25 Haziran 2010 Cuma

Küreselleşme ve Türkiye'nin Kültürel Ekonomisi: Aktörler, Söylemler ve Stratejiler

          Küreselleşme (diğer adıyla neoliberalizm) olgusu üzerine dünyada ve Türkiye'de akademik ve kamusal tartışmalar iki boyutta ilerlemektedir. Birinci tartışma, küreselleşmenin ne olduğu, neyi içerdiği gibi sorularla ilgilenir. Bu tartışmada farklı kutuplar yer almakla birlikte, küreselleşme özellikle 1980'li yıllardan itibaren (biraz daha geriye, 1960'lara dayandıranlar da söz konusudur) dünyada devletler, toplumlar, ekonomiler ve kültürler arası ilişkilerin genişlemesini, derinleşmesini ve hızlanmasını temsil eden bir süreç olarak tanımlanır. Dünyada artık herhangi bir yerdeki olay hızla bir başka yerde etki yaratabilmektedir. O yüzden de küreselleşmeden söz ederken süreçlerin derinleşmesine, yaygınlaşmasına ve hızlanmasına vurgu yapmaktayız. Bazı görüşlere göre, küreselleşme yeni bir şey değildir; kapitalizm zaten dünyada her zaman bir karşılıklı bağımlılık yaramaktadır. Bazı görüşler ise küreselleşmenin çok yeni bir olay olduğu, yeni bir küresel dünyada, küresel çağda, küresel toplumda yaşadığımız yönündedir.

          Küreselleşme olgusunu içeren ikinci boyuttaki tartışma yine tanımdan başlar. Küreselleşme bugün beraber yaşadığımız bir tarihsel süreçtir. Bu süreçte dünyadaki farklı bölgeler arasındaki ekonomik veya siyasal ilişkiler yaygınlaşmakta, derinleşmekte ve hızlanmaktadır. Bu tartışmada önemli olan, yaygınlaşma, derinleşme ve hızlanma sürecinin etkileridir. Küreselleşme, ekonomik, sosyolojik ve kültürel etkileri olan tarihsel bir süreçtir. Bu süreç içinde dikkat çeken unsur, artık eski yapıların yavaş yavaş önemini kaybettiği bir dönemin ortaya çıkmasıdır. Küreselleşmeyi etkileri temelinde düşünürsek, eskinin yok olduğu, fakat yerine yenisinin doğmadığı bir geçiş dönemi olarak tanımlayabiliriz. Bu geçiş döneminde ayırt edilmesi gereken nokta devletin değil ulus-devlet kavramının, ekonominin değil ulusal ekonominin ve kimlik değil ulusal kimlik anlayışının eski geçerliliklerini yitirmeleridir. Aynı zamanda, küreselleşme bu eski kavramların yerine geçecek kavramları üretmeyen, ama bu kavramları tekrar düşünmemiz ve yeniden yapılamamız gereken bir geçiş sürecine anlam vermektedir. Bugün, devleti, ekonomiyi ve kimliği küreselleşme süreçlerinin etkileri temelinde yeniden düşündüğümüz bir dönemde yaşıyoruz.

          1980'lerden başlayarak özellikle de 1990'lar Türkiye'sini ve bugünkü Türkiye'yi okuduğumuzda, ekonomik yapının yaygınlaşma, hızlanma ve derinleşme sürecine uyum sağladığını görüyoruz; artık içe dönük bir ekonomik yapıdan söz etmemekteyiz. Serbest pazar mantığındaki ekonomi, artık kendisini toplum içinde devlet-toplum ilişkilerinin düzenlenmesi bağlamında önemli hale getirmektedir ve ulusal bağlamda değil, bölgesel ve küresel bağlamda işlemektedir. Bu anlamda ekonomik yapının değişimi gerçekleşirken sadece ithal ikameci sanayiden ihraca dönük sanayileşmeye geçiş değil, aynı zamanda ve çok önemli olarak 1980'lerde başlayıp 1990'larda daha ön plana çıkan, ekonomik yapının içindeki aktörlerin çoğullaşması da söz konusudur. Bu aktörler sadece ekonomik baskı grubu olarak hareket etmemekte, kendilerini "sivil toplum” olarak, siyasi vizyona katkıda bulunan aktörler olarak, ulusal kimliğin parçalanma, yıpranma sürecinde farklı bir kimlik arayışını, anlayışını gündeme getiren aktörler olarak da tanımlamaktadırlar. Ve bu aktörler düzeyinde ekonomiyle kültür artık iç içe girmektedir. Bu yüzden de bir taraftan ekonomide serbest pazarın derinleşmesi ve egemen ideoloji haline gelmesini, ihracata dönük ekonomik sanayileşmenin önemli ve egemen oluşunu görürken, diğer taraftan ekonomik yapının değiştiğini, farklı aktörler içermeye başladığını görmekteyiz.

          Türkiye'de bu farklı aktörlerden biri TÜSİAD'dır. 1980'lerden sonra ve özellikle 1990'larda TÜSİAD'ın hareket tarzına bakıldığında, sadece bir ekonomik baskı grubu olarak işlemediği, aynı zamanda kendini bir sivil toplum örgütü olarak da tanımladığı görülür. TÜSİAD'ın hareket tarzında ekonomik referanslarla birlikte siyasal referanslar, kimlik referansları da mevcuttur.1990'lı yıllarda bu yapının işleyiş tarzında, demokratikleşme çalışmalarında, devlet reformu çalışmalarında ülkenin geleceğini küreselleşmede gören ve küreselleşmeye pozitif bakan bir anlayışın hâkim olduğu görülür. Küreselleşme içinde yer almakta AB'ye geçiş süreci büyük önem taşıdığından, TÜSİAD kendini AB'nin en önemli destekçilerinden biri olarak görmekte, bu anlamda gerçekleştirdiği faaliyetlerde de ülkenin geleceğini bireysel hak ve özgürlüklerde gördüğünü vurgulamaktadır. Bu vurguda esas düşünce şudur: Türkiye'de bir etnik kimlik, yani Kürt sorunu vardır, ama bunun çözümü etnik kimlikte değil, devlet-toplum ilişkilerinin bireysel haklar temelinde düzenlenmesindedir. Eğer herkes bireysel haklar temelinde devletle ilişkiye girerse, bu anlamda Kürt sorunu temelinde Kürt vatandaşlar bireysel haklarına sahip olursa bu sorun çözülür. Aynı şekilde TÜSİAD'ın İslam'ın yükselişine bakışı da bireysel hak ve özgürlükler temelindedir. İslam kendisini seküler, laik yapıdan uzaklaştırdığı ölçüde tehlikeli olmaktadır. Fakat İslam'ı, Türkiye'nin çoğulcu yapısı içinde bir kimlik olarak benimsersek ve bu kimlik yapısı içinde İslami kesim kendisini bireysel hak ve özgürlüklere sahip bireyler ve vatandaşlar olarak düşünürse bu sorunlar potansiyel tehdit unsuru olmaktan çıkar. O yüzden de çözüm, bireysel hak ve özgürlüklerdedir. Cumhuriyet devlete, topluma karşı görevlere dayalı, bireysel hak ve özgürlükleri ikinci plana atan vatandaşlık rejiminde çok ciddi bir değişmeyi içerir. Türkiye'deki insanların bireysel hak ve özgürlüklerini korumaya dönük çalışmalarda bulunulması, ülkenin yapısının devlet-merkezci, organik yapıdan liberal bir yapıya dönüşmeye başlamasını sağlayacaktır. Bu liberal yapı devlet ve toplum arasında, AB'ye, küreselleşmeye dönük bir demokratikleşme sözleşmesine dayalıdır. Sonuçta 1971'de kurulduğu dönemden itibaren bir anlamda askeri darbeleri destekleyen TÜSİAD'da 1980'lerden sonra, özellikle 1990'larda çok ciddi bir söylem değişikliği olduğunu görüyoruz.

          1980'lerden sonra ortaya çıkan ve 1990'lardaki toplumsal dönüşümü temsil eden, tüm Anadolu'da yaygınlaşan MÜSİAD, TÜSİAD'a alternatif olarak İslami temelde ortaya çıkan, bağımsız sanayici ve işadamları tarafından kurulmuş ikinci önemli aktördür. TÜSİAD daha büyük burjuvaziyi, daha büyük ölçekli ekonomik aktörleri temsil ederken, MÜSİAD bugün KOBİ'ler dediğimiz orta ve küçük işletmeciliği desteklemektedir; üyelerinin % 90'a yakını orta ve küçük işletmelerdir. MÜSİAD ekonomik yaşamın küreselleşmeye uyum sağlama sürecinde Türkiye'de belki TÜSİAD'dan daha önemli bir aktör olarak yer almış, ekonomik yaşamdaki aktörlerin çoğullaşması ya da Türkiye'deki ekonominin dışa dönük hale gelmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. TÜSİAD'dan farklı olarak İslam ile ekonominin beraber gideceğini simgeleyen bu örgüt, Anadolu'da çok ciddi bir örgütlenmeye giderek küçük ve orta işletmeler arasında dayanışmaya ve güvene dayalı bir ağ kurmuştur. MÜSİAD bu hareketi yaparken ve İslam'ı bu anlamda ekonomiyle ilişkilendirirken, Güney Asya ekonomilerinin yaratmış olduğu büyük zenginliğe dayanan şöyle bir savı vardır: Serbest pazar hakikaten toplumların geleceğidir, beraber olmamız gereken ekonomik ve toplumsal hayatı düşünmemiz gereken temeldir, bu alanda bir sorunumuzun olmaması gerekir.

          TÜSİAD'ın yarattığı sorun, Batı modern toplumlarının ya da TÜSİAD'ın serbest pazara dayalı olmasından değil, serbest pazar ile bireyciliği beraber düşünmesinden kaynaklanmaktadır. Bu ikisini beraber düşündüğünüzde bir ahlaki sorunla karşı karşıya kalırsınız; herkes kendini düşündüğü için, herkesin arasında bir toplumsal sözleşme kurmak mümkün olmamaktadır. MÜSİAD'ın en büyük açılımı, Türkiye'de serbest pazar ile dinsel ve geleneksel değerleri birleştirmenin çok daha önemli olduğunu, çok daha etkinli olduğunu vurgulamasıdır. Serbest pazara karşı olmayan ve bu anlamda kapitalist, burjuva, batılı, Max Weber'in Protestan etiğini kabul eden bir yapıya sahiptir; fakat bu serbest pazarı dinsel ve geleneksel değerlerle birleştirir. MÜSİAD ayrıca ikili bir yapıya sahip olan toplum vizyonu geliştirmiştir. Bunlardan biri, bugün çok net gördüğümüz, İslam'ın ya da dinsel değerlerin, geleneklerin insanları geriye götürücü, fakirleştirici olmadığı bilakis Türkiye örneğinde serbest pazarla birleştiğinde zenginleştirici olduğudur. Cumhuriyet rejimi içinde ve modern dünyada dine her zaman modern dünyanın, tarihin gerisinde kalmış ve toplumlar ilerledikçe önemi azalacak bir unsur olarak bakılır. Halbuki MÜSİAD mantığıyla tam da bunun tersine, İslami değerler zenginleşmeyi, merkezde olmayı, şehirleşmeyi, modernleşmeyi gösterir. Ve güven ve dayanışma mekanizmaları içinde zenginleşen bir İslam söz konusudur. Bugün AKP iktidarının toplumdan almış olduğu oyların yalnızca fakirlerden, dışlanmışlardan değil, aynı zamanda zenginleşen Anadolu'dan, İstanbul'dan gelmesinde MÜSİAD'ın orta ve küçük işletmeler arasında kurmuş olduğu bağın çok önemli bir yeri vardır.

          MÜSİAD'ın TÜSİAD'dan farklılaştığı bir diğer nokta, İslam'a dayalı, bireysel haklar değil bir üyelik temelinde toplumu örgütleyen anlayışıdır. Bu anlayış belli anlamda cemaatçilik, belli anlamda ekonomik örgütlenmedir. Bu doğrultuda bir ekonomik yapıya, bir işletmeye baktığınızda o işletmenin sahibi ile çalışanı arasında farklar olmakla birlikte her ikisi de o yapının üyeleridir. Bu da, topluma bireysel hak ve özgürlükler temelinde değil, ahlaki olarak, geleneksel ve dinsel temelde bakmayı beraberinde getirir. Bu anlayışın bir başka şekillenişi, işletmelerde çalışanların kendilerini o yapının üyesi olarak gördükçe bir işçi olarak hak talebinde bulunmamaları, o işletmede sendikalaşmanın, sendikal hakların ikinci plana atılmasına yol açar.

          Küreselleşme sürecinde olgunlaşan üçüncü ekonomik aktör, il ve bölge temelinde örgütlenmiş ticaret ve sanayi odalarıdır. SİAD olarak anılan bu yapıların güçlü olduğu yerler, bu dönemde ekonomik olarak hamle yapmış bölgelerdir. SİAD'lar var oldukları yerde belediyeyle, üniversiteyle ne kadar birlikte hareket etmişlerse o il o kadar güçlenmiş olur. Örneğin Çorum ve Yozgat'ı karşılaştırdığınızda iki ayrı şehir görürsünüz. "Üniversite istiyoruz, devlet bizi küreselleştirsin” diyen Yozgat'ın 70 km yukarısında Çorum'da "aile şirketleri temelinde biz nasıl şehrimizi geliştirebiliriz” anlayışı hakimdir. Devletin dışında bu illerde böyle bir örgütlenmeye gidilip aile şirketleri temelinde ne yapılabileceği anlayışının yaratılması bu tür illeri zenginleştirmiştir. Bunu yapmayan iller ise fakirleşip bu süreçten dışlanmaya başlamaktadırlar. Fakat ilginç bir şekilde, TÜSİAD'dan farklı, MÜSİAD'a biraz daha yakın sayabileceğimiz, gelişimi amaçlayan illerin hepsinde ekonomik aktör olmak aile şirketlerine ve geleneğe dayalı olduğundan, bireysel hak ve özgürlükler, liberalleşme gibi mantıklar yoktur. Önemli olan ili büyütmek, yerelin güçlendirilmesidir.

          1990'larda, yaşanan ekonomik ve kültürel değişime ayak uyduramayan bir siyasal yapı görülür. Zaten küreselleşmenin Türkiye'ye etkilerinin belirginleştiği nokta, 1990'lar içinde değişen ekonomik ve kültürel yapı ile siyasal yapı arasında büyük bir boşluğun ortaya çıkması, ekonomik değişime devlet yapısının, siyasal aktörlerin yanıt verememesidir. Toplum sivil toplumu, toplumsal talepleri ve diğer tarafta kimlik sorunlarını üretirken, değişimleri kontrol altına alamayan bu siyaset anlayışının tezahürü, "siyasal istikrarsızlık” dediğimiz olayın 1990'lara damgasını vurması olmuştur. Kimilerine göre bu durumun çözümü koalisyonlar oluşması, merkez sağı ve merkez solu birleştirmekti. Oysa önemli olan kültürel ve ekonomik yaşamdaki değişime nasıl yanıt verileceğiydi. RP'nin belediye seçimlerini kazanmasından bugün AKP'nin tek başına iktidar olmasına gelen süreçte, yani kimlik temelli partilerin yükselmesi sürecinde merkez sağ ve sol partilerin birleşmesinin çözüm olmadığı aşikârken sürekli olarak koalisyonlara vurgu yapılması, önemli kriz olaylarından biriydi.

          Bir diğer kriz, modernleşme tarihi içinde saflığı, ulaşamadığımız yüceliğiyle "devlet ana” veya otoriter, bizi yöneten "devlet baba” gibi kavramlarla düşündüğümüz devletin tamamen yolsuzluklarla sarılı bir yapıya bürünmüş olduğunu görmemizdi. Devlet ana/baba figürü toplumla ilişkisinde meşruiyetini kaybetmiş bir mekanizmaya dönüşmüştü. İkincisi, sürekli olarak devletle siyasetin çatıştığı bir alan vardı ve siyaset hiçbir zaman topluma dönük olmuyordu. 2000'lere girildiğinde Türkiye'de küreselleşme denen tarihsel bir süreç olduğu ve bunun etkilerine ayak uyduracak bir siyasal yapı olmadığı, ekonominin ve kültürün küreselleştiği, fakat ekonominin tamamen refleks şekilde kendi içine kapandığı, krize girdiği bir durum hâkimdi.

          19 Şubat 2001'de Türkiye'nin II. Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşadığı en büyük ekonomik krizin gerçekleşmesinin çok büyük ve ciddi sonuçları oldu. Ülkede işsizlik oranlarının ne kadar büyük olduğu, yoksulluk ve eşitsizliğin ne boyutlarda olduğu görüldü. Kriz bir anlamda makroekonomik denge dediğimiz şeyin çöküşüydü. Diğer taraftan bunu küreselleşmenin ülkedeki etkileri bakımında okursak, 2001 krizi toplumsal sorunlara çözüm bulamayan bir siyasal anlayışın yarattığı "yönetebilirlik” kriziydi. Bu dönem, Türkiye'de yeni bir ekonomik hayatın başlamasına yol açtı.

          2000'den bugüne geldiğimiz noktada iki önemli süreç yaşandı. Biri, 11 Eylül'le başlayan ve dünyanın yeniden yapılanmasını getiren savaş dönemidir. Amerika'nın tek başına (İngiltere ile birlikte) Ortadoğu'yu yeniden yapılandırdığı süreçte Türkiye çok önemli bir aktör haline gelmeye başladı. Buna paralel olarak AB ile ilişkiler de derinleşmeye başladı ve istikrarın temelinin devlet-toplum ilişkilerinin demokratik temelde düzenlenmesi olduğu anlaşıldı. 11 Eylül sonrasında, Müslüman ağırlıklı bir nüfusa sahip bir ülkenin demokratik ve laik olması önemli bir unsur haline geldi ve Türkiye demokrasiyle tanışırken aynı zamanda bunun kendisine çok faydası olacağını gördü. 3 Kasım seçimlerinde AKP'nin birinci, CHP'nin ikinci parti olması, ülkede yaşanan değişim içinde belli şeylerin yapılması gerektiğini simgeliyordu.

          Bugün artık devletin topluma dönük, toplumla bağlarını kuran, etkin ve verimli bir yapı haline gelmesi; serbest pazarın düzenleyici olması ve 1990'larda tamamen göz ardı edilen gelir dağılımı, tanınma ve siyasete katılıma dayalı sosyal adalet sorununun çözülmesi gereklidir.


Fuat Keyman

21 Haziran 2010 Pazartesi

İlkelcilik Üzerine Sıkça Sorulan Sorular

1. Çoğu şey şimdi daha iyi olmalı, fakat uygarlıktan önce yaşam daha sıkıcı, insanlıktan uzak ve kısa değil miydi?

     Bütün delillere göre değil. Yiyecek, barınak ve yakıt çok boldu, ve bu ihtiyaçları karşılamaktan başka çalışma yoktu. Ve eğer gerçekten yapmaktan hoşlandığın bir şey çalışma mıdır? Meyveleri toplamak fabrikada çalışmakla aynı şey değildir. Ne bir geyiğe sezdirmeden yaklaşmak, ne de bir kulübe yapmak veya biraz mantar bulmak. Vahşi insan için yaşam çalışma ve boş vakit olarak bölünmemiştir. Her şey kendi uygunluğunda eğlencelidir, yapılırken memnun edicidir. Medeni olmayan tarz, küçük, sıkı örülü, göçebe gruplar içersinde orman mahsullerinin toplanması ve avlanmasını gerektirir. Liderler, devletler, piramitler yoktur. Bireyler, orman yaşamına adapte olmaları için milyonlarca yıl evrildikleri şekilde insanın doğal çevresi içinde hayatta kalmak için pek çok yeteneğe sahiptir.

Onların yaşam tarzı akışkandır, ve yüksüz olarak toprak üzerinde seyahat ederler. Bu sebeple, güç yapılarına, yiyeceğin stok edilmesine, hiyerarşilere ve toprağı eken toplulukların diğer
özelliklerine ihtiyaçları yoktur. 


2. Yanomamo’lar hakkında televizyonda bir program gördüm ve korkunç insanlardı. Tamamen toplayıcı-avcıları idealize etmiyorsun değil mi?

     Yanomano’lar çiftçilerdi – ormanda tahrip edilerek açılmış alanlarda muz, plantain ve mısır yetiştirdiler, ve açık alanları yaktılar. Bahçecilik yiyeceklerinin %85’ini sağlıyordu. Onlar toplayıcı-avcı göçebeler değildi, onlar yerleşik çiftçilerdi. İnsanlar genelde kabile insanlarının farklı tipleriyle ilgili çok az anlayışa sahip olmaya yönelmişlerdir ve hepsini birlikte, ilkel veya yerli olarak tek bir gruba koyarlar. Fakat, kuş tüyü, G-string ve parlak kırmızı vücut boyası olan herkes, göçebe toplayıcı değildir. 


3. Fakat toplayıcı-avcılar içersinde dahi kabile şiddetinin olduğunu inkar etmiyorsun? 

     Evet, biraz şiddet var - şimdi ve tekrardan kabileler arası kavga - fakat nadiren herhangi biri ölüyor veya ciddi bir şekilde yaralanıyor, ve tüm maksat komşulara zarar vermektense bir miktar şiddeti dışarı vermek gibi gözüküyor. Ve asla komşularının toprağını almazlar, asla saldırmazlar, işgal etmezler ve yok etmezler. Diğer tüm kabileleri kendileri gibi aynı olmaları için zorlamazlar. 


4. Pekala, tamam, toplayıcı-avcı olarak mutlu olabilirdik, fakat bu çok uzun zaman önceydi ve geri gidemeyiz, geriye dönemeyiz, dönebilir miyiz? 


     Bazı Kızılderili Şeflerinin dediği gibi, “Eğer bir şeyi kaybedersek, onu bulmak için geri gideriz.” Çok azı şimdi kaybolduğumuzu inkar edeceklerdir. Öyleyse, uygarlıktan önce milyonlarca yıl boyunca neyin çalıştığına ve neyin dünyada bir çok yerdeki uygar olmayan insanlar için hala işe yaramakta olduğuna bakmak mantıklı olur. Bu insanlar bugün buradalar, öyleyse bu yaşam sadece geçmişteki bir şey değil, burada, hemen şimdi yaşanmış olan bir yaşam. Bunu başka bir yoldan düşünelim. 

     Eğer atletler öğrenmek isterlerse, toplayıcı-avcılara bakarlar: 

"İnsanın fiziksel aktivite şablonunun modeli spor salonları, atletik alanlar, veya uygulamalı fizyoloji salonlarında değil, evrimsel tecrübelerin çok uzun süreçleri üzerinde faaliyet gösteren doğal seleksiyon tarafından saptandı. Bu yazı, evrimin çağdaş insan performansı için potansiyelini nasıl
belirlediğini açıklar,.." Cordain, L., Gotshall, R.W., Eaton, S.B. Evolutionary aspects of exercise (Egzersizin Evrimsel Görüşleri). World Rev Nutr Diet 1997.

     Eğer beslenme uzmanları öğrenmek isterlerse, toplayıcı-avcılara bakarlar: Aşağıdaki bölüm, Paleolitik yiyecek grupları üzerinde temellenmiş çağdaş beslenme tarzının besinsel özelliklerini araştıran bir çalışmanın özetinden alıntıdır: 

"Evrimci biyologlar arasında, tüm türler gibi insanların, atalarının içinde bulundukları şartlara – bu, atalarının hayatta kaldıkları çevreye ve bu sebeple genetik yapılışlarını uygun bir duruma getirmiş çevre - genetik olarak adapte oldukları konusunda büyüyen bir farkında olma durumu var. Aynı zamanda, 10,000 yıl önce tarım ve hayvan çiftçiliğinin başlangıcı ile başlamış olan içersinde bulundukları şartlardaki (örneğin, günlük besinlerde ve diğer yaşam tarzı durumlarında) önce bulunmuş değişimler, insan genomunun düzenlenmesi için evrimsel zaman ölçeği üzerinde çok güncel olarak meydana geldi. Çağdaş insan beslenme tarzı ve genetik olarak belirlenmiş fizyolojimiz arasındaki uyumsuzluğun sonucu olarak, uygarlığın sanki davet edilmiş hastalıklarının çoğu meydana
çıktı." The Nutritional Characteristics of a Contemporary Diet Based Upon Paleolithic Food Groups Loren Cordain, PhD - Department of Health and Exercise Science, Colorado State University.

İçinde olduğumuz karışıklıktan nasıl kurtulabileceğimizi öğrenmek istiyorsak, toplayıcı-avcılara bakabiliriz. Bu, ilkelciliktir. Büyük programlar yok, herkesin kabul etmesi gereken koyulmuş planlar yok, herhangi birisinin okuması gereken kitaplar yok. Yalnızca insanlara delillere bakmasını sormak – toplayıcı avcıların gerçek, yaşayan delilleri – ve neler öğrenebileceğimizi  görmek.


5. Tamamen toplayıcı-avcıları idealize ediyorsun – bebek ölüm oranları farklı bir resim gösteriyor – bebeklerinin o yaşlarda ölmesini mi istiyorsun? 

     Bir kültürün sağlık belirtisi olarak sadece bebek ölüm oranını almak çok sınırlayıcıdır. İlkel insanlar hasta çocuklarının doğumda ölmelerine izin verirler. Bazı makinelerde yıllarca beyinlerin canlı kalması yerine bebeklerini sıvılar ile saklamazlar (Bu özel doğuştan gelen anormallik Amerika’da her bin doğumdan ikisinde meydana gelir). Uygar insan kimin yaşayacağına ve öleceğine karar verir. İlkel insan, Yaşamın/Doğanın karar vermesine izin verir. Kim bu kadar fazla düzensizlik yarattı? Kim dünyayı aşırı kalabalıklaştırdı? Kim ormanları yok etti, suyu kirletti, bütün petrolü çekti? Gerçekten burada cahil olanlar kimler? Tanrılar gibi davranan, ve yok olmanın kıyısına bizi getirenler? Veya tanrılar olmadıklarını bilen ve sağlıklı evlerinde özgürce yaşayanlar?

     Bu küçük ölüm oranlarını bir kenara koyalım ve ilkel insanların genel sağlıklarına bakalım, uzun ve dolu dolu yaşayan güçlü, sağlıklı bir insan görürüz. Uygarlığın rahatsızlıklarının hiçbirini (kanser, kalp hastalıkları, mafsal iltihabı) yaşamazlar ve hastalandıkları zaman, etraflarında özgürce yetişen bitkileri ve diğer iyileşme tekniklerini kullanarak çabucak iyileşirler. Bunlar çeşitli kıtalar üzerinde insanlardı – uygarlık ile çok az veya hiçbir kontağı olmayan insanlardı. İlkel insan, uygar ve evcilleşmiş insandan daha mutlu, daha sağlıklı ve daha dolu dolu yaşar. Bunu destekleyen çokça
antropolojik yazılar mevcuttur. Örneğin : “Orman İnsanları”, Colin Turnbull ve “İlksel Bolluk Toplumu”, Marshall Sahlins. Açıkça bilgileri gizlendiği yerden bulup çıkarmak çaba ve zaman alır, ilkel yaşamın uygar önyargılar ile meylettirildiği gibi. Fakat ilkel hayatla karşılaştırılmış uygar yaşamın yoksulluğu ve sağlıksızlığı hakkında şaşırtıcı gerçekleri gösterir.


6. Bu uygar olmayan, ilkel yaşayan insanların neden hiçbiri kalmadı, herkes uygarlığı nasıl kucakladı?

     Pek fazla yok, ama hala dünya üzerinde vahşi kalmış arazilerde uygar olmayan insanların milyonlarcası var. Fakat asimile edilmek için sürekli bir baskı altındalar, yağma ve talan etmek için arzulu madenciler, petrol şirketleri, kerestecilerce topraklarının tecavüze uğratıldığı üzere. Uygarlığın faaliyetleri, bu insaları ölüm acısı altında değişmeleri için zorlamaktadır. İlkel insanların değişimleri, misyonerlerin çocuklarını kaçırması, misyoner okullarına zorlanmaları, animist dinlerinin pratiğinin
yasaklanması, ormanların kesilmesi, yiyecek ve enerji kaynaklarının yok edilmesi, vb. baskıları içermektedir. Uygar olmayan insanların merhametsiz değiştirilme metotları çok iyi belgelenmiştir. Hatta papa, misyonerlerin Avustralya'da çocukların çalınması ve tevkif merkezlerinde insanları hapsetmeleri için özür dilemiştir. Uygar insanların ilkel insanlara nasıl davrandıklarının cevabı, bilmek isteyenler için mevcuttur. Evine ve ailene karşı yapılan hırçın, iğrenç saldırılardan hayatta kalmak için nasıl tepki vereceğini hayal edebilir misin? Eminim ki, çok fazla zaman geçmeden haça ve çapaya elini uzatmayacaksın bile. Hatta asimilasyon başladıktan sonra, süreç acı verici ve şiddetlidir. Bir kere kültürleri misyonerler tarafından yok edildiğinde boşluk, alkolizm, Hıristiyanlık, duygusuzluk ve kitle medyası ile dolduruldu. Hayatta kalmamış veya bunun gibi bir dünyada hayatta kalmak istemeyen ilkel insanlar hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Belki de köle yaşamını, yaşamaya değer olarak görmediler. 


7. Pekala şimdi, bizler bu çağdayız, toplayıcı-avcılar gibi tekrardan yaşamaya başlayamayız – milyarlarca insan toplayıcılık ve avcılık yapamaz, öyleyese koca nüfusun gelişimini desteklemek için çiftçiliğe ve uygarlığa ihtiyacımız yok mu?

     Şiddetli nüfus azalması gönüllü olarak isteyelim ya da istemeyelim olacaktır. Belli nedenler için bunların hepsini gönüllü ve tedricen yapmamız daha iyidir, eğer yapmazsak, insan nüfusu her halükarda kesilecektir. Dünya sadece belli miktarda yaşam formlarını destekleyebilir. Eğer belli bir tür içersinde çok yüksek miktarda artış varsa, gezegen kendi geri savaşır ve dengeyi kurar. Yaşam dünya için çok önemli bir şeydir, yaşamın herhangi belli bir formu için değil. Gezegen tarafından desteklenen çok fazla insan var ve bununla ilgili olarak bir şey yapmazsak, gezegen yapacak. Zaten görüyoruz… belalar, kıtlıklar, deniz baskınları… er geç bu çığ gibi artacak, değiştirmeye başlayana kadar. Diğer yaşam formları gibi bizler de biyolojinin aynı kanunlarının tesiri altındayız ve eğer dünyayı diğer yaşam formlarının bebeklerine zarar veren insan bebekleri ile doldurmayı sürdürürsek, birgün hiç kimsenin bebeği için bir gelecek olmayacak.


8. Doğanın kanunları? Ne hakkında konuşuyorsun sen? İnsanlar olarak bizler seçim ve özgür iradeye sahibiz, doğa kanunlarının etkisi altında değiliz.

     Önemli olduklarını düşünmesen de, doğa kanunları vardır. İzole edilmiş varlığın, karşılıklı yardımlaşma, yaşamın ağı gibi budala şeyler konusunda tasalanmaman gerektiğini söylese bile, bununla beraber hepsi oradalar. Doğanın kanunları. Veya Tolstoy’un açıklamasıyla, “Doğa kanunları ile ilgilenmeyebilirsiniz, fakat doğanın kanunları elbette sizinle ilgileniyor.” Eğer bütün petrolü kullanır, bütün gezegeni kazarsak, nehirleri zehirlersek, ormanları çöle çevirirsek ve yaşamın hepsini “genetik kölemiz ve mutantımız” yaparsak, akibetimizi anlayacağız. Bizler, ne yer, ne içer, ne soluyorsak oyuz. Eğer yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz her şeyi yok edersek sonra çok büyük bir karışıklık içersine gireriz.

     Bu özellikle memnuniyet verici bir düşünce değildir. Evimiz, gezegenimiz üzerindeki eylemlerimizin akibeti hakkında düşünce, beni çoşkunca bir neşe ile zıplatmıyor. Fakat içinde olduğumuz bu karışık durum ile yüzleşmeliyiz ve yaşam ağına bağlı olduğumuzu, doğanın parçası olduğumuzu, ve yaşamın geri kalanına neler yaptığımızı, kendimize neler yaptığımızı kabul etmeliyiz. (bizim dışımızdaki yaşama ve kendi kendimize ne yaptığımızı) Hayatı yokettiğimizi – kendimizi yok ettiğimizi anlamak için.


9. Öyleyse, kitlesel açlık ve sosyal çöküş görmek istiyorsun?

     Zaten kitlesel açlık ve sosyal çöküş var. Her gün açlıktan ölen milyonlarca insan var ve toplumumuz tamamen çökmüş durumda. Doğası gereği baskı ve hiyeraşi içeren bir şeyi onarmaktan öte, onu tamamen alt üst etmeliyiz ve çalışan bir şeyler bulmalıyız.

“Çalışma” dediğimde, ormansızlaştırmaya, toprak yüzeyi erozyonuna, sellere, kıtlıklara, eşitsizliğe, hiyerarşiye, zehirlenmiş su, besin ve havaya, ve evimizin tamamen yıkımına yol açmayan bir şeyi kastediyorum. Sürdürülebilir bir şeyi kastediyorum (ve organik tarım sürdürülebilir değil – aşağıdaki çiftçilik bölümüne bakınız). Toplayıcı-avcı yaşam tarzı sürdürülebilirdir. İnsan tarihinin büyük bir parçasında çalışmıştı ve son zamanlarda çiftçiliğe ve uygarlığa başladık. Ayrıca dünyadaki uygar olmayan insalar için hala işliyor, fakat elbette uygarlık onları bozabilecek her şeyi yapıyor, öyleki uygarlığa daha fazla alternatif ve ilham yok.


10. Çıkarına kullanmak ve kontrol etmek yine de insanlık hali değil mi? 

      Uygarlık içersinde yetişmiş insanlar için, beyin yıkama işlemlerine maruz kalmış (okul, kolej, TV, vs.) dünyaki tüm yaşamın insanlar için kontrol altına alınması onlar için doğal gözükür. Onlar insan
üstünlüğüne inanmak için eğitildiler. Bu bakış açısının kibirliliği ve ahmaklığı, gülünç güç oyunları ile kafası meşgul edilmiş ve akıl kontrolüne, nükleer güce, vs. baş vurmadan hayatlarını yaşamaktan mutlu olan bu kültürlere aşikardır.

     Elbette diğer herkesin haksızca davrandığını düşündüğün bir yerde yetişmek, bunun normal olduğunu, deli gibi davranmak için normal bir yol olduğunu düşünmeni sağlayacaktır. Fakat gerçekten bu yaşamak için delice bir yoldur! Bütün dinler çeşitli benzer fikirlere/dogmalara sahiptir –
bunlardan biri insanların dünyayı yönetmek için tanrıdan bir emire sahip olduğudur. Bunu düşündüğünde garip bir fikirdir çünkü neden insan bu göreve sahip olmalıdır? Örnek olarak, onları bir çiçekten daha iyi yapan nedir? Bir çiçek insandan farklı bir güce ve enerjiye sahiptir, fakat insanlardan daha az enerjiye ve güce sahip olduğunu düşünen sadece insanlardır.


11. Öyleyse insan öldürmenin bir çiçeği öldürmek ile aynı şey olduğunu düşünüyorsun?

     Çoğu insan, insanlar ve doğanın geri kalanı arasında seçime indirgen yaptığını düşünür gözükürler. Gerçekten bizler yaşamın ağının geri kalanından ayrılmaz olmamıza rağmen; ağın bir parçası yok olduğunda, herkesin düşünüş tarzını etkiler. İnsanları soludukları havadan, içtikleri sudan, yedikleri yiyecekten ayıramazsın. Dağlardaki mahsüllerin üzerine saçılmış bir zehir nehirlerin içine akacak ve akıntı yönünde içme suyuna akacaktır. Rusyadaki nükleer reaktör patlaması yirmi yıl sonra Gallerdeki toprağı ekilemez yapar.

     Uygar propagandacılar, insanların dünya üzerindeki yaşamın geri kalanından ayrı olduğu inancını yaratmaktan hoşlanır, fakat kendi gözlerimiz ile bunun mümkün olmadığını görebiliriz. Bir insanın yaşamı içinden çıkılmaz suretle çiçeklerin yaşamına bağlanmıştır. Ve çiçekler her hangi bir insan gibi önemli derecede yaşama hakkına sahiptir, herhangi bir yaşam formunun yaşam hakkına sahip olduğu kadar. Bir sivirisinek veya mantar gibi pekala yaşam hakkına sahibiz.

     Ben dindar değilim, fakat hala insanın sivrisinekten bilinç üstünlüğüne sahip olduğunu düşünüyorum. Bütün uygar insanlar kalplerinde dindardır. Şimdi şu dini fikirler bazı gruplar içersinde pek moda değiller, gizlenmiş, derinlere saklanmışlardır. Dini fikirler kültürümüzün hala birer parçasıdır. İnsanın diğer yaşam formlarından üstün olduğu fikri, çoğu uygar insanı rahatsız eden yaygın ve derinlere tutturulmuş dini bir fikirdir. Bu, altı milyarın üzerinde insan yaşam formu ve daha az kurt, ayı ve hemen hemen diğer yaşam formlarının bulunduğu şimdiki duruma götürür. İnsan olmayan yaşam formları hergün yok edilmektedir, kitlesel açlığa, evlerinin yok edilmesine, zehirli yaşam tarzlarımızdan zehirlenmeye maruz kalmaktadırlar. Gezegen ızdırap, acı ve zevk ve sefa dolu yıkımla doludur. Şimdi kaynama noktasına ulaşıyor ve insanlar nesillerinin tükenmesi yolunda bir sonraki tür. Bunu değiştirmek için yollar aramaya başlayacağımızı düşünebilirsin. Doğa ile, uygar olmayan kendi doğamız ile uyum içinde yaşamaya başlamak. Hey, tüm bunlar mistik, anlaşılması güç büyü ve ayinler gibi geliyor. İlkelcilik bana dinin özellikle çirkin bir şekli olarak gözüküyor.
Gerçekte ilkelcilik, bütün dinlerden program sürücüleri, özgürlükten nefret eden kampanyalar olarak sakınır. Din, bizler yaşamın mevcut deneyimlerinden ayrıldığımız zaman doğan özellikle uygar bir huydur ve onlara ritüel ve anlaşılması güç büyü veya ayin ile vekalet etmeye başladı. Din her zaman
durumun kazancını ilerletti ve insanları kendi bireyselliklerini bazı yekpare güç yapılarına bırakmaya zorladı.

     Fakat yok etmek insan doğasındadır – Amerika’ya geldiklerinde neler olduğuna bir bak. İnsanlar geldiğinde, bir neslin kitlesel tükenişi meydan geldi. İnsanlar en az 35 bin yıldır Amerika’dalar. Kitlesel soy kırım 17-15 bin ve 13-11 bin önce yer aldı. 27 bin yıl önceki taş aletler Alaska’da bulundu ve 21 bin ve 25 bin yıl önceki insan kalıntıları ve eserleri Güney Amerika’da bulundu.

"Amerika insan yerleşimi üzerine çok makul sonuç, yerleşimin en az 35 bin yıl önce başladığıdır, fakat daha sonraki tarihlerde göç dalgalarını da kapsamış olması da olasıdır. " - "İnsan Evrimi" ; Roger Lewin.

     Dünyanın her yerinde meydana gelmiş kitlesel nesil tükenmesi, kitlesel sellerin, depremlerin, volkanizmanın, gelgite bağlı dalgalanmalar ve süratli bir şekilde gerçekleşmiş Buzul Çağı yok oluşu tarafından meydana gelmiş fenomenlerin sonucuydu. Bunun mükemmel tarifi, Graham Hancocks’un "Tanrıların Parmak İzleri" kitabında bulunabilir. İnsanların gelişi, kitlesel nesil tükenişi ile aynı zamanda meydana gelmedi – Buzul Çağı yok oluşu bunu yaptı. Yaklaşık 17 bin yıl önce, “Tazewell Yükselimi” maksimumdaydı. Daha sonra erimeye başladı, birden bire ve çarpıcı olarak, iki bin yıldan daha az sürede milyonlarca mil buzullardan arındı. Bu hızlı buzlu kalkması kitlesel nesil tükenişi ile rastlaşmaktadır. İnsanlar doğalarından yıkıcıdır argümanı tamamen bunu göstermez. Yıkıcı olanlar uygar insanlardır insan doğası değil, ve eğer yapmaya karar verirsek kendimizi/şeylerimizi değiştirebiliriz.


12. Şeylerin değişmek zorunda olduğuna katılıyorum, fakat onu tamamen fırlatıp atmadan uygarlığa ıslahlar yapamaz mıyız?

     Uygarlığa sahip olup, hiyerarşiye, köleliğe ve baskıya sahip olmamanın yolu yoktur. Hatta, şimdi sahip olduğumuz uygarlıktan daha küçük ölçekli eski uygarlıklar hiyerarşi ve kölelik üzerine kurulmuşlardı.


13. Eğer zorlanmasalardı, insanların piramitler veya Newgrange (Yaklaşık olarak İÖ 3200 yılında inşa edilmiş, Newgrange’daki Eski Çağa ait Koridor Mezar) gibi projelerde tüm gün köle gibi çalışacaklarını düşünür müsün?

     Ve uygarlığın var olduğu tüm yerler egemenlik altına alındı ve kısa süre içinde tüketildi. Bu yerlerin yok edildiğini fark ederek, Plato Yunanistandaki tüm ağaçların kesilmesine karşı önceden haber verdi, İncil şimdi çöl olan yerlerde ormanlardan bahseder, büyük Lübnan Selvisi yok edildi, İspanyadaki Romalıların iri sulama projeleri çölleşmelere yol açtı, Kuzey Afrika Mısırlılar tarafından yok edildi, Meksikadaki uygarlıklar Meksika çöllerine sebebiyet verdiler, ormanlar yok edildikten sonra Avrupadaki çok sayıdaki kıtlıklar, Afikanın çoğunun büyük bir kısmı peşin para ile satın alınan mahsullerce bu yüzyıl yok edildi – yıkımın katoloğu devam eder ve devam ediyor. İnsanın toplayıcılık ve avcılığın sürdürülebilir yollarını bırakıp onun yerine tarıma dönmesiyle her saniye devam etmektedir.

     Doğal olarak yıkıcı olan herhangi bir şeyi ıslah etmenin tamamiyle hiçbir anlamı yoktur. Yok etmek ve genişlemek uygarlığın doğasıdır. Yaşama hiçbir saygı yoktur, öyleyse düşünce olmadan hepsini çabucak yer. İnsafsızca, mesuliyetini düşünmeden hareket eder. Bir bağımlı gibi, düşkünlüğünü tatmin etmek için her şeyi yapacak. Bu kölemsi alışkanlığı tepmekten daha azı yapacaktır. Hayatta kalmamız ona bağlı.


14. Pekala, eğer organik, küçük ölçekli tarıma geçseydik, ekolojik felaketi önleyebilir miydik?

     Yukarıda da belirtildiği gibi, organik, makinalaştırılmamış tarım dahi sürdürülebilir değildir. Toprak madenciliğinin bu fenomoni hakkında daha fazla görmek için: "Toprağın üst tabakası ve Uygarlık " Amish (Jacop Amman’ın takipçileri olan ve başlıca 18. yy’da Amerika’ya yerleşmiş, Mennonite’nin katı mezhebine bağlı kişiler) hiçbir makine yada kimyasal kullanmadı ve şimdiye kadar toprağın üst kısmı 250 yılda yarı yarıya azaldı! Neredeyse Avrupa ormanlarının hepsi Orta Çağlarda – organik, makinalaştırılmamış tarım ile yok edildi. Yerküre, çiftçiliğin uygulandığı/uygulanmakta olduğu yerlerin örnekleri ile karmakarışık edildi. Çinin, Güney ve Kuzey Amerika’nın, Mısır’ın, İspanya’nın, İtalya’nın, Yunanistan’ın, Kıbrıs’ın, Hindistan’ın, Afrika’nın, Avrupa’nın ve Rusya’nın bir zamanlar orman, şimdi çölleştirilmiş veya temizlenmiş alanları. Kolombiya, Kuzey Amerika’daki toprak erozyonun 14 yıl boyunca tetkik ölçüleri aşağıdaki değerleri bulup meydana çıkardı:

Mısır arazilerindeki yıllık ortalama erozyon miktarı 19.7 ton, buğday arazilerindeki 10.1 ton ve sıra ile farklı ekinler ekilen (mısır, buğday, pamuk) arazilerde 2.7 ton. Mahsullerin sırayla ekilmesi erozyonun miktarını düşürüyorsa da, onu durdurmuyor. ("Erozyon Kontrolüyle İlişkideki Ekin Ekme Sistemleri" (Cropping Systems in relation to Erosion Control); M. F. Miller, Misouri Zirai Deneysel İstasyonu, 1936.)

Çin uygarlığının beşiği, endüstrileşmemiş, düşük seviyeli devamlı tarım için iyi bir örnektir:

"Toprak erozyonu, daha sonra şimdiki gibi, toprak yorgunluğunu takip etti. Kuzey-doğu bölgesindeki Çin uygarlığının eski evi, savaşın herhangi modern motorlarından çok daha yıkıcı güçlerce izleri bırakılmış koca bir meydan savaşını andırır." - "Dünyanın Tecavüzü (The Rape of the Earth)"; G.V.
Jacks ve R.O. Whyte, 1939

     Eğer düşük bir nüfus ve çok geniş alan varsa, ormanda bir alan harap edilerek ve yakılarak veya swidden (Endonezya’nın bazı bölgelerinde hala uygulanan, tahrip etme ve yakma tarımı. Ormanın dalgalı bir şekilde açıklık hale getirilmesi ve uzun nadas süreleri ile kısa toprağı işleme sürelerinin bulunduğu tarım sistemi) tarım sürdürülebilir olabilir. Harap etme ve yakma, “swidden” tarımdır. Kulağa pek yıkıcı gelmiyor, fakat ismi “swidden” olarak değiştirmek onun yıkıcılığını değiştirmez. Bütün tarımlar toprağı tüketirler, mineralsizleştirirler, yapısını değiştirirler, hatta toprak erozyonuna yol açarlar.

"Örneğin, Ulusal Sağlık Enstitüleri’nden Dr. Arthur Sorenson tarafından Yeni Gine Güney önünün güncel çalışması, bölgenin, Merkezi Alanların 400 milkaresinden fazla ilksel orman habitatlarında büyük ölçekli geri alınamaz hasar verildiğini gösterir. Bakire ormanların içersinde derinlerde yerleşme hareketinin ardından, Sık Kunai çimi terk edilmiş bahçe yeri ve ufak köy mevkilerinin yerini almıştır. Ormanın genel bozuşması, bahçeciliğin yıllarca sürdüğü bölgelerde gözükebilmektedir." - Marvin Harris, "Cows, Pigs, Wars, and Witches", Vintage Books, New York, 1989 (Orijinal olarak 1974’te basıldı).

     Tarımın yaklaşık 10 bin yıl boyunca sürmesini sağlamayı idare ettik (insan tarihinin ufacık kısmı), fakat onu daha fazla yapamayacağımıza dair izler var. Hemen hemen petrolü, gazı, ormanları, temiz suyu, topraktaki mineralleri, vs. bitirdik. Öyleyse daha uzun süre devam edemeyecek gibi. Bütün duyduğum “Sonumuz Geldi”. Bu ne çeşit bir kötümser bakış açısıdır..! Uygarlığımızın sonu geldi. Bizim gelmek zorunda değil. İnsanlar ve uygarlık ister istemez birlikte gitmek zorunda değiller – gerçekte var oluşumuzun çoğunda birlikte yol almadılar. İlkelciler insalara oturup kıyamet gününü beklemelerini teşvik etmiyor – onlar bunun hakkında bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Fakat mevcut sistemle ilgili şeyleri yapıyoruz. X grubundayız, x aktivitesini yapıyoruz, x mektuplarını yazıyoruz, x binalarını işgal ediyoruz, vs. problem kendileri için bizim geri kalanımızı köle yapan elit bir azınlık tarafından yaratıldı ve bir kere bu sistem yıkıldığında ve yerine x sistemi geldiğinde, her şey iyi olacaktır. İşleri daha iyi yapmak için uygarlığı başından defedip kurtulmak zorunda değilsin.


15. Kesin olarak işçilerin kendi kölelik araçlarını sahiplenmeleri şeyleri nasıl değiştirecek? Anarşistlerce sahiplenilmiş fabrikalar doğanın kanunlarına nasıl ihanet edecek ve ham maddeyi, elektiriği, vs. nasıl türetecek? Kesinlikle bu işçici ütopya nasıl çalışacak? 

     6 milyar işçi etrafta araba kullanıyor, bulaşık makinesi alıyor, dünyanın tüm madenini çıkarıyorlar, sanki yarın yokmuş gibi. Ve, böyle geçinip gittiğimizde herhangi bir yarın olmayacak!! Bu geçmişteki uygarlıklar ve günümüze ulaşan bizim uygarlığımızda doğru olabilir, fakat hiç durmadan gelişiyoruz ve bir gün bütün ana problemlerin icabına bakacağız. Şimdi gerçekleştirilen bilimsel araştırmaların çoğu askeri araştırmalardır. Öyleyse bu insanların sahip olacağı görüş açılarının türünü tahmin edebilirsin. Bütün teknolojimiz zararlıdır – hatta görünüşe bakılırsa “yeşil” teknoloji madenciliğe, madeni işlemeye, üretim fabrikalarına, vs. ihtiyaç duyar. Hala, şımarık veletler gibi, hepsi için hakkımız olduğunda diretiyoruz. "O benim! Onu istiyorum! Benim!"


16. Bu bilim karşıtı saçmalıkları daha önce duymuştum. İlkelciliğin bilim ile tam olarak problemi nedir?

     İlkelcilerin bilim karşıtı oldukları gibi bir mit var. Başka birisi hakkında konuşamam, fakat benim kişisel görüşüm, bilime baş vurduğumuz yolda çok büyük bir problem var ve haddi zatında bilim ile bir problem değil. Bilimi uyguladığımız yolumuz, onu diğer bütün konulardan izole etmeyi gerektirir ve onun gerçeklerini kavramak için yalnızca bizim nedenlerimizi kullanır. Her ne kadar, bazı bilim insanlarının bütün sanatlar ile (maji, simya, şiir sanatı ve hekimlik gibi) tecrübeli olduğu Avrupa’da
hermetic gelenek varsa, genel değişim saf bilimi ayırmaktadır. Bilim insanları laboratuarları içersinde kilitli hale geldiler, üzerlerinde çalışıyor oldukları her türlü, belirli şeyler üzerine zar zor odaklanmışlardır. Ahlakiyat bu insanlar ile dahi gösterilmez. Atom bombaları yapabilirler veya hayvanları klonlayabilirler veya HAARP projeleri yapabilirler ve hala geceleri rahat uyuyabilirler. Bilim yaşamdan koparılmıştır, varoluşumuzu oluşturan diğer her şeyden. Bilimimiz nedenin üstünlüğü üzerine temellenmiştir, bilimsel sanılan sezgi veya bilginin diğer çeşitleri üzerine değil. Bilmenin diğer yolları “isterik”, “mantıksız” ve “batıl” olarak etiketlendirilmiştir. Neden aslında pek de iyi çalışmayan bizlerin bir parçasıdır – çok mantıklı yaratıklar değiliz, daha çok duygusal, sezgi ile anlaşılan varlıklarız. Gerçekleri idrak etmek için sadece nedeni kullanarak kendimizi gereksizce daraltıyoruz. İçine açılmanın dışında evreni kuşatmayı deniyoruz. Onu hissedin. Bizim bilimimiz, içine edilmiş, güce aç dünya görüşümüzün bir ürünüdür. F. David Peat’ın "Blackfoot Physics" kitabında; bir beyaz Amerikalı bilim insanı Yerli Amerikalılarla çalışmaya gider. Onların biliminin herhangi bir batı bilimindan çok daha karmaşık olduğunu anlar, sadece şimdiki ileri kuatum fiziğinde neler olduğuyla karşılaştırılabilir. Batı biliminin dar ve kontrol merkezli olduğunu bulur, oysaki yerli bilimi hikayelerden, şarkıdan, ahlaktan, tabiattan, yaşam tarzından, vs.den ayrılmaz. Bu sebepten bilimi yaşamlarını uyum ve denge içersinde yaşamak adına yardım etmek için kullanırlar, Arapları bombalamak yada bilgisayarlar yapmak için değil. Bizimkisi gibi bir dünya görüşü ile, bilimimizin ürettiği her şey tehlikeli olacaktır. Ana problemlerimiz için teknolojik çözümler ümit etmek, balta kullanan bir manyaktan baltasını alarak ona bir silahı nasıl kullanacağını göstermektir! Problemlerimiz bilimimizce, dünya görüşümüzce, yaratıldı, bundan dolayı şeyler daha iyi olmadan önce bunu değiştirmeliyiz. Zaten biyo-bilgisayarlar ve güneş enerjisi geliştirmiştik – bu teknolojiler uygarlığı devam ettirmek için kullanılabilir. Ayrıca, Japonya’da yoğurt kültürleri üzerinden bilgisayarlar yapıyorlar.

     Bu, sadece silikonun gezegendeki en bol kimyasallardan biri olduğu için kum üzerinden bilgisayarlar yapabilirsiniz gibi bir şey! Bütün imal tekniği onu uygarlığa bağlı yapan şeydir. Her hangi bir şey üzerinden bir transistorün nasıl yapılacağına dair milyonlarca teori bulunmaktadır. Ve elbette bu transistörlerden birini çalışır yapmak için düzenlenen binlerce deneme. Herhangi kullanımda yer alan bir transistör, fiziksel olarak küçük ve ekonomik güç tüketimine sahip olduğu kadar, dayanıklı ve emniyetli olmalıdır. İlaveten, mikroişlemciler gibi elektronik devrelerde kullanılacak bu transistörler, mikroskopik olarak küçük ve üretimlerinin hızlı ve ucuz olması için büyüme süreçlerinin bazı ağ türleriyle üretilmiş olabilmesi gerekmektedir. Bundan dolayı aktif kimyasallar ve/ya biyolojik işlemler, eğer biri silikon-teknolojiye alternatif düşünmeye başladığında akla gelecek en son şeydir. Elektrik anahtarı olarak kullanılmış biyokimyasal işlemler doğal olarak kaotik, kararsız, önceden bilinemez, kontrol edilemez, gürültücü, ışıktan, ısıdan, titreşimden, kirlenmeden, ve sayısız elektromanyetik ışıma türevlerinden engellemeye maruzdur. Japonların bu "süt"le alakası olan bakteriyel transistörleri, belki de binanın yarısını ve tüm gerekli aletler için kilowat'larca enerji gerektiren milyar dolarlık laboratuarlarda bir kaç saniyeliğine muhafaza edilmiştir. Ve gerçek şuki, bakterinin canlı tutulması için sürekli olarak özel maddelerle beslenmek zorunda oluşu ilk sırada tüm şeyi tamamen uygulanamaz yapar - ve herhalükarda bakteri, çevresel koşulların ve zamanın değişimi ile bile belli belirsiz değişecektir, böyle bir ayarlama ile herhangi bir tutarlılığı reddedecektir. Teknolojinin telli-fantezi yaratıcı öneren kimseleri asla böyle fikirlerin nasıl mümkün veya pratikte nasıl uygulanabilir olabileceklerini zihinlerinde tartmazlar. Onlar, tekno dünyalarına "kurtarıcı" olarak duydukları herhangi yeni teoriye sadece inanırlar. Süthane bilgisayarlar sadece bir örnek - hidrojen yakıt hücreleri diğer bir örnek veya bir dev güneş panelinin dünyaya güç sağlayabilirdi iddası. Alternatif enerji ve alternatif ürünler fikri, onların hepsinin uygarlığın varoluşuna bağlı olduğudur. Bütün bu ümitsizlik işinde her şeye çare bulmakla gerçekten yanlış olan
şey, ne olursa olsun uygarlığı kurtarma tavrıdır.


17. Yüksek teknolojinin küresel sistemleri bize gizem, esaret ve zehirler getirmişti - bütün bunları bilirken neden herşeyin devam etmesini sağlamak isteriz? 

     Uygarlık yüksek teknolojinin küresel bir sistemi olmak zorunda değil – yerine küçük ölçekli, sürdürülebilir topluluklara sahip olabiliriz. Ve bu topluluklar istedikleri her şeyi nasıl yapacaklar. Arzuladıkları tüm uygar şeyleri. Sadece bilgisayarları değil – fakat kaşık veya kürek gibi şeylere ne demeli? Metalleri, alaşımları ve bileşikleri düşünün – maden çıkarma, tasfiye etme, işleme veya onlar için gerekli bu malzemeleri ve enerjiyi – ve onlar için malzemeler ve enerji girdileri ile tüm ilgili teknolojileri. Kimyasallar, plastikler, bakır teller, yalıtım, hassas yarıiletkenkenler, kapasitörler, hassas kristaller, tüm test ve ölçüm ekipmanları ve bunlar için ayar ekipmanları, vs.


18. Eski geri dönüşümlü şeyleri kullanabilir miydik?

     Hepsi tekrardan endüstriyel sistemin tamamını eksiksiz gerekli bulan geri dönüşümü toplamayı, taşımayı, depolamayı, yeniden işlemden geçirmeyi, yeniden çalışmayı, tamiratı vs. gerektirir. Fakat plastik, örneğin, günümüzde tabii şekilde geleneksel süthaneler kullanarak yaratılabilinir. Böylelikle zararlı olmayan bir teknolojiye sahip olabiliriz. Biyolojik olarak türemiş polimerler (biyo-plastikler), alternatif “yeşil” ürünlerin en kötü örneğidir! Uygulamaların %99.99’unda normal plastikler için doğrudan yerine kullanılamazlar. Çünkü yaklaşık milyonlarca farklı tipte plastik vardır ve çünkü onların her birinin özel bir amacı vardır ve diğer bir tip ile bu şekilde değiştirilemezler. Halen beklentilere uyan başka kandırmaca örnekler vardır. Elbette zamanla bunun hepsi birine uçaklar yapmak hakkındaki diğer “mucize” teorilerinin bazılarını okumuş olduğuna işaret edilmektedir. Teknolojiye inanış gerçekten aşırı derecede şaşırtıyor. Ve sorgulanması gereken bu inançtır. Fakat teknoloji hakkına sahibiz. Belirli standatlarda yaşama hakkımız var. Bir zamanlar biri şöyle demişti: “Benim yumruğumu sallama “hakkı”m, senin burnunun başladığı yerde biter”. Teknoloji ve çiftçilik sürdürülebilir olmadığı ve doğası gereği yok edici olduğundan, var olmak için haklara sahip değiller. “Haklar” fikri ebeveynlerinden yardım için bakınan bir çocuk, kralına bakan bir serf, efendisine bakan bir köle gibidir. Eğer özgürsek, her hangi birinden haklarımızı talep etmemize gerek yoktur – en azından sadece para kazanmakla ve iktidarını yaymakla ilgili olan birleşik bir devletten. Şu anda sıcak duş ve bilgisayar oyunları hakkımız, dünyanın yok edilmesine ve sömürülmesine bağlıdır. Biblolarımız, şu an madenlerin ve petrol alanlarının olduğu yerlerde yaşamaya çalışmış sayısız yerlinin kanları ile ıslaktır. Hangi hak, dünyayı yok etmeliyiz çünkü kendimiz ve doğa ile uyumlu bir şekilde yaşıyamıyoruz anlamına gelir?


19. Pekala, doğa ile uyum içinde yaşamak her zaman çok iyidir, fakat bu yerlilerin Shakespeare’ı yok, yoksa var mı?

     Sorudan “Bu cahil medeniyet görmemişlerin uygarların sahip olduğu gibi sanat/fikri eser/bilinçleri yok” diye tercüme ediliyor. Bu görüş tamamen uygar olmayan insanların yaşamlarının eksik anlaşılması üzerinde temellenir. Yabanıl insan için, sanat tüketilen bir şey değildir. Eğlence değildir. Dünyayı anlamanın, önemli mesajları aktarmanın bir yoludur. Karışık olarak planlanmış çiçekte güzelliği görebilmektir. Veya kayalara çarpan dalgalardaki müziği duymak. Veya tepede uçan kaz sürüsünde, uzaklarda kayboldukları gibi birbirlerini çağırışlarında… Çok sayıda, çeşitli, şaşırtıcı yerlerdeki güzelliği deneyimleyebildiğinde, kimin sanata ihtiyacı vardır? Duvara saplanmış bir tablo ölü bir şekilde asılı durur. Kaydedilmiş bir eser aynı müziği tekrar ve tekrar monoton bir makamla okur. Herhangi bir yolda değişmeyen, dönüşmeyen, şaşırtmayan tahmin edilebilir deneyimler.. Shakespeare bunların hepsinden sonra öldü. Dünyası kısır, tek boyutlu, entelektüel bir dünya. Yabanıl, bir ziyafette bulunduktan sonra ağırbaşlı yemekli bir partiye gidiyor. Benim adamımla aşk yaptıktan sonra vibratör kullanıyor. Taze böğürtlenlerden atıştırdıktan sonra, donmuş, mikrodalga akşam yemeğini yiyor. Sanatı bölmelere ayırdığımız yol, uygarlığın diğer semptomudur, dünya görüşümüzün diğer sonucu. Eğer onun hakkında düşünmeye başlar ve etrafına bakarsan, bu kutsal ineklerin bir çoğunun çürümüş leşler olduğunu göreceksin. Onların birkaçını burada tanımlamayı denedim, fakat kendin dışında düşünmeye başlamak gerçekten sana kalmış. Bozukluğa, çürüyen ete bakmak acı verir. Fakat özgürlük, bilgi olmadan, gerçekten görme olmadan imkansızdır. Her şeyi sorgula. Uygarlık hakkında konuşmuş olduğun her şeyi. Ve büyük, pohpohlanmış, kan damlayan yalandan bahsetmiş olduğunu göreceksin.


20. İlkelcilik çocuksu bir yaşamın çocuksu görüşüdür, yetiştin bir bakış açısından eksiktir, ciddi olarak algılayacağımızı nasıl umabilirsin? 

     İlkel çocuktan daha üstün olan babacı uygar yetişkin. Yağmalamaya, sömürüye ve köleleştirmeye bir özür olarak kendi cahil çocuksu vesaretleri doğrultusunda yetişkin sorumluluklarını kullanan Muhafazakarlar ile çok benzer bir fikir. Böyle medeni ırkçı tutumlar pek fazla değişmedi. Misyonerler, çalışma, zaman ve din gibi sorumlulukları çocuksu ilkellere öğretme vazifelerinden bahsettiler. İlkel insanın şimdiye kadar yapmış olduğu herhangi bir şey çocuksu olarak yargılandı, çünkü misyonerler, çalışmama ahlakı, “burada ve şimdi yaşamak” ve “var olan her şey yaşar” gibi değerleri saymayan tamamen farklı bir dünya görüşünden geliyorlardı. Farklı dünya görüşleri hoştur, ayrı tutulan her yerdeki misyonerler ve uygar temsilciler hiçbir zaman diğer dünya görüşlerini bırakmazlar. Onlar, dünya görüşlerini zorla dine dönüştürdüler ve yok ettiler, yağma ve talan ettiler. Hepsi elbette çocuklarının idarelerinin en iyisi için!

     O şekilde ifade etmedim! Benim söylemek istediğim, ilkelcilik bize herhangi bir eylem programı vermiyor – çözümlerde eksiği var. İlkelcilik bir kurtuluş programı vermez. Bir din değildir. Hatta bir
program da değildir.

"Daha fazla programa ihtiyacımız yok, yeni bakış açılarına ihtiyacımız var." Daniel Quinn, "B’nin Hikayesi"

     İlkelci bir kitapta “devrimi nasıl kazanabilirsin” konulu ayrıntılar bulmayı ümit etme. Bu öyle bir şey değil. Hepimiz kendi bakış açılarımızı, bu karmaşanın dışında yollarımızı ortaya atmalıyız. Bu kolektif örgüte ihtiyaç duymaz - aksine – hepbirlikte düşünmek için, arkadaşlık ve uyumluluk içersinde olmaya ihtiyacımız var. Fakat ilkelcilik sana kolay bir cevap vermeyecek, veya belki de hiçbir suretle uzun bir zaman için her hangi bir cevap. Ve belki de bu “Sıkça Sorulan Sorular” gibi şeyler zaman kaybı çünkü insanlar “programlar” ve “eylem günleri” ve organize edilmiş aktiviteler arıyorlar. Yaptıklar ve düşündükleriyle konuşulmak istiyorlar. İçinde bulunduğumuz durumun dehşeti oldukça karşı konulamaz ve en kolay şey onu inkar etmek, o kadar kötü olmadığı iddiasında bulunmak. Toplu hafıza kaybı, kültürümüzü, kendisine ve tüm yaşama acı veren travmanın dehşetini cesaretle karşılamasını durdurmak için bir aygıttır. SSS’lardan ve kitaplardan daha çok, kendi sesimizde yürümeye ve sessizliğe ve günlere, ve insan olmayanların seslerini dinlemeye haftalara ihtiyacımız var. Makul tartışmalardan çok daha fazla bu şeylere ihtiyacımız var çünkü sadece kendimizi/dünyayı tekrar sevmeyi öğrendiğimiz bu hislerimiz ile bağlandığımızdadır. Ve değişimin geleceği bu aşktandır. Bu ilkelciliğin diğer anlamıdır. İlk hislerimiz, yabanıllığımız, bunlarsız boş bir kabuğuz. Kendimizi iyileştirdiğimizde ve kendimizi yeniden vahşileştirdiğimizde değişimi göreceğiz. Değişim olacağız.


Çeviri: Elfun