Yeni Toplumsal Hareketler
Şüphesiz popüler protestoların analizi akademisyenlerin bir inşası olmasına rağmen, yeni toplumsal hareketler gerçektir ve elle tutulur. Yeni toplumsal hareketlerin ontolojisini ayrıntılarıyla ele almak bu yazının amacını aşar, ancak tanımlamaların ve inşaların ileri sürdüğünden daha kompleks olsalar bile açıkça görülüyor ki son dönemde küresel ölçekte gerçekleşen anti-kapitalist protesto dalgası bu hareketlerin canlılığını resmediyor. Whitter’ın belirttiği gibi toplumsal hareketler, organizasyonların, ağların, toplulukların ve eylemci bireylerin değişen kümelerinden oluşuyor. Bu kümeler, protestolara katılımlar ve katılımcıların kendi gruplarının sınırlarını ve anlamını tanımladıkları kolektif kimlikler vasıtasıyla birbirine bağlanıyor.” (2002: 289). Toplumsal hareketler ne durağan ne de yekpare olarak değerlendirilebilir. Daha ziyade, genellikle organik ve liderin olmadığı örgütlenmelere sahip olan dinamik varlıklardır. Dahası, çok çeşitli ve çoğunlukla birbirinden son derece farklı politik renklerin, kapitalizme ve küreselleşmeye karşı son dönem protestolarda bir araya gelerek hayata geçirdikleri hareketlerdir. Anti-kapitalist hareketi, hareketlerin hareketi olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Ancak son dönemlerde protesto gösterilerine katılmış olan herkesin rahatça anlayacağı bir şey varsa o da anarşizmin bu hareketlerin oluşmasında çok merkezi ve önemli bir rolü olduğudur. Graeber’in (2002: 62) söylediği gibi, “anarşizm, hareketin kalbi ve ruhudur; onun taze ve umut dolu olmasının kaynağıdır.” Toplumsal anarşizmin toplumsal hareketler içinde haritalanması yeni bir şey değil. Örneğin, Murray Bookchin 1980’lerin yeni toplumsal hareketlerinin içinde tanımlanabilecek bir dizi anarşist ilke ve pratikten söz eder (1989). Bookchin’e göre bunlar ilke olarak: a) bu grupların literatürleri, Kropotkin’in kapitalizmin reddine ve merkezsizleştirilmiş topluma dair tavsiyelerini yansıtır; b); özelde yerel yönetim hareketleri Bakunin’in, anarşistlerin yerel siyasete katılmaları ilkesini kabul eder; c) hiyerarşi karşıtıdır; ve d) “görünüşe bakılırsa bu bağımsız hareketleri birleştiren ilke, katılım ve karşılıklı yardım kavramıdır.” (a.g.e: 271)
Bookchin’in analizinin, son dönemdeki anti-kapitalist protesto gösterilerini incelerken geçerliliğini koruduğuna şüphe yok. Ancak, anti-kapitalist hareketlerin doğaları gereği daha postyapısalcı olduklarını kabul ettiğimizde; Bookchin’in bu analizi önemini giderek yitirmeye başlıyor. Ruggiero’nun (2000) belirttiği gibi, toplumsal hareketlerle ilgili önem kazanan iki düşünce ekolü bulunuyor. McCarthy, Zald (1977) ve Bluechler (1993) gibi yazarlar tarafından geliştirilen birinci ekol, toplumsal hareketlerin, kaynakların seferber edilmesi ve dağıtımıyla ilgili olduğunu öne sürüyor. Temelde Melucci’nin (1996) başı çektiği ikinci ekolse yeni toplumsal hareketlerin politik eylemlerden çok sembolik ve kültürel meydan okumalarca şekillendirildiğini iddia ediyorlar. Bu ekollerde öne sürülen görüşler, yeni toplumsal hareketler tamlamasındaki ‘yeni’ sözcüğünün tanımına göre değişiyor. Melucci’ye göre yeni sözcüğü, “sınıf çatışmasının tarihisel biçimleriyle günümüzde ortaya çıkan kolektif eylem biçimleri arasındaki karşılaştırmalı farkları” simgeliyor. (1996: 5). Birleştirici bir nesnelliğin olmadığı yerde bu hareketleri araştırırken ihtiyatlı davranan Melucci, yeni toplumsal hareketlerin, “eylem sistemleri, farklı düzeyler arasındaki karmaşık ağlar ve toplumsal eylemin amaçları” olduğunu gözlemliyor. Kolektif kimlik, onlara bir veri ya da biz öz sağlamaz, onların aktörler haline gelmelerini sağlar; ve aktörler arasındaki değiş tokuşların, müzakerelerin, kararların ve çatışmaların sonucudur.” (a.g.e: 4)
Melucci politik eylemlerin yokluğunu vurgulamakta haklı, çünkü yeni toplumsal hareketler ve özellikle de anti-kapitalist hareket açıkça anti-politik hareketlerdir. Ruggiero’nun (2000: 181) Milan’daki ‘centri sociali’ (sosyal merkez) hakkındaki çalışmasında ortaya çıkardığı gibi bu hareketlerin yeniliği, “üstün temsili bir varlık, örneğin siyasi bir parti ya da her şeyi saran bir örgütlenme oluşturmayı reddetmelerinde” özetleniyor. Örneğin Dünyanın Dostları ya da Greenpeace gibi örgütsel yapılar oluşturmak yeni toplumsal hareketlerin amaçlarından biri değil. (Gerçi, bu durum anti-kapitalist hareket içinde yer alan Direnişi Küreselleştir gibi bazı Troçkist örgütlenmeler için geçerli olmayabilir.) Tersine yeni toplumsal hareketler örgütsel özellikleri açısından “muhtelif, kırılgan, geçici ve uyuşmaz” olarak tanımlanabilirler. (A.g.e). Çoğunluğu temsil etmek gibi bir dertleri olmayan bu gruplar aynı zamanda temsili siyasetin tüm prangalarını da üzerlerinden atmış durumdalar.
Bununla beraber, neyin “yeniyi” oluşturduğunun tasdiki zaman zaman harekete en sempati duyan yorumcular arasında bile kayboluyor. Örneğin Brady (2002: 58), anti-kapitalist hareketi, siyasal yörüngenin etrafından dolaşırken katılımcı siyaseti teşvik eden, “yaratıcılık biçimlerini canlandıran, önceden hazırlık yapılmadan ortaya çıkan protestoları” cazip kıldığı için takdir ediyor. Yeni protesto biçimlerinin hoşnutlukla karşılanması bu hareketlerin edindiği yeni amaçlara dair benzer bir farkındalığı da gerektiriyor. Hareketin demokratik çekiciliğini arttırmak için demokratik arenaya doğru yönelmesini onaylayan Brady’nin (2002: 65) anti-kapitalist hareketin doğasını ve amacını temelden yanlış anladığı açıkça görülüyor. Bence, Brady ya anarşizmin bu hareketteki merkezi rolünün yanlış değerlendiriyor ya da siyasi bir varlık olarak anarşizmin doğasını yanlış anlıyor. Çünkü anti-kapitalist hareket, anarşist olduğu sürece, seçim politikalarının demokratik arenasına girmeye, ya da demokratik politikalarda temellenen daha geniş bir kozmopolitanizme talip olmaya hiç niyeti yoktur. Ayrıca bu hareketin kimsenin adına konuşmak ya da kimseyi temsil etmek gibi bir derdi de yoktur, dünya halklarını boşverir. Bütün temsil siyaseti, anarşist hareketin lanetlediği bir şeydir.
Britanya’daki anti-kapitalist hareketin kesinlikle son derece görülebilir kökenleri vardır. “Radikal çevrecilerle anarşistlerin, çeşitli liberal örgütlenmeler ve yorumcularda giderek artan huzursuzluk duygusunun da yardımıyla birbirlerine yaklaşmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Önce Workers Power, daha sonraysa the SWP9 gibi diğer sol gruplar bu hareketlere dâhil olmuşlardır.” (Jazz, 2001: 96) Bu hareketin farklı siyasal bakış açılarını içerdiğine hiç şüphe yok. Ve bu durum açık ve net bir şekilde, kapitalizme meydan okumada hareket içinde farklı pratik ve taktiklerin oluşmasına neden olmuştur. Örneğin, Cenova’daki kara blok’un rolü ve diğer anti-kapitalist protesto gösterileriyle ilgili geniş tartışmalar yaşanmıştı. Gerekirse polise karşı şiddete başvurma konusunda anlaşan kara blok, hareketteki diğer gruplar tarafından hoş karşılanmamıştı. Kara blok bu durumuyla anti-kapitalist hareketin kalbinde yatan toplumsal anarşist stratejinin geri dönüşünün bir örneği olmuştur. Kendiliğindenlik, özerklik ve doğrudan eylem kara bloğun ve hareketteki diğer grupların özellikleri olarak sayılabilir. Bazıları için kara blok bir taktikten başka bir şey değildir. (K, 2001) Başkaları içinse (Porter, 2001) kara blok, anarşistler hakkındaki kargaşanın ve yıkımın kışkırtıcıları şeklindeki basmakalıp kimliği seve seve benimsemiştir. Elbette anti-kapitalist hareket içinde taktikler ve hedefler açısından görüş ayrılıkları yaşanmaktadır. Yine de kara bloğun “bir grup ya da örgüt çeşidi olmadığı, gösteriler dışında var olmadığı ve sadece gösteriler sırasında -mülkiyeti tahrip etme ve polisle çatışma konusunda uyuşan bazı insanların- asgari taktik birliğini sağlamak adına bir araya gelmek olduğu” konusunda fazla görüş ayrılığı bulunmamaktadır. (anonim, 2001: 45) Bu tür karakterize etme çabaları, hareket içinde tedirginliğe yol açsa da bu tedirginlik toplumsal anarşizmin anti-kapitalist protestonun altını çizen mirasının bir yansımasıdır. Kamura’nın (2001: 60) belirttiği gibi, hareketteki amaç ve araçların birbiriyle tutarlı olması önemlidir. Şiddetin gerekliliğinin, anti-kapitalist protestoların tanımlayıcı özelliği haline gelmeye başlaması tüm hareketin gidişatını tehlikeye atmaktadır. “Adil bir dünya istiyorsak, pisliğe bulaşmamalıyız!”
Şiddet, toplumsal anarşizm içinde uzun ve muğlâk bir geçmişe sahip ve hiç şüphe yok ki anarşist protestonun ayrılmaz bir parçası olarak rol oynamaya da devam edecek. Ancak kara blok anti-kapitalist hareketin bir başka özelliğini daha temsil etmekte: hiyerarşik ya da aşikâr bir yapının olmaması. Kısa süreli ve geçici birlik hem protestolar esnasında daha geniş hareketin kendisinin hem de sıkça bireysel gruplar dâhilinde ya da hareketlerin kendilerinde, hareketlerin hareketinin bir araya gelişini simgeler. Ian Welsh’in tasvir ettiği gibi:
“geleneksel örgüt yapısı olarak tanımlanabilecek herhangi bir şey olmaksızın var olan kendini örgütleyen bir hareketin gelişine tanık olmaya başlıyoruz. Hareketlerin, kendilerine has doğrudan eylemler sergileyebilmeleri için kısa süreli seferberlikler üretebilen ağlar olarak var olmaları, pek çok toplumsal hareket arayışını şekillendiren 1970’lerdeki modellerle karşılaştırıldığında çok farklı bir kültürel mücadele modelini gösteriyor.” (Welsh, 1999: 79)
Dahası, günümüzde eylemciler, içinde bulundukları hareketi geleneksel yapı ve pratiklerce sınırlanmış angajmanlar olarak görme ve kendi kararlarından taviz verme taraftarı değiller. Welsh’in gözlemlediği gibi, günümüzün protesto gösterileri “giderek daha çok hareketler üzerinden sahneleniyor.” (a.g.e) Bugün Reclaim the Streets, (Sokakları Geri Al) Earth First (Önce Dünya!) ve Anarchist Travellling Circus (Anarşist Gezgin Sirk) gibi gruplar, Greenpeace (Yeşilbarış) ya da Friends of the Earth (Dünyanın Dostları) gibi organizasyonların yolundan gitmiyor ve hâkim bürokratik yönetim yapıları oluşturmaya ya da hükümet ve onun temsilcileriyle doğrudan pazarlık yapmaya çalışmıyor.
Tabii ki bu, son dönem anti-kapitalist eylemlere katılan bütün grupların bu modele uyum sağladığı anlamına gelmez. Çoğu zaman ve belki de özellikle yerel seviyede, çok farklı duruşlara sahip hareketler protestolar esnasında güç birliğine gidiyorlar. Plows ve Wall’un yaptığı araştırmaya göre, neo-liberalizm karşıtı protestoların en önemli özelliklerinden biri, kapsadıkları ağ örgülerinin melez karaktere sahip olması. “Cenova Sosyal Forumu’nda birçok ülkeden 700’den fazla grup işbirliğine gitti.” (2001: 4) Bununla beraber, protesto hareketlerinin içinde küreselleşmenin birbiriyle bağlantılı pratik ve mekanizmalarının haritasını ortaya çıkarmaya yönelik yeni bir dinamik de oluşmakta. Sonuç olarak, 1990’ların sonlarındaki protestocu grupların yürüttükleri kampanyaların önemli özelliklerinden birinin, resmin parçalarını tamamlamak olduğunu söyleyebiliriz. (age: 8)
Plows ve Wall’un da öne sürdüğü gibi, öncülleriyle hiçbir ortak yanı olmayan tamamen yeni grupların ortaya çıkışına tanıklık ediyor değiliz. Bu yeni grupların benimsedikleri taktik ve stratejileri, daha öncesine olmasa da 1990’ların ve 1980’lerin gruplarına dayandırmak mümkün. Ve bu stratejilere, siyasi protesto için başvurulduğu sürece, Goaman ve Dodson’un (1997) söylediği gibi, bu yeni toplumsal hareketlerin daha önce denenmiş ve test edilmiş bir tür ortodoks sosyalist politikayı benimsediğini iddia edebiliriz. Ancak, geleneksel eylem tarzlarından kaçındıkları, temsili ve marksist politikanın kalbinde yatan öncülüğü reddettikleri ve tersine yeni sosyo-kültürel mücadele türlerine başvurdukları oranda, bu toplumsal hareketleri yeni postyapısalcı anarşizm türleri sergiliyor olarak değerlendirmek daha mantıklı görünüyor.
Yeni Toplumsal Hareketler ve Postyapısalcı Anarşizm
Bu ittifakları farklı kılan sadece akışkan ve kısa süreli oluşları değildir; daha ziyade direniş stratejilerinin gözle görülür şekilde postyapısalcı hale gelmesidir. Welsh’e göre bu stratejilerin temelinde “uzun vadeli bir bağımsız kapasite oluşturma süreci” yatıyor. (1990: 80) Toplumsal anarşistler uzun zamandır ‘kendi adına hareket etme’ prensibine oldukça değer veriyorlar. Bu mesaj Kropotkin’in, 1887’de Freedom dergisinde yayınlanan ‘Act for Yourselves’ (Kendi Adınıza Hareket Edin) adlı makalesinde ilan edilmişti. Bu noktada, örneğin yerel topluluk ve hareketlerin sermayeye ve küreselleşmeye karşı seferber olmasının, bu anarşist prensibin güçlenmesi adına oldukça önemli olduğunu söyleyebiliriz. Direniş, bu biçim içinde yeni toplumsal hareketlerin stratejilerinin çekirdeğine yerleşiyor. Bu durum, birçok farklı katmanda birçok farklı kisveye bürünerek ortaya çıkıyor. Bu çeşitli düzeylerde gerçekleşir, farklı görünümler alır ve “anarşist ve postmodern düşünce arasında bir yakınsama olduğunu gösterir.” (Amster, 1998: 109)
Aslında, yeni toplumsal hareketlerin doğası itibariyle anarşist olarak nitelendirilebilecek iki özelliği vardır. Birincisi, Welsh’in “bağımsız kapasite inşası” olarak tanımladığı, yeninin eskiye bağlanmasını sağlayan özellik: temsilin reddedilmesi. Anarşistler öncülüğe karşı hep şüpheci oldular. Ve ister devrimci elitler tarafından uygulansın, ister daha iyisini bildiğini düşünen bir grup tarafından gizliden gizliye örgütün kanının emilmesi için kullanılsın, öncülük anarşist direniş lügatinde hep tatsız bir bahis olarak kaldı. Yeni toplumsal hareketlerin basmakalıp politik protesto stratejilerinden uzak durmaları da pratikte anarşizme karşı güçlü bir bağla bağlandıklarının sinyallerini veriyor. Graeber’in, yeni toplumsal hareketlerin, “tümüyle yeni bir alanın haritasını çizme” arayışında olduğunu söylerken anlatmaya çalıştığı, hareketlerin tam da bu zihniyetidir. (2002: 66) Direct Action Network (Doğrudan Eylem Ağı) ya da Tute Bianche gibi gruplar, “sokak tiyatroları ya da festivaller gibi şiddet içermeyen savaş olarak nitelendirilebilecek ne varsa bir araya getirip, sivil itaatsizlik için ‘yeni bir dil’ yaratmaya çalışıyorlar.” (a.g.e) Bu tip çalışmaların, sosyal demokrat solun ve sendikacı siyasetin son 40 yılda uygulamaya çalıştığı geleneksel protesto yollarıyla taban taban zıt olduğunu söyleyebiliriz. Geleneksel protestoların önceden ayarlanmış, izni alınmış yürüyüş ve toplantılarıyla karşılaştırıldığında, son dönem protesto gösterilerinin katılımcıları arasında organik bir bağımsızlık kavramının var olduğu görülebiliyor. Ve bu gösteriler, anarşist düşüncenin “devlete karşı bağımsızlık alanlarını genişletirken, yönetim mekanizmalarını gayrımeşrulaştırmak ve işlevsiz hale getirmek” prensibini de sahiplenmiş oluyor. (a.g.e: 68)
Yeni toplumsal hareketlerin anarşist olarak nitelendirilebilecek ikinci özelliğiyse bu hareketlerin postyapısalcı anarşizmle kesişmesini de açıklayan bir özellik. Goaman ve Dodson’un belirttiği gibi, eğer yeni toplumsal hareketler, eski siyasi protesto kalıpları arasında sıkışıp kalsaydı, ortodoks sosyalist siyasetin parametrelerini aşmakta başarısız olacaklardı. (1997) Anarşizm, tam da doğası gereği, alternatif muhalefet tarzları arar. Komünler kurmak, ücretsiz okullar açmak, radikal broşürler basmak, hiyerarşi karşıtı şarkı sözleri yazmak, çiçek yetiştirmek, ağaçlarda yaşamak, organik tarım yapmak, başkalarının kullanmadığı mülkleri işgalevi yapmak, kullanılmış yemek yağlarından yeşil benzin yapmak... Bütün bunlar anarşist çevrelerin direniş için sembolik ve kültürel formları gerekli gördüklerinin kanıtıdır. Bu durum aynı zamanda, toplumsal anarşizm ve postyapısalcılığın, direnişin ortak yönleri olduğunu ve bu iki düşüncenin bu noktada birbirlerine yaklaştıklarını da gösterir. May’in de öne sürdüğü gibi, postyapısalcılık ve toplumsal anarşizm özellikle alternatif pratikler arama ve bunları teşvik etme noktasında bir araya gelirler. (1994) Böylelikle de anti-kapitalist tartışmayı da kuşatan yeni toplumsal hareketlerin, önünde sosyo-kültürel direniş biçimleri sergilemeleri için bir arka perde oluştururlar.10
Bu da karnaval tarzı direnişe yönelik eğilimden daha fazlası demektir. Eski Sovyet bloğunda komünizmin çöküşüyle ve o dönemde, bugün Bush ve Blair tarafından uygulanmaya devam eden zehirli neo-liberalizmle karşı karşıya kalan solun geri çekilişiyle, kapitalizme karşı muhalefet cesur yeni dünya yaratma çabasından yerel iç direnişe doğru dönüşüm geçirdi. Sader’in de dediği gibi, bu değişen ortamda tarihi söylemlerden farklılaşan ve ham bir ekonomizmden uzaklaşan direniş, kendini “yerel ve bölgesel” yollarla ifade etmeye başladı. (2002: 97) Adı üzerinde tam anlaşamasak da, toplum kesinlikle bir geçiş sürecinde. Ve toplumsal hareketler de bu değişimi yansıtıyorlar. Bu, geleneksel toplumsal hareketlerin bir anda ortadan kaybolduğu anlamına gelmiyor. Çağdaş anti-kapitalist protestolarda eskiyle yeni arasında üst üste çakışma var, fakat aynı zamanda yeni toplumsal hareketlerin öncüllerinden farklı özellikleri olduğuna dair gerçek bir sezgi de mevcut. Melucci’nin de gözlemlediği gibi şu ortak noktaları teşhis edebiliriz: hareketlerin amaçlarının çeşitlilik ve düşük ölçüde devredilebilirliği; siyasi iktidardan kaçınma; özel ve kamusal arasındaki ayrımı sorgulama; protestoyla sapkınlığın yakınlaşması; eylem aracılığıyla dayanışma arayışı; ve temsilin, doğrudan eylem lehine reddedilmesi. (1996: 102–103)
Toplumsal anarşist duyguları kendi çağdaş pratikleri aracılığıyla yaşatmaya devam eden yeni toplumsal hareketler, aynı zamanda yeni anarşi türlerini de oldukça iyi bir biçimde yansıtıyorlar. Toplumsal, kültürel ve politik ağlardaki iktidar düğümlerini hedef alan ve kendisini hiyerarşik olmayan ve merkezsiz ağlar içinde örgütleyerek anti-kapitalist hareket, geleneksel anarşist düşüncenin direnişe yaklaşımını güçlendirmekle kalmıyor aynı zamanda “neye karşı direnileceğini” de belirlemiş oluyor. (May, 1994: 52) Bu noktada post-yapısalcı anarşizmin doğuşuna tanıklık ediyoruz. Yapılar ve özneler içlerinden doğdukları kendilerine has pratiklerle anlam kazanıyorlar. Temsili reddeden, siyasi iktidar arayışından kaçınan ve şu anda ve kendine özgü olana (Melucci, 1996: 116) odaklanan toplumsal hareketler, neoliberal ekonomi ve toplumsal metalaştırmanın neden olduğu o paradigmaya karşı çıkarak özerk (otonom) toplumsal bölgeler oluşturmaya çalışıyorlar. Bu özerk bölge arayışı, yerel seviyede ve toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi ağların kesişme noktalarında açılım kazanıyor. Aslında anti-kapitalist hareketlerin “birlikte yaşanabilecek güç ilişkileri oluşturmak” için postyapısalcı bir yolculuğa çıktıklarını da söyleyebiliriz. (May, 1994: 114) İktidarın birçok ağ içine yayıldığını kabul etmek, iktidarın asla ortadan kaldırılamayacak bir şey olduğunu da kabul etmek anlamına gelir. Ve toplumsal anarşistler bunu fark edeli çok oldu. Ancak postyapısalcı anarşistler alternatif pratikler inşa etme konusunda Deleuze ve Guattari’nin “minöriter oluş” (1988: 291) kavramını benimsiyorlar. Günümüzün anarşistleri sosyal forumlar aracılığıyla ya da diğer örgüt ve ağlarla alternatif pratikler geliştirerek, egemen olan ata pratiklerine meydan okuyor aynı zamanda da baskıdan kaçıyorlar. Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla’da belirtikleri gibi, majorite kavramı, bir iktidar ve egemenlik durumunun varlığına ihtiyaç duyar. Bu noktada, “sabit ve homojen bir sistem olarak majöriter; alt sistemler olarak minöriteler ve bir potansiyel, yaratıcı ve yaratılmış bir oluş olarak da minöriteri” birbirlerinden ayırmamız gerektiğini akılda tutalım. (1988: 105–6). Minör oluşta “sayılabilir olmayan ve hızla çoğalan minörite … majörite kavramını yok etmek için tehdit eder.” (a.g.e: 469)
Paul Virilio, Deleuze ve Guattari’nin göçebebilim kavramından hareketle, dünyanın sürekli değişim içinde olduğunu anlamanın önemi üzerinde duruyor. “Bugünün dünyası artık hiçbir şekilde durağan değil; dünya değişiyor, bacaklarını açmış yürüyor, akıp gidiyor.” (Armitage, 1999: 48) Ağlar, rizomlar, çapraz-akımlar ve yersizyurdsuzlaştırma gibi kavramlarla temellendirilen postyapısalcı analiz, toplumsal anarşizmle önemli ölçüde örtüşür. Kendi stratejik kökenlerini izleyerek yalnızca sanayi proletaryasını desteklemeye (tamamıyla, iktidarın hayatın diğer alanlarına da yayıldığını düşündüğünden dolayı) yanaşmayan toplumsal anarşizm, ağlar arasında birleşik bir direnişin gerekliliğinin uzun zamandır bilincinde. Ward’un da dile getirdiği gibi, anarşistler “piramitler yerine ağ örgüleri oluşturmalılar... Anarşizm, katmanların üzerindeki etiketlerin değişmesini ya da en tepeye farklı insanların oturmasını değil; aşağıdan yukarıya tırmanmamızı arzular. (1988: 22) Bu entelektüel miras derin köklerini toplumsal anarşizmin içine salmıştır ve onu stratejik düşünüşten uzaklaştırıp May’in taktik siyaset felsefesi olarak adlandırdığı şeye doğru yaklaştırır. Marksizm gibi stratejik siyaset felsefeleri farklı eşitsizlik ve baskı çeşitlerini bir tek temel sorunsala dayandırırlar; oysa taktik düşünce ise “toplumsal ve siyasi dünyayı bir çember olarak değil de kesişen doğruların oluşturduğu bir ağ olarak resmeder.” (May, 1994: 10–11) Direnişi, tek bir görünür iktidar çekirdeğinde odaklamak yerine, taktik düşünce, öncü parti elitleri tarafından sağlanan özgürleşmeye karşı çıkar. “İktidarın tek bir merkez ya da kaynaktan çıkmadığını gözlemleyen “postyapısalcı temsil eleştirisi” (age: 12) doğası gereği açık ve net bir şekilde anarşisttir. Hem toplumsal anarşistler hem de postyapısalcılar toplumsal mekânı, “tek bir kaynaktan yayılmaktan ziyade güçlerin kesişimlerinden” oluşmuş olarak tasavvur ederler. (a.g.e: 52)
Toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi ağlar boyunca kesişen farklı düğüm noktalarındaki sayısız güç birikimine karşı koymak üzere birçok direniş tarzına başvuran toplumsal anarşizm ve postyapısalcılık, ortak bir duruşu ve özerklik alanları yaratmak adına ortak bir arzuyu paylaşırlar. Anti kapitalist hareketlerde ittifak yapanlar da dahil, eylemciler, direniş mevzileri oluşturarak aynı zamanda güçle ilgili hakim ya da majör söylemlerin de altını oymaktadırlar. Polisin memurları hattın pembe tüylü süpürgelerle saldırırken olduğu gibi, anti-kapitalist protestocular sadece tiyatro ve özerklikle işaretlenmiş toplumsal uzamlar yaratmıyorlar, devlet baskısının şiddet içeren biçimlerini de gayrimeşru kılıyorlar. Tabii ki bütün anarşistler bu tür pratiklere yönelmiyorlar, ancak giderek şenlik tarzında protesto ve direnişleri benimsiyorlar. Aynı şekilde, postyapısalcılıkla toplumsal anarşizmin yirmibirinci yüzyılda yakınlaşıyor olduğu değerlendirmesini anarşistlerin hepsi kabul etmiyor. Ancak, bu yazı anarşist teori ve pratiğin bütün kollarına uyum sağlayan bir söylem geliştirme iddiasında değil; ne var ki, (bu yazıyla kesinlikle uyuşmayacak bir bilginden bir ifade alacak olursam) anarşizmin “yaşayan ve gelişmeye devam eden” (Moore, 1997: 159) bir proje olarak görülmesi gerektiğine tanıklık ediyor. Şüphesiz, anarşist pratikler son dönemdeki anti-kapitalist protestolar yoluyla kanıtlanıyor. Sonuç olarak, yeni yüzyılda yaşama uyum sağlayan toplumsal anarşizm, ayırt edici bir postyapısalcı dinamiğe sahiptir.
Dave Morland
Notlar:
9. Sosyalist İşçi Partisi, muhtemelen günümüzde Britanya’daki en geniş ve yüksek düzeyde örgütlenmiş ileri sol gruptur.
10. Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi üzerine yazdıklarının, birçok mevzide yürüyen direnişler ve mücadelelerin önemini, postyapısalcı bir bakış açısından vurguladığını belirtmeye değer.
Şüphesiz popüler protestoların analizi akademisyenlerin bir inşası olmasına rağmen, yeni toplumsal hareketler gerçektir ve elle tutulur. Yeni toplumsal hareketlerin ontolojisini ayrıntılarıyla ele almak bu yazının amacını aşar, ancak tanımlamaların ve inşaların ileri sürdüğünden daha kompleks olsalar bile açıkça görülüyor ki son dönemde küresel ölçekte gerçekleşen anti-kapitalist protesto dalgası bu hareketlerin canlılığını resmediyor. Whitter’ın belirttiği gibi toplumsal hareketler, organizasyonların, ağların, toplulukların ve eylemci bireylerin değişen kümelerinden oluşuyor. Bu kümeler, protestolara katılımlar ve katılımcıların kendi gruplarının sınırlarını ve anlamını tanımladıkları kolektif kimlikler vasıtasıyla birbirine bağlanıyor.” (2002: 289). Toplumsal hareketler ne durağan ne de yekpare olarak değerlendirilebilir. Daha ziyade, genellikle organik ve liderin olmadığı örgütlenmelere sahip olan dinamik varlıklardır. Dahası, çok çeşitli ve çoğunlukla birbirinden son derece farklı politik renklerin, kapitalizme ve küreselleşmeye karşı son dönem protestolarda bir araya gelerek hayata geçirdikleri hareketlerdir. Anti-kapitalist hareketi, hareketlerin hareketi olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Ancak son dönemlerde protesto gösterilerine katılmış olan herkesin rahatça anlayacağı bir şey varsa o da anarşizmin bu hareketlerin oluşmasında çok merkezi ve önemli bir rolü olduğudur. Graeber’in (2002: 62) söylediği gibi, “anarşizm, hareketin kalbi ve ruhudur; onun taze ve umut dolu olmasının kaynağıdır.” Toplumsal anarşizmin toplumsal hareketler içinde haritalanması yeni bir şey değil. Örneğin, Murray Bookchin 1980’lerin yeni toplumsal hareketlerinin içinde tanımlanabilecek bir dizi anarşist ilke ve pratikten söz eder (1989). Bookchin’e göre bunlar ilke olarak: a) bu grupların literatürleri, Kropotkin’in kapitalizmin reddine ve merkezsizleştirilmiş topluma dair tavsiyelerini yansıtır; b); özelde yerel yönetim hareketleri Bakunin’in, anarşistlerin yerel siyasete katılmaları ilkesini kabul eder; c) hiyerarşi karşıtıdır; ve d) “görünüşe bakılırsa bu bağımsız hareketleri birleştiren ilke, katılım ve karşılıklı yardım kavramıdır.” (a.g.e: 271)
Bookchin’in analizinin, son dönemdeki anti-kapitalist protesto gösterilerini incelerken geçerliliğini koruduğuna şüphe yok. Ancak, anti-kapitalist hareketlerin doğaları gereği daha postyapısalcı olduklarını kabul ettiğimizde; Bookchin’in bu analizi önemini giderek yitirmeye başlıyor. Ruggiero’nun (2000) belirttiği gibi, toplumsal hareketlerle ilgili önem kazanan iki düşünce ekolü bulunuyor. McCarthy, Zald (1977) ve Bluechler (1993) gibi yazarlar tarafından geliştirilen birinci ekol, toplumsal hareketlerin, kaynakların seferber edilmesi ve dağıtımıyla ilgili olduğunu öne sürüyor. Temelde Melucci’nin (1996) başı çektiği ikinci ekolse yeni toplumsal hareketlerin politik eylemlerden çok sembolik ve kültürel meydan okumalarca şekillendirildiğini iddia ediyorlar. Bu ekollerde öne sürülen görüşler, yeni toplumsal hareketler tamlamasındaki ‘yeni’ sözcüğünün tanımına göre değişiyor. Melucci’ye göre yeni sözcüğü, “sınıf çatışmasının tarihisel biçimleriyle günümüzde ortaya çıkan kolektif eylem biçimleri arasındaki karşılaştırmalı farkları” simgeliyor. (1996: 5). Birleştirici bir nesnelliğin olmadığı yerde bu hareketleri araştırırken ihtiyatlı davranan Melucci, yeni toplumsal hareketlerin, “eylem sistemleri, farklı düzeyler arasındaki karmaşık ağlar ve toplumsal eylemin amaçları” olduğunu gözlemliyor. Kolektif kimlik, onlara bir veri ya da biz öz sağlamaz, onların aktörler haline gelmelerini sağlar; ve aktörler arasındaki değiş tokuşların, müzakerelerin, kararların ve çatışmaların sonucudur.” (a.g.e: 4)
Melucci politik eylemlerin yokluğunu vurgulamakta haklı, çünkü yeni toplumsal hareketler ve özellikle de anti-kapitalist hareket açıkça anti-politik hareketlerdir. Ruggiero’nun (2000: 181) Milan’daki ‘centri sociali’ (sosyal merkez) hakkındaki çalışmasında ortaya çıkardığı gibi bu hareketlerin yeniliği, “üstün temsili bir varlık, örneğin siyasi bir parti ya da her şeyi saran bir örgütlenme oluşturmayı reddetmelerinde” özetleniyor. Örneğin Dünyanın Dostları ya da Greenpeace gibi örgütsel yapılar oluşturmak yeni toplumsal hareketlerin amaçlarından biri değil. (Gerçi, bu durum anti-kapitalist hareket içinde yer alan Direnişi Küreselleştir gibi bazı Troçkist örgütlenmeler için geçerli olmayabilir.) Tersine yeni toplumsal hareketler örgütsel özellikleri açısından “muhtelif, kırılgan, geçici ve uyuşmaz” olarak tanımlanabilirler. (A.g.e). Çoğunluğu temsil etmek gibi bir dertleri olmayan bu gruplar aynı zamanda temsili siyasetin tüm prangalarını da üzerlerinden atmış durumdalar.
Bununla beraber, neyin “yeniyi” oluşturduğunun tasdiki zaman zaman harekete en sempati duyan yorumcular arasında bile kayboluyor. Örneğin Brady (2002: 58), anti-kapitalist hareketi, siyasal yörüngenin etrafından dolaşırken katılımcı siyaseti teşvik eden, “yaratıcılık biçimlerini canlandıran, önceden hazırlık yapılmadan ortaya çıkan protestoları” cazip kıldığı için takdir ediyor. Yeni protesto biçimlerinin hoşnutlukla karşılanması bu hareketlerin edindiği yeni amaçlara dair benzer bir farkındalığı da gerektiriyor. Hareketin demokratik çekiciliğini arttırmak için demokratik arenaya doğru yönelmesini onaylayan Brady’nin (2002: 65) anti-kapitalist hareketin doğasını ve amacını temelden yanlış anladığı açıkça görülüyor. Bence, Brady ya anarşizmin bu hareketteki merkezi rolünün yanlış değerlendiriyor ya da siyasi bir varlık olarak anarşizmin doğasını yanlış anlıyor. Çünkü anti-kapitalist hareket, anarşist olduğu sürece, seçim politikalarının demokratik arenasına girmeye, ya da demokratik politikalarda temellenen daha geniş bir kozmopolitanizme talip olmaya hiç niyeti yoktur. Ayrıca bu hareketin kimsenin adına konuşmak ya da kimseyi temsil etmek gibi bir derdi de yoktur, dünya halklarını boşverir. Bütün temsil siyaseti, anarşist hareketin lanetlediği bir şeydir.
Britanya’daki anti-kapitalist hareketin kesinlikle son derece görülebilir kökenleri vardır. “Radikal çevrecilerle anarşistlerin, çeşitli liberal örgütlenmeler ve yorumcularda giderek artan huzursuzluk duygusunun da yardımıyla birbirlerine yaklaşmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Önce Workers Power, daha sonraysa the SWP9 gibi diğer sol gruplar bu hareketlere dâhil olmuşlardır.” (Jazz, 2001: 96) Bu hareketin farklı siyasal bakış açılarını içerdiğine hiç şüphe yok. Ve bu durum açık ve net bir şekilde, kapitalizme meydan okumada hareket içinde farklı pratik ve taktiklerin oluşmasına neden olmuştur. Örneğin, Cenova’daki kara blok’un rolü ve diğer anti-kapitalist protesto gösterileriyle ilgili geniş tartışmalar yaşanmıştı. Gerekirse polise karşı şiddete başvurma konusunda anlaşan kara blok, hareketteki diğer gruplar tarafından hoş karşılanmamıştı. Kara blok bu durumuyla anti-kapitalist hareketin kalbinde yatan toplumsal anarşist stratejinin geri dönüşünün bir örneği olmuştur. Kendiliğindenlik, özerklik ve doğrudan eylem kara bloğun ve hareketteki diğer grupların özellikleri olarak sayılabilir. Bazıları için kara blok bir taktikten başka bir şey değildir. (K, 2001) Başkaları içinse (Porter, 2001) kara blok, anarşistler hakkındaki kargaşanın ve yıkımın kışkırtıcıları şeklindeki basmakalıp kimliği seve seve benimsemiştir. Elbette anti-kapitalist hareket içinde taktikler ve hedefler açısından görüş ayrılıkları yaşanmaktadır. Yine de kara bloğun “bir grup ya da örgüt çeşidi olmadığı, gösteriler dışında var olmadığı ve sadece gösteriler sırasında -mülkiyeti tahrip etme ve polisle çatışma konusunda uyuşan bazı insanların- asgari taktik birliğini sağlamak adına bir araya gelmek olduğu” konusunda fazla görüş ayrılığı bulunmamaktadır. (anonim, 2001: 45) Bu tür karakterize etme çabaları, hareket içinde tedirginliğe yol açsa da bu tedirginlik toplumsal anarşizmin anti-kapitalist protestonun altını çizen mirasının bir yansımasıdır. Kamura’nın (2001: 60) belirttiği gibi, hareketteki amaç ve araçların birbiriyle tutarlı olması önemlidir. Şiddetin gerekliliğinin, anti-kapitalist protestoların tanımlayıcı özelliği haline gelmeye başlaması tüm hareketin gidişatını tehlikeye atmaktadır. “Adil bir dünya istiyorsak, pisliğe bulaşmamalıyız!”
Şiddet, toplumsal anarşizm içinde uzun ve muğlâk bir geçmişe sahip ve hiç şüphe yok ki anarşist protestonun ayrılmaz bir parçası olarak rol oynamaya da devam edecek. Ancak kara blok anti-kapitalist hareketin bir başka özelliğini daha temsil etmekte: hiyerarşik ya da aşikâr bir yapının olmaması. Kısa süreli ve geçici birlik hem protestolar esnasında daha geniş hareketin kendisinin hem de sıkça bireysel gruplar dâhilinde ya da hareketlerin kendilerinde, hareketlerin hareketinin bir araya gelişini simgeler. Ian Welsh’in tasvir ettiği gibi:
“geleneksel örgüt yapısı olarak tanımlanabilecek herhangi bir şey olmaksızın var olan kendini örgütleyen bir hareketin gelişine tanık olmaya başlıyoruz. Hareketlerin, kendilerine has doğrudan eylemler sergileyebilmeleri için kısa süreli seferberlikler üretebilen ağlar olarak var olmaları, pek çok toplumsal hareket arayışını şekillendiren 1970’lerdeki modellerle karşılaştırıldığında çok farklı bir kültürel mücadele modelini gösteriyor.” (Welsh, 1999: 79)
Dahası, günümüzde eylemciler, içinde bulundukları hareketi geleneksel yapı ve pratiklerce sınırlanmış angajmanlar olarak görme ve kendi kararlarından taviz verme taraftarı değiller. Welsh’in gözlemlediği gibi, günümüzün protesto gösterileri “giderek daha çok hareketler üzerinden sahneleniyor.” (a.g.e) Bugün Reclaim the Streets, (Sokakları Geri Al) Earth First (Önce Dünya!) ve Anarchist Travellling Circus (Anarşist Gezgin Sirk) gibi gruplar, Greenpeace (Yeşilbarış) ya da Friends of the Earth (Dünyanın Dostları) gibi organizasyonların yolundan gitmiyor ve hâkim bürokratik yönetim yapıları oluşturmaya ya da hükümet ve onun temsilcileriyle doğrudan pazarlık yapmaya çalışmıyor.
Tabii ki bu, son dönem anti-kapitalist eylemlere katılan bütün grupların bu modele uyum sağladığı anlamına gelmez. Çoğu zaman ve belki de özellikle yerel seviyede, çok farklı duruşlara sahip hareketler protestolar esnasında güç birliğine gidiyorlar. Plows ve Wall’un yaptığı araştırmaya göre, neo-liberalizm karşıtı protestoların en önemli özelliklerinden biri, kapsadıkları ağ örgülerinin melez karaktere sahip olması. “Cenova Sosyal Forumu’nda birçok ülkeden 700’den fazla grup işbirliğine gitti.” (2001: 4) Bununla beraber, protesto hareketlerinin içinde küreselleşmenin birbiriyle bağlantılı pratik ve mekanizmalarının haritasını ortaya çıkarmaya yönelik yeni bir dinamik de oluşmakta. Sonuç olarak, 1990’ların sonlarındaki protestocu grupların yürüttükleri kampanyaların önemli özelliklerinden birinin, resmin parçalarını tamamlamak olduğunu söyleyebiliriz. (age: 8)
Plows ve Wall’un da öne sürdüğü gibi, öncülleriyle hiçbir ortak yanı olmayan tamamen yeni grupların ortaya çıkışına tanıklık ediyor değiliz. Bu yeni grupların benimsedikleri taktik ve stratejileri, daha öncesine olmasa da 1990’ların ve 1980’lerin gruplarına dayandırmak mümkün. Ve bu stratejilere, siyasi protesto için başvurulduğu sürece, Goaman ve Dodson’un (1997) söylediği gibi, bu yeni toplumsal hareketlerin daha önce denenmiş ve test edilmiş bir tür ortodoks sosyalist politikayı benimsediğini iddia edebiliriz. Ancak, geleneksel eylem tarzlarından kaçındıkları, temsili ve marksist politikanın kalbinde yatan öncülüğü reddettikleri ve tersine yeni sosyo-kültürel mücadele türlerine başvurdukları oranda, bu toplumsal hareketleri yeni postyapısalcı anarşizm türleri sergiliyor olarak değerlendirmek daha mantıklı görünüyor.
Yeni Toplumsal Hareketler ve Postyapısalcı Anarşizm
Bu ittifakları farklı kılan sadece akışkan ve kısa süreli oluşları değildir; daha ziyade direniş stratejilerinin gözle görülür şekilde postyapısalcı hale gelmesidir. Welsh’e göre bu stratejilerin temelinde “uzun vadeli bir bağımsız kapasite oluşturma süreci” yatıyor. (1990: 80) Toplumsal anarşistler uzun zamandır ‘kendi adına hareket etme’ prensibine oldukça değer veriyorlar. Bu mesaj Kropotkin’in, 1887’de Freedom dergisinde yayınlanan ‘Act for Yourselves’ (Kendi Adınıza Hareket Edin) adlı makalesinde ilan edilmişti. Bu noktada, örneğin yerel topluluk ve hareketlerin sermayeye ve küreselleşmeye karşı seferber olmasının, bu anarşist prensibin güçlenmesi adına oldukça önemli olduğunu söyleyebiliriz. Direniş, bu biçim içinde yeni toplumsal hareketlerin stratejilerinin çekirdeğine yerleşiyor. Bu durum, birçok farklı katmanda birçok farklı kisveye bürünerek ortaya çıkıyor. Bu çeşitli düzeylerde gerçekleşir, farklı görünümler alır ve “anarşist ve postmodern düşünce arasında bir yakınsama olduğunu gösterir.” (Amster, 1998: 109)
Aslında, yeni toplumsal hareketlerin doğası itibariyle anarşist olarak nitelendirilebilecek iki özelliği vardır. Birincisi, Welsh’in “bağımsız kapasite inşası” olarak tanımladığı, yeninin eskiye bağlanmasını sağlayan özellik: temsilin reddedilmesi. Anarşistler öncülüğe karşı hep şüpheci oldular. Ve ister devrimci elitler tarafından uygulansın, ister daha iyisini bildiğini düşünen bir grup tarafından gizliden gizliye örgütün kanının emilmesi için kullanılsın, öncülük anarşist direniş lügatinde hep tatsız bir bahis olarak kaldı. Yeni toplumsal hareketlerin basmakalıp politik protesto stratejilerinden uzak durmaları da pratikte anarşizme karşı güçlü bir bağla bağlandıklarının sinyallerini veriyor. Graeber’in, yeni toplumsal hareketlerin, “tümüyle yeni bir alanın haritasını çizme” arayışında olduğunu söylerken anlatmaya çalıştığı, hareketlerin tam da bu zihniyetidir. (2002: 66) Direct Action Network (Doğrudan Eylem Ağı) ya da Tute Bianche gibi gruplar, “sokak tiyatroları ya da festivaller gibi şiddet içermeyen savaş olarak nitelendirilebilecek ne varsa bir araya getirip, sivil itaatsizlik için ‘yeni bir dil’ yaratmaya çalışıyorlar.” (a.g.e) Bu tip çalışmaların, sosyal demokrat solun ve sendikacı siyasetin son 40 yılda uygulamaya çalıştığı geleneksel protesto yollarıyla taban taban zıt olduğunu söyleyebiliriz. Geleneksel protestoların önceden ayarlanmış, izni alınmış yürüyüş ve toplantılarıyla karşılaştırıldığında, son dönem protesto gösterilerinin katılımcıları arasında organik bir bağımsızlık kavramının var olduğu görülebiliyor. Ve bu gösteriler, anarşist düşüncenin “devlete karşı bağımsızlık alanlarını genişletirken, yönetim mekanizmalarını gayrımeşrulaştırmak ve işlevsiz hale getirmek” prensibini de sahiplenmiş oluyor. (a.g.e: 68)
Yeni toplumsal hareketlerin anarşist olarak nitelendirilebilecek ikinci özelliğiyse bu hareketlerin postyapısalcı anarşizmle kesişmesini de açıklayan bir özellik. Goaman ve Dodson’un belirttiği gibi, eğer yeni toplumsal hareketler, eski siyasi protesto kalıpları arasında sıkışıp kalsaydı, ortodoks sosyalist siyasetin parametrelerini aşmakta başarısız olacaklardı. (1997) Anarşizm, tam da doğası gereği, alternatif muhalefet tarzları arar. Komünler kurmak, ücretsiz okullar açmak, radikal broşürler basmak, hiyerarşi karşıtı şarkı sözleri yazmak, çiçek yetiştirmek, ağaçlarda yaşamak, organik tarım yapmak, başkalarının kullanmadığı mülkleri işgalevi yapmak, kullanılmış yemek yağlarından yeşil benzin yapmak... Bütün bunlar anarşist çevrelerin direniş için sembolik ve kültürel formları gerekli gördüklerinin kanıtıdır. Bu durum aynı zamanda, toplumsal anarşizm ve postyapısalcılığın, direnişin ortak yönleri olduğunu ve bu iki düşüncenin bu noktada birbirlerine yaklaştıklarını da gösterir. May’in de öne sürdüğü gibi, postyapısalcılık ve toplumsal anarşizm özellikle alternatif pratikler arama ve bunları teşvik etme noktasında bir araya gelirler. (1994) Böylelikle de anti-kapitalist tartışmayı da kuşatan yeni toplumsal hareketlerin, önünde sosyo-kültürel direniş biçimleri sergilemeleri için bir arka perde oluştururlar.10
Bu da karnaval tarzı direnişe yönelik eğilimden daha fazlası demektir. Eski Sovyet bloğunda komünizmin çöküşüyle ve o dönemde, bugün Bush ve Blair tarafından uygulanmaya devam eden zehirli neo-liberalizmle karşı karşıya kalan solun geri çekilişiyle, kapitalizme karşı muhalefet cesur yeni dünya yaratma çabasından yerel iç direnişe doğru dönüşüm geçirdi. Sader’in de dediği gibi, bu değişen ortamda tarihi söylemlerden farklılaşan ve ham bir ekonomizmden uzaklaşan direniş, kendini “yerel ve bölgesel” yollarla ifade etmeye başladı. (2002: 97) Adı üzerinde tam anlaşamasak da, toplum kesinlikle bir geçiş sürecinde. Ve toplumsal hareketler de bu değişimi yansıtıyorlar. Bu, geleneksel toplumsal hareketlerin bir anda ortadan kaybolduğu anlamına gelmiyor. Çağdaş anti-kapitalist protestolarda eskiyle yeni arasında üst üste çakışma var, fakat aynı zamanda yeni toplumsal hareketlerin öncüllerinden farklı özellikleri olduğuna dair gerçek bir sezgi de mevcut. Melucci’nin de gözlemlediği gibi şu ortak noktaları teşhis edebiliriz: hareketlerin amaçlarının çeşitlilik ve düşük ölçüde devredilebilirliği; siyasi iktidardan kaçınma; özel ve kamusal arasındaki ayrımı sorgulama; protestoyla sapkınlığın yakınlaşması; eylem aracılığıyla dayanışma arayışı; ve temsilin, doğrudan eylem lehine reddedilmesi. (1996: 102–103)
Toplumsal anarşist duyguları kendi çağdaş pratikleri aracılığıyla yaşatmaya devam eden yeni toplumsal hareketler, aynı zamanda yeni anarşi türlerini de oldukça iyi bir biçimde yansıtıyorlar. Toplumsal, kültürel ve politik ağlardaki iktidar düğümlerini hedef alan ve kendisini hiyerarşik olmayan ve merkezsiz ağlar içinde örgütleyerek anti-kapitalist hareket, geleneksel anarşist düşüncenin direnişe yaklaşımını güçlendirmekle kalmıyor aynı zamanda “neye karşı direnileceğini” de belirlemiş oluyor. (May, 1994: 52) Bu noktada post-yapısalcı anarşizmin doğuşuna tanıklık ediyoruz. Yapılar ve özneler içlerinden doğdukları kendilerine has pratiklerle anlam kazanıyorlar. Temsili reddeden, siyasi iktidar arayışından kaçınan ve şu anda ve kendine özgü olana (Melucci, 1996: 116) odaklanan toplumsal hareketler, neoliberal ekonomi ve toplumsal metalaştırmanın neden olduğu o paradigmaya karşı çıkarak özerk (otonom) toplumsal bölgeler oluşturmaya çalışıyorlar. Bu özerk bölge arayışı, yerel seviyede ve toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi ağların kesişme noktalarında açılım kazanıyor. Aslında anti-kapitalist hareketlerin “birlikte yaşanabilecek güç ilişkileri oluşturmak” için postyapısalcı bir yolculuğa çıktıklarını da söyleyebiliriz. (May, 1994: 114) İktidarın birçok ağ içine yayıldığını kabul etmek, iktidarın asla ortadan kaldırılamayacak bir şey olduğunu da kabul etmek anlamına gelir. Ve toplumsal anarşistler bunu fark edeli çok oldu. Ancak postyapısalcı anarşistler alternatif pratikler inşa etme konusunda Deleuze ve Guattari’nin “minöriter oluş” (1988: 291) kavramını benimsiyorlar. Günümüzün anarşistleri sosyal forumlar aracılığıyla ya da diğer örgüt ve ağlarla alternatif pratikler geliştirerek, egemen olan ata pratiklerine meydan okuyor aynı zamanda da baskıdan kaçıyorlar. Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla’da belirtikleri gibi, majorite kavramı, bir iktidar ve egemenlik durumunun varlığına ihtiyaç duyar. Bu noktada, “sabit ve homojen bir sistem olarak majöriter; alt sistemler olarak minöriteler ve bir potansiyel, yaratıcı ve yaratılmış bir oluş olarak da minöriteri” birbirlerinden ayırmamız gerektiğini akılda tutalım. (1988: 105–6). Minör oluşta “sayılabilir olmayan ve hızla çoğalan minörite … majörite kavramını yok etmek için tehdit eder.” (a.g.e: 469)
Paul Virilio, Deleuze ve Guattari’nin göçebebilim kavramından hareketle, dünyanın sürekli değişim içinde olduğunu anlamanın önemi üzerinde duruyor. “Bugünün dünyası artık hiçbir şekilde durağan değil; dünya değişiyor, bacaklarını açmış yürüyor, akıp gidiyor.” (Armitage, 1999: 48) Ağlar, rizomlar, çapraz-akımlar ve yersizyurdsuzlaştırma gibi kavramlarla temellendirilen postyapısalcı analiz, toplumsal anarşizmle önemli ölçüde örtüşür. Kendi stratejik kökenlerini izleyerek yalnızca sanayi proletaryasını desteklemeye (tamamıyla, iktidarın hayatın diğer alanlarına da yayıldığını düşündüğünden dolayı) yanaşmayan toplumsal anarşizm, ağlar arasında birleşik bir direnişin gerekliliğinin uzun zamandır bilincinde. Ward’un da dile getirdiği gibi, anarşistler “piramitler yerine ağ örgüleri oluşturmalılar... Anarşizm, katmanların üzerindeki etiketlerin değişmesini ya da en tepeye farklı insanların oturmasını değil; aşağıdan yukarıya tırmanmamızı arzular. (1988: 22) Bu entelektüel miras derin köklerini toplumsal anarşizmin içine salmıştır ve onu stratejik düşünüşten uzaklaştırıp May’in taktik siyaset felsefesi olarak adlandırdığı şeye doğru yaklaştırır. Marksizm gibi stratejik siyaset felsefeleri farklı eşitsizlik ve baskı çeşitlerini bir tek temel sorunsala dayandırırlar; oysa taktik düşünce ise “toplumsal ve siyasi dünyayı bir çember olarak değil de kesişen doğruların oluşturduğu bir ağ olarak resmeder.” (May, 1994: 10–11) Direnişi, tek bir görünür iktidar çekirdeğinde odaklamak yerine, taktik düşünce, öncü parti elitleri tarafından sağlanan özgürleşmeye karşı çıkar. “İktidarın tek bir merkez ya da kaynaktan çıkmadığını gözlemleyen “postyapısalcı temsil eleştirisi” (age: 12) doğası gereği açık ve net bir şekilde anarşisttir. Hem toplumsal anarşistler hem de postyapısalcılar toplumsal mekânı, “tek bir kaynaktan yayılmaktan ziyade güçlerin kesişimlerinden” oluşmuş olarak tasavvur ederler. (a.g.e: 52)
Toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi ağlar boyunca kesişen farklı düğüm noktalarındaki sayısız güç birikimine karşı koymak üzere birçok direniş tarzına başvuran toplumsal anarşizm ve postyapısalcılık, ortak bir duruşu ve özerklik alanları yaratmak adına ortak bir arzuyu paylaşırlar. Anti kapitalist hareketlerde ittifak yapanlar da dahil, eylemciler, direniş mevzileri oluşturarak aynı zamanda güçle ilgili hakim ya da majör söylemlerin de altını oymaktadırlar. Polisin memurları hattın pembe tüylü süpürgelerle saldırırken olduğu gibi, anti-kapitalist protestocular sadece tiyatro ve özerklikle işaretlenmiş toplumsal uzamlar yaratmıyorlar, devlet baskısının şiddet içeren biçimlerini de gayrimeşru kılıyorlar. Tabii ki bütün anarşistler bu tür pratiklere yönelmiyorlar, ancak giderek şenlik tarzında protesto ve direnişleri benimsiyorlar. Aynı şekilde, postyapısalcılıkla toplumsal anarşizmin yirmibirinci yüzyılda yakınlaşıyor olduğu değerlendirmesini anarşistlerin hepsi kabul etmiyor. Ancak, bu yazı anarşist teori ve pratiğin bütün kollarına uyum sağlayan bir söylem geliştirme iddiasında değil; ne var ki, (bu yazıyla kesinlikle uyuşmayacak bir bilginden bir ifade alacak olursam) anarşizmin “yaşayan ve gelişmeye devam eden” (Moore, 1997: 159) bir proje olarak görülmesi gerektiğine tanıklık ediyor. Şüphesiz, anarşist pratikler son dönemdeki anti-kapitalist protestolar yoluyla kanıtlanıyor. Sonuç olarak, yeni yüzyılda yaşama uyum sağlayan toplumsal anarşizm, ayırt edici bir postyapısalcı dinamiğe sahiptir.
Dave Morland
Notlar:
9. Sosyalist İşçi Partisi, muhtemelen günümüzde Britanya’daki en geniş ve yüksek düzeyde örgütlenmiş ileri sol gruptur.
10. Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi üzerine yazdıklarının, birçok mevzide yürüyen direnişler ve mücadelelerin önemini, postyapısalcı bir bakış açısından vurguladığını belirtmeye değer.