Özet: Roland Robertson’un küreselleşmeye ilişkin literatüre temel katkısı söz konusu kavram hakkındaki analizlerde kültüre öncelik vermiş olmasıdır. Özellikle küresel ekonominin ve ulus aşırı medya ağının kültürel sınırları ortadan kaldırdığı ve böylelikle küresel bir kültüre yol açtığına yönelik
analizler göz önüne alındığında Robertson’un analizleri hayli önem taşımaktadır. Kültüre merkezi bir rol vererek Robertson bir taraftan köklerini modernitenin oluşturduğu bir küresel kültürün oluşumunun önüne geçerken diğer taraftan da farklılıkları ortadan kaldırmayı amaçlayan küresel hegemonyaya meydan okumaktadır.
1. Giriş: Küreselleşme Tartışmaları ve Roland Robertson
Küreselleşmenin ne olduğuna ve ne zaman ortaya çıktığına ilişkin bir mutabakat olmadığı gibi, böyle bir olgunun var olup olmadığı da tartışmalıdır. Bu itibarla söz konusu olguya dair net bir söylem ortaya koymak zorlaşmaktadır. Birçoğu belli bir iktidar odağına hizmet etme kaygısıyla üretildiği için, çok sayıda küreselleşme söylemi mevcuttur. Bu, ister istemez, kavramın “farklı anlamlarda, farklı amaçlar için kullanılması” sonucunu doğurmaktadır (Keyman, 2000: 18). Guillén (2001: 240–254) küreselleşme söylemleri arasındaki temel farklılıkları şu sorular etrafında özetlemektedir:
Küreselleşme diye bir şey var mı? Küreselleşme bütünleşmeye yol açıyor mu? Ulusal devlet olgusu ortadan kalktı mı? Küreselleşme modernitenin devamı mıdır? Bu süreç küresel bir kültür üretmekte midir?
Hirst ve Thompson (2000: 27) aslında küreselleşme diye bir şeyin olmadığını, bugün küreselleşme olarak adlandırılan olgunun önceki zaman dilimlerinde de var olduğunu, hatta eski dönemlerin bu anlama daha açık ve daha bütünleşmiş bir görünüm sunduklarını iddia etmektedir. Buna mukabil,
diğer pek çok düşünür ekonomik, politik ya da kültürel bir küreselleşmenin mevcut olduğu yönünde bir fikir beyan etmektedir. Küreselleşmenin tüm toplumları tek bir ekonomik politik ve kültürel bir birimde bir araya getireceği (küresel bütünleşme) önermesine ise Giddens’dan Friedman’a Robertson’dan Cox’a kadar birçok düşünür karşı çıkmaktadır. Diğer taraftan John Meyer ve Daniel Bell gibi düşünürler küreselleşmenin bir bütünleşmeye yol açtığı hususunda ısrarcıdır (Guillén, 2001: 244-247).
Küreselleşmenin ulusal devleti sorunlu bir hale getirip getirmediği konusunda ise çok sayıda farklı görüş mevcuttur. Örneğin Robert Cox küresel bir “prestroika”ya atıfta bulunarak Westfalya’nın mirası olan bağımsız devletler sisteminin çöktüğünü ve bunun yerini Ortaçağ Avrupasının çok düzeyli (multi-level) düzeninin aldığını belirtmektedir (aktaran, Payne, 2004:215). Aynı şekilde, Dani Rodrik (2004) küreselleşmenin, sosyal ve politik gerilimlere yol açarak, ulus devlet olgusunu sorunlu hale getirdiğini iddia etmektedir. Öte yandan, Cox ve Rodrik’ten farklı olarak, Smith küreselleşmenin
milliyetçiliği olumsuz yönde etkilemediğini dolayısıyla da ulus devletler sisteminin bir krizle karşı karşıya olmadığını söylemektedir. Smith’e göre sorun, alt-etnilerin bir kimlik talebiyle ortaya çıkarak yeni bir devlet kurma yönünde baskı yapmalarından kaynaklanmaktadır (2002: 113-114). Benzer şekilde Robert Gilpin de, ekonomik bir küreselleşmenin varlığını kabul etmekle birlikte, ulus devletin bu yapı içinde varlığını sürdüreceğini ileri sürmektedir (2004: 357-358). Küreselleşmenin modernite ilişkisi bağlamında Robertson ve Albrow, Giddens’ın (2004) “küreselleşme modernitenin devamıdır” şeklindeki iddiasına itiraz etmektedir. Onlara göre, zamansal olarak moderniteden sonra olmakla birlikte küreselleşme bir sonuç değildir. Küreselleşme bir dönüşüm, dünyanın mekânsal anlamda küçülmesi olarak algılanmalıdır. Son olarak, Marshall McLuhan (2001) “küresel köy” kavramsallaştırmasıyla, Ohmae (1995) de “sınır-aşan medeniyet” tanımlamasıyla küresel bir kültürün oluştuğuna işaret etmektedir. Buna mukabil Anthony Smith (2004: 278) “küresel kültür” kavramının sorunlu olduğunu ifade etmektedir. Ona göre “kültür” kavramı çoğul bir olguya tekabül ettiğinden
“küresel kültür” diye bir şey olamaz.
Küreselleşmeye ilişkin bu zengin -ve bir o kadar da karmaşık- literatüre Roland Robertson’un katkısı, kültürü bir çıkış noktası alarak alıyor olmasıdır. Robertson, bütünleşme sürecinde farklılıkların korunabileceğini ileri sürerek verili iktidar yapılarını güçlendiren küreselleşme söyleminden uzaklaşmaktadır. Cox’un (1986: 204) “teori her zaman ‘birisi’ ve ‘bir amaç’ içindir” tespitinden
hareket edilir ise, genel olarak, küreselleşme söyleminin verili iktidar yapılarına hizmet ettiği görülür. Nitekim küreselleşme olgusunu, “merkezinde Batı’nın olduğu bir tek tiplileşme”, bir başka ifade ile “modernitenin gezegen ölçeğinde yaygınlaşması” olarak tarif etmek “Avrupa merkezci” bakışın
bir ürünüdür. Bu olgunun çevreye de birtakım imkânlar sunmakta olduğu söylenerek, aslında merkez ile çevre arasındaki verili durum güçlendirilmektedir. Kaldı ki, küreselleşmeyle birlikte çevre’nin kendini gerçekleştirme imkânı bulmuş olması, verili sistemde bir değişiklikten çok, çevre’nin eylem
temelinde kendini yeniden üretmesi anlamına gelmektedir.
Tam da bu noktada, küreselleşmeye ilişkin analizlerde kültüre verilen önem, verili hegemonya yerine farklılığa hizmet etmekte, belli bir hegemonyanın varlığını meşrulaştırmaktan ziyade farklılığa küreselleşme sürecinde önemli bir yer vererek küresel bir hegemonyanın önüne geçmektedir. Böylesine bir söylem iktidara değil insana ilişkindir ve küreselleşme sürecinde farklılıkların sürdürülebilirliği bağlamında küresel hegemonyanın bütünleştirici yapısına meydan okur. Kültürün görece özerkliği farklılıkların sürdürülmesinin önemli ön şartı olması dolayısıyla küreselleşmeyi kültürden bağımsız analiz etmek farklılıkların mevcudiyetini tehlikeye atacağından, Robertson’ın kültür merkezli analizleri hayli önem taşımaktadır.
Ali Balcı