden doğan bir ütopyadır. Herkesin bir diğerinin özgürlüğüne saygılı olması, insan nüfusu da göz önüne alındığında hesaplanamaz bir olgudur. Herkes ancak özgürlüğüne sahip çıktığı oranda özgürdür. Eğer kişi varlığının temeli olan “birey olma” bilincine sahipse her koşulda ve gücü yettiğince özgürlüğü için savunacaktır.
Olmayacak tek şey; özgürlüğünüzü yaşamınız boyunca savunmaya gerek kalmayacağıdır. İşte bu gerçekten zarar verici bir ütopyadır...
Bireyci anarşistlerin her koşulda benimsedikleri öngörülen “herkese eşit özgürlük” kavramı, hem bireyci olup, hem de bireyci anarşistlerden oluşmasını istedikleri huzurlu toplumcuların, bireycilik ve Kolektivizm sentezinden doğan bir ütopyadır. Herkesin bir diğerinin özgürlüğüne saygılı olması, insan nüfusu da göz önüne alındığında hesaplanamaz bir olgudur. Herkes ancak özgürlüğüne sahip çıktığı oranda özgürdür. Eğer kişi varlığının temeli olan “birey olma” bilincine sahipse her koşulda ve gücü yettiğince özgürlüğü için savunacaktır.
Olmayacak tek şey; özgürlüğünüzü yaşamınız boyunca savunmaya gerek kalmayacağıdır. İşte bu gerçekten zarar verici bir ütopyadır...
Lilith Noir