Antik dönemden beri tarihsel planda küresel kültürel birikimin olumlu veya olumsuz birçok unsurunun arkeolojik temelinin mayalandığı topraklar, son günlerde göz kamaştırıcı bir yıkıcılıkla parıldayan bir isyanla gündeme yerleşti.
Felsefenin, demokrasinin, kentin ve mitolojinin anayurdu olarak ortalama ‘medeniyetperverlerin’ bilincinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan Yunanistan, bu sefer tüm dünyaya anarşinin de Helen etimolojisine sahip bir sözcük olduğunu hatırlattı. Öyle ki; Yunanistan isyancı hareketini ve o hareketin en yaratıcı, canlı ve atak kesimini temsil eden anarşistlerin Yunanistan’daki imrendirici geleneklerini bilmeyen, konuya vakıf olmayanlar, 6 Aralık’ta polislerin on altı yaşındaki anarşist Aleksi’yi öldürmesinin ardından patlayan ve gün geçtikçe yerel/küresel çapta dalga dalga gelişen isyanı şaşkınlıkla anlamlandırmaya çalışıyorlar.
Özellikle yaşadığımız toprakların entelijansiyası; gazetecisi, akademisyeni, geleneksel solcusu ve kanaat önderiyle, topyekûn bu isyancı dinamiği analiz etmeye soyunuyor son günlerde. Ancak bu analiz çabaları öyle ucube noktalara ulaşıyor ki, sapla samanın karıştırılmasını vakayı adiyeden sayarak ehven-i şer bağlamında -naif ölçütlerde olduğu müddetçe- bu karmaşayı makbul karşılayacağımız bir ortalama düzeyin varlığından söz edebiliriz doğrusu. Çünkü mevzu gayet derin ve yüzeysel yargıların altını oyacak bir aktif dinamiği içeriyor. Hatta coğrafi olarak burnumuzun dibinde olarak tarif edeceğimiz koordinatlarda yer alan Yunanistan, -ne ilginçtir ki- sıra sistem karşıtlarının, isyancıların refleksleri ve kültürel değer yargıları düzleminde bir kıyasa geldiğinde, yaşadığımız topraklara bir hayli uzak görünüyor.
Bu uzaklığa ve bu uzaklığın sorumlularına yönelik kısa birkaç kelam etmeden önce ana akım iletişim organlarından üzerimize püskürtülen tespitleri hatırlamak faydalı olacak gibi. Çünkü bu saydığımız aktörlerin ekseriyetinin niyeti, mevcut durum üzerine hakiki bir inceleme yapmak ve ardından bu doğrultuda pozitif derslerle kendini zenginleştirmek motivasyonundan şekillenmiyor; tam tersine, çabalarının örtülü içeriğinde ağırlıklı olarak, fiilen pratikte yaşanan süreci kendi meşreplerine uydurma kaygısı öne çıkıyor maalesef.
Felsefenin, demokrasinin, kentin ve mitolojinin anayurdu olarak ortalama ‘medeniyetperverlerin’ bilincinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan Yunanistan, bu sefer tüm dünyaya anarşinin de Helen etimolojisine sahip bir sözcük olduğunu hatırlattı. Öyle ki; Yunanistan isyancı hareketini ve o hareketin en yaratıcı, canlı ve atak kesimini temsil eden anarşistlerin Yunanistan’daki imrendirici geleneklerini bilmeyen, konuya vakıf olmayanlar, 6 Aralık’ta polislerin on altı yaşındaki anarşist Aleksi’yi öldürmesinin ardından patlayan ve gün geçtikçe yerel/küresel çapta dalga dalga gelişen isyanı şaşkınlıkla anlamlandırmaya çalışıyorlar.
Özellikle yaşadığımız toprakların entelijansiyası; gazetecisi, akademisyeni, geleneksel solcusu ve kanaat önderiyle, topyekûn bu isyancı dinamiği analiz etmeye soyunuyor son günlerde. Ancak bu analiz çabaları öyle ucube noktalara ulaşıyor ki, sapla samanın karıştırılmasını vakayı adiyeden sayarak ehven-i şer bağlamında -naif ölçütlerde olduğu müddetçe- bu karmaşayı makbul karşılayacağımız bir ortalama düzeyin varlığından söz edebiliriz doğrusu. Çünkü mevzu gayet derin ve yüzeysel yargıların altını oyacak bir aktif dinamiği içeriyor. Hatta coğrafi olarak burnumuzun dibinde olarak tarif edeceğimiz koordinatlarda yer alan Yunanistan, -ne ilginçtir ki- sıra sistem karşıtlarının, isyancıların refleksleri ve kültürel değer yargıları düzleminde bir kıyasa geldiğinde, yaşadığımız topraklara bir hayli uzak görünüyor.
Bu uzaklığa ve bu uzaklığın sorumlularına yönelik kısa birkaç kelam etmeden önce ana akım iletişim organlarından üzerimize püskürtülen tespitleri hatırlamak faydalı olacak gibi. Çünkü bu saydığımız aktörlerin ekseriyetinin niyeti, mevcut durum üzerine hakiki bir inceleme yapmak ve ardından bu doğrultuda pozitif derslerle kendini zenginleştirmek motivasyonundan şekillenmiyor; tam tersine, çabalarının örtülü içeriğinde ağırlıklı olarak, fiilen pratikte yaşanan süreci kendi meşreplerine uydurma kaygısı öne çıkıyor maalesef.
Mahşerin üç atlısı
Yunanistan isyanına yönelik analizlerde, okuma/algılama çabalarında -kendi içlerinde daha geniş alt gruplar da barındıran- kabaca üç manipülatif ana grup mevcut: Bunlardan birincisi, gelişen olayların, polis şiddetine karşı sivil toplumun demokratik tepkisi ekseninde şekillendiğini ve bu noktadan meseleye yaklaşıp “aşırı unsurlar” (siz anarşistler diye okuyun bunu) bir tarafa bırakıldığında parlamenter demokrasinin derinleştirmesi için kurumsal potansiyellerin mevcut olduğunu ifade edenlerden oluşuyor. Bu tayfanın genelde AB taraftarlığı ve liberallik ekseninde bir ideolojik duruşu olduğundan, ne şiş yansın ne de kebap misali, bir yandan Aleksi’yi vuran polislerin sembolize ettiği şiddetin keyfiyetine karşı demokratik reformları savunurlarken, bir yandan da polise, devlete, şirketlere karşı meşru bir öfkeyle başkaldıran insanlara itidal tavsiyesinde bulunabiliyorlar. Kısacası, liberal kurumları ve kurulu sistemi muhafaza etme söz konusu olduğunda kaba şiddet araçlarını değil sistemin eldiven takmış güler yüzlü yumruğunu demokratik kazanım ufuklarının en uç sınırına yerleştirenlerin tekmili birden bu kümede sıralanıyorlar diyebiliriz.
İkinci grupta ise tüm renk ve çeşitliliğiyle geleneksel solcular mevcut. Stalinistinden reformistine, Troçkistinden Maoucusuna kadar tüm hiyerarşik/homojen sol anlayışa mensup özneler, nüanslarda ayrılsalar da, Yunanistan isyanına ve isyancılarına kendi arkaik programatik amentüleri ekseninde bakmaya devam ediyorlar. Hareketin kendiliğindenliğini, doğrudan demokrasi ve doğrudan eylem içeren özünü, otonom karakterini, özgürlükçü ağlara dayanan örgütlenme kapasitesini; yani asıl ayırt edici öğelerini eksiklik ve zaaf olarak niteleyip, klasik bir “halk kalkışmasının” tezahürü olarak sahiplendikleri isyana içkin asıl değerleri alttan altta görünmez kılma kaygısında ortaklaşıyorlar. Bu gruptakiler de halkın sokaklara taşan eylemini överken, hareketin bütünsel ölçekte teorik planda alışık oldukları gibi parti önderliğinde iktidar perspektifi taşımayan doğasının kendi reel varoluşlarına aykırılığını açıklayabilme, anlamlandırabilme telaşı içindeler aslında. Bu çabanın mantıklı sonucu olarak da, Yunanistan isyanını coşkuyla selamlayan metinlerinde bile, o isyanın erdeminin, sahip olduğu otonomist gelenek olduğunu kabullenmekten ısrarla imtina ediyorlar. Tarihsel hatıralar babında açtıkları, 2. Dünya Savaşı’nda çarpışan partizanlardan Albaylar Cuntası’na direniş günlerine uzanan bir Yunanistan devrimci geleneği manzumesinde, her ne hikmetse güncel boyutta süren isyanın asıl öznesi konumundaki anarşistlere tek satır yer vermeme maharetini gösterebilmeleri de dikkat çekici!
Üçüncü ve isyan karşıtlığı bağlamında en kaba biçimde tasnif edebileceğimiz grup, tüm hizip ve kanatlarıyla sistemin reel güçlerinden mürekkep. Yunanistan’da kırılan her mağaza vitrininin, yakılan/tahrip edilen her ‘medeniyet sembolünün’ acısını kendi ruhlarında, bedenlerinde hisseden muktedirler takımı bunlar. Kendi kâr hırslarıyla yeryüzünü talan edenler, dünyadaki canlıların tümüne özgür yaşam imkânı tanımayarak köleleştirenler, vahşetle, zorbalıkla, yalanla, kandırmayla sosyal-siyasal iktidarlarını sürdürmekten başka kaygıları olmayanlar ve onların çanak yalayıcıları bu kümenin bileşenleri. Yunanistan’daki isyanın yayılması, kendi mekânlarına, nüfuz alanlarına kadar ulaşması ihtimalini düşünmek bile ödlerini koparmaya yetiyor bunların; hele ki yaşadığımız coğrafyada hiçbir kısıtlama ve itirazla karşılaşmadan astıkları astık, kestikleri kestik yaşarlarken… İstediklerini iliğine kadar sömürüp istediklerini sokak ortasında vurma gücüne sahip oldukları bir habitatta yerli efendilerimiz, ‘komşuda’ tek bir ölümün bile böylesi bir tepkiye vesile olmasına gizliden gizliye şaşırıyorlar. Nitekim, bu gruptan güncel gelişmeleri okuyanların dillerine, söylemlerine daha bir birlik, daha bir tek seslilik hakim. Hep bir ağızdan yüce devlet kurumu karşısında hadlerini bilmeyen ‘çapulcuları’ aşağılama, onlara hakaret etme yarışına girebiliyorlar. ( Tabii, kendini ilk olarak tarif ettiğimiz liberal grupta gibi sunup, yazılarında bu kaba devletçi gruba kan taşıyan ‘radikal’ gazetecilerimiz de mevcut güzide memleketimizde!)
Yunanistan isyanına yönelik analizlerde, okuma/algılama çabalarında -kendi içlerinde daha geniş alt gruplar da barındıran- kabaca üç manipülatif ana grup mevcut: Bunlardan birincisi, gelişen olayların, polis şiddetine karşı sivil toplumun demokratik tepkisi ekseninde şekillendiğini ve bu noktadan meseleye yaklaşıp “aşırı unsurlar” (siz anarşistler diye okuyun bunu) bir tarafa bırakıldığında parlamenter demokrasinin derinleştirmesi için kurumsal potansiyellerin mevcut olduğunu ifade edenlerden oluşuyor. Bu tayfanın genelde AB taraftarlığı ve liberallik ekseninde bir ideolojik duruşu olduğundan, ne şiş yansın ne de kebap misali, bir yandan Aleksi’yi vuran polislerin sembolize ettiği şiddetin keyfiyetine karşı demokratik reformları savunurlarken, bir yandan da polise, devlete, şirketlere karşı meşru bir öfkeyle başkaldıran insanlara itidal tavsiyesinde bulunabiliyorlar. Kısacası, liberal kurumları ve kurulu sistemi muhafaza etme söz konusu olduğunda kaba şiddet araçlarını değil sistemin eldiven takmış güler yüzlü yumruğunu demokratik kazanım ufuklarının en uç sınırına yerleştirenlerin tekmili birden bu kümede sıralanıyorlar diyebiliriz.
İkinci grupta ise tüm renk ve çeşitliliğiyle geleneksel solcular mevcut. Stalinistinden reformistine, Troçkistinden Maoucusuna kadar tüm hiyerarşik/homojen sol anlayışa mensup özneler, nüanslarda ayrılsalar da, Yunanistan isyanına ve isyancılarına kendi arkaik programatik amentüleri ekseninde bakmaya devam ediyorlar. Hareketin kendiliğindenliğini, doğrudan demokrasi ve doğrudan eylem içeren özünü, otonom karakterini, özgürlükçü ağlara dayanan örgütlenme kapasitesini; yani asıl ayırt edici öğelerini eksiklik ve zaaf olarak niteleyip, klasik bir “halk kalkışmasının” tezahürü olarak sahiplendikleri isyana içkin asıl değerleri alttan altta görünmez kılma kaygısında ortaklaşıyorlar. Bu gruptakiler de halkın sokaklara taşan eylemini överken, hareketin bütünsel ölçekte teorik planda alışık oldukları gibi parti önderliğinde iktidar perspektifi taşımayan doğasının kendi reel varoluşlarına aykırılığını açıklayabilme, anlamlandırabilme telaşı içindeler aslında. Bu çabanın mantıklı sonucu olarak da, Yunanistan isyanını coşkuyla selamlayan metinlerinde bile, o isyanın erdeminin, sahip olduğu otonomist gelenek olduğunu kabullenmekten ısrarla imtina ediyorlar. Tarihsel hatıralar babında açtıkları, 2. Dünya Savaşı’nda çarpışan partizanlardan Albaylar Cuntası’na direniş günlerine uzanan bir Yunanistan devrimci geleneği manzumesinde, her ne hikmetse güncel boyutta süren isyanın asıl öznesi konumundaki anarşistlere tek satır yer vermeme maharetini gösterebilmeleri de dikkat çekici!
Üçüncü ve isyan karşıtlığı bağlamında en kaba biçimde tasnif edebileceğimiz grup, tüm hizip ve kanatlarıyla sistemin reel güçlerinden mürekkep. Yunanistan’da kırılan her mağaza vitrininin, yakılan/tahrip edilen her ‘medeniyet sembolünün’ acısını kendi ruhlarında, bedenlerinde hisseden muktedirler takımı bunlar. Kendi kâr hırslarıyla yeryüzünü talan edenler, dünyadaki canlıların tümüne özgür yaşam imkânı tanımayarak köleleştirenler, vahşetle, zorbalıkla, yalanla, kandırmayla sosyal-siyasal iktidarlarını sürdürmekten başka kaygıları olmayanlar ve onların çanak yalayıcıları bu kümenin bileşenleri. Yunanistan’daki isyanın yayılması, kendi mekânlarına, nüfuz alanlarına kadar ulaşması ihtimalini düşünmek bile ödlerini koparmaya yetiyor bunların; hele ki yaşadığımız coğrafyada hiçbir kısıtlama ve itirazla karşılaşmadan astıkları astık, kestikleri kestik yaşarlarken… İstediklerini iliğine kadar sömürüp istediklerini sokak ortasında vurma gücüne sahip oldukları bir habitatta yerli efendilerimiz, ‘komşuda’ tek bir ölümün bile böylesi bir tepkiye vesile olmasına gizliden gizliye şaşırıyorlar. Nitekim, bu gruptan güncel gelişmeleri okuyanların dillerine, söylemlerine daha bir birlik, daha bir tek seslilik hakim. Hep bir ağızdan yüce devlet kurumu karşısında hadlerini bilmeyen ‘çapulcuları’ aşağılama, onlara hakaret etme yarışına girebiliyorlar. ( Tabii, kendini ilk olarak tarif ettiğimiz liberal grupta gibi sunup, yazılarında bu kaba devletçi gruba kan taşıyan ‘radikal’ gazetecilerimiz de mevcut güzide memleketimizde!)
Hesapsız yıkıcılık paradigmaları altüst ediyor
Bütün bu üç kümelenmenin de ontolojik farklılıklarına rağmen ortaklaştıkları yegâne husus ise Yunanistan isyanına karakterini, kimliğini veren anarşistlere ve anarşist eylem tarzlarına yönelik “çapulcu, Vandal, bilinçsiz, sorumsuz vb.” gibi sıfatları layık görmeleri. Beş benzemez siyasal akımların sözcüleri sıra anarşistleri eleştirmeye geldiğinde benzer argümanlarla konuşur hale gelebiliyorlar; hesapsız yıkıcılığın yaratıcı dinamiğini bir çeşit körleşme efektiyle göremez, anlayamaz oluyorlar. Onlarca yıldır Yunanistan coğrafyasında faal olan çeşitli eğilimlerden anarşist grupların, otonomların (Bookchin’den esinlenenlerden sendikalistlere, Bonanno’dan feyz alan isyancı anarşistlerden anarşist komünistlere, Yunanistan, Avrupa’nın en güçlü ve yerleşik anarşist hareketini barındırmaktadır) varlığını yadsıyarak süren isyanı doğru kavramak mümkün değil oysa. Yunanistan toplumundaki otorite karşıtı, özgürlükçü kültürel alışkanlıkların yaygınlığında bu anarşist varoluşların aktif belirleyiciliğinin de üstünden atlanamaz.
Peki, liselerden üniversitelere, mahallelerden sendikalara toplumun her kesiminin kendince, kendi araçlarıyla böylesi büyük bir katılımla içinde yer aldığı, hatta devletin tüm kurumlarının çaresizce geri çekilmek zorunda kaldığı bir isyan, tek bir somut nedene bağlanabilir mi? Bütün bu toplumsal kesimlerin hepsini sokağa çeken aynı saikler, aynı talepler mi?
Sosyal, ekonomik, kültürel her mecradan sıkışan ve neoliberal hegemonyanın gelecek umutlarını tümden söndürmeyi yavaş yavaş başardığı, en yaşamsal ihtiyaçların tatmin edilmesinin bile büyük problemlere vesile olduğu toplumsal koşullarda geniş toplumsal katmanların zaten huzursuz bir pozisyonda yaşaması kaçınılmaz bir durum. Bu huzursuzluğun da birçok boyutta gerilimlere kaynaklık edeceği ve patlamak için “artık yeter” dedirtecek bir momentin yeteceği anları beklediği aşikâr. Yunanistan toplumunun genlerine işlemiş “üniforma allerjisi”, polisin işlediği cinayet üzerine bu gerilimi patlatan fitil işlevini böylesi bir birikimin üzerinden kazandı. İnsanların hep beraber öfkeyle karşısına dikilebilecekleri açık bir devlet vahşeti, adalet ve özgürlük taleplerinin her kapsamda eylemli biçimde sokağa taşınabilmesini sağladı.
Bu bağlamda yanıtlanması zor olan asıl soru şu: Yunanistan’daki koşullardan çok daha ağırına mahkûm edilmiş olan yaşadığımız toprakların ezilenleri, niçin onlarcasına şahit oldukları benzer cinayetler karşısında aynı kitlesel tepkiyi göstermiyor? Sosyal olanaklar ölçütünde çok daha ağır bir eziyete maruz bırakılanlar neden aynı Yunanistan’daki gibi sokağı ele geçiremiyor? Veya daha spesifik bir soruyla da konu boyutlandırılabilir: Üç aşağı beş yukarı aynı gündelik kültürel kodlara sahip olan Yunanistan halkı içinde anti-otoriter refleksler bu denli güçlüyken, neden Türkiye toplumunda –muhalifleri de dahil olmak üzere- otoriteye biat etmek genel geçer kapsayıcılığa sahip?
Bu soruların yanıtlarını, bütün iç bağlarını da ihmal etmeden düşünmek, değerlendirmek gerekli. Yarınımız ve geleceğimiz bu kodları kırmayı becerdiğimiz ölçüde özgürlükçü bir içeriğe bürünebilme yeteneği kazanacak. Bu yazı kapsamında böyle ‘derin sulara’ açılmaya soyunmayacağım ve son günlerde dost sohbetlerinde trajikomik bir üslupla sohbet konusu yaptığımız bir anekdotla metne noktayı koyacağım. Atina’da süren sokak çatışmalarında polisin gençlere saldırdığını evlerinin balkonlarından izleyen orta sınıf kent sakinlerinin, bu duruma tepki olarak balkonlarından polise çiçek saksıları fırlattığını ve bu nedenle beş polisin yaralandığını ajans haberlerinden duymuşsunuzdur muhtemelen. Bu haberi aktardığımız bir arkadaşın geçen sene İstanbul’daki 1 Mayıs eyleminde gözlemlediği durum ise, bu tepki biçimine yaşadığımız topraklardan yapılmış bir nazire konumunda. Arkadaşımız, Şişli’nin ara sokaklarında polislerin göstericileri kovalaması esnasında pencerelere çıkan semt sakinlerinin, bir yandan polisi alkışlarken bir yandan da göstericilerin tepesine kaynar su döktüklerine şahit olmuş. Bu aktarımı duyduktan sonra ilkokul ders kitaplarından çokça alışık olduğumuz soru kalıplarındaki gibi, bu iki pozisyon alış arasındaki farkları sıralamaya kim cüret edecek?
Bu iki fotoğrafı/durumu karşı karşıya koyup düşünmek, özgürlüğün ete kemiğe bürünmesine taraf herkesin üzerine düşen ciddi bir sorumluluk oluyor sanırım…
Bütün bu üç kümelenmenin de ontolojik farklılıklarına rağmen ortaklaştıkları yegâne husus ise Yunanistan isyanına karakterini, kimliğini veren anarşistlere ve anarşist eylem tarzlarına yönelik “çapulcu, Vandal, bilinçsiz, sorumsuz vb.” gibi sıfatları layık görmeleri. Beş benzemez siyasal akımların sözcüleri sıra anarşistleri eleştirmeye geldiğinde benzer argümanlarla konuşur hale gelebiliyorlar; hesapsız yıkıcılığın yaratıcı dinamiğini bir çeşit körleşme efektiyle göremez, anlayamaz oluyorlar. Onlarca yıldır Yunanistan coğrafyasında faal olan çeşitli eğilimlerden anarşist grupların, otonomların (Bookchin’den esinlenenlerden sendikalistlere, Bonanno’dan feyz alan isyancı anarşistlerden anarşist komünistlere, Yunanistan, Avrupa’nın en güçlü ve yerleşik anarşist hareketini barındırmaktadır) varlığını yadsıyarak süren isyanı doğru kavramak mümkün değil oysa. Yunanistan toplumundaki otorite karşıtı, özgürlükçü kültürel alışkanlıkların yaygınlığında bu anarşist varoluşların aktif belirleyiciliğinin de üstünden atlanamaz.
Peki, liselerden üniversitelere, mahallelerden sendikalara toplumun her kesiminin kendince, kendi araçlarıyla böylesi büyük bir katılımla içinde yer aldığı, hatta devletin tüm kurumlarının çaresizce geri çekilmek zorunda kaldığı bir isyan, tek bir somut nedene bağlanabilir mi? Bütün bu toplumsal kesimlerin hepsini sokağa çeken aynı saikler, aynı talepler mi?
Sosyal, ekonomik, kültürel her mecradan sıkışan ve neoliberal hegemonyanın gelecek umutlarını tümden söndürmeyi yavaş yavaş başardığı, en yaşamsal ihtiyaçların tatmin edilmesinin bile büyük problemlere vesile olduğu toplumsal koşullarda geniş toplumsal katmanların zaten huzursuz bir pozisyonda yaşaması kaçınılmaz bir durum. Bu huzursuzluğun da birçok boyutta gerilimlere kaynaklık edeceği ve patlamak için “artık yeter” dedirtecek bir momentin yeteceği anları beklediği aşikâr. Yunanistan toplumunun genlerine işlemiş “üniforma allerjisi”, polisin işlediği cinayet üzerine bu gerilimi patlatan fitil işlevini böylesi bir birikimin üzerinden kazandı. İnsanların hep beraber öfkeyle karşısına dikilebilecekleri açık bir devlet vahşeti, adalet ve özgürlük taleplerinin her kapsamda eylemli biçimde sokağa taşınabilmesini sağladı.
Bu bağlamda yanıtlanması zor olan asıl soru şu: Yunanistan’daki koşullardan çok daha ağırına mahkûm edilmiş olan yaşadığımız toprakların ezilenleri, niçin onlarcasına şahit oldukları benzer cinayetler karşısında aynı kitlesel tepkiyi göstermiyor? Sosyal olanaklar ölçütünde çok daha ağır bir eziyete maruz bırakılanlar neden aynı Yunanistan’daki gibi sokağı ele geçiremiyor? Veya daha spesifik bir soruyla da konu boyutlandırılabilir: Üç aşağı beş yukarı aynı gündelik kültürel kodlara sahip olan Yunanistan halkı içinde anti-otoriter refleksler bu denli güçlüyken, neden Türkiye toplumunda –muhalifleri de dahil olmak üzere- otoriteye biat etmek genel geçer kapsayıcılığa sahip?
Bu soruların yanıtlarını, bütün iç bağlarını da ihmal etmeden düşünmek, değerlendirmek gerekli. Yarınımız ve geleceğimiz bu kodları kırmayı becerdiğimiz ölçüde özgürlükçü bir içeriğe bürünebilme yeteneği kazanacak. Bu yazı kapsamında böyle ‘derin sulara’ açılmaya soyunmayacağım ve son günlerde dost sohbetlerinde trajikomik bir üslupla sohbet konusu yaptığımız bir anekdotla metne noktayı koyacağım. Atina’da süren sokak çatışmalarında polisin gençlere saldırdığını evlerinin balkonlarından izleyen orta sınıf kent sakinlerinin, bu duruma tepki olarak balkonlarından polise çiçek saksıları fırlattığını ve bu nedenle beş polisin yaralandığını ajans haberlerinden duymuşsunuzdur muhtemelen. Bu haberi aktardığımız bir arkadaşın geçen sene İstanbul’daki 1 Mayıs eyleminde gözlemlediği durum ise, bu tepki biçimine yaşadığımız topraklardan yapılmış bir nazire konumunda. Arkadaşımız, Şişli’nin ara sokaklarında polislerin göstericileri kovalaması esnasında pencerelere çıkan semt sakinlerinin, bir yandan polisi alkışlarken bir yandan da göstericilerin tepesine kaynar su döktüklerine şahit olmuş. Bu aktarımı duyduktan sonra ilkokul ders kitaplarından çokça alışık olduğumuz soru kalıplarındaki gibi, bu iki pozisyon alış arasındaki farkları sıralamaya kim cüret edecek?
Bu iki fotoğrafı/durumu karşı karşıya koyup düşünmek, özgürlüğün ete kemiğe bürünmesine taraf herkesin üzerine düşen ciddi bir sorumluluk oluyor sanırım…
Anonim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder