13 Mayıs 2011 Cuma

Anti-Kapitalizm ve Postyapısalcı Anarşizm II

Yeni Toplumsal Hareketler

Şüphesiz popüler protestoların analizi akademisyenlerin bir inşası olmasına rağmen, yeni toplumsal hareketler gerçektir ve elle tutulur. Yeni toplumsal hareketlerin ontolojisini ayrıntılarıyla ele almak bu yazının amacını aşar, ancak tanımlamaların ve inşaların ileri sürdüğünden daha kompleks olsalar bile açıkça görülüyor ki son dönemde küresel ölçekte gerçekleşen anti-kapitalist protesto dalgası bu hareketlerin canlılığını resmediyor. Whitter’ın belirttiği gibi toplumsal hareketler, organizasyonların, ağların, toplulukların ve eylemci bireylerin değişen kümelerinden oluşuyor. Bu kümeler, protestolara katılımlar ve katılımcıların kendi gruplarının sınırlarını ve anlamını tanımladıkları kolektif kimlikler vasıtasıyla birbirine bağlanıyor.” (2002: 289). Toplumsal hareketler ne durağan ne de yekpare olarak değerlendirilebilir. Daha ziyade, genellikle organik ve liderin olmadığı örgütlenmelere sahip olan dinamik varlıklardır. Dahası, çok çeşitli ve çoğunlukla birbirinden son derece farklı politik renklerin, kapitalizme ve küreselleşmeye karşı son dönem protestolarda bir araya gelerek hayata geçirdikleri hareketlerdir. Anti-kapitalist hareketi, hareketlerin hareketi olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Ancak son dönemlerde protesto gösterilerine katılmış olan herkesin rahatça anlayacağı bir şey varsa o da anarşizmin bu hareketlerin oluşmasında çok merkezi ve önemli bir rolü olduğudur. Graeber’in (2002: 62) söylediği gibi, “anarşizm, hareketin kalbi ve ruhudur; onun taze ve umut dolu olmasının kaynağıdır.” Toplumsal anarşizmin toplumsal hareketler içinde haritalanması yeni bir şey değil. Örneğin, Murray Bookchin 1980’lerin yeni toplumsal hareketlerinin içinde tanımlanabilecek bir dizi anarşist ilke ve pratikten söz eder (1989). Bookchin’e göre bunlar ilke olarak: a) bu grupların literatürleri, Kropotkin’in kapitalizmin reddine ve merkezsizleştirilmiş topluma dair tavsiyelerini yansıtır; b); özelde yerel yönetim hareketleri Bakunin’in, anarşistlerin yerel siyasete katılmaları ilkesini kabul eder; c) hiyerarşi karşıtıdır; ve d) “görünüşe bakılırsa bu bağımsız hareketleri birleştiren ilke, katılım ve karşılıklı yardım kavramıdır.” (a.g.e: 271)

Bookchin’in analizinin, son dönemdeki anti-kapitalist protesto gösterilerini incelerken geçerliliğini koruduğuna şüphe yok. Ancak, anti-kapitalist hareketlerin doğaları gereği daha postyapısalcı olduklarını kabul ettiğimizde; Bookchin’in bu analizi önemini giderek yitirmeye başlıyor. Ruggiero’nun (2000) belirttiği gibi, toplumsal hareketlerle ilgili önem kazanan iki düşünce ekolü bulunuyor. McCarthy, Zald (1977) ve Bluechler (1993) gibi yazarlar tarafından geliştirilen birinci ekol, toplumsal hareketlerin, kaynakların seferber edilmesi ve dağıtımıyla ilgili olduğunu öne sürüyor. Temelde Melucci’nin (1996) başı çektiği ikinci ekolse yeni toplumsal hareketlerin politik eylemlerden çok sembolik ve kültürel meydan okumalarca şekillendirildiğini iddia ediyorlar. Bu ekollerde öne sürülen görüşler, yeni toplumsal hareketler tamlamasındaki ‘yeni’ sözcüğünün tanımına göre değişiyor. Melucci’ye göre yeni sözcüğü, “sınıf çatışmasının tarihisel biçimleriyle günümüzde ortaya çıkan kolektif eylem biçimleri arasındaki karşılaştırmalı farkları” simgeliyor. (1996: 5). Birleştirici bir nesnelliğin olmadığı yerde bu hareketleri araştırırken ihtiyatlı davranan Melucci, yeni toplumsal hareketlerin, “eylem sistemleri, farklı düzeyler arasındaki karmaşık ağlar ve toplumsal eylemin amaçları” olduğunu gözlemliyor. Kolektif kimlik, onlara bir veri ya da biz öz sağlamaz, onların aktörler haline gelmelerini sağlar; ve aktörler arasındaki değiş tokuşların, müzakerelerin, kararların ve çatışmaların sonucudur.” (a.g.e: 4)

Melucci politik eylemlerin yokluğunu vurgulamakta haklı, çünkü yeni toplumsal hareketler ve özellikle de anti-kapitalist hareket açıkça anti-politik hareketlerdir. Ruggiero’nun (2000: 181) Milan’daki ‘centri sociali’ (sosyal merkez) hakkındaki çalışmasında ortaya çıkardığı gibi bu hareketlerin yeniliği, “üstün temsili bir varlık, örneğin siyasi bir parti ya da her şeyi saran bir örgütlenme oluşturmayı reddetmelerinde” özetleniyor. Örneğin Dünyanın Dostları ya da Greenpeace gibi örgütsel yapılar oluşturmak yeni toplumsal hareketlerin amaçlarından biri değil. (Gerçi, bu durum anti-kapitalist hareket içinde yer alan Direnişi Küreselleştir gibi bazı Troçkist örgütlenmeler için geçerli olmayabilir.) Tersine yeni toplumsal hareketler örgütsel özellikleri açısından “muhtelif, kırılgan, geçici ve uyuşmaz” olarak tanımlanabilirler. (A.g.e). Çoğunluğu temsil etmek gibi bir dertleri olmayan bu gruplar aynı zamanda temsili siyasetin tüm prangalarını da üzerlerinden atmış durumdalar.

Bununla beraber, neyin “yeniyi” oluşturduğunun tasdiki zaman zaman harekete en sempati duyan yorumcular arasında bile kayboluyor. Örneğin Brady (2002: 58), anti-kapitalist hareketi, siyasal yörüngenin etrafından dolaşırken katılımcı siyaseti teşvik eden, “yaratıcılık biçimlerini canlandıran, önceden hazırlık yapılmadan ortaya çıkan protestoları” cazip kıldığı için takdir ediyor. Yeni protesto biçimlerinin hoşnutlukla karşılanması bu hareketlerin edindiği yeni amaçlara dair benzer bir farkındalığı da gerektiriyor. Hareketin demokratik çekiciliğini arttırmak için demokratik arenaya doğru yönelmesini onaylayan Brady’nin (2002: 65) anti-kapitalist hareketin doğasını ve amacını temelden yanlış anladığı açıkça görülüyor. Bence, Brady ya anarşizmin bu hareketteki merkezi rolünün yanlış değerlendiriyor ya da siyasi bir varlık olarak anarşizmin doğasını yanlış anlıyor. Çünkü anti-kapitalist hareket, anarşist olduğu sürece, seçim politikalarının demokratik arenasına girmeye, ya da demokratik politikalarda temellenen daha geniş bir kozmopolitanizme talip olmaya hiç niyeti yoktur. Ayrıca bu hareketin kimsenin adına konuşmak ya da kimseyi temsil etmek gibi bir derdi de yoktur, dünya halklarını boşverir. Bütün temsil siyaseti, anarşist hareketin lanetlediği bir şeydir.

Britanya’daki anti-kapitalist hareketin kesinlikle son derece görülebilir kökenleri vardır. “Radikal çevrecilerle anarşistlerin, çeşitli liberal örgütlenmeler ve yorumcularda giderek artan huzursuzluk duygusunun da yardımıyla birbirlerine yaklaşmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Önce Workers Power, daha sonraysa the SWP9 gibi diğer sol gruplar bu hareketlere dâhil olmuşlardır.” (Jazz, 2001: 96) Bu hareketin farklı siyasal bakış açılarını içerdiğine hiç şüphe yok. Ve bu durum açık ve net bir şekilde, kapitalizme meydan okumada hareket içinde farklı pratik ve taktiklerin oluşmasına neden olmuştur. Örneğin, Cenova’daki kara blok’un rolü ve diğer anti-kapitalist protesto gösterileriyle ilgili geniş tartışmalar yaşanmıştı. Gerekirse polise karşı şiddete başvurma konusunda anlaşan kara blok, hareketteki diğer gruplar tarafından hoş karşılanmamıştı. Kara blok bu durumuyla anti-kapitalist hareketin kalbinde yatan toplumsal anarşist stratejinin geri dönüşünün bir örneği olmuştur. Kendiliğindenlik, özerklik ve doğrudan eylem kara bloğun ve hareketteki diğer grupların özellikleri olarak sayılabilir. Bazıları için kara blok bir taktikten başka bir şey değildir. (K, 2001) Başkaları içinse (Porter, 2001) kara blok, anarşistler hakkındaki kargaşanın ve yıkımın kışkırtıcıları şeklindeki basmakalıp kimliği seve seve benimsemiştir. Elbette anti-kapitalist hareket içinde taktikler ve hedefler açısından görüş ayrılıkları yaşanmaktadır. Yine de kara bloğun “bir grup ya da örgüt çeşidi olmadığı, gösteriler dışında var olmadığı ve sadece gösteriler sırasında -mülkiyeti tahrip etme ve polisle çatışma konusunda uyuşan bazı insanların- asgari taktik birliğini sağlamak adına bir araya gelmek olduğu” konusunda fazla görüş ayrılığı bulunmamaktadır. (anonim, 2001: 45) Bu tür karakterize etme çabaları, hareket içinde tedirginliğe yol açsa da bu tedirginlik toplumsal anarşizmin anti-kapitalist protestonun altını çizen mirasının bir yansımasıdır. Kamura’nın (2001: 60) belirttiği gibi, hareketteki amaç ve araçların birbiriyle tutarlı olması önemlidir. Şiddetin gerekliliğinin, anti-kapitalist protestoların tanımlayıcı özelliği haline gelmeye başlaması tüm hareketin gidişatını tehlikeye atmaktadır. “Adil bir dünya istiyorsak, pisliğe bulaşmamalıyız!”

Şiddet, toplumsal anarşizm içinde uzun ve muğlâk bir geçmişe sahip ve hiç şüphe yok ki anarşist protestonun ayrılmaz bir parçası olarak rol oynamaya da devam edecek. Ancak kara blok anti-kapitalist hareketin bir başka özelliğini daha temsil etmekte: hiyerarşik ya da aşikâr bir yapının olmaması. Kısa süreli ve geçici birlik hem protestolar esnasında daha geniş hareketin kendisinin hem de sıkça bireysel gruplar dâhilinde ya da hareketlerin kendilerinde, hareketlerin hareketinin bir araya gelişini simgeler. Ian Welsh’in tasvir ettiği gibi:

“geleneksel örgüt yapısı olarak tanımlanabilecek herhangi bir şey olmaksızın var olan kendini örgütleyen bir hareketin gelişine tanık olmaya başlıyoruz. Hareketlerin, kendilerine has doğrudan eylemler sergileyebilmeleri için kısa süreli seferberlikler üretebilen ağlar olarak var olmaları, pek çok toplumsal hareket arayışını şekillendiren 1970’lerdeki modellerle karşılaştırıldığında çok farklı bir kültürel mücadele modelini gösteriyor.” (Welsh, 1999: 79)

Dahası, günümüzde eylemciler, içinde bulundukları hareketi geleneksel yapı ve pratiklerce sınırlanmış angajmanlar olarak görme ve kendi kararlarından taviz verme taraftarı değiller. Welsh’in gözlemlediği gibi, günümüzün protesto gösterileri “giderek daha çok hareketler üzerinden sahneleniyor.” (a.g.e) Bugün Reclaim the Streets, (Sokakları Geri Al) Earth First (Önce Dünya!) ve Anarchist Travellling Circus (Anarşist Gezgin Sirk) gibi gruplar, Greenpeace (Yeşilbarış) ya da Friends of the Earth (Dünyanın Dostları) gibi organizasyonların yolundan gitmiyor ve hâkim bürokratik yönetim yapıları oluşturmaya ya da hükümet ve onun temsilcileriyle doğrudan pazarlık yapmaya çalışmıyor.

Tabii ki bu, son dönem anti-kapitalist eylemlere katılan bütün grupların bu modele uyum sağladığı anlamına gelmez. Çoğu zaman ve belki de özellikle yerel seviyede, çok farklı duruşlara sahip hareketler protestolar esnasında güç birliğine gidiyorlar. Plows ve Wall’un yaptığı araştırmaya göre, neo-liberalizm karşıtı protestoların en önemli özelliklerinden biri, kapsadıkları ağ örgülerinin melez karaktere sahip olması. “Cenova Sosyal Forumu’nda birçok ülkeden 700’den fazla grup işbirliğine gitti.” (2001: 4) Bununla beraber, protesto hareketlerinin içinde küreselleşmenin birbiriyle bağlantılı pratik ve mekanizmalarının haritasını ortaya çıkarmaya yönelik yeni bir dinamik de oluşmakta. Sonuç olarak, 1990’ların sonlarındaki protestocu grupların yürüttükleri kampanyaların önemli özelliklerinden birinin, resmin parçalarını tamamlamak olduğunu söyleyebiliriz. (age: 8)

Plows ve Wall’un da öne sürdüğü gibi, öncülleriyle hiçbir ortak yanı olmayan tamamen yeni grupların ortaya çıkışına tanıklık ediyor değiliz. Bu yeni grupların benimsedikleri taktik ve stratejileri, daha öncesine olmasa da 1990’ların ve 1980’lerin gruplarına dayandırmak mümkün. Ve bu stratejilere, siyasi protesto için başvurulduğu sürece, Goaman ve Dodson’un (1997) söylediği gibi, bu yeni toplumsal hareketlerin daha önce denenmiş ve test edilmiş bir tür ortodoks sosyalist politikayı benimsediğini iddia edebiliriz. Ancak, geleneksel eylem tarzlarından kaçındıkları, temsili ve marksist politikanın kalbinde yatan öncülüğü reddettikleri ve tersine yeni sosyo-kültürel mücadele türlerine başvurdukları oranda, bu toplumsal hareketleri yeni postyapısalcı anarşizm türleri sergiliyor olarak değerlendirmek daha mantıklı görünüyor.


Yeni Toplumsal Hareketler ve Postyapısalcı Anarşizm

Bu ittifakları farklı kılan sadece akışkan ve kısa süreli oluşları değildir; daha ziyade direniş stratejilerinin gözle görülür şekilde postyapısalcı hale gelmesidir. Welsh’e göre bu stratejilerin temelinde “uzun vadeli bir bağımsız kapasite oluşturma süreci” yatıyor. (1990: 80) Toplumsal anarşistler uzun zamandır ‘kendi adına hareket etme’ prensibine oldukça değer veriyorlar. Bu mesaj Kropotkin’in, 1887’de Freedom dergisinde yayınlanan ‘Act for Yourselves’ (Kendi Adınıza Hareket Edin) adlı makalesinde ilan edilmişti. Bu noktada, örneğin yerel topluluk ve hareketlerin sermayeye ve küreselleşmeye karşı seferber olmasının, bu anarşist prensibin güçlenmesi adına oldukça önemli olduğunu söyleyebiliriz. Direniş, bu biçim içinde yeni toplumsal hareketlerin stratejilerinin çekirdeğine yerleşiyor. Bu durum, birçok farklı katmanda birçok farklı kisveye bürünerek ortaya çıkıyor. Bu çeşitli düzeylerde gerçekleşir, farklı görünümler alır ve “anarşist ve postmodern düşünce arasında bir yakınsama olduğunu gösterir.” (Amster, 1998: 109)

Aslında, yeni toplumsal hareketlerin doğası itibariyle anarşist olarak nitelendirilebilecek iki özelliği vardır. Birincisi, Welsh’in “bağımsız kapasite inşası” olarak tanımladığı, yeninin eskiye bağlanmasını sağlayan özellik: temsilin reddedilmesi. Anarşistler öncülüğe karşı hep şüpheci oldular. Ve ister devrimci elitler tarafından uygulansın, ister daha iyisini bildiğini düşünen bir grup tarafından gizliden gizliye örgütün kanının emilmesi için kullanılsın, öncülük anarşist direniş lügatinde hep tatsız bir bahis olarak kaldı. Yeni toplumsal hareketlerin basmakalıp politik protesto stratejilerinden uzak durmaları da pratikte anarşizme karşı güçlü bir bağla bağlandıklarının sinyallerini veriyor. Graeber’in, yeni toplumsal hareketlerin, “tümüyle yeni bir alanın haritasını çizme” arayışında olduğunu söylerken anlatmaya çalıştığı, hareketlerin tam da bu zihniyetidir. (2002: 66) Direct Action Network (Doğrudan Eylem Ağı) ya da Tute Bianche gibi gruplar, “sokak tiyatroları ya da festivaller gibi şiddet içermeyen savaş olarak nitelendirilebilecek ne varsa bir araya getirip, sivil itaatsizlik için ‘yeni bir dil’ yaratmaya çalışıyorlar.” (a.g.e) Bu tip çalışmaların, sosyal demokrat solun ve sendikacı siyasetin son 40 yılda uygulamaya çalıştığı geleneksel protesto yollarıyla taban taban zıt olduğunu söyleyebiliriz. Geleneksel protestoların önceden ayarlanmış, izni alınmış yürüyüş ve toplantılarıyla karşılaştırıldığında, son dönem protesto gösterilerinin katılımcıları arasında organik bir bağımsızlık kavramının var olduğu görülebiliyor. Ve bu gösteriler, anarşist düşüncenin “devlete karşı bağımsızlık alanlarını genişletirken, yönetim mekanizmalarını gayrımeşrulaştırmak ve işlevsiz hale getirmek” prensibini de sahiplenmiş oluyor. (a.g.e: 68)

Yeni toplumsal hareketlerin anarşist olarak nitelendirilebilecek ikinci özelliğiyse bu hareketlerin postyapısalcı anarşizmle kesişmesini de açıklayan bir özellik. Goaman ve Dodson’un belirttiği gibi, eğer yeni toplumsal hareketler, eski siyasi protesto kalıpları arasında sıkışıp kalsaydı, ortodoks sosyalist siyasetin parametrelerini aşmakta başarısız olacaklardı. (1997) Anarşizm, tam da doğası gereği, alternatif muhalefet tarzları arar. Komünler kurmak, ücretsiz okullar açmak, radikal broşürler basmak, hiyerarşi karşıtı şarkı sözleri yazmak, çiçek yetiştirmek, ağaçlarda yaşamak, organik tarım yapmak, başkalarının kullanmadığı mülkleri işgalevi yapmak, kullanılmış yemek yağlarından yeşil benzin yapmak... Bütün bunlar anarşist çevrelerin direniş için sembolik ve kültürel formları gerekli gördüklerinin kanıtıdır. Bu durum aynı zamanda, toplumsal anarşizm ve postyapısalcılığın, direnişin ortak yönleri olduğunu ve bu iki düşüncenin bu noktada birbirlerine yaklaştıklarını da gösterir. May’in de öne sürdüğü gibi, postyapısalcılık ve toplumsal anarşizm özellikle alternatif pratikler arama ve bunları teşvik etme noktasında bir araya gelirler. (1994) Böylelikle de anti-kapitalist tartışmayı da kuşatan yeni toplumsal hareketlerin, önünde sosyo-kültürel direniş biçimleri sergilemeleri için bir arka perde oluştururlar.10

Bu da karnaval tarzı direnişe yönelik eğilimden daha fazlası demektir. Eski Sovyet bloğunda komünizmin çöküşüyle ve o dönemde, bugün Bush ve Blair tarafından uygulanmaya devam eden zehirli neo-liberalizmle karşı karşıya kalan solun geri çekilişiyle, kapitalizme karşı muhalefet cesur yeni dünya yaratma çabasından yerel iç direnişe doğru dönüşüm geçirdi. Sader’in de dediği gibi, bu değişen ortamda tarihi söylemlerden farklılaşan ve ham bir ekonomizmden uzaklaşan direniş, kendini “yerel ve bölgesel” yollarla ifade etmeye başladı. (2002: 97) Adı üzerinde tam anlaşamasak da, toplum kesinlikle bir geçiş sürecinde. Ve toplumsal hareketler de bu değişimi yansıtıyorlar. Bu, geleneksel toplumsal hareketlerin bir anda ortadan kaybolduğu anlamına gelmiyor. Çağdaş anti-kapitalist protestolarda eskiyle yeni arasında üst üste çakışma var, fakat aynı zamanda yeni toplumsal hareketlerin öncüllerinden farklı özellikleri olduğuna dair gerçek bir sezgi de mevcut. Melucci’nin de gözlemlediği gibi şu ortak noktaları teşhis edebiliriz: hareketlerin amaçlarının çeşitlilik ve düşük ölçüde devredilebilirliği; siyasi iktidardan kaçınma; özel ve kamusal arasındaki ayrımı sorgulama; protestoyla sapkınlığın yakınlaşması; eylem aracılığıyla dayanışma arayışı; ve temsilin, doğrudan eylem lehine reddedilmesi. (1996: 102–103)

Toplumsal anarşist duyguları kendi çağdaş pratikleri aracılığıyla yaşatmaya devam eden yeni toplumsal hareketler, aynı zamanda yeni anarşi türlerini de oldukça iyi bir biçimde yansıtıyorlar. Toplumsal, kültürel ve politik ağlardaki iktidar düğümlerini hedef alan ve kendisini hiyerarşik olmayan ve merkezsiz ağlar içinde örgütleyerek anti-kapitalist hareket, geleneksel anarşist düşüncenin direnişe yaklaşımını güçlendirmekle kalmıyor aynı zamanda “neye karşı direnileceğini” de belirlemiş oluyor. (May, 1994: 52) Bu noktada post-yapısalcı anarşizmin doğuşuna tanıklık ediyoruz. Yapılar ve özneler içlerinden doğdukları kendilerine has pratiklerle anlam kazanıyorlar. Temsili reddeden, siyasi iktidar arayışından kaçınan ve şu anda ve kendine özgü olana (Melucci, 1996: 116) odaklanan toplumsal hareketler, neoliberal ekonomi ve toplumsal metalaştırmanın neden olduğu o paradigmaya karşı çıkarak özerk (otonom) toplumsal bölgeler oluşturmaya çalışıyorlar. Bu özerk bölge arayışı, yerel seviyede ve toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi ağların kesişme noktalarında açılım kazanıyor. Aslında anti-kapitalist hareketlerin “birlikte yaşanabilecek güç ilişkileri oluşturmak” için postyapısalcı bir yolculuğa çıktıklarını da söyleyebiliriz. (May, 1994: 114) İktidarın birçok ağ içine yayıldığını kabul etmek, iktidarın asla ortadan kaldırılamayacak bir şey olduğunu da kabul etmek anlamına gelir. Ve toplumsal anarşistler bunu fark edeli çok oldu. Ancak postyapısalcı anarşistler alternatif pratikler inşa etme konusunda Deleuze ve Guattari’nin “minöriter oluş” (1988: 291) kavramını benimsiyorlar. Günümüzün anarşistleri sosyal forumlar aracılığıyla ya da diğer örgüt ve ağlarla alternatif pratikler geliştirerek, egemen olan ata pratiklerine meydan okuyor aynı zamanda da baskıdan kaçıyorlar. Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla’da belirtikleri gibi, majorite kavramı, bir iktidar ve egemenlik durumunun varlığına ihtiyaç duyar. Bu noktada, “sabit ve homojen bir sistem olarak majöriter; alt sistemler olarak minöriteler ve bir potansiyel, yaratıcı ve yaratılmış bir oluş olarak da minöriteri” birbirlerinden ayırmamız gerektiğini akılda tutalım. (1988: 105–6). Minör oluşta “sayılabilir olmayan ve hızla çoğalan minörite … majörite kavramını yok etmek için tehdit eder.” (a.g.e: 469)

Paul Virilio, Deleuze ve Guattari’nin göçebebilim kavramından hareketle, dünyanın sürekli değişim içinde olduğunu anlamanın önemi üzerinde duruyor. “Bugünün dünyası artık hiçbir şekilde durağan değil; dünya değişiyor, bacaklarını açmış yürüyor, akıp gidiyor.” (Armitage, 1999: 48) Ağlar, rizomlar, çapraz-akımlar ve yersizyurdsuzlaştırma gibi kavramlarla temellendirilen postyapısalcı analiz, toplumsal anarşizmle önemli ölçüde örtüşür. Kendi stratejik kökenlerini izleyerek yalnızca sanayi proletaryasını desteklemeye (tamamıyla, iktidarın hayatın diğer alanlarına da yayıldığını düşündüğünden dolayı) yanaşmayan toplumsal anarşizm, ağlar arasında birleşik bir direnişin gerekliliğinin uzun zamandır bilincinde. Ward’un da dile getirdiği gibi, anarşistler “piramitler yerine ağ örgüleri oluşturmalılar... Anarşizm, katmanların üzerindeki etiketlerin değişmesini ya da en tepeye farklı insanların oturmasını değil; aşağıdan yukarıya tırmanmamızı arzular. (1988: 22) Bu entelektüel miras derin köklerini toplumsal anarşizmin içine salmıştır ve onu stratejik düşünüşten uzaklaştırıp May’in taktik siyaset felsefesi olarak adlandırdığı şeye doğru yaklaştırır. Marksizm gibi stratejik siyaset felsefeleri farklı eşitsizlik ve baskı çeşitlerini bir tek temel sorunsala dayandırırlar; oysa taktik düşünce ise “toplumsal ve siyasi dünyayı bir çember olarak değil de kesişen doğruların oluşturduğu bir ağ olarak resmeder.” (May, 1994: 10–11) Direnişi, tek bir görünür iktidar çekirdeğinde odaklamak yerine, taktik düşünce, öncü parti elitleri tarafından sağlanan özgürleşmeye karşı çıkar. “İktidarın tek bir merkez ya da kaynaktan çıkmadığını gözlemleyen “postyapısalcı temsil eleştirisi” (age: 12) doğası gereği açık ve net bir şekilde anarşisttir. Hem toplumsal anarşistler hem de postyapısalcılar toplumsal mekânı, “tek bir kaynaktan yayılmaktan ziyade güçlerin kesişimlerinden” oluşmuş olarak tasavvur ederler. (a.g.e: 52)

Toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi ağlar boyunca kesişen farklı düğüm noktalarındaki sayısız güç birikimine karşı koymak üzere birçok direniş tarzına başvuran toplumsal anarşizm ve postyapısalcılık, ortak bir duruşu ve özerklik alanları yaratmak adına ortak bir arzuyu paylaşırlar. Anti kapitalist hareketlerde ittifak yapanlar da dahil, eylemciler, direniş mevzileri oluşturarak aynı zamanda güçle ilgili hakim ya da majör söylemlerin de altını oymaktadırlar. Polisin memurları hattın pembe tüylü süpürgelerle saldırırken olduğu gibi, anti-kapitalist protestocular sadece tiyatro ve özerklikle işaretlenmiş toplumsal uzamlar yaratmıyorlar, devlet baskısının şiddet içeren biçimlerini de gayrimeşru kılıyorlar. Tabii ki bütün anarşistler bu tür pratiklere yönelmiyorlar, ancak giderek şenlik tarzında protesto ve direnişleri benimsiyorlar. Aynı şekilde, postyapısalcılıkla toplumsal anarşizmin yirmibirinci yüzyılda yakınlaşıyor olduğu değerlendirmesini anarşistlerin hepsi kabul etmiyor. Ancak, bu yazı anarşist teori ve pratiğin bütün kollarına uyum sağlayan bir söylem geliştirme iddiasında değil; ne var ki, (bu yazıyla kesinlikle uyuşmayacak bir bilginden bir ifade alacak olursam) anarşizmin “yaşayan ve gelişmeye devam eden” (Moore, 1997: 159) bir proje olarak görülmesi gerektiğine tanıklık ediyor. Şüphesiz, anarşist pratikler son dönemdeki anti-kapitalist protestolar yoluyla kanıtlanıyor. Sonuç olarak, yeni yüzyılda yaşama uyum sağlayan toplumsal anarşizm, ayırt edici bir postyapısalcı dinamiğe sahiptir.


Dave Morland


Notlar:

9. Sosyalist İşçi Partisi, muhtemelen günümüzde Britanya’daki en geniş ve yüksek düzeyde örgütlenmiş ileri sol gruptur.

10. Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi üzerine yazdıklarının, birçok mevzide yürüyen direnişler ve mücadelelerin önemini, postyapısalcı bir bakış açısından vurguladığını belirtmeye değer.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Anti-Kapitalizm ve Postyapısalcı Anarşizm I

Toplumsal Anarşizm ile Süreklilikler Üzerine

Giriş

Toplumsal anarşizm, birbirinden tamamen farklı unsurlar içermesi ve tutarlı bir bütün oluşturmayışıyla kötü şöhret kazanmış bir ideolojidir. İtiraz edenler kadar sempatiyle yaklaşan yorumcuları da onu çok çeşitli alanlara yayılmakla ve bu nedenle de tekil, kabul edilebilir bir ideoloji yaratamamakla sık sık suçlamıştır (Chomsky, 1970; Ball & Dagger, 1991; Miller, 1984). Bir dereceye kadar bu doğrudur, toplumsal anarşizm gevşek ve çeşitlilikler içeren bir ideolojidir, hatta kimi yorumcular açısından belki de açık ve net bir şekilde kategorize etmek için bile fazla ele geçmez. Ne var ki, benim de dâhil olduğum başka yorumcular, toplumsal anarşizmin, tanımlanabilir bir ideoloji olarak adlandırmak için yeterince tutarlılık ve katılık içerdiği konusunda hemfikirler (Morland, 1997; Woodcock, 1975). Üzerinde anlaşmaya varılmış akademik bir inşa olarak toplumsal anarşizm zorluklarla dolu, bunun yanında, anarşinin kendisini tanımlama meselesi de bir sorunsal olarak kalıyor. Toplumsal anarşizm 19. yüzyıldan bugüne belli bir ilerleme kaydederken, geçtiğimiz yüzyıl anarşist düşünce içinde bir dizi farklı kolun ortaya çıkışına tanık oldu. Oluşan bu yeni kollardan en önemlisi büyük oranda Bookchin tarafından yayılan toplumsal ekolojidir. Bunun dışında primitivizm (örneğin Zerzan) ve postyapısalcı anarşizm (örneğin May) dâhil olmak üzere başka kollar da mevcut.

Toplumsal anarşizm ve anarşinin tanımlanmasında baş gösteren farklılıklar anarşist düşünce ve yazının içine işlemiş durumda. Yine de anarşistler anlaşamadıkları noktalarda bir şekilde mutabakata varabiliyorlar. Bu mutaabakat noktalarının en önde gelenlerinden birisi de iktidar meselesi. Rasyonel seçim teorisinden hareketle Michel Taylor; (1982: 11–13) iktidarı, karşı karşıya gelinebilecek mevcut eylemlerin dizimini (range) değiştirebilme yetisi olarak tanımlıyor. Ne var ki, Taylor’ın da göz önünde bulundurduğu gibi iktidar aynı zamanda toplumdaki grupların pozisyonları ve kendi tercih ettikleri sonuçları garanti altına alma kapasiteleriyle de ilgili bir kavram. Bu, Marshall’ın gruplandırdığı toplumdaki iktidar çeşitleriyle de uyum gösteren bir tanım: Marshall iktidar tiplerini adetlere dayalı geleneksel iktidar, devlet ve orduda olduğu gibi henüz elde edilip yasalara yerleştirilmiş iktidar ve genelde öncü (vanguard) partilerle özdeşleştirilen devrimci iktidar olmak üzere üçe ayırıyor (Marshall, 1992: 45 – 46). Muhakkak ki iktidar kavramı anarşist teorinin merkezi kavramlarından birisi ve yeni veya eski tüm anarşistler, iktidarın mümkün olduğu her yerde kökünden sökülmesi ve ortadan kaldırılması konusunda hemfikirler. Toplumsal anarşistler, özellikle bir noktada en çok yoğunlaşan iktidara yani devletin elindeki iktidara saldırırlar. Toplumsal anarşistlerin marksizmin, devrimci stratejinin başarılı olabilmesi için proleterya diktatörlüğünün şart olduğu konusundaki ısrarına yönelttikleri eleştirinin temelinde de iktidar kavramı yatmaktadır. Benzer şekilde, anarşistler zaman zaman da devlete muhaliflikleriyle tanımlanırlar. Bu durum toplumsal anarşizmin devlet karşıtı bir ideoloji olmasının sebebini de açıklar. Anarşistlerin hepsi olmasa da çoğu, toplumsal anarşizmi, devletsiz bir gelecek toplumu yaratmakla eşdeğer görür. (Bkz: Malatesta’nın klasik ifadesi, 1974.*) Etimolojik açıdan bakıldığında anarşi yönetimin ya da hükümetin olmaması dururmudur. Bu nedenle anarşiden söz edildiğinde kasıt “devletsiz toplum”dur (Carter, 1993: 141). Bu noktadaki sorunlardan biri bu tanımın tarihsel geçerliliğinin kuşkulu olmasıdır. Bury’nin açıklamasının da ortaya çıkardığı gibi, anarşi sözcüğü köken itibariyle bir hükümetin ya da devletin değil; Arhonların (Archon: eski Atina’da yönetimdeki dokuz hâkimden biri -ç.n.), devlet memuriyetinin yokluğu anlamına gelir (Bury, 1963: 188).

Yazının bu bölümü, anarşinin ya da toplumsal anarşizmin tanımlanmasında ortaya çıkan sorunları listeleme veya bunlara çözüm bulma girişimi değil. Bu bölümde son dönemdeki anti-kapitalist toplumsal hareketlerle birlikte incelendiğinde postyapısalcı perspektifin, yeni anarşist pratik biçimlerinin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili önemli bir içgörüye sahip olduğu öne sürülüyor. Postmodernizmi ya da yaşam tarzı anarşizmini suçlayan Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizmi mi? (1995) adlı metninde Bookchin bu tartışmanın taslağını çizmeye çalışmıştı. Bookchin’in bu eseri beklendiği gibi anarşist çevrelerde genel bir kabul görmedi. Bu esere yöneltilen eleştirilerin sert örneklerinden biri Bob Black’in Anarchy After Leftism (Solculuktan Sonra Anarşi) (1997) adlı çalışmasında görülebilir. Toplumsal anarşizm ve postyapısalcı anarşizm arasındaki ilişkiye odaklanırken amacım, anarşizmin doğasına dair tamamen özgün iddialarda bulunmak değil. Bu bölümün asıl amacı toplumsal anarşizm anlayışının genişletilmesinin önemini izah etmek. Buradaki niyetim diğer anarşi türlerini yok saymak ya da değersiz kılmak değil, buna karşın yalnızca (postmodern ve postyapısalcı tezahürlerine odaklanarak) anarşist teori ve pratiğin nasıl ayrı bir şey geliştirerek, aynı zamanda geleneksel politik, toplumsal ve ekonomik baskı biçimlerine karşı direnişi nasıl beslediğinin altını çizmektir.


Toplumsal Anarşizm

Son dönemdeki anti-kapitalist gruplarla toplumsal anarşizmi2 ortaklaştırabilen şeylerden biri negatif bir birlik ekseninde ortak bir çizgiye gelmeleridir. Yani, toplumsal anarşistlerle son dönemin anti-kapitalist protestolarını karakterize eden geçici ittifaklar, karşı durdukları şey nedeniyle birleştiler. Anti-kapitalistler için kapitalizm, küreselleşme ve çok uluslu şirketler en sık adını andıkları düşmanlardır. Toplumsal anarşistler de benzer düşmanları hedef alıyorlar. Daha da önemlisi, anti-kapitalistler de toplumsal anarşistler de güç ilişkilerine dair bir haritacılığın, bir tek hâkim iktidar merkezinin bulunduğu bir harita ortaya koymayacağının önemini belirtiyorlar. İster eski olsun ister yeni, tüm anarşistler, güç ilişkilerinin çoklu bir ağ yapısına sahip olduğu ve buna göre direnilmesi gerektiği noktasında ısrarcıdırlar.

Hiyerarşi, eşitsizlik ve kapitalizm karşıtı argümanlara anarşist literatürde bolca rastlanır. Burada toplumsal anarşizmin hem marksist teoriye olan borcuna hem de onu reddedişine dair kanıtlar bulabiliriz. Toplumsal anarşizmin bir taraftan marksizmdeki kapitalizme yönelik ahlaki eleştiriyi sahiplenirken diğer taraftan tercih ettiği devrim stratejileri sebebiyle reddetmesine en güzel örneklerden biri Bakunin’dir. Anarşizm ve marksizmin insan doğası kavrayışlarında ciddi farklılıklar olsa da Bakunin kapitalist üretimin insanlıktan çıkarıcı sonuçlarına saldırırken Marx’ın yabancılaşma kavramına başvurur. Bu durumun (toplumsal ve postyapısalcı anarşizm arasındaki farklar açısından) önemi, bu marksist kavramın benimsenmesinin toplumsal anarşizmin temelci perspektifini yansıtıyor olmasıdır. Bu noktada toplumsal anarşizm ve marksizm, kapitalizmin insanlıktan çıkarıcı etkilerininin insan doğası mefhumu karşısında ölçülebileceği varsayımında birbirlerine yaklaşırlar. Toplumsal anarşizm ve marksizmdeki insan doğası kavrayışları birbirlerinden farklı olsa bile, insan doğasının merkezi önemi iki ideolojinin de en ciddi ortak referans noktasıdır. Marx’ın kapitalizmin yabancılaştırıcı ve sömürücü yönlerine dair ahlaki eleştirisini üzerine inşa ettiği temel insan doğasıdır ki bu Bakunin gibi toplumsal anarşistlerin de paylaştığı temelci bir bakış açısıdır.

Ancak iş en uygun devrimci stratejiyi belirlemeye geldiğinde, iki ideoloji arasındaki bu ortak noktalar yerini mücadeleye bırakır. Marx ve Bakunin’in Birinci Enternasyonel’deki tartışmalarının ve bunun ardından gelen devrim metodolojisinin amaç ve araçları üzerine daha geniş anlaşmazlıkların esası rakip insan doğası kavrayışlarına dayanır. Bu durumla ilgili olarak Miller (1984: 93), anarşistlerin marksist bir proletarya diktatörlüğüne geçilmesinin yeni bir yönetici elitin gelişmesine yol açacağına dair kaygıları yüzünden kesinlikle daha gerçekçi bir insan doğası perspektifine sahip olduklarını ileri sürer. İktidarın insan doğası üzerindeki yozlaştırıcı etkileri, Bakunin’in ve diğerlerinin anarşist yazılarında iyi bir şekilde belgelenmiştir ve anarşistlerle marksistlerin Birinci Enternasyonel’den sonraki bölünmeleri bunu tamamlar.

Aslında toplumsal anarşizmin karşı çıktığı şey marksizmdeki temsili politika türüdür. Kendilerini, ezilen kitlelerin sesi ve temsilcisi olarak tayin eden marksist devrimci önderler, proleteryanın zaferini garanti altına alma konusunda öncü rolleri olduğuna inanırlar. İşçilerin zaferini sağlamak amacıyla merkezi ve hiyerarşik bir parti kurulması fikri birçok anarşist için üç temel nedenden dolayı lanetlenmiş bir durumdur. Bu nedenlerden birincisi temsil edilme meselesidir. Bakunin (1990: 135–136) ve Malatesta (1974: 44–47) gibi yazarların da belirttiği gibi anarşistler kendilerinin kopyasını çizme ya da peygamberimsi devrimci liderler olarak tayin etme derdinde değiller. Böyle bir şey, anarşistlerin insanlığın geri kalanını yöneten rahip kılıklı bir sınıf haline gelmeleriyle eşdeğerde olurdu.3 Malatesta’nın söylediği gibi (1974: 44): “Kendimizi yönetici ilan eder ve şimdiki ve gelecek nesillerin uyması için dini yasama süreçlerinde olduğu gibi evrensel bir yasa emrederdik.” Anarşistlerin marksist devrim görüşlerinden uzak durmalarının ikinci nedeniyse anarşistlerin devrimci kurtarıcı rolünü proleteryaya atfetme konusunda gönülsüz olmalarıdır. Anarşistler, devrimin kaderinin somutlaşması olarak [görülen] sanayi işçileri sınıfının çok daha ötesine bakmaya isteklidirler. Daha ziyade, Bakunin gibi figürler, 20. yüzyılda hemen hemen aynı tanımı yapan Marcuse (1968) ile aynı şekilde, devrimci potansiyelin kaynağına günümüz sosyologlarının ‘toplumdan dışlanmış’ olarak nitelendirdiği kesimi koymuşlardır. Toplumsal anarşistler açısısından üçüncü neden de doğal olarak ikinci nedeni izler. Proletarya dışındaki sınıflarda potansiyel bir devrimci rol tahayyül eden toplumsal anarşistler; direnişin yalnızca ve belki de öncelikle politik bir özellik olduğuna inanmazlar. Örneğin iktidar, politik alanda olduğu kadar toplumsal kurumlarda ya da ekonomik ve kültürel ilişkilerde kendini göstermektedir. Bu inançtan hareketle toplumsal anarşistler politik, toplumsal, kültürel ya da ekonomik tüm iktidar, hiyerarşi ve baskı biçimlerine direnmek ve bunları yıkmak gerektiğini vurgularlar. Bununla beraber, toplumsal anarşistler, her zaman devleti kendisine direnilecek iktidar yeri olarak tanımlarlar.

Toplumsal anarşizmin bir diğer tanımlayıcı özelliği de doğrudan ve kendiliğinden eyleme olan inancıdır. Bürokratikleşmiş devrimci önderlik kavramı olmadan taban hareketi eylemcileri tarafından harekete geçirilen doğrudan eylemler toplumsal anarşistlerce etkili bir stratejik silah olması açısından benimsenmektedir. Doğrudan eylemler, katılımcılığı doğalarında barındıran anarşistlerin kendileri için birey olarak bir şeyler yapabilme inançlarını artırır. Ward’ın (1988) belirttiği gibi kendi evini inşa etme projeleri ya da kiracılık kooperatifleri gibi hareketler bile anarşistleri insanların devlet gibi baskıcı aracılar olmadan da yaşayabilecekleri konusunda ikna ederek rahatlatır. Bu nedenle, kendi işini organize etme, toplumsal anarşizmin insanları etkili bir direnme aracı olarak doğrudan eyleme teşvik etmesinde ve kapitalizmin çöküşünden sonra devletsiz yaşamın mümkün olduğuna dair varsayımları açısından temel bir role sahiptir.


Postyapısalcı Anarşizm

Peki, postyapısalcı anarşizm öncüllerinden teori ve pratikte farklılaşır mı? Bu soruya hem evet hem hayır cevabı verilebilir. Postyapısalcı anarşizm; iktidar, eşitsizlik ve kapitalizm kavramlarının yok edilmesini toplumsal anarşizm kadar savunur. Tersini iddia etmek harekette ve teorik anlatılarında deprem boyutlarında bir kırılma olduğunu hayal etmek olur ki böyle bir kırılma hiçbir zaman yaşanmadı. Sadece, toplumsal anarşizm, postyapısalcı felsefenin bazı unsurlarını benimsedikten sonra zeminini değiştirdi. Ama bununla birlikte Bookchin gibi bazı anarşistlerin, yapısalcı konumlara ve düşünceye sıkı sıkıya demirlediğini belirtmekte fayda var.

Toplumsal anarşizmden postyapısalcı anarşizme alan değişikliği, en göze görülür ve özellikle önemli üç teori seviyesinde gerçekleşmiştir. Diğer ikisine de vurgu yapan birincisi, temelci söylemlerin ya da anlatıların postyapısalcı ifşa edilişidir. Todd May Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi isimli çalışmasında postyapısalcığın her türlü hümanizm biçiminden nasıl kurtulduğunu örnekler. Postyapısalcılara göre, “özneler ve yapılar, kaynaklarının ayrıcalıklı bir ontolojik alan içinde keşfedilemeyeceği, daha ziyade, ortaya çıktıkları özgül pratikler arasında aranmaları gereken pratiklerin tortularıdır” (May, 1994: 78).4 May’e göre toplumsal anarşist düşüncede iki tane kaçınılmaz stratejik güçlük vardır. Birincisi insan doğasının iyi bir özü olduğunu ya da insan doğasını kabul etmesidir.5 İkincisiyse toplumsal anarşizmin, iktidarı baskıcı bir kavram olarak görmesidir ki bunu aşağıda ele alacağız. Birinci sorun toplumsal anarşizmi kaçınılmaz olarak temelci söylemlerle ilişkilendiriyor ve toplumsal anarşizmi postyapısalcı anarşizmden ayırmayı kolaylaştıracak olan bu tür söylemlerden vazgeçilmesini gerekli kılıyor.

Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus ve Bin Yayla’da yaptıkları çözümlemeler postyapısalcı anarşizm açısından oldukça önemli. Burada devletin çoklu biçimlerine ve eylem tarzlarına işaret eden bir devlet kavramıyla karşılaşıyoruz.

Teorik alandaki ikinci değişiklik, daha az belirgin ancak yine de ilki kadar gerçektir. Buradaki değişim, iktidarı birçok katmanda ve çoklu tarzlarda işleyen bir şey olarak tanımlayan postyapısalcı felsefeye geçişte yaşanıyor. Muhakkak ki toplumsal anarşistler, uzun süreden beri, iktidarı politik, toplumsal ve ekonomik kurumların içine yayılmış bir ilişki olarak tasavvur ettiler. Ancak May’in iddia ettiği gibi toplumsal anarşizm, iktidarın kesinlikle merkezsizleştirilmesini savundu çünkü bunu, iktidarın devlet elinde merkezileşmesine bir alternatif olarak görüyorlardı. Bu açıdan May’e göre toplumsal anarşizm stratejik bir siyaset felsefesidir. Buna karşılık May taktik bir felsefe olarak gördüğü postyapısalcı anarşizm içinse şunları söyler:

“…iktidarın içine yerleştirilebileceği bir merkez bulunmuyor. Başka türlü söylersek, iktidar ve sonuç olarak politika indirgenemezdir. İktidarın kaynaklandığı pek çok farklı mevzi vardır ve toplumsal dünyanın yaratılması sırasında, bu çeşitli mevziler arasında bir karşılıklı etkileşim vardır. Bunu söylemek, iktidarın yoğunlaştığı noktalar olduğunu ya da uzamsal imgeyi sürdürecek olursak, çeşitli (belki de daha kalın) çizgilerin kesiştiği noktalar olduğunu inkâr etmek değildir. Bununla beraber, iktidar bu kesişim noktalarında ortaya çıkmaz, daha ziyade onların etrafında yığışır.” (May, 1994: 11)

İktidar, postyapısalcı felsefede politik, toplumsal, ekonomik ve kültürel ağların içinde yer alan rizom (rhizome) olarak kavramlaştırılır. İktidarın bu ağların akışları arasında dağılımı, farklı ağlar arasındaki bağlantı noktalarında kimi zaman iktidar yoğunlaşmaları sonucunu doğurabilir. Peki, bu değerlendirme toplumsal anarşistlerinkinden ne kadar farklıdır? Toplumsal anarşistlerin marksist ekonomiye gereğinden fazla dalıp gitmeleri toplumsal ve kültürel ağlardaki iktidar dinamiklerini anlamalarına engel mi oldu? Yoksa postyapısalcı felsefenin, iktidar akışını toplumsal-kültürel bağlamda tanımlaması bu bağlamın günümüzde 19. yüzyılda olduğundan daha görünür ve merkezi bir yere sahip olmasından mı kaynaklanıyor? Bu gibi sorulara ayrıntılarıyla cevap vermek bu yazının sınırlarını aşıyor, ancak postyapısalcı anarşizmin toplumsal anarşizmin ötesine ne derece geçtiğini anlayabilmek açısından ikisi arasındaki ilişkiyi dikkatlice incelemek mutlaka gereklidir.

İktidarın, ağların akışları içinde ikamet ettiği düşüncesi postyapısalcı felsefenin bütünlüklere bakış açısını gösteriyor. Bu noktada üçüncü teorik değişim, toplumsal ve postyapısalcı anarşizmin baskı sistemlerinin doğasını nasıl tasavvur ettiğine dair bir vurgu değişimi, gerçekleşiyor. Bakunin gibi bazı toplumsal anarşistler için asıl düşman sermayedir. Marx’la devrim stratejileri konusunda anlaşamasa da; Bakunin, iktidarın yer aldığı noktayı tanımlama ve iktidarın yarattığı baskıdan kurtulma yollarını göstermesi açısından Marx’a borçludur. 19. yüzyıl toplumsal anarşizminde kapitalizm ve burjuvazi, açıkça insanlığa karşı işlenen ekonomik, toplumsal ve ahlaki haksızlıkların kaynağı olarak tanımlanır. Postyapısalcı anarşizmde ise sermayenin sorumluluğu aklanmasa da kapitalizme ve yönetici sınıfa yönelik suçlamaları, modası geçmiş olarak nitelendiren bir söylem görülür. Örneğin Goaman (1999: 73) bu durumda şunu öne sürer: “mevcut koşulların bütünlüğü tarafından baskıya ve yabancılaşmaya maruz bırakılıyoruz… [ve bu nedenle].. çağdaş güç ilişkilerine ve geç kapitalizme destek veren toplumsal, ekonomik ve kültürel çatıyı mercek altına almamız gerekiyor.” Bunun gibi metinler, anarşistlerin baskıyı daimi kılan daha geniş sistemleri anlayabilmek için artık kapitalizmin ötesine bakmaya başladıklarını ortaya koyuyor. Anarşistler baskı ve güç ilişkilerini daha geniş bir bütünlük içinde aradıkça, ‘birbiriyle bağlantılı olma’ metaforları da giderek çoğalıyor. Bu noktada Moore (1997: 159)6 şöyle diyor: “Anarşizmin odak noktası devletin değil, bütünlüğün, yönetim ve baskıyla şekillendirilen hayatın ve birçok form içindeki her tür iktidarın yok edilmesidir.” Zaman zaman bu bütünlük kapitalizme, başarılı olması için bir çerçeve sağlayan, temelde yatan bilimsel ve teknolojik mantığa referansla açıklanmaya çalışılıyor. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken nokta şu ki anarşistler, sermayenin bu bütünlüğü diğerleriyle paylaştığı konusunda artık ikna oldular. Hatta bu, çoğu zaman sistemi ileri götüren ve karşı konulması da gereken bir çeşit mit ve mantıktır. Direnişin, bu bütünlükler içindeki birçok katmanda ve birçok noktada oluşması gerektiğinin düşünülmesinin sebebi de budur.

İktidarla ilgili postyapısalcı argümanlar, devlete, ve iktidar ile devletin içine yerleştirildiği pratiklere dair düşüncelerle iç içe geçer. Postyapısalcı anarşizmdeki devlet ve hiyerarşilerle üzerine alan değişimi bu bağlantı noktasında apaçık hale gelir. Bu noktada May şunu iddia eder: Lyotard, Deleuze ve Foucault gibi düşünürler

“yeni bir anarşizm tipi geliştirdiler. Bu yeni anarşizm, birbiriyle kesişen ve indirgenemez olan yerel mücadeleler, temsiliyete karşı bir uyanıklık, siyasalın tüm toplumsal ilişkiler alanını kuşatması ve toplumsalın kapalı bir bütün, eşmerkezli dairesel alanlar ya da bir hiyerarşi olarak değil de bir ağ olarak ele alınması fikirlerini barındırır. (1994: 85).

Deleuze ve Guattari’nin çalışması, “bizim geleneksel olarak sınırları ayrı ayrı çizilmiş, yapılandırılmış ve değişmez gördüğümüz olgulara radikal bir çokkatmanlılık özelliği atfeder” (Haggerty & Ericson, 2000: 608). Deleuze ve Guattari’nin bu yolla ele aldıkları olgulardan biri devlettir. Deleuze ve Guattari’nin devlete yönelik ayırt edici yaklaşımları yersizyurdsuzlaştırma ve yeniden-yeryurdlandırma arasında gördükleri felsefi farktan kaynaklanır. ‘Felsefe Nedir?’de Deleuze ve Guattari (1994: 67–68) “hangi çağda olursa olsun, en ufak bir şeyde ya da en büyük meydan okumalarda herkesin bir yurd aradığını, yersizyurdsuzlaştırmalara maruz kaldığını ya da bizzat birilerini yersizyurdsuzlaştırdığını ve herhangi bir hatıra, rüya ya da fetiş üzerinden yeniden-yurdedindikleri” görmemiz gerektiğini söylerler. Bu yersizyurdsuzlaştırma ve yeniden-yurdedindirme süreçleri şehrin ve devletin de içine işlemiştir.

“Devlet ve Şehir, tersine, bir yersizyurdsuzlaştırma gerçekleştirirler, çünkü devlet tarımsal arazileri (territory) yan yana sıralayarak ve onları daha yüksek bir aritmetik Birlik ile ilişkilendirerek birbirleriyle karşılaştırır; Şehir ise araziyi, ticari çevrelerde sürebilecek bir geometrik genişliğe uyarlar. Devletin “imperial spatium”u ve şehrin “political extensio”su, devletin yerel grupların yeniden-yurdedindirme arazileri benimsemesi halinde ya da şehirin artalanına sırtını yasladığında oluşan yersizyurdsuzlaştırma gibi araziye dayalı (territorial) ilkeler değillerdir. Birisinde saray üzerinden yeniden yerleştirme söz konusuyken diğerinde bu yeniden yerleştirme Pazaryerleri ve ticari ağlar üzerinden sağlanır” (a.g.e: 86).7

Devletler, organizasyon ve görünüm bakımından aynı ya da benzer değillerdir. “Devletler sadece insanlardan değil; ağaçlardan, tarlalardan, bahçelerden hayvanlardan ve eşyalardan oluşurlar (Deleuze & Guattari, 1988: 385). Ancak “her devlet kendi içinde varlığının temel anlarını barındırır.” (a.g.e). Deleuze ve Guattari’ye göre bunun nedeni, devletin tanımlı bir tarihsel dönemin gidişatı içinde evrimleşmesi değildir, devlet “tamamen silahlı olarak ortaya çıkmıştı ve hepsini tek seferde bir esas darbede gerçekleştirdi.” (1987: 217). Marx’ın Asya üretim tarzı fikriyle birlikte anılan başlangıçtaki despot devlet, çeşitli çerçevelerde somut bir varlık içinde gerçekleşen başlangıç soyutlamasıdır. Artık devlet, akışlarını koordine ettiği ve bağımsız tahakküm ve tabiyet ilişkileri ifade eden bir kuvvetler alanına tabi kılınmıştır.” (a.g.e: 221). O halde devlet bugün, para ve mülkiyet için icat ettiği çözülmüş kod akışlarından oluşur; hâkim sınıflardan oluşur; işaret ettiği şeylerin arkasına korkuyla sinen devlet, “kendi kendini çözülmüş kod akış alanlarının içerisinde üretir.” (a.g.e). Bu yüzden devlet, artık kendi işlevlerinin uygulanması yoluyla somutlaşan sistem tarafından belirlenir, ancak aynı zamanda tam da çözümlediği bu kuvvetlere tabi olarak kalır. Aslında, “Devletin oluşunun iki yönü vardır: giderek çözümlenen ve fiziksel bir sistemi oluşturan toplumsal kuvvetler alanında içselleşmesi; ve giderek üstkodladığı dünya ötesi (supraterrestrial) bir alanda metafizik bir sistem oluşturarak tinselleşmesi.” (Age: 222). Bu noktada toplumsal anarşistlerin hitap etmeleri gereken bütünlük karşımıza çıkar. Devlete karşı yalnız kabaca bir siyasi hileyle karşı koymanın, devletle ilgili bu yeni anlayış karşısında pek de mantıklı bir tarafı yoktur.

Postyapısalcı anarşizmde direniş, iktidarın doğasını yansıtmak ve somutlaştığı her yerde ona karşı koymak amacını taşır. Bu açıdan bakıldığında postyapısalcı direniş anlayışı, kapitalizmin gösterisine karşı koyan ve eşzamanlı olarak onu alt eden ve böyle yaparken de yapısal iktidar merkezi olarak görülen sermayeye karşı ekonomik saldırılardan uzaklaşılmasının sinyalini veren Situasyonist mirası sürdürür. Sonuç olarak, bütünlüklerin dinamiklerini yıkmak için alternatif muhalefet tarzlarından yararlanılır. Direniş, bundan böyle kendisini politik olanla ya da sermayenin temsilcisi olarak kabul edilen burjuvaziye karşı bir söylem geliştirmekle sınırlamaz. Direniş artık toplumsal ve kültürel formları da dikkate alıyor; başka şeylerin yanında anti-kapitalist hareket yoluyla ifade edilen son dönemdeki radikal muhalefetin yeni toplumsal hareketler için bu direniş ve yıkıcı tarzlar merkezi bir önem taşıyor.

Son dönemde gerçekleşen anti-kapitalist gösterilerin medyadaki sunumu bizleri, anarşistlerin tıpkı Joseph Conrad’ın Gizli Ajan’ı gibi yirminci yüzyıl başı edebiyatında resmedilen on dokuzuncu yüzyılın kimi gizli terörist örgütlenmelerini hatırlatan bu tür hareketlerden kopamadıklarına inandırıyor. Gerçekten de Apter’ın belirttiği gibi anarşizm, “mantıksızlık ve bombalar, şiddet ve sorumlulukla ilişkilendirilir.” (Apter-Joll, 1971: 1) Şiddetin, bir protesto tarzı olarak doğrudan eyleme eşlik ettiğini inkâr etmenin beyhude olduğunu düşünüyorum, ancak şiddetin kabul edilebilir bir şey olup olmadığı tartışmalı bir nokta olarak kalır. Bu noktada Kropotkin’de olduğu gibi, toplumsal anarşizm, şiddetin kullanımına karşı kimi tavsiyeleriyle geniş bir kilise olarak ortaya çıkarken diğer anarşizm tarzlarıysa polisle ve diğer hasımlarıyla fiziksel bir kavgaya girmeye hazırdır.8


Dave Morland


Notlar:

1. John Armitage ve John Carter’a bu yazının ilk haline dair yorumları için teşekkür etmek isterim.

2. Bu bölümün amaçları açısından toplumsal anarşizm, ondozuncu yüzyılın Proudhon, Bakunin and Kropotkin gibi figürleriyle birlikte anılan yazılar ve pratikler olarak tanımlanır.

3. Bakunin’in özünde bir Leninist önderlik rolü takınan, Gizli Kardeşlik’e ara sıra tavsiyelerde bulunmasındaki ironi, okurlarının gözünden kaçmamıştır ve yazılarındaki muğlâklıkların belirtilerinden biridir. (Bkz: Dolgoff, 1973: 148-155) Bir başka belirsizlik de eylem yoluyla propaganda ve şiddetin rolü konusunda su yüzüne çıkar ki anarşizmin, devrimci yöntemde araçlarla amaçların birbirine uygunluğu hususundaki ısrarına her zaman rahat bir şekilde uyum göstermez.

4. Postyapısalcılık, Foucault ve Derrida’nın yazılarıyla yakından ilişkilidir. Basitçe ifade edersek, insanın koşullarının (mesela Marx’ta görebileceğimiz gibi) ekonomi gibi altta yatan yapılara referansla anlaşılabileceği şeklindeki açıklamaların, bu yapıların onları inşa eden söylemlerin dışındaki nesnelci analizlere konu olmasının reddidir.

5. Başka bir yerde tartıştığım gibi (Morland, 1997), anarşizmi insan doğasına ilgilendiren bir iyi varsayımın sahibi olarak tanımlamak basitleştirici ve hatalıdır.

6. Dikkat etmek gerekir ki Moore postyapısalcı anarşizmi onaylayan biri değildi. Moore daha ziyade, kendisini Debord, Vaneigem, Zerzan ve Perlman gibi figürleri birleştiren ikinci dalga anarşizm olarak adlandırdığı bir düşünce ile nitelendirirdi. Bu uygun bir gruplandırma değildir, situasyonistlerden primitivistlere bir yelpaze içerir.

7. İtalikler yazara ait.

8. Pasifizmle çok güçlü şekilde ilişkilendiren iki anarşist Tolstoy ve Gandhi’dir. Çoğu anarşist, şiddetin kullanımı karşısında şüpheli olarak kalır. Anarşizm ve şiddet konusuna yararlı bir giriş David Miller’ın Anarşizm (1984) adlı çalışmasıdır. Bkz. 8. bölüm.