Radikal toplumsal kurtuluş projeleri öneren teoriler var olan sistemden şiddetli bir kopuşu savunurlar genellikle. Çare bir süreç içine yayılan dönüşümlerden ziyade bir kesintinin aracılığıyla gerçekleşecek toptan çözümde aranır. Bu kesinti asıl olarak ekonomik ve toplumsal bir kriz ve buna eşlik eden bir devrimdir. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında etkin olan bu yaklaşım insanın yaratıcı potansiyeline, onun iyiliğe olan eğilimine güvenen Aydınlanmacı iyimserliği paylaşır. Ütopyanın önemli bir yere sahip olduğu bu yaklaşımda geçmişin sınıfsız ilkel toplumu geleceğin özgür toplumu için bir model oluşturur. İktidarın devlet ve burjuvaziyle özdeşleştirildiği bu modelde devrim iktidarın ortadan kaldırılmasının temel aracıdır. Bu görüş devlet ve sınıf baskısı dışında kalan iktidar ilişkilerini önemsemez, onları sınıf mücadelesine tâbi kılınacak ya da devrimden sonra halledilecek konular olarak görür.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleştirilen teorik çalışmalar iktidar ilişkilerinin çok geniş bir alanda, tüm toplumun katılımıyla üretildiğini ortaya koydu. Hiyerarşi ve otorite ilişkileri sınıf çatışmasının yanı sıra özel hayat alanını da kapsıyor, tarihin çok eski dönemlerinden bu yana insanlar gündelik hayat bazında bu ilişkileri doğalmışçasına her gün yaşıyorlardı. Bu tespitin iktidar ilişkilerinden bir ayaklanmayla kurtulmayı uman radikal devrimci kopuş teorilerine bir darbe indirmesi kaçınılmazdı ve nitekim öyle de oldu. Ancak iktidarın insan uygarlığıyla bütünleştiğini kabul edip yine de radikal duruşu elden bırakmayanlar var. Anarşist teorisyen John Zerzan bunlardan biri. Zerzan'ın Gelecekteki İlkel adlı kitabı aynı zamanda yazarın Elements Of Refusal adlı kitabının beş bölümünü de kapsıyor. Kitabın sonuna yazarla yapılan bir söyleşi eklenmiş.
Zerzan'a göre insanlar ilkel avcılık-toplayıcılık dönemi boyunca milyonlarca yıl özgür bir biçimde yaşamışlardır. Bu dönem insanın doğadan kopmadığı, şiddet ve iktidar ilişkilerinin var olmadığı bir dönemdir. Ancak on bin yıl kadar önce tarıma geçişle birlikte özgür dönem sona ermiş, uygarlığın gelişimiyle birlikte şiddet ve iktidar ilişkileri toplumsal yaşama egemen olmuştur. Sadece yaşanan anın önemli olduğu ve zaman kavramının olmadığı ilkel dönemden farklı olarak uygarlık toplumun yaşamındaki olaylardan bağımsız, birbirinden farksız soyut anlardan oluşan tekdüze bir sürekliliği ifade eden bir zamanı, çizgisel zamanı yaratmıştır. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda zamanın saatler ve dakikalara bölünmüş standart parçalara dönüşmesiyle birlikte zaman endüstriyelleşmiş ve kapitalist üretim temposunun artırılmasına hizmet eder hale gelmiştir. Yine avcılık-toplayıcılık döneminde insanın doğayla adı konmamış duygularla kurduğu iletişim uygarlığa eşlik eden dilin oluşmasıyla birlikte bozulmuş, insan kelimeler aracılığıyla dış dünya üzerinde iktidar kurmaya yönelmiştir. İlkel dönemde var olmayan, gündelik yaşamın doğal bir parçası olduğu için ayrı bir alan olarak gereksinim duyulmayan sanat uygarlıkla birlikte ortaya çıkmış, zamanla kültürün diğer öğeleri gibi metaya dönüşmüştür. Sayılara, ölçüye, tartmaya gereksinim duyulmayan avcılık-toplayıcılık döneminden farklı olarak uygarlığın, tarımın ve mülkiyetin gelişmesiyle birlikte rakamların egemenliği kurulmuş, zaman gitgide artan bir biçimde matematiksel olarak algılanır olmuştur. İnsanın uygarlaşma serüveni iktidarın oluşma süreciyle özdeştir. Zerzan içinde yaşadığımız uygar, teknolojik toplumun tasfiye edilmesi için zamanın, tarihin, sanatın, dilin, sayıların ortadan kaldırılması gerektiğini savunur.
Uygarlığı, kültürü, teknolojiyi tamamen reddeden bir iktidar eleştirisinin Marksist değil anarşist kuram içinden çıkabilmesi ikincisinin özgürlüğün ayrılmaz unsurları olan negatifliği, reddi, yıkıcılığı uç biçimlerde içinde barındırdığının bir göstergesi. Anarşizmin aşırılığının yanında Marksizm yükselen burjuva kültürüne atfettiği ilericilik vasfıyla ağırbaşlı bir görünüm sergiliyor. Zerzan Marksizmin uygarlığı eleştirel bir biçimde sahiplenerek aşma yaklaşımının karşısına toptan bir reddi koyuyor. Bu noktada Marksizm soyut düzeyde haklı görünüyor. Eğer insanlık kendi yarattığı kültürü, iktidarı eleştirerek aşacak bir potansiyele sahip olsaydı bu iyi bir şey olurdu. Ancak tarih uygarlık geliştikçe iktidar ilişkilerinin daha da yaygınlık kazandığını, kökleştiğini, insanların özel hayatlarında içselleştiğini gösteriyor. Tarihin ilerlemesi özgürlüğün değil iktidarın güçlenmesi yönünde olmuş, kapitalizm bu süreci geçmişte görülmemiş biçimde hızlandırmıştır. Özellikle 1970'lerin ortalarından itibaren Batı'da toplumsal muhalefet marjinal bir varoluşa indirgenmiş, gündelik hayat esas olarak iktidar ilişkilerinin üretildiği bir alan haline gelmiştir.
Marksist eleştirel aşma yaklaşımının toplumsal planda pratik geçerliliğinin kalmadığı bu koşullarda Zerzan'ın toptan ret kuramı geçerlik kazanıyor mu? Bunu olumlu cevaplamak zor. Kendini eleştirip aşamayan bir insanlık kendi yarattığı uygarlığı nasıl olup da ilkellik temelinde gerçekleşen toptan bir kopuşla reddedecek? Zerzan bu noktada radikal politikayla uğraşanların genellikle başvurduğu bir çareye, inanca sarılıyor. Foucault'nun, iktidarın bir parçası olmayan direniş biçimi olmadığı yolundaki görüşlerini eleştirerek onu determinist olmakla, inançsızlıkla suçluyor. Radikal Marksistler gibi Zerzan'ın inancına da sistemden şiddetli bir kopuş yaklaşımı eşlik ediyor: "Her şeyin ortaya sürüleceği ve koca bir dünyanın kazanılacağı, muazzam ve nihai bir hesaplaşma anına yaklaşmakta olduğumuza inanıyorum" (s. 8).
Kitabın sonundaki söyleşide Zerzan, Pavlov'un laboratuvarındaki belli uyarımlara tepki verecek şekilde koşullandırılmış, eğitilip evcilleştirilmiş köpeklerin, yaşadıkları bodrumu su bastığında bir anda öğrendikleri her şeyi unuttuklarını örnek göstererek insanların da aynı şeyi en azından onlar kadar iyi yapabilmeleri gerektiğini söylüyor. Ancak Zerzan'ın unuttuğu bir ihtimal var. Panik, hayatî tehlike, varlık koşullarına yönelik tehdit vb. durumlarda ortaya çıkan ilkel tepkiler doğrudan kötücül, vahşet içeren ve etik açıdan hiçbir biçimde onaylanamayacak tepkiler olabilir. İlkel güdüler asla milyonlarca yıl öncesinin saf biçimleriyle bugüne gelmezler ama binlerce yıl süren iktidar pratiklerinin damgalarını taşırlar. Faşizm iktidara insanın ilkel güdülerine seslenerek gelmiştir. Öte yandan Zerzan'ın sözünü ettiği tarım öncesi avcı-toplayıcı toplumun insanları yazarın iddia ettiği gibi şiddet kullanmayan, iyilik timsali insanlar değillerdi. Hayvanları öldürmenin yanı sıra insanlar arasındaki güç ve şiddet ilişkileri bu ilkel dönemde de yaygındı. Zerzan bu ilkel dönemi mitleştirerek kendine saf bir dayanak noktası bulmaya çalışıyor, uygarlığı nasıl mutlak olarak reddediyorsa avcı-toplayıcı toplumu da aynı mutlaklıkla onaylıyor. Zerzan'da dolayımlara, ara tonlara yer yok. Anarşist yazar uygarlıktan o kadar nefret ediyor ki kitabın Türkçe baskısına yazdığı önsözde sistemi tamamen ortadan kaldırma gerekliliği konusunda dostlar ve müttefikler arasında saydığı radikal İslamcılarla anlaşabileceğini söylüyor.
Zerzan'ın kendini her türlü iktidar ilişkisinin dışında gören politik özne tavrı zaman zaman yumuşuyor. Kitap boyunca kelimelerin, dilin iktidarı temsil ettiğini söyleyip ilkel insanların dilsizliğini savunan Zerzan bakın neler diyor:
Açıkçası ben de dilin kuşatılmışlığı içinde yazıyorum ve dilin, şeyleşmeye yönelik direnişi şeyleştirdiğinin farkındayım. (s. 82)
...şimdilik kültürel eleştiriyle yetinmeyi uygun buluyorum. Benim için sözcükler tüfekten çok daha iyi bir silah. (s. 280)
Şiddete karşı olan Zerzan şiddetsiz, kansız kitlesel ayaklanmaları onaylıyor. İktidarın saldırısına karşı savunma amacıyla başvurulan şiddeti meşru gören yazar "belki de yenmemiz gerekenlere benzememiz gerekecek" diyor. Kitaptaki diğer bir önemli saptama ise hepimizin insanlığın suçuna ortak olduğu. Zerzan daha çok söyleşisinde dile getirdiği bu tür "itirafları" mantıkî teorik sonuçlarına götürmüyor elbette çünkü bu durumda geliştirdiği ilkel kopuş teorisi büyük yaralar alırdı. İktidara karşı yürütülen mücadelenin ancak onun içinden, onun tarafından "kirletilmiş" biçimlerde yürütülebileceği sonucu ortaya çıkardı. İktidarla özdeşleşmiş kültürü, uygarlığı reddetmek yerine onu iktidarsızlaştırmak, onun birikimini onda çatlaklar açmak ve bu çatlakları tüm yapıyı tehdit edici boyuta varıncaya kadar genişletmek için kullanmak bir alternatif olabilirdi. Zerzan da itiraf etmese bile bunu yapıyor. Kapitalizmle birlikte gelişen nesnel zaman ve tarih bilinci olmasaydı acaba Zerzan avcı-toplayıcıların zamansız, tarihsiz geçmişsiz, geleceksiz yaşamlarını değerlendirmesini sağlayan teorik çerçeveyi kurabilir miydi? Kitap boyunca yapılan yüzlerce gönderme ve kitabın sonundaki dokuz sayfalık kaynakça bölümü yazarın kültürden bir hayli nasiplendiğini ortaya koyuyor.
Avcı-toplayıcı toplumun yaşamının günümüz uygarlığının eleştirisinde önemli bir dayanak noktası olduğu görüşüne katılıyorum. Ancak ilkel toplumu mutlaklaştırarak, mitleştirerek bir model, kirlenmemiş bir ideal olarak sunmak yanıltıcıdır. İlkel olsun uygar olsun insanda saf olan bir şey yoktur. Toplumsal planda olsun bireysel, duygusal planda olsun saflığı, bozulmamışlığı mutlaklaştırma, kendini her türlü iktidar ilişkisinin dışında görme tavrı otoriter, tahakkümcü ilişkiler üretir. Sadece zayıflıklarının, kirlenmişliklerinin, çaresizliklerinin farkında olan insanlar, özlem duydukları saflığa doğru ilerlemek için ödemeleri gereken bedelin ağırlığı altında ezilen insanlar arasındaki ilişkilerde güç ve otorite kullanımı azalır.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleştirilen teorik çalışmalar iktidar ilişkilerinin çok geniş bir alanda, tüm toplumun katılımıyla üretildiğini ortaya koydu. Hiyerarşi ve otorite ilişkileri sınıf çatışmasının yanı sıra özel hayat alanını da kapsıyor, tarihin çok eski dönemlerinden bu yana insanlar gündelik hayat bazında bu ilişkileri doğalmışçasına her gün yaşıyorlardı. Bu tespitin iktidar ilişkilerinden bir ayaklanmayla kurtulmayı uman radikal devrimci kopuş teorilerine bir darbe indirmesi kaçınılmazdı ve nitekim öyle de oldu. Ancak iktidarın insan uygarlığıyla bütünleştiğini kabul edip yine de radikal duruşu elden bırakmayanlar var. Anarşist teorisyen John Zerzan bunlardan biri. Zerzan'ın Gelecekteki İlkel adlı kitabı aynı zamanda yazarın Elements Of Refusal adlı kitabının beş bölümünü de kapsıyor. Kitabın sonuna yazarla yapılan bir söyleşi eklenmiş.
Zerzan'a göre insanlar ilkel avcılık-toplayıcılık dönemi boyunca milyonlarca yıl özgür bir biçimde yaşamışlardır. Bu dönem insanın doğadan kopmadığı, şiddet ve iktidar ilişkilerinin var olmadığı bir dönemdir. Ancak on bin yıl kadar önce tarıma geçişle birlikte özgür dönem sona ermiş, uygarlığın gelişimiyle birlikte şiddet ve iktidar ilişkileri toplumsal yaşama egemen olmuştur. Sadece yaşanan anın önemli olduğu ve zaman kavramının olmadığı ilkel dönemden farklı olarak uygarlık toplumun yaşamındaki olaylardan bağımsız, birbirinden farksız soyut anlardan oluşan tekdüze bir sürekliliği ifade eden bir zamanı, çizgisel zamanı yaratmıştır. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda zamanın saatler ve dakikalara bölünmüş standart parçalara dönüşmesiyle birlikte zaman endüstriyelleşmiş ve kapitalist üretim temposunun artırılmasına hizmet eder hale gelmiştir. Yine avcılık-toplayıcılık döneminde insanın doğayla adı konmamış duygularla kurduğu iletişim uygarlığa eşlik eden dilin oluşmasıyla birlikte bozulmuş, insan kelimeler aracılığıyla dış dünya üzerinde iktidar kurmaya yönelmiştir. İlkel dönemde var olmayan, gündelik yaşamın doğal bir parçası olduğu için ayrı bir alan olarak gereksinim duyulmayan sanat uygarlıkla birlikte ortaya çıkmış, zamanla kültürün diğer öğeleri gibi metaya dönüşmüştür. Sayılara, ölçüye, tartmaya gereksinim duyulmayan avcılık-toplayıcılık döneminden farklı olarak uygarlığın, tarımın ve mülkiyetin gelişmesiyle birlikte rakamların egemenliği kurulmuş, zaman gitgide artan bir biçimde matematiksel olarak algılanır olmuştur. İnsanın uygarlaşma serüveni iktidarın oluşma süreciyle özdeştir. Zerzan içinde yaşadığımız uygar, teknolojik toplumun tasfiye edilmesi için zamanın, tarihin, sanatın, dilin, sayıların ortadan kaldırılması gerektiğini savunur.
Uygarlığı, kültürü, teknolojiyi tamamen reddeden bir iktidar eleştirisinin Marksist değil anarşist kuram içinden çıkabilmesi ikincisinin özgürlüğün ayrılmaz unsurları olan negatifliği, reddi, yıkıcılığı uç biçimlerde içinde barındırdığının bir göstergesi. Anarşizmin aşırılığının yanında Marksizm yükselen burjuva kültürüne atfettiği ilericilik vasfıyla ağırbaşlı bir görünüm sergiliyor. Zerzan Marksizmin uygarlığı eleştirel bir biçimde sahiplenerek aşma yaklaşımının karşısına toptan bir reddi koyuyor. Bu noktada Marksizm soyut düzeyde haklı görünüyor. Eğer insanlık kendi yarattığı kültürü, iktidarı eleştirerek aşacak bir potansiyele sahip olsaydı bu iyi bir şey olurdu. Ancak tarih uygarlık geliştikçe iktidar ilişkilerinin daha da yaygınlık kazandığını, kökleştiğini, insanların özel hayatlarında içselleştiğini gösteriyor. Tarihin ilerlemesi özgürlüğün değil iktidarın güçlenmesi yönünde olmuş, kapitalizm bu süreci geçmişte görülmemiş biçimde hızlandırmıştır. Özellikle 1970'lerin ortalarından itibaren Batı'da toplumsal muhalefet marjinal bir varoluşa indirgenmiş, gündelik hayat esas olarak iktidar ilişkilerinin üretildiği bir alan haline gelmiştir.
Marksist eleştirel aşma yaklaşımının toplumsal planda pratik geçerliliğinin kalmadığı bu koşullarda Zerzan'ın toptan ret kuramı geçerlik kazanıyor mu? Bunu olumlu cevaplamak zor. Kendini eleştirip aşamayan bir insanlık kendi yarattığı uygarlığı nasıl olup da ilkellik temelinde gerçekleşen toptan bir kopuşla reddedecek? Zerzan bu noktada radikal politikayla uğraşanların genellikle başvurduğu bir çareye, inanca sarılıyor. Foucault'nun, iktidarın bir parçası olmayan direniş biçimi olmadığı yolundaki görüşlerini eleştirerek onu determinist olmakla, inançsızlıkla suçluyor. Radikal Marksistler gibi Zerzan'ın inancına da sistemden şiddetli bir kopuş yaklaşımı eşlik ediyor: "Her şeyin ortaya sürüleceği ve koca bir dünyanın kazanılacağı, muazzam ve nihai bir hesaplaşma anına yaklaşmakta olduğumuza inanıyorum" (s. 8).
Kitabın sonundaki söyleşide Zerzan, Pavlov'un laboratuvarındaki belli uyarımlara tepki verecek şekilde koşullandırılmış, eğitilip evcilleştirilmiş köpeklerin, yaşadıkları bodrumu su bastığında bir anda öğrendikleri her şeyi unuttuklarını örnek göstererek insanların da aynı şeyi en azından onlar kadar iyi yapabilmeleri gerektiğini söylüyor. Ancak Zerzan'ın unuttuğu bir ihtimal var. Panik, hayatî tehlike, varlık koşullarına yönelik tehdit vb. durumlarda ortaya çıkan ilkel tepkiler doğrudan kötücül, vahşet içeren ve etik açıdan hiçbir biçimde onaylanamayacak tepkiler olabilir. İlkel güdüler asla milyonlarca yıl öncesinin saf biçimleriyle bugüne gelmezler ama binlerce yıl süren iktidar pratiklerinin damgalarını taşırlar. Faşizm iktidara insanın ilkel güdülerine seslenerek gelmiştir. Öte yandan Zerzan'ın sözünü ettiği tarım öncesi avcı-toplayıcı toplumun insanları yazarın iddia ettiği gibi şiddet kullanmayan, iyilik timsali insanlar değillerdi. Hayvanları öldürmenin yanı sıra insanlar arasındaki güç ve şiddet ilişkileri bu ilkel dönemde de yaygındı. Zerzan bu ilkel dönemi mitleştirerek kendine saf bir dayanak noktası bulmaya çalışıyor, uygarlığı nasıl mutlak olarak reddediyorsa avcı-toplayıcı toplumu da aynı mutlaklıkla onaylıyor. Zerzan'da dolayımlara, ara tonlara yer yok. Anarşist yazar uygarlıktan o kadar nefret ediyor ki kitabın Türkçe baskısına yazdığı önsözde sistemi tamamen ortadan kaldırma gerekliliği konusunda dostlar ve müttefikler arasında saydığı radikal İslamcılarla anlaşabileceğini söylüyor.
Zerzan'ın kendini her türlü iktidar ilişkisinin dışında gören politik özne tavrı zaman zaman yumuşuyor. Kitap boyunca kelimelerin, dilin iktidarı temsil ettiğini söyleyip ilkel insanların dilsizliğini savunan Zerzan bakın neler diyor:
Açıkçası ben de dilin kuşatılmışlığı içinde yazıyorum ve dilin, şeyleşmeye yönelik direnişi şeyleştirdiğinin farkındayım. (s. 82)
...şimdilik kültürel eleştiriyle yetinmeyi uygun buluyorum. Benim için sözcükler tüfekten çok daha iyi bir silah. (s. 280)
Şiddete karşı olan Zerzan şiddetsiz, kansız kitlesel ayaklanmaları onaylıyor. İktidarın saldırısına karşı savunma amacıyla başvurulan şiddeti meşru gören yazar "belki de yenmemiz gerekenlere benzememiz gerekecek" diyor. Kitaptaki diğer bir önemli saptama ise hepimizin insanlığın suçuna ortak olduğu. Zerzan daha çok söyleşisinde dile getirdiği bu tür "itirafları" mantıkî teorik sonuçlarına götürmüyor elbette çünkü bu durumda geliştirdiği ilkel kopuş teorisi büyük yaralar alırdı. İktidara karşı yürütülen mücadelenin ancak onun içinden, onun tarafından "kirletilmiş" biçimlerde yürütülebileceği sonucu ortaya çıkardı. İktidarla özdeşleşmiş kültürü, uygarlığı reddetmek yerine onu iktidarsızlaştırmak, onun birikimini onda çatlaklar açmak ve bu çatlakları tüm yapıyı tehdit edici boyuta varıncaya kadar genişletmek için kullanmak bir alternatif olabilirdi. Zerzan da itiraf etmese bile bunu yapıyor. Kapitalizmle birlikte gelişen nesnel zaman ve tarih bilinci olmasaydı acaba Zerzan avcı-toplayıcıların zamansız, tarihsiz geçmişsiz, geleceksiz yaşamlarını değerlendirmesini sağlayan teorik çerçeveyi kurabilir miydi? Kitap boyunca yapılan yüzlerce gönderme ve kitabın sonundaki dokuz sayfalık kaynakça bölümü yazarın kültürden bir hayli nasiplendiğini ortaya koyuyor.
Avcı-toplayıcı toplumun yaşamının günümüz uygarlığının eleştirisinde önemli bir dayanak noktası olduğu görüşüne katılıyorum. Ancak ilkel toplumu mutlaklaştırarak, mitleştirerek bir model, kirlenmemiş bir ideal olarak sunmak yanıltıcıdır. İlkel olsun uygar olsun insanda saf olan bir şey yoktur. Toplumsal planda olsun bireysel, duygusal planda olsun saflığı, bozulmamışlığı mutlaklaştırma, kendini her türlü iktidar ilişkisinin dışında görme tavrı otoriter, tahakkümcü ilişkiler üretir. Sadece zayıflıklarının, kirlenmişliklerinin, çaresizliklerinin farkında olan insanlar, özlem duydukları saflığa doğru ilerlemek için ödemeleri gereken bedelin ağırlığı altında ezilen insanlar arasındaki ilişkilerde güç ve otorite kullanımı azalır.
Yaşar Çabuklu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder