İnsanın kültüre, uygarlığı, dile, iktidara yöneldiği tarihsel süreç boyunca beden üzerinde uygulanan baskılar giderek artıyor. Bedenin ölümle, öte dünyayla ilişkisini düzenleyen din, aynı zamanda onu gündelik yaşam içinde de baskı altında tutuyor. Çilecilik, bedenin hor görülmesi, itaatkârlığa zorlanması genellikle dinlerin önerdiği yollar oluyor. Gündelik hayat içerisinde ise cemaat ilişkileri, ritüeller bedeni kuşatıyor ve ona bir tür "koruma" sağlıyor. Ancak bu durum toplumsal örf ve âdetlerin, geleneklerin, toprağa bağlı değerlerin bedeni sınırlandırması gerçeğini değiştirmiyor. Öteki bedenler üzerinde kurulan sınıfsal, cinsel, vb. baskılar esas olarak şiddet ve kaba güç yoluyla sürdürülüyor. Ezilen, baskı altındaki, çoğunluğu oluşturan bedenleri akılcı temellere dayalı bir toplumsal sözleşme, konsensüs, yaygın bir kurumsal katılım bazında sosyal güç oyununa dahil etme anlayışı mevcut olmadığı için, ötekinin bedeni ancak bir dışlama ilişkisi çerçevesinde ele alınıyor. Tüm bunlara karşın bedenin hayatiyeti, canlılığı uzun süre varlığını sürdürüyor. Halkın şenliğe, esrimeye, aylaklığa, cinselliğe olan ilgisi azalmıyor. İktidarların bedenin "kötücül" yanlarına karşı aldığı tedbirlere rağmen delilik, kirlilik, suç, cinsellik, ölümle kurulmuş yakın bağlar halkın gündelik yaşamı içinde doğal akışını sürdürüyorlar.
On sekizinci ve özellikle on dokuzuncu yüzyılda bedene ilişkin toplumsal politikalarda önemli bir değişim gözleniyor. Kapitalist üretimin yaygınlaşmasına paralel olarak üretici beden, yığınsal fiziksel emek gücü, toplumsal servetin korunması gereken önemli bir parçası olarak görülmeye başlanıyor. Artık söz konusu olan kolektif bedenin kayıtsız şartsız dışlanması değil, bilim ve yasalar temelinde ona sisteme katılım yollarını açmaktır. Ama bu katılım otorite ve hiyerarşi üzerinde temellenen tahakküm ilişkilerini tehlikeye sokmamalıdır. Toplumsal tahakkümün yeni araçlarını bundan böyle bedenleri gündelik ilişkileri içinde denetleyecek kurumlar oluşturacaktır. Disiplin toplumunun tahakküm ağı devlet merkezlidir. Devlet, yığınsal beden gücüne yasal parti ve sendika kurma hakkı vererek ona hem sisteme katılım imkânı sağlar, hem de onu denetler. Tıp, hijyen ideolojisiyle emek gücünü salgın hastalıklardan, kirden ve onunla özdeşleşen suçluluktan arındırmaya çalışır, onu temiz ve itaatkâr bir yığın olarak biçimlendirir; önceki toplumlarda fazla bir önem taşımayan ruhsal rahatsızlıkları akıl/bilim temelinde normal/anormal biçiminde iki kutuplu bir karşıtlık olarak tanımlayarak norm dışı bedenleri akıl hastanelerine kapatır. Hapishaneler, "objektif" yasaların suçlu kategorisine soktuğu bedenleri toplumdan ayıklayıp tecrit eder, kapatır. Kışlalar, üretici vasfının yanı sıra asker vasfı da taşıması istenen bedenleri kırıp eğitir, disiplin altına sokar. Fabrikalar, aile ve okullar da bedenlerin hizaya sokuldukları iktidar kurumlarıdır.
Ama bedenden genel bir kavram olarak bahsetmek tarih boyunca kadın bedeni üzerinde baskı kurmuş olan eril egemenliği, patriyarkayı gizlemek anlamına gelecektir. Eril iktidar söylencesinin savladığının tersine cinsiyet, fizyolojik temelde belirlenen bir olgu değil toplumsal cinsiyettir. On dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin eşitlik, özgürlük ve insan hakları söylemi cinsiyetlerarası ilişkilerde patriyarkal iktidarı ortadan kaldırmamış, insan hakları, temelde erkek hakları olarak kalmıştır. Kapitalizmin sisteme katılımına izin verdiği toplumsal beden, esas olarak erkek bedeni olmuştur. Bu durumda sınıfsal egemenlik kavramı kadın bedeninin maruz kaldığı baskının özgüllüğünü açıklamakta yetersiz kalır. Patriyarkanın sosyal türeyişinin sürekliliğini eleştirisinin temel konusu yapan, kadınların dışlanmışlığını tüm dışlanmışların konumuyla ilişkilendiren, kadınların mücadelesini işçi sınıfının mücadelesine tâbi bir olgu olarak ele almayan bir tahakküm eleştirisi, patriyarkanın kapitalizmle sınırlı olmayan gücünü anlamada yardımcı olabilir.
Patriyarkanın tarih boyunca kadın bedenini özne olarak değil, nesne olarak gören, ona kendine ait bir arzu alanını yasaklayan yanları, on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk yarısındaki kapitalizm tarafından olduğu gibi benimsenmiştir. Büyük aileden çekirdek aileye geçilmesi, kadının eş ve anne olarak, cinselliğin ahlaktan özerkleşmediği bir aile yapısı içinde baskı altına alınması olgusunu değiştirmemiştir. Aynı şekilde hazzın değil, disiplinin ve yeniden üretimin önemli olduğu o dönemin kapitalizmi, patriyakanın kadının cinselliğini doğurganlığa indirgeyen yanını tamamen benimsemekle kalmamış, üretecek ve savaşacak bir nüfus oluşturmak açısından kadının çocuk büyütmekte oynadığı role övgüler düzmüştür.
Kadını pasif, arzusunu belli etmeyen bir nesne olarak görme, onun kendi bedenini doğrudan ifade edebileceği olgusunu yadsıma, başta Freud olmak üzere o dönemin psikanalizinin temel özelliklerinden biri olmuştur. Bu yaklaşıma göre penise sahip olmayan kadın bunu bir eksiklik olarak algılar. Çocuk, kadının penis yerine koyduğu ikamedir. Kadın cinselliğini erkek cinselliğinin parametreleriyle tanımlayan bu bakış, kadını erkekler tarafından arzulanmasıyla cinsel bir kimlik kazanan, cinselliğinin temeli erkekleri tatmin etmek olan bir kara delik, boşluk, hiçlik olarak görür. Erkeğin görevi ise kadının içindeki bu boşluğu penisiyle doldurarak kadınlar için tek mümkün tatmin biçimi olduğu varsayılan pasif, vajinal orgazmı gerçekleştirmektir. Freud'un kadını "kara kıta" olarak değerlendiren yaklaşımı Avrupa merkezci, beyaz, heteroseksist cinsiyetçiliğe davetiye çıkardığı gibi toplumsal cinsiyetle ilişkili değerlerin ırkçılıkla ilgili değerlerden (öteki, kara Afrika) ayrı düşünülemeyeceğini de göstermektedir.
Irigaray'ın da belirttiği gibi erkek cinselliği temelde dolayıma, mesafeye dayanır. Kendi dışındakini, ötekiyi, kadını nesneleştiren bu dolayımın temel aracı bakıştır. Bakış özne/nesne, bilinç/beden arasında iki kutuplu karşıtlıklar kurar, kadın bedeninin anlamını sabitleştirir. Görme bedenden uzaklaşmayı ve bedenin bastırılmasını beraberinde getirir. Bu nedenle eril özne dış dünyayla ancak nesneler aracılığıyla ilişki kurabilir. Nesnel kültürün eril etkinliğin bir ürünü olarak görülmesinin nedenlerinden biri de budur. Kadın bedeni eril özneler arasındaki mübadele ilişkilerinde bir nesne/meta olarak dolayım sağlar. Eril iktidarın ancak ötekini/kadını dışlayarak kendini oluşturabildiği olgusu klasik psikanaliz literatüründe karşılığını bulur; bebek simgesel, temsili düzene, dile geçmek için annesinin bedeninden kopmalı, onu dışlamalıdır. Bu durum kadın bedeninin temelde fallus merkezci olarak yapılanmış dilde ifade bulamamasının önemli nedenlerinden biridir. Cixous'un da vurguladığı gibi, kendini merkez alan eril özne aynılık temelinde varolur ve ötekini, kadınsı olanı dışlar. Farklılık bir karşıtlık, bir olumsuzluk, bir eksiklik olarak tanımlanır ve aynı/egemen olanla bir otorite/hiyerarşi ilişkisi içine sokularak denetim altına alınır. Eril öznenin arzusu sadece tekrar kendi bedenine geri dönebilmek amacıyla dışarı çıkan bir arzudur. Kendiyle aynılığa duyulan saplantılı ihtiyaç, ötekine, kadınsı olana duyulan korkuyu ve onu temellük etme dürtüsünü besler.
Eril cinselliğin mesafeye, dolayıma, nesneleştirmeye, sabitleştirici bakışa dayanmasına karşın kadın cinselliği dokunmaya, dolayımsızlığa yakındır. Bu durum kadınlar arası ilişkilerde nesnelerin dolayımına daha az ihtiyaç duyulmasını, kadının daha çok özne-özne ilişkisi yoluyla dile geçişini beraberinde getirir. Eril bedenin iktidarının aynı ve tekil olana dayanmasına karşın, kadın bedeni farklılığı ve çokkatlılığı içinde barındıran bir niteliğe sahiptir. Eril arzunun fallus merkezli tekliği karşısında kadın bedeni erojen bölgelerinin çokluğu ile ilişkili olarak arzunun dağınık, farklı, yaygın katmanlarını içinde taşır. Böylece sabit sınırları olmayan bir bedenin imkânları ortaya çıkar. Ötekine karşı bir olumsuzlama, dışlama, mesafe içermeyen, benliklerin sınırsızca ve mülkiyetçi olmayan bir biçimde mübadelesine dayalı öznesiz, nesnesiz bir arzunun ortaya çıkabilmesi mümkün olur. Ötekini nesneleştiren, onu özneyle bir karşıtlık ilişkisi içine sokan, bedenler, cinsiyetler arasına açık seçik, aşılamaz sınırlar koyan tekçi heteroseksist düzeneğin sarsılması ile birlikte hareket ve akışkanlığa dayalı, merkezsiz, hiyerarşisiz, özneler arasındaki katı ayrımların geçersizleştiği, bulanıklaştığı yeni bedensel ilişkilerin önü açılmış olur. Böylece kadının bedeni eril merkezin aynılaştırıcı düzenini sarsabilecek bir potansiyel alan olarak öne çıkar. Bedenin çokkatlı belirlenimleri eril sistemin otoriter, sabitleştirici girişimlerinin tersine çevrilmesine, cinsel hiyerarşinin sarsılmasına olanak sağlar. Temasın, özellikle kadınlar arasındaki temasın doğurganlığı, bakışın yarattığı nesneleştirici mesafeyi ortadan kaldırır, ben ile öteki arasındaki dışlayıcı sınırları aşındırır. Kadın bedeninin dili, bebeğin annenin bedeninden henüz kopmadığı, özne/nesne ayrımının henüz oluşmadığı bir “bedensel kaynaşma” aşamasına karşılık gelir. Bu durum ötekini canlı tutma, karşılıksız, tek taraflı olarak verme duygusunun kadın bedenine silinemez bir biçimde kaydolmasını, kadınlar arasındaki iletişimde ritmin, nabzın, duyguların, kokunun, bedenin kıpırtılarının, kısacası eril iktidarın temsili simgeler düzeninin bastırdığı adlandırılamayanın öne çıkmasını beraberinde getirir.
Bedenin bir iletişim aracı olarak ortaya çıkması, eril resmi tarihin kaydetmediği, kadın özneler arasındaki sözlü, bedenlere ait deneyimlerin ifade bulmasını mümkün kılar. Bedenlerin konuşması sadece cinsel/duygusal yaşamda değil, gündelik hayatın her alanında insanlar arasındaki hâkimiyet kurucu, tahakkümcü mesafeyi, dışlayıcı sınırları, mülkiyetçilik duygusunu aşındırır, değişimin, akışın, sınırsızlığın öne çıktığı doğrudan demokrasi deneyimlerine zemin hazırlar. Başı sonu belli, sabit bir hedefe kilitlenmiş, düz ve dar, tempolu bir yürüyüş yerine, başıboş, anarşik bir dolaşım içinde bedenlerin anti-otoriter biçimler altında iletişimini olanaklı kılar.
1960'lı yıllara kadar iktidarın bedenler üzerindeki işleyişi dışsal, katı bir disiplin rejimi aracılığıyla, devlet ve diğer iktidar kurumlarının özneye özerk hareket imkânı tanımayan baskıcı uygulamaları vasıtasıyla gerçekleşiyordu. 1960 sonrası postmodern toplumda ise özneler kendi benlikleri üzerinde bir oto-kontrol ve denetim uygulamaya başlamış, kamusal gözetim bireyselleştirilerek özelleştirilmiş, her birey bir iktidar birimi haline gelmiştir. Özne ve beden artık bir ağlar kompleksi içinde, çokkatlı bir iktidar belirlenimi çerçevesinde konumlanmaktadır. Bedenin kullanımını belirleyen artık dışsal bir merkezin tek doğruyu temsil eden buyurgan kodundan ziyade, biçimlendirilmesine öznelerin de katıldığı çokmerkezli bir iktidar ağının çoğulcu bir görünüm arz eden tüketimsel tahakkümüdür. Öte yandan bireysel-bedensel özerklik talepleri tüketimin standartlaştırıcı dolayımından geçerek artık esnek bir biçim almış sosyal kodların biçimlendirmesi sürecinin birer parçası haline gelmektedirler. Beden eğitiminden bedenin öz yönetimine geçilen süreç içinde bedene yaşam boyu eşlik eden bir sağlıklılık anlayışı, yerini, bedenin her an değişen koşullara hızla adaptasyonuna imkân veren "fitness" kavramına bırakmıştır. Yaşlılığın gözden uzaklaştırılıp gençliğin, formun, hızın ön plana çıkarıldığı postmodern toplum, fonksiyonel bir beden aktivizmini, aksayan parçaları değiştirilmek suretiyle kullanım dışı kalana kadar durmadan çalışan bir makine-beden mitini yaygınlaştırmaktadır.
Tutkunun dışlandığı tüketici beden, göstergeler arasında yaptığı çoklu tercihler yoluyla kendi kişiliğini adeta kısa süreli oyunların oynandığı bir alana dönüştürmüştür. Beden, çevresi tedavi, perhiz, sağlık, arzu, güzellik, zindelik vb. söylemlerce kuşatılan bir yatırım nesnesine indirgenmiştir. 1960'lardaki cinsel devrimle birlikte eskinin disipliner baskılarından bir ölçüde sıyrılan kadın bedeni, çok geçmeden bu kez tüketim endüstrisince üretilen yeni bedensel modellerle karşı karşıya kalmıştır. Bedenin ve güzelliğin oluşturulmasını kadının "kendisine bırakan" bu yeni model, kişiselleştirilmiş rejimler, diyet ve form programları vasıtasıyla özdenetimli, zayıf, taze, sıkı ve canlı bedenler, dingin, sorunsuz ve pürüzsüz bir güzellik yaratmayı hedeflemektedir. Erotik olanın arzudan ziyade göstergeler tarafından belirlendiği, cinselliğin artık simgesel bir hale geldi günümüz toplumunda haz, tüketimsel baştan çıkarmanın bir parçası olarak atlanmaması gereken bir uğrağa, bir vatandaşlık görevine dönüşmüştür.
Eski anarka-feminizm, devleti simgeleyen babanın hâkimiyeti altındaki klasik aile kurumunu, eleştirisinin başlıca konularından biri yapmıştı. Cinslerin disipliner kültürünün bir parçası olan bu kurum değişmez, tek, baskıcı, kendiyle aynı kalmak isteyen eril öznenin kadını eş ve anne gibi geleneksel roller içinde baskı altında tutmasının bir aracıydı. Erkeksiliğin maço tonlarının hâkim olduğu, cinsler arasındaki hiyerarşinin kaba biçimler çerçevesinde oluşturulduğu eski kapitalist kültür, kadına aile dışında bir cinselliği yasakladığı gibi “ara cinsel kimliklere” ve eşcinselliğe de şiddetle karşı çıkıyordu. 1960’larda başlayan “cinsel devrim” sonrasında cinsel özgürlük önemli ölçüde yaygınlaşmış, babanın otoritesine dayalı çekirdek aile ciddi bir sarsıntı geçirmiş, eşitlikçi feminizmin talepleri sistemce büyük ölçüde karşılanmıştır. Eril öznenin buyurganlığındaki zayıflama ile birlikte kadına, farklı olana, yenilmesi gereken bir düşman gözüyle bakan tavırda yumuşama olmuştur. Cinsiyetler arasındaki ilişkilerde eski disipliner modelin çöküşü, baba/devlet merkezli buyurgan bir iktidar modelinin yerini bedenlerin kendi kendilerini yönettikleri bir oto-kontrol/denetime bırakması, anarka-feminizmin yeni bir beden politikası geliştirmesini gerekli kılıyor. Bu çerçevede post modern toplumda patriyarkanın sosyal türeyiş biçimlerine, eril iktidarın kimliksel sürekliliğini sağlayan mekanizmalara göz atmakta yarar var. Yeni toplumda cinsel özgürlük, tutku ve duygunun bedenden dışlanması pahasına gerçekleşmektedir. Eril öznenin bir göstergeler toplamı olarak inşa edilmiş kadın bedenine yönelimi, erkek kimliğini kayıtsız bir işlevselliğe sahip, deneyim/duyum/haz biriktiren bir araç olarak kuran eril sembolik iktidar hiyerarşisi tarafından şekillendirilmektedir. Eril kişiliğin kalıcı, kendiyle hep aynı kalan boyutunun yerini tüketimin, piyasanın, mübadelenin her an değişen koşullarına uyum gösterebilecek oynak, kaygan, belirsiz bir kişilik modeline bırakması, kimliğin birbirlerinden bağımsız, çok sayıda ve farklı, kısa süreli deneyimlerin rastlaştığı bir geçici kamp yeri görüntüsü sergilemesi bedensel deneyimleri mekanikleştiren, farklı cinsellikleri tüketim kültürünün birer parçası haline getiren postmodern toplumun belirgin özellikleri arasındadır. Duygu "yükünden" kurtulmuş, yamalı bohça görüntüsüyle kimliksel bütünlük ve süreklilik gibi tasaları kalmamış eril beden, artık kadın bedenini kendini sarsacak, tehlikeli bir "ötekinin alanı" olarak görmemektedir. Eril bedeni koruyan şey artık kadına karşı duyulan korkuya eşlik eden itici ve dışlayıcı bir mesafe değil, kayıtsızlığın ve "hoşgörünün" öne çıktığı bir nesneleştirme pratiğidir. Bu pratik “farklı olanı kabul etme”, “ötekiyle bir arada yaşama”, vb. postmodern argümanların tüm teskin edici söylemlerine karşın göçmen işçilere, evsizlere, yoksullara karşı dile getirilemeyen hıncı maskeleyen post-ırkçı hoşgörünün ayrılmaz bir parçasıdır.
Batı toplumlarında patriyarka "düşük yoğunluklu" olarak, eril hiyerarşi/otorite ilişkilerini çokmerkezli, esnek yapılar içinde gizleyerek sürüyor. Batılı kadın bedenini kuşatan tüketimsel tahakküm, “renkli” kadınlar üzerinde kurulan dolaysız baskılara eşlik ediyor. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin Avrupa merkezci, evrenselci tanımlarını sorgulayarak, bu ilişkilerin farklı kültürler, sınıflar, ırklar, etnik topluluklar, kimlikler içinde ne şekilde üretildiğinin araştırılması bu çerçevede anarka-feminizm için özel bir önem taşımaktadır.
Yaşar Çabuklu