9 Kasım 2009 Pazartesi

Her Şey Göreceli Olduğunda

Alman filozofu ve sosyoloğu Simmel (1858-1918) Berlin’de doğuyor ve 1914’e kadar bu şehirde yaşıyor. Yahudi olması, alışılagelmemiş düşünce biçimi, “bilimsellikten uzak” yazıları, akademik beklentileri yerine getirmeye yanaşmaması, “uygunsuz davranışları”, Hıristiyanlık için tehlikeli rölativizmi, marjinal konulara olan ilgisi, “fazla esprili” tabiatı gibi nedenlerle, uluslararası bir ün kazanmasına karşın içinde yer aldığı akademik camia tarafından sürekli engelleniyor ve dışlanıyor. Ancak ölümünden dört yıl önce, 1914’te kendisine imparatorluğun kültürel taşrası Strasbourg’da bir kürsü teklif ediliyor.

XIX. yüzyılın sonuna doğru Berlin kapitalizmin hızlı gelişimiyle birlikte bir dünya kenti haline geliyor. Teknikerlerin, mühendislerin, burjuvaların güç kazandığı bu dönemde geleneksel yaşam biçimleri sarsıntıya uğruyor. Büyük kentteki istikrarlı dengelerin bozulması ve çözülme sürecinin hızlanması Simmel’i istikrarsız durumlara uygulanabilir bir kuram geliştirmeye yöneltiyor. Bu durumun Simmel’in hayatında pratik bir karşılığı da var; kadrosuz felsefe doçenti rantiye Simmel’in parası yüzyıl sonuna doğru bitmeye başlıyor. O dönemde pragmatist gerçekçi fikirlere sahip olan Simmel 1889’da “Para Psikolojisi” adlı bir yazı yazıyor. Bu çalışma onun 1900’de yayımlanan “Paranın Felsefesi” adlı ünlü kitabında son şeklini alacaktır.

Modernliğin, geçiş sürecinin, bozulan toplumsal dengelerin kuramcısı Simmel’e göre XIX. yüzyılda nesnel kültür (meta kültürü) öznel kültür (bireysel tine ilişkin kültür) üzerinde egemenlik kurmuştur. Modern toplumun tekörnekleştirici nesnel güçleri para, akıl ve hukuktur. Simmel kuramsal bir rölativizmin izlerini taşıyan “Paranın Felsefesi” adlı kitabında paranın mutlak, nesnel, gayri şahsî, hayatın her alanını ölçülebilir bir niceliğe indirgeyen bir güç olduğunu söyler. Para karşısında eşyanın biricikliği, karşılaştırılamazlığı, kendine özgülüğü ortadan kalkar. Nesnelleşme süreci içinde şahsîliğe özgü olan duygular ikinci plana geçer, toplumun üzerinde mutabakata vardığı objektif, kolaylıkla iletilebilen akıl parayla birlikte toplumsal ilişkileri yöneten bir güç olarak ortaya çıkar. Paranın liberal bireyciliğin ve egoizmin tamamlayıcısı olması bağlamında insanın içi, zihni de nesnelleşir. Para aynı zamanda yaşam stilini, temposunu, insanlar arasındaki ilişki biçimlerini de belirler, duygusal yapılar arasındaki farklılıkların yol açtığı belirsizlikleri azaltıp ilişkilere açıklık kazandırır, eşdeğer kişiliklerin değiş tokuş sürecini hızlandırır, ilişkileri kişisizleştirir ve hesaplanabilir hale getirir.

Simmel’e göre yaşamın tekdüze ve hareketsiz olduğu geleneksel toplumlarda algı dünyası sınırlı olduğundan birey olma bilinci yeterince gelişemez. Karmaşık ve farklılaşmış yapısıyla modern toplum bireyselliğin gelişebileceği koşulları yaratır. Ancak ilişkilerdeki şahsî, duygusal boyutun önemsizleşmesi, sayısız değiş tokuş ilişkisinin getirdiği uyarı patlaması, ilişkilerin paranın uçucu niteliğine endekslenmesi bu ilişkileri belirsiz, güvenilmez, çok çabuk değişir, içerikleri tutarsız hale getirir. İlişki patlamasına karşın bireyin kendini ilişkiler üzerinden tanımlaması güçleşir. Modernliğin göstergeleri sinir katsayısının artması, asabîlik ve nevrastenidir. Modern çağı patolojik olandan yola çıkarak yorumlayan Simmel’in kötümserliği onu rölativizme daha da yaklaştırır. Georg Simmel: Yaşamı, Sosyolojisi, Felsefesi adlı kitabında Werner Jung, Simmel’in hiçbir sabit noktaya bağlı olmayan bir öznelcilik ve şüpheciliğin etkisi altında bulunduğunu söyler. Hakikat, değer, nesnellik gibi kavramlar görecelidir ve bu kavramların ampirik ilişkiler zemininde incelenmesi gerekir.

Öncesizliğin ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri: Felsefi Minyatürler başlıklı kitap Simmel’in 1897-1907 yılları arasında haftalık Jugend (Gençlik) dergisi için yazdığı makalelerin bir kısmından oluşuyor. Gözlemci, estetik, seyirsel bir tavrın hâkim olduğu bu denemelerde Simmel rastlantısal, yüzeysel, uçucu, gündelik, insanî, tekil, fragmanter, gelip geçici olan üzerinde düşüncesini gezdiriyor. Gündelik hayatın örtüsünün altındaki derin tabakayı, şeylerin ve ilişkilerin özünü ve anlamını kavramaya çalışıyor. İnsan varoluşunun nüfuz edilemez bölgelerine girmeye çabalıyor. Yazılarda kuramsal bir zorlamanın, belirleyiciliğin etkisi çok fazla hissedilmiyor. Bazı yazılarda Simmel kendi görüşünü açıkça belirtmeksizin farklı fikirleri, konumları okuyucuya sunmakla yetiniyor. Bununla birlikte “Paranın Felsefesi”ndeki rölativizmin izlerini taşıyan bu metinlerde insanın “özünün” gereksindiği bir uyumu, bir yaşam gerçekliği duygusunu, genel bir dünya görüşünü arama çabası da açıkça görülüyor. Bu bağlamda Simmel’in denemeleri bir yandan gündelik ilişkilerin tekil, göreli, bizleri teskin ve teselli eden şefkatine kendini teslim etme isteğini, böyle bir ruh halini yansıtırken diğer taraftan göreli olan güncelin arkasındaki kapitalist nesnel işleyişe işaret ederek kayba, eksikliğe, negatife hakkını teslim eden bir direniş noktası oluşturmaya çalışıyor.

Meta üretiminin çeşitlenmesinin ve metaların mübadelesinin artmasının kazandığı olağanüstü boyut, malların ve insan ilişkilerinin sapma limitleri düşük ortalama bir yörüngeyi izlediği geleneksel toplumlardan farklı olarak kapitalist toplumda insana ait olan her şeyin kutuplar arasında gidip gelmesine neden olur. Eski toplumda malların, konumların, duyguların, sevinçlerin biricikliği, kendine yeterliği, karşılaştırılamazlığı esasken yeni mübadele toplumunda para karşılaştırılabilir nicelikler yaratmak üzere şeyler ve ilişkiler arasındaki mesafeleri açar, onların değişim değerlerini belirgin kılmak ve artırmak üzere aralarındaki farklılıkları karşıt uçlara doğru iter. Kapitalist toplumda her türlü duygusal “kazanım” ve mutluluk ancak karşıtına ilişkin bir bedel ödenerek gerçekleşir. Değiş tokuş ilişkilerinin arasına sıkıştırılmış, paranın atıl kalma süresi kadar kısa ömürlü sükûnet, sevgi ve huzurdan alınan hazda gaddarca bir şeyler vardır. Çünkü onu hissetmenin bedeli ticarîleşmiş yaşamın devinim ve telaşına korunaklı bir mesafeden, bir tepeden bakmamız, “yaşamın gürültü ve huzursuzluğunun, karşıtının arka planı olarak içimizde titreşmeyi sürdürmesidir. İnsanî olan her şeyin asıl laneti her tür şeyin hazzına ancak karşıtından farklılığı sayesinde varabilmemiz değil mi?”. Öte yandan şeylerin çokluğu modern bireyin algılama yetisini azaltır. Ardı ardına sonsuz biçimde gerçekleşen anlık mübadele ilişkileri ve karşılaşmaların yüksek sirkülasyonu ruhun ana besin kaynaklarından olan süreklilik ve bütünlük duygularını ortadan kaldırır. Yeni ruh durumu eskisiyle mukayese edilebileceği kısa süre içinde insana mutluluk ya da acı verir, yerini yeni bir ruh haline terk edene kadar. Bu durumlar sonsuza doğru tekrarlandıkça ruhun taşıdığı duygusal yoğunluk gitgide azalır.

Ruh, o andaki devinim ve uyarısının bir öncekinden farkından başka bir şey algılayamaz. (...) Demek ki yaşamın cazibelerinin mutlak büyüklüğünü, doyumlarımızın ve yoksunluklarımızın genel düzeyinin ne kadar yüksek ya da düşük olduğunu algılamıyoruz biz. (...) Dış koşullardaki her değişikliğe otomatik bir ayarla karşılık veren ruhumuz, verimi sabit tutan o hassas mekanizmalara benziyor.

Kapitalist toplumda yaşam bireysel çıkarını, haklılığını dayatan özneler arasındaki karşıtlıklar biçiminde seyreder. Aşk dahil bütün ilişkilerde kendini kabul ettirme ve geri çekilme sürekli birbirini dengeler ve eşit değerlerin ve davranışların mübadelesinin sonsuz çoğulluğu içinde toplumsal “konsensus” oluşur. Ancak mübadelelerdeki üstünlük kurma çabası hiç bitmez. Ama özdeğer duygusunun sarsıntıya uğramaması insanı zayıfın, haksız çıkarılanın acısını çekmediği bir ruh haline götürür. Bu nedenle duyarlı kişiler başkaları karşısında zafer elde etmenin temelinde yatan derin acıyı sezerler ve yenilmeyi, haksız çıkmayı kendilerine daha yakın bulurlar. Aynı şekilde sadece kâr hanesi dolu bir hayat oluşturmaya endekslenmektense yaşamın “ziyan olan” bölümlerini benin ayrılmaz bir parçası, dolu ve gerekli bir şey olarak görmek gerekir.

Metaların sonsuz çeşitliliği eskiden az sayıda malın verdiği bütünsel tatmin hissini ortadan kaldırır. Meta onu satın alana kalıcı bir tatmin sağlamaz. Arzu metaya sahip olunduğu anda sona erer ve kendine yeni bir obje aramaya yönelir. Bu nedenle parasını harcamayıp biriktiren cimrinin arzusu somut metalar yerine elle tutulamaz olana, sonsuza uzanana yönelik bir özlemi içinde barındırır. Cimri, metaların kendi arzusuna direnen gücünden böylece kendini korumuş olur. Aynı şekilde müsrif insan da sürekli olarak yeni metalara sahip olarak, birinden diğerine geçerek onların sınırlılığını aşmaya çalışır. Kapitalist toplumda şeylerin tılsımı tam değil biraz olmaları, bu nedenle mahrum oldukları şeyleri bir olasılık olarak içlerinde barındırmalarıdır.

Şeylerin önemi, hatta tüm zenginliği yalnızca barındırdıklarında değil, aynı zamanda onlarda eksik olanlardadır da. Sevdiğimiz şeylerin sevdiğimiz şey olduklarını, her şey olmamalarından anlıyoruz, bizi daha fazlasından mahrum bıraktıkları bir sınırları olmasından.

Hazların çeşitlendiği, hepsinin doyurulamaz hale geldiği tüketim toplumunda doyum eksiklikle beslenir, sayısız cazibe ve haz olanağı ise tüketilmeden kalır. Bir şeyin önünden geçip gitmiş ya da onda tatmin bulamamış arzular başka bir şeye duyulan yoğun, aşırı eğilimi beslerler ve bu böylece sürüp gider. Şeylerin göz kamaştırıcılığı, pırıltısı bizi bütün varlığımızla kendine çeker ama eşya ve insan çok söz verip azını tutar. Yaşam hepimizi bizden esirgedikleri ve esirgemedikleri arasında sallandırıp durur, bizi bir yandan kendine doğru çekerken sonunda kendinden yoksun bırakır. Yine de biz başını koketçe hafifçe yana çevirip bize göz süzen hayat karşısında büyüleniriz ve her şeyimizi ortaya koyarız.

Para ekonomisinin ilk başlarında insan ilişkilerinde gözlenen yalan, sözleri düşüncelerden farklı bir yöne sevk eden yüzeysel bir yalandır. Bu yalan insanın kendi benliğinin dışında, ona yabancı ve zararsız gibi gözükür. İnsanın kendisi ile dış dünya arasında net ve tanımlanabilir bir sınırın olduğu varsayımına dayanır. Meta üretiminin ve nesnel kültürün gelişmesiyle birlikte “objektif” toplumsal akıl, piyasanın aklı bireyin düşüncesine egemen olur. Ama içimizdeki nüfuz edilemeyen tinsel katmanlar uyumlu yüzeyin altında tedirgin kıpırdanışlarını sürdürürler.

Asıl yalan, sözlerin düşüncelerle örtüştüğü, fakat düşüncenin içimizdeki daha derin gerçekle çeliştiği yalandır; ruhumuzun kendi içinde ikircikli olduğu ve aslında inanmadığını bildiği şeye inandığı zaman. (s. 34)

İçimiz piyasanın, kötülüğün ayartmalarına, oldu bittilerine, gizli hırsına son derece açık olduğu halde biz hâlâ ruhumuzun saf ve kutsal olduğuna inanmak isteriz. Meta ve ilişki değiş tokuşunun kaba gereklerini yerine getirir, aynı zamanda hislerimizin inceliğiyle böbürleniriz. Hayatımız karşılaştırılabilir, göreceli bir şeyler yığınına dönüşmemiş gibi mutlak olanla özdeşleşebileceğimizi düşünürüz.

Tüm Ben’imizi sevdiğimiz insana verebileceğimize gerçekten inanırız- bu Ben’le yaşadığımız sayısız aşk, kurduğumuz yüzlerce hırsız fantezi sanki yok sayılabilirmiş gibi.

Sayılamayacak ölçüde çoğalmış, çeşitlenmiş şeylerin mübadele sürecinin egemen öznesi olan eril birey dünyanın en değişken varlığıdır. Bir metanın tek başına bütünsel bir doyum verememesine, bu nedenle de metaların çeşitlenen, değişen tatmin biçimlerine göre farklılaşmasına benzer bir biçimde metalaştırılmış kadın bedeni de eril değişkenliğin ihtiyaçlarına bağlı bir fragmantasyona uğrar.

... tam olarak sevdiğimizde bile, sevdiğimizin kâh bu kâh şu özelliğini sevgimizin asıl nesnesi olarak almamız, aynı insanda hep aynı insanı sevmememiz şeklinde tezahür ediyor: O kendini bir bütün olarak kalbimizde sanırken, biz onun Ben’inin bir parçasına sarılıyoruz, onun maddesinden olan, ama onun ta kendisi olmayan bir insana... Kadınların sevgisi bizi sıyırıp geçiyor; sevdikleri varlığı tanısaydık tüylerimiz ürperirdi, çünkü sık sık şekil değiştiren bu varlık, hem biziz, hem de biz değiliz.

Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin bir başkası için ilk ve son olmadığı, sadece uçuculuğun, değişkenliğin, güvenilmezliğin, gelip geçiciliğin hâkim olduğu alışveriş toplumunda kalıcılığa, bütünlüğe yer yok mu? Kendimizi bütüncül bir kuramla, inançla özdeşleştirmek işe yarar mı? Sonuç çok şüphelidir çünkü kuramlar ve inançlar içlerinde insanın kişilik özelliklerini yaşadığı biçimlerdir sadece. İnsan bünyesi yapısına uymayan düşünsel kabukları silkip atar, ya da gelişigüzel tutturulmuş bir yama gibi üzerinde taşır durur. Her türlü insan ilişkisinin eşit ve ölçülebilir değerlerin, konumların, birikimlerin, gündelik yoğunlukların mübadelesine indirgendiği bir sosyallik bireyin niceliksel olmayan, güvenilebilir, kalıcı yoğunluklara ulaşmasını engeller. Bu durumda sosyallik alanının uzağında, kenarında kalmış, mübadele ilişkilerinin görece dışındaki varoluş parçaları bizleri teskin eder. Sosyal bir değiş tokuş ortamında ve binbir imkânın ortasında kişiselleşememiş gençlik tutkularından farklı olarak ileri yaşların “gün ışığında görünmez”, değiş tokuşun sosyalliğinden uzaklaşıp daha yüksek yoğunluklara ulaşmış, mahrem, başka “hiç kimsenin paylaşamayacağı” kimi mutlulukları fısıltılarını bazen bizlere duyurur. Diğer taraftan insan dünyasının piyasanın, mübadelenin ve dolaşımın gürültüsüne, telaşına kendini bırakmasının nedeni kendi iç sesini duymamazlıktan gelmek arzusudur. İnsan, araçlardan oluşan bir altyapının karmaşasında boğulur, oradan bir daha çıkamaz. Buna karşın tembellik varoluşun mutlaklığına, kendi içinde bütünlüğüne, kendine yeterliliğe işaret eder. Benzer bir şekilde estetik yoğunlaşma ve tefekkür anlarında bireyle şeyler arasındaki engellerin baskısı azalır.

... duygusal hayatın ve de tembelliğin zirvesi estetik hazdır. Güzeli yaşarken bize, şeylerin sertlik ve ağırlığının ötesindeki o eşsiz içsel özgürlüğü, her türlü düşmanlığın ve bönlüğün, yazın öğle güneşinin önündeki bulutlar gibi dağıldığı o ruhsal huzuru ve aydınlığı veren nedir?


Yaşar Çabuklu

Hiç yorum yok: