Sol başlangıçta meşruiyetini toplumsal onaya dayandırmayan, kan bağlarından güç alan soylu sınıfın yönetimi karşısında ulusun seçtiği bir meclisin iradesini birinci plana koyan bir hareket olarak ortaya çıkıyor. Temsili parlamenter sistem burjuva demokrasisinin siyasal temelini oluşturuyor. Aristokrat sınıfın keyfi yönetimi ve ayrıcalıkları karşısında özgürlük ve eşitlik kendini tüm toplumun temsilcisi olarak gören ilerici burjuvazinin sloganları haline geliyor. Sağ feodal hiyerarşiyi, geleneği, değişime direnmeyi, atanmışlığı, geçmişi, kiliseyi, muhafazakarlığı temsil ederken sol değişimi, ilerlemeyi, laikliği, genel seçim ve oyu, bireysel özgürlükleri, herkese eşit şekilde uygulanan yasaları ön plana çıkarıyor.
Kapitalizmin ve burjuva toplumunun gelişmesiyle birlikte solun tanımı değişiyor. Bu kez kapitalizmin ürettiği toplumsal eşitsizliklere karşı sol eşitlik talebini sahipleniyor. Bireysel özgürlüğü girişim özgürlüğü olarak anlayan piyasa mantığına, rekabete, emeğin sömürülmesine, yoksullaştırılmaya karşı sol toplumsal özgürlük idealini, kamusal ve ortak olanı, dayanışmayı, toplumsal eşitliği savunuyor. Solun kurulu düzene karşı işçi partileri kanalıyla verdiği özgürlük mücadelesi ona siyasal sistem içinde muhalif bir mevzi kazandırırken eşitlik talebi çerçevesinde sürdürülen sendikal mücadele işçilere daha yüksek ücretler, iş güvencesi ve diğer sosyal hakları sağlıyor. Sosyalist düşünce eşitlik ve özgürlük kavramlarına burjuvazininkinden farklı anlamlar yüklemesine karşın kapitalizmin ürettiği değerlerden olumsuz biçimde etkileniyor. Bilimcilik, maddecilik, çizgisel bir tarihsel ilerleme anlayışı, tarihe ereksellik atfetme, emeğin yüceltilmesi, ekonomizm, doğa ve toplumun pozitivist yorumu XIX. yüzyıl Marksizminin sorunlu yanlarından bazılarını oluşturuyor. Sosyalist pratiğe gelince durum daha vahim bir hal alıyor. I. Dünya Savaşı’nda ulusal işçi partileri kendi devletlerini desteklerken burjuva jakobenizminin bir varyantı olarak beliren Leninizm hiyerarşik, merkezi parti modelini daha sonra kuracağı devlete de yansıtarak tüm özgürlükçü muhalefeti eziyor. Tek ülkede sosyalizm modeli Bobbio’nun bahsettiği, toplumdaki eşitsizliklerin ancak özgürlükler bastırılarak giderilebileceği yolundaki sağ görüşü haklı çıkaran bir görünüm sergiliyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde ise sol antiemperyalizm adı altında ulusal ekonomik kalkınmacı, millileştirmeci bir üçüncü dünyalıcığa yöneliyor.
1970’lerden sonra postmodern toplumda solun yapısı değişiyor. Geleneksel işçi partilerinin, sendikaların gücü azalıyor, “büyük politika” itibarını kaybediyor. Yeni sol hareketler, çevrecilik, feminizm, barış yanlısı hareket, eşcinsel hareket, ırkçılık karşıtı hareketler ön plana geçiyor. İnsel’in de belirttiği gibi bu hareketler ortak hedeflere yönelik kollektif bir muhalefet oluşturamıyorlar; kısmi, parçalı, mesleki nitelikleriyle eski toplumda görülen bütünsel aidiyet duygusunu yansıtmaktan uzaklar. Postmodern toplumda ortak siyaset alanının, agoranın ortadan kalkmasına paralel olarak sivil toplumun katılımcı yurttaşı da yok oluyor. İktidarın yasamadan yürütmeye kaymasıyla birlikte merkeze yaklaşan siyaset rasyonel, pragmatik, teknokratik bir yönetme pratiğine dönüşüyor. Sağ ile sol arasındaki kesin ayrım çizgileri belirsizleşiyor, sol partiler “katı eşitlikçi” politikalardan vazgeçip özlelleştirmeden, deregülasyondan yana tavır alıyorlar. Sosyalist blokun çözülüp piyasa ekonomisine yönelmesinin eşitlikçi bir toplum idealini gözden düşürmesi ile birlikte ılımlı sol politikasını farklılıkların sisteme asimilasyonu temelinde şekillendiriyor. Sosyal demokrat partiler toplumun geneline yönelik korumacı sosyal politikalar yerine insan hakları, çevre, kadın hakları, göçmenler vb. konularda esnek, iktidarı zorlamayan politikalar üretiyorlar.
Postmodern kapitalizmin toplumu farklılıklar bazında şekillendirme niteliği eskinin tekçi Marksist söylemini sarsıyor. Mutlak doğrular, kesinlikler, büyük her şeyi kapsayan teoriler gözden düşüyor. Doğrunun göreliliği, farklı perspektiflerden yaklaşıldığında “hakikatin” birden çok olduğu, büyük teorilerin birer mit olduğu düşüncesi yaygınlık kazanıyor. Benasayag ve Scavino’nun da belirttikleri gibi Marksizmden uzaklaşan aydınlar toplumun radikal bir biçimde dönüştürülmesine yönelik tüm girişimlerin katastrofla ve kör şiddetle sonuçlanacağını ileri sürüyorlar. Şiddeti ve militanlığı dışlayan yeni sol düşünce bedeni fiziksel baskılardan korumaya yönelik bir insan hakları söylemine yakınlaşıyor.
Toplumculuğun, solun tarih boyunca dayanağı olmuş olan çalışan çoğunluğa gelince, o artık kolektif özne olmanın çok uzağında şekilsiz bir kitleye dönüşmüştür. Eskinin bürokratik, merkeziyetçi kapitalist iktidarı gücünü kitleleri pasifleştirerek, edilgenleştirerek arttırırdı. Günümüzün postmodern iktidarı ise Baudrillard’ın dediği gibi toplumun edilgenlikten kurtulmasını ve katılımını teşvik etmektedir. Çünkü artık bir işlevi kalmamış temsili devlet kurumları içinde anlamını yitirmiş olan siyaset kültürle, medyayla, reklamla iç içe geçerek simülatif bir şova, keyif verici bir özel eğlence programına dönüşmüştür ve sistem için politika bir maç ya da bir film gibi talep üretilmesi gereken bir metadır. Her şeyin siyasal, kültürel, medyatik olduğu bir dönemde toplum sistemce endüstriyel olarak üretilen işaretlerin bombardımanına maruz bırakılıp katılıma davet edilmekte ama toplumdan yeterli ölçüde aktif yanıt gelmemektedir. Bu durumu “hakiki bir siyasal arz” beklentisindeki halkın tepkisi olarak yorumlamak gerçekçi olmaz çünkü doğrudan demokrasi temelinde bir katılım öneren radikal sol siyasi hareketlere toplumun verdiği cevap tam bir kayıtsızlıktır. Solun yüz yıldan fazladır tekrarlayageldiği klasik ifadeleri kitlelerce sıkıcı bulunmakta, bunlar ancak gerekli göstergeler ve soslarla bezenip uygun bir medyatik yolla “pazarlandıklarında alıcı bulabilmektedirler.” Artık popülistlerin yaptığı gibi halka kuru kuruya dalkavukluk etmek yetmemekte, onu eğlendirmek de gerekmektedir.
Solun bir kesiminin teoriyi ve işçi sınıfını mutlaklaştıran, sınıfsal baskı dışındaki cinsiyetçi, etnik, kimliksel, kuşaksal vb. baskı türlerini önemsemeyen söyleminin sarsılması olumlu bir gelişmedir. Salt eşitlikçi bir sol söylemin de toplumu oluşturan farklı kesimlerin ihtiyaçlarına cevap vermede yetersiz kalacağı aşikârdır. Bu durumda çokluğu oluşturan farklı grup, çevre ve toplulukların kendi özel alanlarından yola çıkarak oluşturacakları farklı özgürlük pratikleri ve bunların gönüllü, kurumsallaşmaya yönelmeyen karşılıklı yardım ve dayanışması solun dayatmacı olmayan bir temelde yaygınlaşmasını sağlayabilir. Solun etrafında birleşebileceği en önemli ilke tüm biçimleriyle otoriteye ve tahakküme karşı çıkmaktır.
Kapitalizmin ve burjuva toplumunun gelişmesiyle birlikte solun tanımı değişiyor. Bu kez kapitalizmin ürettiği toplumsal eşitsizliklere karşı sol eşitlik talebini sahipleniyor. Bireysel özgürlüğü girişim özgürlüğü olarak anlayan piyasa mantığına, rekabete, emeğin sömürülmesine, yoksullaştırılmaya karşı sol toplumsal özgürlük idealini, kamusal ve ortak olanı, dayanışmayı, toplumsal eşitliği savunuyor. Solun kurulu düzene karşı işçi partileri kanalıyla verdiği özgürlük mücadelesi ona siyasal sistem içinde muhalif bir mevzi kazandırırken eşitlik talebi çerçevesinde sürdürülen sendikal mücadele işçilere daha yüksek ücretler, iş güvencesi ve diğer sosyal hakları sağlıyor. Sosyalist düşünce eşitlik ve özgürlük kavramlarına burjuvazininkinden farklı anlamlar yüklemesine karşın kapitalizmin ürettiği değerlerden olumsuz biçimde etkileniyor. Bilimcilik, maddecilik, çizgisel bir tarihsel ilerleme anlayışı, tarihe ereksellik atfetme, emeğin yüceltilmesi, ekonomizm, doğa ve toplumun pozitivist yorumu XIX. yüzyıl Marksizminin sorunlu yanlarından bazılarını oluşturuyor. Sosyalist pratiğe gelince durum daha vahim bir hal alıyor. I. Dünya Savaşı’nda ulusal işçi partileri kendi devletlerini desteklerken burjuva jakobenizminin bir varyantı olarak beliren Leninizm hiyerarşik, merkezi parti modelini daha sonra kuracağı devlete de yansıtarak tüm özgürlükçü muhalefeti eziyor. Tek ülkede sosyalizm modeli Bobbio’nun bahsettiği, toplumdaki eşitsizliklerin ancak özgürlükler bastırılarak giderilebileceği yolundaki sağ görüşü haklı çıkaran bir görünüm sergiliyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde ise sol antiemperyalizm adı altında ulusal ekonomik kalkınmacı, millileştirmeci bir üçüncü dünyalıcığa yöneliyor.
1970’lerden sonra postmodern toplumda solun yapısı değişiyor. Geleneksel işçi partilerinin, sendikaların gücü azalıyor, “büyük politika” itibarını kaybediyor. Yeni sol hareketler, çevrecilik, feminizm, barış yanlısı hareket, eşcinsel hareket, ırkçılık karşıtı hareketler ön plana geçiyor. İnsel’in de belirttiği gibi bu hareketler ortak hedeflere yönelik kollektif bir muhalefet oluşturamıyorlar; kısmi, parçalı, mesleki nitelikleriyle eski toplumda görülen bütünsel aidiyet duygusunu yansıtmaktan uzaklar. Postmodern toplumda ortak siyaset alanının, agoranın ortadan kalkmasına paralel olarak sivil toplumun katılımcı yurttaşı da yok oluyor. İktidarın yasamadan yürütmeye kaymasıyla birlikte merkeze yaklaşan siyaset rasyonel, pragmatik, teknokratik bir yönetme pratiğine dönüşüyor. Sağ ile sol arasındaki kesin ayrım çizgileri belirsizleşiyor, sol partiler “katı eşitlikçi” politikalardan vazgeçip özlelleştirmeden, deregülasyondan yana tavır alıyorlar. Sosyalist blokun çözülüp piyasa ekonomisine yönelmesinin eşitlikçi bir toplum idealini gözden düşürmesi ile birlikte ılımlı sol politikasını farklılıkların sisteme asimilasyonu temelinde şekillendiriyor. Sosyal demokrat partiler toplumun geneline yönelik korumacı sosyal politikalar yerine insan hakları, çevre, kadın hakları, göçmenler vb. konularda esnek, iktidarı zorlamayan politikalar üretiyorlar.
Postmodern kapitalizmin toplumu farklılıklar bazında şekillendirme niteliği eskinin tekçi Marksist söylemini sarsıyor. Mutlak doğrular, kesinlikler, büyük her şeyi kapsayan teoriler gözden düşüyor. Doğrunun göreliliği, farklı perspektiflerden yaklaşıldığında “hakikatin” birden çok olduğu, büyük teorilerin birer mit olduğu düşüncesi yaygınlık kazanıyor. Benasayag ve Scavino’nun da belirttikleri gibi Marksizmden uzaklaşan aydınlar toplumun radikal bir biçimde dönüştürülmesine yönelik tüm girişimlerin katastrofla ve kör şiddetle sonuçlanacağını ileri sürüyorlar. Şiddeti ve militanlığı dışlayan yeni sol düşünce bedeni fiziksel baskılardan korumaya yönelik bir insan hakları söylemine yakınlaşıyor.
Toplumculuğun, solun tarih boyunca dayanağı olmuş olan çalışan çoğunluğa gelince, o artık kolektif özne olmanın çok uzağında şekilsiz bir kitleye dönüşmüştür. Eskinin bürokratik, merkeziyetçi kapitalist iktidarı gücünü kitleleri pasifleştirerek, edilgenleştirerek arttırırdı. Günümüzün postmodern iktidarı ise Baudrillard’ın dediği gibi toplumun edilgenlikten kurtulmasını ve katılımını teşvik etmektedir. Çünkü artık bir işlevi kalmamış temsili devlet kurumları içinde anlamını yitirmiş olan siyaset kültürle, medyayla, reklamla iç içe geçerek simülatif bir şova, keyif verici bir özel eğlence programına dönüşmüştür ve sistem için politika bir maç ya da bir film gibi talep üretilmesi gereken bir metadır. Her şeyin siyasal, kültürel, medyatik olduğu bir dönemde toplum sistemce endüstriyel olarak üretilen işaretlerin bombardımanına maruz bırakılıp katılıma davet edilmekte ama toplumdan yeterli ölçüde aktif yanıt gelmemektedir. Bu durumu “hakiki bir siyasal arz” beklentisindeki halkın tepkisi olarak yorumlamak gerçekçi olmaz çünkü doğrudan demokrasi temelinde bir katılım öneren radikal sol siyasi hareketlere toplumun verdiği cevap tam bir kayıtsızlıktır. Solun yüz yıldan fazladır tekrarlayageldiği klasik ifadeleri kitlelerce sıkıcı bulunmakta, bunlar ancak gerekli göstergeler ve soslarla bezenip uygun bir medyatik yolla “pazarlandıklarında alıcı bulabilmektedirler.” Artık popülistlerin yaptığı gibi halka kuru kuruya dalkavukluk etmek yetmemekte, onu eğlendirmek de gerekmektedir.
Solun bir kesiminin teoriyi ve işçi sınıfını mutlaklaştıran, sınıfsal baskı dışındaki cinsiyetçi, etnik, kimliksel, kuşaksal vb. baskı türlerini önemsemeyen söyleminin sarsılması olumlu bir gelişmedir. Salt eşitlikçi bir sol söylemin de toplumu oluşturan farklı kesimlerin ihtiyaçlarına cevap vermede yetersiz kalacağı aşikârdır. Bu durumda çokluğu oluşturan farklı grup, çevre ve toplulukların kendi özel alanlarından yola çıkarak oluşturacakları farklı özgürlük pratikleri ve bunların gönüllü, kurumsallaşmaya yönelmeyen karşılıklı yardım ve dayanışması solun dayatmacı olmayan bir temelde yaygınlaşmasını sağlayabilir. Solun etrafında birleşebileceği en önemli ilke tüm biçimleriyle otoriteye ve tahakküme karşı çıkmaktır.
Yaşar Çabuklu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder