9 Mayıs 2011 Pazartesi

Anti-Kapitalizm ve Postyapısalcı Anarşizm I

Toplumsal Anarşizm ile Süreklilikler Üzerine

Giriş

Toplumsal anarşizm, birbirinden tamamen farklı unsurlar içermesi ve tutarlı bir bütün oluşturmayışıyla kötü şöhret kazanmış bir ideolojidir. İtiraz edenler kadar sempatiyle yaklaşan yorumcuları da onu çok çeşitli alanlara yayılmakla ve bu nedenle de tekil, kabul edilebilir bir ideoloji yaratamamakla sık sık suçlamıştır (Chomsky, 1970; Ball & Dagger, 1991; Miller, 1984). Bir dereceye kadar bu doğrudur, toplumsal anarşizm gevşek ve çeşitlilikler içeren bir ideolojidir, hatta kimi yorumcular açısından belki de açık ve net bir şekilde kategorize etmek için bile fazla ele geçmez. Ne var ki, benim de dâhil olduğum başka yorumcular, toplumsal anarşizmin, tanımlanabilir bir ideoloji olarak adlandırmak için yeterince tutarlılık ve katılık içerdiği konusunda hemfikirler (Morland, 1997; Woodcock, 1975). Üzerinde anlaşmaya varılmış akademik bir inşa olarak toplumsal anarşizm zorluklarla dolu, bunun yanında, anarşinin kendisini tanımlama meselesi de bir sorunsal olarak kalıyor. Toplumsal anarşizm 19. yüzyıldan bugüne belli bir ilerleme kaydederken, geçtiğimiz yüzyıl anarşist düşünce içinde bir dizi farklı kolun ortaya çıkışına tanık oldu. Oluşan bu yeni kollardan en önemlisi büyük oranda Bookchin tarafından yayılan toplumsal ekolojidir. Bunun dışında primitivizm (örneğin Zerzan) ve postyapısalcı anarşizm (örneğin May) dâhil olmak üzere başka kollar da mevcut.

Toplumsal anarşizm ve anarşinin tanımlanmasında baş gösteren farklılıklar anarşist düşünce ve yazının içine işlemiş durumda. Yine de anarşistler anlaşamadıkları noktalarda bir şekilde mutabakata varabiliyorlar. Bu mutaabakat noktalarının en önde gelenlerinden birisi de iktidar meselesi. Rasyonel seçim teorisinden hareketle Michel Taylor; (1982: 11–13) iktidarı, karşı karşıya gelinebilecek mevcut eylemlerin dizimini (range) değiştirebilme yetisi olarak tanımlıyor. Ne var ki, Taylor’ın da göz önünde bulundurduğu gibi iktidar aynı zamanda toplumdaki grupların pozisyonları ve kendi tercih ettikleri sonuçları garanti altına alma kapasiteleriyle de ilgili bir kavram. Bu, Marshall’ın gruplandırdığı toplumdaki iktidar çeşitleriyle de uyum gösteren bir tanım: Marshall iktidar tiplerini adetlere dayalı geleneksel iktidar, devlet ve orduda olduğu gibi henüz elde edilip yasalara yerleştirilmiş iktidar ve genelde öncü (vanguard) partilerle özdeşleştirilen devrimci iktidar olmak üzere üçe ayırıyor (Marshall, 1992: 45 – 46). Muhakkak ki iktidar kavramı anarşist teorinin merkezi kavramlarından birisi ve yeni veya eski tüm anarşistler, iktidarın mümkün olduğu her yerde kökünden sökülmesi ve ortadan kaldırılması konusunda hemfikirler. Toplumsal anarşistler, özellikle bir noktada en çok yoğunlaşan iktidara yani devletin elindeki iktidara saldırırlar. Toplumsal anarşistlerin marksizmin, devrimci stratejinin başarılı olabilmesi için proleterya diktatörlüğünün şart olduğu konusundaki ısrarına yönelttikleri eleştirinin temelinde de iktidar kavramı yatmaktadır. Benzer şekilde, anarşistler zaman zaman da devlete muhaliflikleriyle tanımlanırlar. Bu durum toplumsal anarşizmin devlet karşıtı bir ideoloji olmasının sebebini de açıklar. Anarşistlerin hepsi olmasa da çoğu, toplumsal anarşizmi, devletsiz bir gelecek toplumu yaratmakla eşdeğer görür. (Bkz: Malatesta’nın klasik ifadesi, 1974.*) Etimolojik açıdan bakıldığında anarşi yönetimin ya da hükümetin olmaması dururmudur. Bu nedenle anarşiden söz edildiğinde kasıt “devletsiz toplum”dur (Carter, 1993: 141). Bu noktadaki sorunlardan biri bu tanımın tarihsel geçerliliğinin kuşkulu olmasıdır. Bury’nin açıklamasının da ortaya çıkardığı gibi, anarşi sözcüğü köken itibariyle bir hükümetin ya da devletin değil; Arhonların (Archon: eski Atina’da yönetimdeki dokuz hâkimden biri -ç.n.), devlet memuriyetinin yokluğu anlamına gelir (Bury, 1963: 188).

Yazının bu bölümü, anarşinin ya da toplumsal anarşizmin tanımlanmasında ortaya çıkan sorunları listeleme veya bunlara çözüm bulma girişimi değil. Bu bölümde son dönemdeki anti-kapitalist toplumsal hareketlerle birlikte incelendiğinde postyapısalcı perspektifin, yeni anarşist pratik biçimlerinin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili önemli bir içgörüye sahip olduğu öne sürülüyor. Postmodernizmi ya da yaşam tarzı anarşizmini suçlayan Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizmi mi? (1995) adlı metninde Bookchin bu tartışmanın taslağını çizmeye çalışmıştı. Bookchin’in bu eseri beklendiği gibi anarşist çevrelerde genel bir kabul görmedi. Bu esere yöneltilen eleştirilerin sert örneklerinden biri Bob Black’in Anarchy After Leftism (Solculuktan Sonra Anarşi) (1997) adlı çalışmasında görülebilir. Toplumsal anarşizm ve postyapısalcı anarşizm arasındaki ilişkiye odaklanırken amacım, anarşizmin doğasına dair tamamen özgün iddialarda bulunmak değil. Bu bölümün asıl amacı toplumsal anarşizm anlayışının genişletilmesinin önemini izah etmek. Buradaki niyetim diğer anarşi türlerini yok saymak ya da değersiz kılmak değil, buna karşın yalnızca (postmodern ve postyapısalcı tezahürlerine odaklanarak) anarşist teori ve pratiğin nasıl ayrı bir şey geliştirerek, aynı zamanda geleneksel politik, toplumsal ve ekonomik baskı biçimlerine karşı direnişi nasıl beslediğinin altını çizmektir.


Toplumsal Anarşizm

Son dönemdeki anti-kapitalist gruplarla toplumsal anarşizmi2 ortaklaştırabilen şeylerden biri negatif bir birlik ekseninde ortak bir çizgiye gelmeleridir. Yani, toplumsal anarşistlerle son dönemin anti-kapitalist protestolarını karakterize eden geçici ittifaklar, karşı durdukları şey nedeniyle birleştiler. Anti-kapitalistler için kapitalizm, küreselleşme ve çok uluslu şirketler en sık adını andıkları düşmanlardır. Toplumsal anarşistler de benzer düşmanları hedef alıyorlar. Daha da önemlisi, anti-kapitalistler de toplumsal anarşistler de güç ilişkilerine dair bir haritacılığın, bir tek hâkim iktidar merkezinin bulunduğu bir harita ortaya koymayacağının önemini belirtiyorlar. İster eski olsun ister yeni, tüm anarşistler, güç ilişkilerinin çoklu bir ağ yapısına sahip olduğu ve buna göre direnilmesi gerektiği noktasında ısrarcıdırlar.

Hiyerarşi, eşitsizlik ve kapitalizm karşıtı argümanlara anarşist literatürde bolca rastlanır. Burada toplumsal anarşizmin hem marksist teoriye olan borcuna hem de onu reddedişine dair kanıtlar bulabiliriz. Toplumsal anarşizmin bir taraftan marksizmdeki kapitalizme yönelik ahlaki eleştiriyi sahiplenirken diğer taraftan tercih ettiği devrim stratejileri sebebiyle reddetmesine en güzel örneklerden biri Bakunin’dir. Anarşizm ve marksizmin insan doğası kavrayışlarında ciddi farklılıklar olsa da Bakunin kapitalist üretimin insanlıktan çıkarıcı sonuçlarına saldırırken Marx’ın yabancılaşma kavramına başvurur. Bu durumun (toplumsal ve postyapısalcı anarşizm arasındaki farklar açısından) önemi, bu marksist kavramın benimsenmesinin toplumsal anarşizmin temelci perspektifini yansıtıyor olmasıdır. Bu noktada toplumsal anarşizm ve marksizm, kapitalizmin insanlıktan çıkarıcı etkilerininin insan doğası mefhumu karşısında ölçülebileceği varsayımında birbirlerine yaklaşırlar. Toplumsal anarşizm ve marksizmdeki insan doğası kavrayışları birbirlerinden farklı olsa bile, insan doğasının merkezi önemi iki ideolojinin de en ciddi ortak referans noktasıdır. Marx’ın kapitalizmin yabancılaştırıcı ve sömürücü yönlerine dair ahlaki eleştirisini üzerine inşa ettiği temel insan doğasıdır ki bu Bakunin gibi toplumsal anarşistlerin de paylaştığı temelci bir bakış açısıdır.

Ancak iş en uygun devrimci stratejiyi belirlemeye geldiğinde, iki ideoloji arasındaki bu ortak noktalar yerini mücadeleye bırakır. Marx ve Bakunin’in Birinci Enternasyonel’deki tartışmalarının ve bunun ardından gelen devrim metodolojisinin amaç ve araçları üzerine daha geniş anlaşmazlıkların esası rakip insan doğası kavrayışlarına dayanır. Bu durumla ilgili olarak Miller (1984: 93), anarşistlerin marksist bir proletarya diktatörlüğüne geçilmesinin yeni bir yönetici elitin gelişmesine yol açacağına dair kaygıları yüzünden kesinlikle daha gerçekçi bir insan doğası perspektifine sahip olduklarını ileri sürer. İktidarın insan doğası üzerindeki yozlaştırıcı etkileri, Bakunin’in ve diğerlerinin anarşist yazılarında iyi bir şekilde belgelenmiştir ve anarşistlerle marksistlerin Birinci Enternasyonel’den sonraki bölünmeleri bunu tamamlar.

Aslında toplumsal anarşizmin karşı çıktığı şey marksizmdeki temsili politika türüdür. Kendilerini, ezilen kitlelerin sesi ve temsilcisi olarak tayin eden marksist devrimci önderler, proleteryanın zaferini garanti altına alma konusunda öncü rolleri olduğuna inanırlar. İşçilerin zaferini sağlamak amacıyla merkezi ve hiyerarşik bir parti kurulması fikri birçok anarşist için üç temel nedenden dolayı lanetlenmiş bir durumdur. Bu nedenlerden birincisi temsil edilme meselesidir. Bakunin (1990: 135–136) ve Malatesta (1974: 44–47) gibi yazarların da belirttiği gibi anarşistler kendilerinin kopyasını çizme ya da peygamberimsi devrimci liderler olarak tayin etme derdinde değiller. Böyle bir şey, anarşistlerin insanlığın geri kalanını yöneten rahip kılıklı bir sınıf haline gelmeleriyle eşdeğerde olurdu.3 Malatesta’nın söylediği gibi (1974: 44): “Kendimizi yönetici ilan eder ve şimdiki ve gelecek nesillerin uyması için dini yasama süreçlerinde olduğu gibi evrensel bir yasa emrederdik.” Anarşistlerin marksist devrim görüşlerinden uzak durmalarının ikinci nedeniyse anarşistlerin devrimci kurtarıcı rolünü proleteryaya atfetme konusunda gönülsüz olmalarıdır. Anarşistler, devrimin kaderinin somutlaşması olarak [görülen] sanayi işçileri sınıfının çok daha ötesine bakmaya isteklidirler. Daha ziyade, Bakunin gibi figürler, 20. yüzyılda hemen hemen aynı tanımı yapan Marcuse (1968) ile aynı şekilde, devrimci potansiyelin kaynağına günümüz sosyologlarının ‘toplumdan dışlanmış’ olarak nitelendirdiği kesimi koymuşlardır. Toplumsal anarşistler açısısından üçüncü neden de doğal olarak ikinci nedeni izler. Proletarya dışındaki sınıflarda potansiyel bir devrimci rol tahayyül eden toplumsal anarşistler; direnişin yalnızca ve belki de öncelikle politik bir özellik olduğuna inanmazlar. Örneğin iktidar, politik alanda olduğu kadar toplumsal kurumlarda ya da ekonomik ve kültürel ilişkilerde kendini göstermektedir. Bu inançtan hareketle toplumsal anarşistler politik, toplumsal, kültürel ya da ekonomik tüm iktidar, hiyerarşi ve baskı biçimlerine direnmek ve bunları yıkmak gerektiğini vurgularlar. Bununla beraber, toplumsal anarşistler, her zaman devleti kendisine direnilecek iktidar yeri olarak tanımlarlar.

Toplumsal anarşizmin bir diğer tanımlayıcı özelliği de doğrudan ve kendiliğinden eyleme olan inancıdır. Bürokratikleşmiş devrimci önderlik kavramı olmadan taban hareketi eylemcileri tarafından harekete geçirilen doğrudan eylemler toplumsal anarşistlerce etkili bir stratejik silah olması açısından benimsenmektedir. Doğrudan eylemler, katılımcılığı doğalarında barındıran anarşistlerin kendileri için birey olarak bir şeyler yapabilme inançlarını artırır. Ward’ın (1988) belirttiği gibi kendi evini inşa etme projeleri ya da kiracılık kooperatifleri gibi hareketler bile anarşistleri insanların devlet gibi baskıcı aracılar olmadan da yaşayabilecekleri konusunda ikna ederek rahatlatır. Bu nedenle, kendi işini organize etme, toplumsal anarşizmin insanları etkili bir direnme aracı olarak doğrudan eyleme teşvik etmesinde ve kapitalizmin çöküşünden sonra devletsiz yaşamın mümkün olduğuna dair varsayımları açısından temel bir role sahiptir.


Postyapısalcı Anarşizm

Peki, postyapısalcı anarşizm öncüllerinden teori ve pratikte farklılaşır mı? Bu soruya hem evet hem hayır cevabı verilebilir. Postyapısalcı anarşizm; iktidar, eşitsizlik ve kapitalizm kavramlarının yok edilmesini toplumsal anarşizm kadar savunur. Tersini iddia etmek harekette ve teorik anlatılarında deprem boyutlarında bir kırılma olduğunu hayal etmek olur ki böyle bir kırılma hiçbir zaman yaşanmadı. Sadece, toplumsal anarşizm, postyapısalcı felsefenin bazı unsurlarını benimsedikten sonra zeminini değiştirdi. Ama bununla birlikte Bookchin gibi bazı anarşistlerin, yapısalcı konumlara ve düşünceye sıkı sıkıya demirlediğini belirtmekte fayda var.

Toplumsal anarşizmden postyapısalcı anarşizme alan değişikliği, en göze görülür ve özellikle önemli üç teori seviyesinde gerçekleşmiştir. Diğer ikisine de vurgu yapan birincisi, temelci söylemlerin ya da anlatıların postyapısalcı ifşa edilişidir. Todd May Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi isimli çalışmasında postyapısalcığın her türlü hümanizm biçiminden nasıl kurtulduğunu örnekler. Postyapısalcılara göre, “özneler ve yapılar, kaynaklarının ayrıcalıklı bir ontolojik alan içinde keşfedilemeyeceği, daha ziyade, ortaya çıktıkları özgül pratikler arasında aranmaları gereken pratiklerin tortularıdır” (May, 1994: 78).4 May’e göre toplumsal anarşist düşüncede iki tane kaçınılmaz stratejik güçlük vardır. Birincisi insan doğasının iyi bir özü olduğunu ya da insan doğasını kabul etmesidir.5 İkincisiyse toplumsal anarşizmin, iktidarı baskıcı bir kavram olarak görmesidir ki bunu aşağıda ele alacağız. Birinci sorun toplumsal anarşizmi kaçınılmaz olarak temelci söylemlerle ilişkilendiriyor ve toplumsal anarşizmi postyapısalcı anarşizmden ayırmayı kolaylaştıracak olan bu tür söylemlerden vazgeçilmesini gerekli kılıyor.

Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus ve Bin Yayla’da yaptıkları çözümlemeler postyapısalcı anarşizm açısından oldukça önemli. Burada devletin çoklu biçimlerine ve eylem tarzlarına işaret eden bir devlet kavramıyla karşılaşıyoruz.

Teorik alandaki ikinci değişiklik, daha az belirgin ancak yine de ilki kadar gerçektir. Buradaki değişim, iktidarı birçok katmanda ve çoklu tarzlarda işleyen bir şey olarak tanımlayan postyapısalcı felsefeye geçişte yaşanıyor. Muhakkak ki toplumsal anarşistler, uzun süreden beri, iktidarı politik, toplumsal ve ekonomik kurumların içine yayılmış bir ilişki olarak tasavvur ettiler. Ancak May’in iddia ettiği gibi toplumsal anarşizm, iktidarın kesinlikle merkezsizleştirilmesini savundu çünkü bunu, iktidarın devlet elinde merkezileşmesine bir alternatif olarak görüyorlardı. Bu açıdan May’e göre toplumsal anarşizm stratejik bir siyaset felsefesidir. Buna karşılık May taktik bir felsefe olarak gördüğü postyapısalcı anarşizm içinse şunları söyler:

“…iktidarın içine yerleştirilebileceği bir merkez bulunmuyor. Başka türlü söylersek, iktidar ve sonuç olarak politika indirgenemezdir. İktidarın kaynaklandığı pek çok farklı mevzi vardır ve toplumsal dünyanın yaratılması sırasında, bu çeşitli mevziler arasında bir karşılıklı etkileşim vardır. Bunu söylemek, iktidarın yoğunlaştığı noktalar olduğunu ya da uzamsal imgeyi sürdürecek olursak, çeşitli (belki de daha kalın) çizgilerin kesiştiği noktalar olduğunu inkâr etmek değildir. Bununla beraber, iktidar bu kesişim noktalarında ortaya çıkmaz, daha ziyade onların etrafında yığışır.” (May, 1994: 11)

İktidar, postyapısalcı felsefede politik, toplumsal, ekonomik ve kültürel ağların içinde yer alan rizom (rhizome) olarak kavramlaştırılır. İktidarın bu ağların akışları arasında dağılımı, farklı ağlar arasındaki bağlantı noktalarında kimi zaman iktidar yoğunlaşmaları sonucunu doğurabilir. Peki, bu değerlendirme toplumsal anarşistlerinkinden ne kadar farklıdır? Toplumsal anarşistlerin marksist ekonomiye gereğinden fazla dalıp gitmeleri toplumsal ve kültürel ağlardaki iktidar dinamiklerini anlamalarına engel mi oldu? Yoksa postyapısalcı felsefenin, iktidar akışını toplumsal-kültürel bağlamda tanımlaması bu bağlamın günümüzde 19. yüzyılda olduğundan daha görünür ve merkezi bir yere sahip olmasından mı kaynaklanıyor? Bu gibi sorulara ayrıntılarıyla cevap vermek bu yazının sınırlarını aşıyor, ancak postyapısalcı anarşizmin toplumsal anarşizmin ötesine ne derece geçtiğini anlayabilmek açısından ikisi arasındaki ilişkiyi dikkatlice incelemek mutlaka gereklidir.

İktidarın, ağların akışları içinde ikamet ettiği düşüncesi postyapısalcı felsefenin bütünlüklere bakış açısını gösteriyor. Bu noktada üçüncü teorik değişim, toplumsal ve postyapısalcı anarşizmin baskı sistemlerinin doğasını nasıl tasavvur ettiğine dair bir vurgu değişimi, gerçekleşiyor. Bakunin gibi bazı toplumsal anarşistler için asıl düşman sermayedir. Marx’la devrim stratejileri konusunda anlaşamasa da; Bakunin, iktidarın yer aldığı noktayı tanımlama ve iktidarın yarattığı baskıdan kurtulma yollarını göstermesi açısından Marx’a borçludur. 19. yüzyıl toplumsal anarşizminde kapitalizm ve burjuvazi, açıkça insanlığa karşı işlenen ekonomik, toplumsal ve ahlaki haksızlıkların kaynağı olarak tanımlanır. Postyapısalcı anarşizmde ise sermayenin sorumluluğu aklanmasa da kapitalizme ve yönetici sınıfa yönelik suçlamaları, modası geçmiş olarak nitelendiren bir söylem görülür. Örneğin Goaman (1999: 73) bu durumda şunu öne sürer: “mevcut koşulların bütünlüğü tarafından baskıya ve yabancılaşmaya maruz bırakılıyoruz… [ve bu nedenle].. çağdaş güç ilişkilerine ve geç kapitalizme destek veren toplumsal, ekonomik ve kültürel çatıyı mercek altına almamız gerekiyor.” Bunun gibi metinler, anarşistlerin baskıyı daimi kılan daha geniş sistemleri anlayabilmek için artık kapitalizmin ötesine bakmaya başladıklarını ortaya koyuyor. Anarşistler baskı ve güç ilişkilerini daha geniş bir bütünlük içinde aradıkça, ‘birbiriyle bağlantılı olma’ metaforları da giderek çoğalıyor. Bu noktada Moore (1997: 159)6 şöyle diyor: “Anarşizmin odak noktası devletin değil, bütünlüğün, yönetim ve baskıyla şekillendirilen hayatın ve birçok form içindeki her tür iktidarın yok edilmesidir.” Zaman zaman bu bütünlük kapitalizme, başarılı olması için bir çerçeve sağlayan, temelde yatan bilimsel ve teknolojik mantığa referansla açıklanmaya çalışılıyor. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken nokta şu ki anarşistler, sermayenin bu bütünlüğü diğerleriyle paylaştığı konusunda artık ikna oldular. Hatta bu, çoğu zaman sistemi ileri götüren ve karşı konulması da gereken bir çeşit mit ve mantıktır. Direnişin, bu bütünlükler içindeki birçok katmanda ve birçok noktada oluşması gerektiğinin düşünülmesinin sebebi de budur.

İktidarla ilgili postyapısalcı argümanlar, devlete, ve iktidar ile devletin içine yerleştirildiği pratiklere dair düşüncelerle iç içe geçer. Postyapısalcı anarşizmdeki devlet ve hiyerarşilerle üzerine alan değişimi bu bağlantı noktasında apaçık hale gelir. Bu noktada May şunu iddia eder: Lyotard, Deleuze ve Foucault gibi düşünürler

“yeni bir anarşizm tipi geliştirdiler. Bu yeni anarşizm, birbiriyle kesişen ve indirgenemez olan yerel mücadeleler, temsiliyete karşı bir uyanıklık, siyasalın tüm toplumsal ilişkiler alanını kuşatması ve toplumsalın kapalı bir bütün, eşmerkezli dairesel alanlar ya da bir hiyerarşi olarak değil de bir ağ olarak ele alınması fikirlerini barındırır. (1994: 85).

Deleuze ve Guattari’nin çalışması, “bizim geleneksel olarak sınırları ayrı ayrı çizilmiş, yapılandırılmış ve değişmez gördüğümüz olgulara radikal bir çokkatmanlılık özelliği atfeder” (Haggerty & Ericson, 2000: 608). Deleuze ve Guattari’nin bu yolla ele aldıkları olgulardan biri devlettir. Deleuze ve Guattari’nin devlete yönelik ayırt edici yaklaşımları yersizyurdsuzlaştırma ve yeniden-yeryurdlandırma arasında gördükleri felsefi farktan kaynaklanır. ‘Felsefe Nedir?’de Deleuze ve Guattari (1994: 67–68) “hangi çağda olursa olsun, en ufak bir şeyde ya da en büyük meydan okumalarda herkesin bir yurd aradığını, yersizyurdsuzlaştırmalara maruz kaldığını ya da bizzat birilerini yersizyurdsuzlaştırdığını ve herhangi bir hatıra, rüya ya da fetiş üzerinden yeniden-yurdedindikleri” görmemiz gerektiğini söylerler. Bu yersizyurdsuzlaştırma ve yeniden-yurdedindirme süreçleri şehrin ve devletin de içine işlemiştir.

“Devlet ve Şehir, tersine, bir yersizyurdsuzlaştırma gerçekleştirirler, çünkü devlet tarımsal arazileri (territory) yan yana sıralayarak ve onları daha yüksek bir aritmetik Birlik ile ilişkilendirerek birbirleriyle karşılaştırır; Şehir ise araziyi, ticari çevrelerde sürebilecek bir geometrik genişliğe uyarlar. Devletin “imperial spatium”u ve şehrin “political extensio”su, devletin yerel grupların yeniden-yurdedindirme arazileri benimsemesi halinde ya da şehirin artalanına sırtını yasladığında oluşan yersizyurdsuzlaştırma gibi araziye dayalı (territorial) ilkeler değillerdir. Birisinde saray üzerinden yeniden yerleştirme söz konusuyken diğerinde bu yeniden yerleştirme Pazaryerleri ve ticari ağlar üzerinden sağlanır” (a.g.e: 86).7

Devletler, organizasyon ve görünüm bakımından aynı ya da benzer değillerdir. “Devletler sadece insanlardan değil; ağaçlardan, tarlalardan, bahçelerden hayvanlardan ve eşyalardan oluşurlar (Deleuze & Guattari, 1988: 385). Ancak “her devlet kendi içinde varlığının temel anlarını barındırır.” (a.g.e). Deleuze ve Guattari’ye göre bunun nedeni, devletin tanımlı bir tarihsel dönemin gidişatı içinde evrimleşmesi değildir, devlet “tamamen silahlı olarak ortaya çıkmıştı ve hepsini tek seferde bir esas darbede gerçekleştirdi.” (1987: 217). Marx’ın Asya üretim tarzı fikriyle birlikte anılan başlangıçtaki despot devlet, çeşitli çerçevelerde somut bir varlık içinde gerçekleşen başlangıç soyutlamasıdır. Artık devlet, akışlarını koordine ettiği ve bağımsız tahakküm ve tabiyet ilişkileri ifade eden bir kuvvetler alanına tabi kılınmıştır.” (a.g.e: 221). O halde devlet bugün, para ve mülkiyet için icat ettiği çözülmüş kod akışlarından oluşur; hâkim sınıflardan oluşur; işaret ettiği şeylerin arkasına korkuyla sinen devlet, “kendi kendini çözülmüş kod akış alanlarının içerisinde üretir.” (a.g.e). Bu yüzden devlet, artık kendi işlevlerinin uygulanması yoluyla somutlaşan sistem tarafından belirlenir, ancak aynı zamanda tam da çözümlediği bu kuvvetlere tabi olarak kalır. Aslında, “Devletin oluşunun iki yönü vardır: giderek çözümlenen ve fiziksel bir sistemi oluşturan toplumsal kuvvetler alanında içselleşmesi; ve giderek üstkodladığı dünya ötesi (supraterrestrial) bir alanda metafizik bir sistem oluşturarak tinselleşmesi.” (Age: 222). Bu noktada toplumsal anarşistlerin hitap etmeleri gereken bütünlük karşımıza çıkar. Devlete karşı yalnız kabaca bir siyasi hileyle karşı koymanın, devletle ilgili bu yeni anlayış karşısında pek de mantıklı bir tarafı yoktur.

Postyapısalcı anarşizmde direniş, iktidarın doğasını yansıtmak ve somutlaştığı her yerde ona karşı koymak amacını taşır. Bu açıdan bakıldığında postyapısalcı direniş anlayışı, kapitalizmin gösterisine karşı koyan ve eşzamanlı olarak onu alt eden ve böyle yaparken de yapısal iktidar merkezi olarak görülen sermayeye karşı ekonomik saldırılardan uzaklaşılmasının sinyalini veren Situasyonist mirası sürdürür. Sonuç olarak, bütünlüklerin dinamiklerini yıkmak için alternatif muhalefet tarzlarından yararlanılır. Direniş, bundan böyle kendisini politik olanla ya da sermayenin temsilcisi olarak kabul edilen burjuvaziye karşı bir söylem geliştirmekle sınırlamaz. Direniş artık toplumsal ve kültürel formları da dikkate alıyor; başka şeylerin yanında anti-kapitalist hareket yoluyla ifade edilen son dönemdeki radikal muhalefetin yeni toplumsal hareketler için bu direniş ve yıkıcı tarzlar merkezi bir önem taşıyor.

Son dönemde gerçekleşen anti-kapitalist gösterilerin medyadaki sunumu bizleri, anarşistlerin tıpkı Joseph Conrad’ın Gizli Ajan’ı gibi yirminci yüzyıl başı edebiyatında resmedilen on dokuzuncu yüzyılın kimi gizli terörist örgütlenmelerini hatırlatan bu tür hareketlerden kopamadıklarına inandırıyor. Gerçekten de Apter’ın belirttiği gibi anarşizm, “mantıksızlık ve bombalar, şiddet ve sorumlulukla ilişkilendirilir.” (Apter-Joll, 1971: 1) Şiddetin, bir protesto tarzı olarak doğrudan eyleme eşlik ettiğini inkâr etmenin beyhude olduğunu düşünüyorum, ancak şiddetin kabul edilebilir bir şey olup olmadığı tartışmalı bir nokta olarak kalır. Bu noktada Kropotkin’de olduğu gibi, toplumsal anarşizm, şiddetin kullanımına karşı kimi tavsiyeleriyle geniş bir kilise olarak ortaya çıkarken diğer anarşizm tarzlarıysa polisle ve diğer hasımlarıyla fiziksel bir kavgaya girmeye hazırdır.8


Dave Morland


Notlar:

1. John Armitage ve John Carter’a bu yazının ilk haline dair yorumları için teşekkür etmek isterim.

2. Bu bölümün amaçları açısından toplumsal anarşizm, ondozuncu yüzyılın Proudhon, Bakunin and Kropotkin gibi figürleriyle birlikte anılan yazılar ve pratikler olarak tanımlanır.

3. Bakunin’in özünde bir Leninist önderlik rolü takınan, Gizli Kardeşlik’e ara sıra tavsiyelerde bulunmasındaki ironi, okurlarının gözünden kaçmamıştır ve yazılarındaki muğlâklıkların belirtilerinden biridir. (Bkz: Dolgoff, 1973: 148-155) Bir başka belirsizlik de eylem yoluyla propaganda ve şiddetin rolü konusunda su yüzüne çıkar ki anarşizmin, devrimci yöntemde araçlarla amaçların birbirine uygunluğu hususundaki ısrarına her zaman rahat bir şekilde uyum göstermez.

4. Postyapısalcılık, Foucault ve Derrida’nın yazılarıyla yakından ilişkilidir. Basitçe ifade edersek, insanın koşullarının (mesela Marx’ta görebileceğimiz gibi) ekonomi gibi altta yatan yapılara referansla anlaşılabileceği şeklindeki açıklamaların, bu yapıların onları inşa eden söylemlerin dışındaki nesnelci analizlere konu olmasının reddidir.

5. Başka bir yerde tartıştığım gibi (Morland, 1997), anarşizmi insan doğasına ilgilendiren bir iyi varsayımın sahibi olarak tanımlamak basitleştirici ve hatalıdır.

6. Dikkat etmek gerekir ki Moore postyapısalcı anarşizmi onaylayan biri değildi. Moore daha ziyade, kendisini Debord, Vaneigem, Zerzan ve Perlman gibi figürleri birleştiren ikinci dalga anarşizm olarak adlandırdığı bir düşünce ile nitelendirirdi. Bu uygun bir gruplandırma değildir, situasyonistlerden primitivistlere bir yelpaze içerir.

7. İtalikler yazara ait.

8. Pasifizmle çok güçlü şekilde ilişkilendiren iki anarşist Tolstoy ve Gandhi’dir. Çoğu anarşist, şiddetin kullanımı karşısında şüpheli olarak kalır. Anarşizm ve şiddet konusuna yararlı bir giriş David Miller’ın Anarşizm (1984) adlı çalışmasıdır. Bkz. 8. bölüm.

Hiç yorum yok: