Tilki çok şey bilir.
Kirpi ise tek bir şey, ama o da muazzamdır.
Archilochus
Faşizm F harfi ile başlayan altı harfli bir sözcüktür. İnsanlar, gerçekliği kısmen saklarken onları kişisel düşüncelerden ya da karar verme zorunluluğundan kurtaran sözcüklerle oynamayı sever. Simge bizim yerimize hareket eder, bize bir bayrak ve bir bahane verir.
Ve simgenin önüne bir “anti-“ koyduğumuz zaman, bu yalnızca bizi tiksindiren bir şeye karşı çıkma meselesi değildir. Diğer tarafta olduğumuz ve görevimizi yaptığımız için güvende hissederiz. O “anti-“ye başvurmuş olmak vicdanımızı temizler, bizi iyi korunan ve pek sık ziyaret edilen bir alana kapatır.
Bu arada olaylar sürer gider. Seneler geçer, iktidar ilişkileri de öyle. Eski patronların yerini yenileri alır, trajik iktidar tabutu bir elden sonrakine geçirilir. Geçen senenin faşistleri demokratik oyuna ayak uydurmuş, bayraklarını ve gamalı haçlarını birkaç deliye devretmişlerdir. Neden olmasın ki? İktidar adamları böyle davranır. Muhabbet sürer, sürer, siyasi realizm ebedidir. Ama siyasetten pek az anlayan, hatta hiç anlamayan bizler utanç içinde kendi kendimize, bir zamanlar kararlılıkla savaştığımız o kara gömlekli, sopalı faşistlerin ne olup da sahneden kaybolduğunu sormaktayız. Böylece, kafasız tavuklar gibi, hazır bekleyen öfkemizi üzerine salıvereceğimiz yeni bir günah keçisi aramaktayız ve bu arada çevremizdeki her şey gittikçe incelikli, gittikçe yumuşak olmakta ve iktidar diyaloğa girmemiz için bize çağrıda bulunmakta: Ama lütfen öne çıkın, ne diyecekseniz deyin, sorun değil! Unutmayın, demokratik düzende yaşıyoruz; herkesin dilediği her şeyi söyleme hakkı var. Başkaları dinler, katılır ya da katılmaz, sonra çoğunluk oyunu kararlaştırır. Çoğunluk kazanır ve azınlık katılmama hakkı ile yaşamaya devam eder. Her şey taraf tutma diyalektiği içinde kaldığı sürece.
Faşizm meselesini sözcüklere indirgeyecek olursak, her şeyin yalnızca bir oyun olduğunu itiraf etmek zorunda kalırız. Belki bir düş: “Mussolini, dürüst bir adam, büyük bir politikacı. Hatalar yaptı. Ama kim yapmadı ki? Sonra kontrolden çıktı. İhanete uğradı. Hepimiz ihanete uğradık. Faşist mitoloji? Orada bırak! Geçmişin bu tür andaçlarını düşünmenin anlamı yok.”
“Hitler”, diye anlatıyor Klauss Mann, eski bir siyasi realizm teorisyeni olan Gerhart Hauptmann’ın zihniyetini istihzayla betimleyerek, “son analizde… sevgili dostlarım!... nesnel… olmaya çalışalım… hayır, izin verirseniz… ben olayım… bir içki daha alır mıydınız? Bu şampanya… gerçekten olağanüstü –insan Hitler, demek istediğim… aslına bakarsanız şampanya da… kesinlikle olağanüstü bir evrim… Alman gençliği… yaklaşık yedi milyon oy… Yahudi dostlarıma sık sık söylediğim gibi… bu Almanlar… inanılmaz bir ulus… gerçekten gizemli… kozmik itkiler… Goethe… dinamiğin destanı… temel direnilemez eğilimler…”
Hayır, küçük görevler düzeyinde değil. Bir kadeh iyi şarap eşliğinde farklılıklar puslanır ve her şey bir görüş meselesine dönüşür. Çünkü ve önemli olan budur, fark yoktur, faşizm ile anti-faşizm arasında yoktur, iktidar isteyenler ile ona karşı mücadele edenler, onu reddedenler arasında vardır. Ama bu farkların temeli hangi seviyede bulunabilir?
Tarihsel analize başvurarak mı? Sanmıyorum. Tarihçiler iktidarın hizmetindeki en faydalı ahmak kategorisidir. Çok şey bildiklerini sanırlar, ama belgeleri ne kadar hararetle incelerlerse, bildikleri tek şey o kadar şu olur: inkâr edilmez bir biçimde olan bitene dalalet eden belgeler, olayın rasyonelliği içinde tutsak edilmiş bireysel irade. Doğru ile gerçeğin eş değeri. Başka herhangi bir şeyin olası olduğunu düşünmek yalnızca edebi bir eğlencedir. Tarihçi en ufak zekâ pırıltısına sahip olsa, hemen felsefe alanına geçer, kendisini ortak ıstırap ve o tür şeylere boğar. Başarıların hikâyeleri, masal cüceleri ve büyülü şatoları. Bu arada çevremizdeki dünya iktidar sahiplerinin ve iktidarın bir belge ile fırınlanmış patates arasındaki farkı bilemeyen gözden geçirilmiş kitap kültürünün eline geçer. “İnsan iradesi özgür olsa,” der Tolstoy, Savaş ve Barış’ta, “tüm tarih bir dizi tesadüfî olaydan oluşurdu… eğer bunun yerine insan eylemlerini düzenleyen tek bir kanun varsa özgür irade var olamaz, çünkü insanın iradesi o kanunlara tabii olmalıdır.”
Gerçek şudur ki, tarihçiler faydalıdır, özellikle de bize teselli unsurları, bahaneler ve psikolojik koltuk değnekleri sağladıkları için. 1871’deki Komüncüler ne kadar da cesurdular! Pere Lachaise duvarında cesur adamlar gibi öldüler! Ve okuyucu heyecanlanır ve gerektiğinde, komüncülerin bir sonraki duvarında ölmeye hazırlanır. Sosyal güçlerin bizi kahramanlar gibi ölme durumuna getirmesini beklemek gündelik yaşamda bize yardımcı olur, ta ki bu durum gerçekleşmeden ölümün eşiğine gelene dek. Tarihsel eğilimlerin hepsi o kadar kesin değildir. On yıl aşağı, on yıl yukarı, bu fırsatı kaçırabiliriz ve bir bakarız ellerimiz boş.
Bir tarihçinin embesilliğini ölçmek istiyorsanız, geçmiş değil, olmakta olanları muhakeme etmesini isteyin. Tam bir zihin açıcı olacaktır!
Hayır, tarihsel analiz değil. Belki politik ya da politik-felsefi tartışma, son senelerde okumaya alıştığımız türden. Faşizm bir an bir şey, bir sonrakinde bambaşka bir şey. Bu analizleri yapma tekniği birazdan anlatılmaktadır. Hegelci, aynı anda hem iddia etme, hem karşı çıkma mekanizmasını ele alın (silah eleştirisinin bir eleştiri silahı haline gelmesine benzer bir şey) ve o anda aklınıza gelen herhangi bir konuda açık bir doğrulama gibi görünen bir şey çıkarın. Otobüse yetişmek için koştuktan sonra, sürücünün sizi görmesine rağmen durmak yerine hızlandığını fark ettiğinizde hissettiğiniz hayal kırıklığına benzer bir duygudur.
Eh, bu durumda gösterebiliriz ki ve sanırım Adorno yapmıştır bunu, kesin olarak belirsiz bilinçsiz bir kızgınlıktır –bir türlü kavrayamadığımız, bizden kaçan bir yaşamın sebep olduğu kızgınlık- ve bu kızgınlık kabarır, sürücüyü öldürmek istememize sebep olur. Hegelci mantığın gizemleri böyledir işte! Böylece, faşizm gittikçe daha az küçük görülebilir olur. Çünkü içimizde hayvani içgüdülerimizin karanlık bir köşesinde gizlenerek nabzımızı hızlandırır. İçimizde, bilmediğimiz bir faşist gizlidir ve işte bu potansiyel faşist adına tüm diğerlerini haklı çıkarırız. Aşırılıkçıları değil elbette! Onca kişi gerçekten öldü mü? Cidden, yanlış anlaşılmış bir adalet fikri adına büyük saygıya layık insanlar Faurisson’un saçmalığını dolaşıma çıkardılar. Hayır, bu yola koyulmamak daha iyi.
Bilgi az bulunurken ve sahip olduğumuz birkaç fikir de fırtınalı bir denizde dans eder görünürken, sözcükler konusunda bizden daha zeki olanlarca icat edilmiş hikâyelere kurban gitmek kolaydır. Böyle bir ihtimalden kaçınmak için Marksistler, başkalarının zincirlerini güzelce programlayabilen kişiler olduklarından (özellikle de güttükleri proleterlerinkini), faşizm eşittir cop olduğunu savundular. Karşı tarafta, Gentile gibi filozoflar bile, irade ile işleyen copun aynı zamanda etik bir yöntem olduğunu, Devlet ile birey arasında gelecekte bir ortak yaşam yarattığını, bireysel eylemin o üstün birlik içinde kolektif hale geldiğini öne sürmüştür. Burada Marksistler ile faşistlerin nasıl aynı ideolojik kökenden geldiğini görürüz ve buna, ardından gelen her tür pratik sonuç ve konsantrasyon kampları da dahildir. Ama devam edelim. Hayır, faşizm yalnızca cop değildir, yalnızca Pound, Celine, Mishima ya da Cioran bile değildir. O unsurlardan, bireysel olarak ele alınan biri ya da diğeri değildir, hepsi birdendir. Tüm diğerlerine, hatta zaman zaman Devlet’e karşı kendi kişisel mücadelesini seçen yalıtılmış bireyin isyanı da değildir ve tüm isyankârlara, hatta huzursuz tiplere karşı duyduğumuz insanı duygudaşlığı bile çekebilir.
İktidar için, tarih boyunca zaman zaman diktatörlükler altında var olmuş olan kaba faşizm artık pratik bir siyasi proje değildir. Yeni idari güç biçimleri ile birlikte yeni araçlar belirmektedir. Bu yüzden bırakalım da tarihçiler diledikleri kadar geviş getirsinler. Faşizm’in, siyasi bir hakaret ya da suçlama olarak bile modası geçmiştir. Bir sözcük iktidar sahibi olanlar tarafından küçük düşürücü olarak kullanılmaya başlandığında, biz ondan faydalanamayız ve bu sözcük ve ilgili kavram bizi tiksindirdiğinden, onu ve diğerini tarihin tüm diğer dehşetleri ile birlikte tavan arasına kaldırıp unutmak daha iyi olacaktır.
Sözcüğü ve kavramı unutun, ama onun altında gizli olanı değil. Kendimizi eyleme hazır etmek için bunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Faşist avına çıkmak bugün hoş bir spor olabilir, ama gerçekliğin daha derin bir analizinden kaçınmaya, gittikçe daha derin bir analizinden kaçınmaya, gittikçe daha karmaşıklaşan ve çözülmesi güçleşen o yoğun güç entrikalarının arkasına bakmaktan kaçınmaya dair bilinçsiz arzuyu temsil ediyor olabilir.
Antifaşizmi anlayabilirim. Ben de antifaşistim, ama benim sebeplerim, kendilerini bu şekilde tanımlayan geçmişte duyduğum, bugün de duymaya devam ettiğim pek çok kişinin sebepleri ile aynı değildir. Çok kişi için faşizm, yirmi sene önce, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Şili, vesairede güç sahibi olduğunda savaşılması gereken bir şeydi. Bu ülkelerde yeni demokratik rejimler başa geçtiği zaman, bunca hararetli muhalifin antifaşizmi kendi kendini söndürdü. İşte o zaman mücadeledeki eski yoldaşlarımın antifaşizminin benimkinden farklı olduğunu fark ettim. Benim için hiçbir şey değişmemişti. Yunanistan, İspanya, Portekiz sömürgelerinde yaptıklarımız demokratik Devlet başa geçtikten ve eski faşizmin geçmiş başarılarını miras aldıktan sonra da sürdürülebilirdi. Ama buna herkes katılmıyordu. Maceralarını, tanıdıkları trajedileri, faşistler tarafından öldürülen onca kişiyi, şiddeti ve başka her şeyi anlatan eski yoldaşları dinlemeyi bilmek gereklidir. “Ama” demiş yine Tolstoy, “tarihi olaylarda rol oynayan birey onların önemini aslında asla anlamaz. Anlamaya çalışırsa verimsiz bir unsur olur.” O deneyimleri yaşamayan, dolayısıyla yarım yüzyıl sonra kendilerini bu tür duyguların tutsağı olarak bulmayan kişilerin artık var olması için sebep bulunmayan, aslında arkasına saklanacak basit bir duman perdesinden başka bir şey olmayan açıklamaları ödünç almasını anlamıyorum.
“Ben antifaşistim!” diye yüzünüze fırlatıyorlar bir savaş bildirisi gibi, “ya sen?”
Bu tür durumlarda düşünmeden verdiğim yanıt –hayır, ben antifaşist değilim, çünkü sen, Scelba, Andreotti ve Cossiga gibi mafyöz tipleri hükümete getiren İtalyan demokrasisinin sıcaklığında otururken ben o ülkelerdeki faşistlerle savaşmaya gittim. Ben antifaşist değilim, çünkü ben komedi dizisi faşizminin yerini alan demokrasiye karşı savaşmaya devam ettim. Faşizm gittikçe daha güncel baskılama yöntemleri kullanıyor ve bu yüzden, böyle ifade etmeme izin verirsen, kendinden önceki faşistlerden de faşist. Ben antifaşist değilim, çünkü ben hala bugün iktidarı elinde bulunduranları teşhis etmeye çalışıyorum ve etiketler ve simgelerce gözlerimin bağlanmasına izin vermiyorum, ama bu arada sen “Kahrolsun Faşizm!” pankartlarının arkasında saklanarak sokaklara çıkmanı haklı göstermek için kendine antifaşist demeye devam ediyorsun. Elbette, “direniş” zamanında sekiz yaşından büyük olsaydım belki ben de gençlik anılarıma ve eski tutkularıma gark olurdum ve aklım bu kadar başımda olmazdı. Ama sanmıyorum. Çünkü insan gerçekleri dikkatle incelerse, siyasi formasyonların karmaşık ve anonim yığını içinde bile uyum göstermeyenler, onun ötesine geçenler, devam edenler ve “ateşkesin” çok ötesine taşıyanlar vardı! Mücadele, ölüm kalım mücadelesi yalnızca geçmiş ve bugünün faşistlerine karşı, kara gömleklilere karşı değildir, aynı zamanda ve temel olarak, hoşgörülü, tahammülkâr demokrasi kılığına bürünmüş olsa bile, bize zulmeden iktidara ve bunu mümkün kılan tüm destek unsurlarına karşıdır.
“Tamam, o zaman, baştan da söyleyebilirdin!” diyebilir karşımdaki, “sen de antifaşistsin.”
“Peki, başka nasıl olabilirdi ki? Sen bir anarşistsin, demek ki antifaşistsin! Kılı kırk yararak yorma bizi.”
Ama ben ayrımlar yapmanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Ben faşistlerden hiç hoşlanmadım, sonuç olarak bir proje olarak faşizmden de hoşlanmadım. Başka sebeplerden dolayı (ama dikkatle evirilip çevrilirse hepsi aynı çıkan sebepler), demokratik, liberal, cumhuriyetçi, Gaulcü, emekçi, marxist, komünist, sosyalist ya da başka herhangi türden projeleri de hiç sevmedim. Onlara anarşist olmamla değil farklı, dolayısıyla anarşist olmamla karşı çıktım. Öncelikle bireyselliğimle, hayata dair kendi kişisel anlayışımla, başka birininkiyle değil ve dolayısıyla onu yaşamamla, hissetmemle, duygularımla, arayışımla, keşfetmemle, tecrübe etmemle ve âşık olmamla. Bu, bana ait dünyaya ancak bana cazip gelen insanların girmesine izin veriyorum; kalanını nazikçe ya da başka şekillerde uzak tutuyorum.
Savunmuyorum, saldırıyorum. Ben pasifist değilim ve olaylar güvenlik seviyesinin ötesine gidene kadar beklemiyorum. Yaşam tarzıma karşı potansiyel tehlike oluşturanlara karşı bile harekete geçiyorum ve hayat tarzımın bir parçası da başkalarına ihtiyaç, başkalarını arzulama… metafizik varlıklar olarak değil, açıkça tanımlanmış başkaları olarak, benim yaşam ve var olma tarzımla benzerlik taşıyan kişiler olarak ve bu benzerlik durağan, belirlenmiş bir şey değil. Değişen, büyümeye ve genişlemeye devam eden, daha başka insanlar ve fikirler ortaya koyan, bir muazzam ve muhtelif ilişkiler ağı ören bir şey, ama asıl sabitin her zaman, tüm varyasyonları ve evrimi ile benim yaşama ve varlık tarzım olduğu bir şey.
İnsan âlemini her anlamda enine boyuna dolaştım ve henüz bilgi, çeşitlilik, tutku, düş susuzluğumu giderebileceğim bir yer bulamadım. Aşka âşık bir aşığım. Gördüğüm her yerde, muazzam potansiyel beceriksizlik tarafından ezilmesine izin veriyor ve sadakat ve teslimiyet güneşi altında zayıf bir kapasite çiçekleniyor. Ama farklı olana açılan geliştiği, içine işlenmesine izin verme ve diğerinden korkulmadığı, ama insanın kendi sınırlarının ve yeteneklerinin –ve dolayısıyla başkalarının sınırlarının ve yeteneklerinin- farkına vardığı noktaya gelinme açıklığı geliştiği sürece benzerlik mümkündür; bağımlı, insani yaklaşımın ötesinde ortak, sürekli bir girişim mümkündür. Bütün bunlardan ne kadar uzaklaşırsak, benzerlikler zayıflar ve sonunda yok olur ve böylece kendimizi dışarıda buluruz, duygularını madalya gibi takanlar, kaslarını gerenler ve büyüleyici görünmek için güçleri yeten her şeyi yapanlar ve bunun ötesinde, gücün damgası, mekânları ve adamları, zorlama canlılık, sahte putperestlik, ısısız ateş, monolog, gevezelik, şamata, kullanılabilir, tartılabilen ve ölçülebilen her şey.
Benim kaçınmak istediğim bu işte. Benim antifaşizmim bu.
Ve simgenin önüne bir “anti-“ koyduğumuz zaman, bu yalnızca bizi tiksindiren bir şeye karşı çıkma meselesi değildir. Diğer tarafta olduğumuz ve görevimizi yaptığımız için güvende hissederiz. O “anti-“ye başvurmuş olmak vicdanımızı temizler, bizi iyi korunan ve pek sık ziyaret edilen bir alana kapatır.
Bu arada olaylar sürer gider. Seneler geçer, iktidar ilişkileri de öyle. Eski patronların yerini yenileri alır, trajik iktidar tabutu bir elden sonrakine geçirilir. Geçen senenin faşistleri demokratik oyuna ayak uydurmuş, bayraklarını ve gamalı haçlarını birkaç deliye devretmişlerdir. Neden olmasın ki? İktidar adamları böyle davranır. Muhabbet sürer, sürer, siyasi realizm ebedidir. Ama siyasetten pek az anlayan, hatta hiç anlamayan bizler utanç içinde kendi kendimize, bir zamanlar kararlılıkla savaştığımız o kara gömlekli, sopalı faşistlerin ne olup da sahneden kaybolduğunu sormaktayız. Böylece, kafasız tavuklar gibi, hazır bekleyen öfkemizi üzerine salıvereceğimiz yeni bir günah keçisi aramaktayız ve bu arada çevremizdeki her şey gittikçe incelikli, gittikçe yumuşak olmakta ve iktidar diyaloğa girmemiz için bize çağrıda bulunmakta: Ama lütfen öne çıkın, ne diyecekseniz deyin, sorun değil! Unutmayın, demokratik düzende yaşıyoruz; herkesin dilediği her şeyi söyleme hakkı var. Başkaları dinler, katılır ya da katılmaz, sonra çoğunluk oyunu kararlaştırır. Çoğunluk kazanır ve azınlık katılmama hakkı ile yaşamaya devam eder. Her şey taraf tutma diyalektiği içinde kaldığı sürece.
Faşizm meselesini sözcüklere indirgeyecek olursak, her şeyin yalnızca bir oyun olduğunu itiraf etmek zorunda kalırız. Belki bir düş: “Mussolini, dürüst bir adam, büyük bir politikacı. Hatalar yaptı. Ama kim yapmadı ki? Sonra kontrolden çıktı. İhanete uğradı. Hepimiz ihanete uğradık. Faşist mitoloji? Orada bırak! Geçmişin bu tür andaçlarını düşünmenin anlamı yok.”
“Hitler”, diye anlatıyor Klauss Mann, eski bir siyasi realizm teorisyeni olan Gerhart Hauptmann’ın zihniyetini istihzayla betimleyerek, “son analizde… sevgili dostlarım!... nesnel… olmaya çalışalım… hayır, izin verirseniz… ben olayım… bir içki daha alır mıydınız? Bu şampanya… gerçekten olağanüstü –insan Hitler, demek istediğim… aslına bakarsanız şampanya da… kesinlikle olağanüstü bir evrim… Alman gençliği… yaklaşık yedi milyon oy… Yahudi dostlarıma sık sık söylediğim gibi… bu Almanlar… inanılmaz bir ulus… gerçekten gizemli… kozmik itkiler… Goethe… dinamiğin destanı… temel direnilemez eğilimler…”
Hayır, küçük görevler düzeyinde değil. Bir kadeh iyi şarap eşliğinde farklılıklar puslanır ve her şey bir görüş meselesine dönüşür. Çünkü ve önemli olan budur, fark yoktur, faşizm ile anti-faşizm arasında yoktur, iktidar isteyenler ile ona karşı mücadele edenler, onu reddedenler arasında vardır. Ama bu farkların temeli hangi seviyede bulunabilir?
Tarihsel analize başvurarak mı? Sanmıyorum. Tarihçiler iktidarın hizmetindeki en faydalı ahmak kategorisidir. Çok şey bildiklerini sanırlar, ama belgeleri ne kadar hararetle incelerlerse, bildikleri tek şey o kadar şu olur: inkâr edilmez bir biçimde olan bitene dalalet eden belgeler, olayın rasyonelliği içinde tutsak edilmiş bireysel irade. Doğru ile gerçeğin eş değeri. Başka herhangi bir şeyin olası olduğunu düşünmek yalnızca edebi bir eğlencedir. Tarihçi en ufak zekâ pırıltısına sahip olsa, hemen felsefe alanına geçer, kendisini ortak ıstırap ve o tür şeylere boğar. Başarıların hikâyeleri, masal cüceleri ve büyülü şatoları. Bu arada çevremizdeki dünya iktidar sahiplerinin ve iktidarın bir belge ile fırınlanmış patates arasındaki farkı bilemeyen gözden geçirilmiş kitap kültürünün eline geçer. “İnsan iradesi özgür olsa,” der Tolstoy, Savaş ve Barış’ta, “tüm tarih bir dizi tesadüfî olaydan oluşurdu… eğer bunun yerine insan eylemlerini düzenleyen tek bir kanun varsa özgür irade var olamaz, çünkü insanın iradesi o kanunlara tabii olmalıdır.”
Gerçek şudur ki, tarihçiler faydalıdır, özellikle de bize teselli unsurları, bahaneler ve psikolojik koltuk değnekleri sağladıkları için. 1871’deki Komüncüler ne kadar da cesurdular! Pere Lachaise duvarında cesur adamlar gibi öldüler! Ve okuyucu heyecanlanır ve gerektiğinde, komüncülerin bir sonraki duvarında ölmeye hazırlanır. Sosyal güçlerin bizi kahramanlar gibi ölme durumuna getirmesini beklemek gündelik yaşamda bize yardımcı olur, ta ki bu durum gerçekleşmeden ölümün eşiğine gelene dek. Tarihsel eğilimlerin hepsi o kadar kesin değildir. On yıl aşağı, on yıl yukarı, bu fırsatı kaçırabiliriz ve bir bakarız ellerimiz boş.
Bir tarihçinin embesilliğini ölçmek istiyorsanız, geçmiş değil, olmakta olanları muhakeme etmesini isteyin. Tam bir zihin açıcı olacaktır!
Hayır, tarihsel analiz değil. Belki politik ya da politik-felsefi tartışma, son senelerde okumaya alıştığımız türden. Faşizm bir an bir şey, bir sonrakinde bambaşka bir şey. Bu analizleri yapma tekniği birazdan anlatılmaktadır. Hegelci, aynı anda hem iddia etme, hem karşı çıkma mekanizmasını ele alın (silah eleştirisinin bir eleştiri silahı haline gelmesine benzer bir şey) ve o anda aklınıza gelen herhangi bir konuda açık bir doğrulama gibi görünen bir şey çıkarın. Otobüse yetişmek için koştuktan sonra, sürücünün sizi görmesine rağmen durmak yerine hızlandığını fark ettiğinizde hissettiğiniz hayal kırıklığına benzer bir duygudur.
Eh, bu durumda gösterebiliriz ki ve sanırım Adorno yapmıştır bunu, kesin olarak belirsiz bilinçsiz bir kızgınlıktır –bir türlü kavrayamadığımız, bizden kaçan bir yaşamın sebep olduğu kızgınlık- ve bu kızgınlık kabarır, sürücüyü öldürmek istememize sebep olur. Hegelci mantığın gizemleri böyledir işte! Böylece, faşizm gittikçe daha az küçük görülebilir olur. Çünkü içimizde hayvani içgüdülerimizin karanlık bir köşesinde gizlenerek nabzımızı hızlandırır. İçimizde, bilmediğimiz bir faşist gizlidir ve işte bu potansiyel faşist adına tüm diğerlerini haklı çıkarırız. Aşırılıkçıları değil elbette! Onca kişi gerçekten öldü mü? Cidden, yanlış anlaşılmış bir adalet fikri adına büyük saygıya layık insanlar Faurisson’un saçmalığını dolaşıma çıkardılar. Hayır, bu yola koyulmamak daha iyi.
Bilgi az bulunurken ve sahip olduğumuz birkaç fikir de fırtınalı bir denizde dans eder görünürken, sözcükler konusunda bizden daha zeki olanlarca icat edilmiş hikâyelere kurban gitmek kolaydır. Böyle bir ihtimalden kaçınmak için Marksistler, başkalarının zincirlerini güzelce programlayabilen kişiler olduklarından (özellikle de güttükleri proleterlerinkini), faşizm eşittir cop olduğunu savundular. Karşı tarafta, Gentile gibi filozoflar bile, irade ile işleyen copun aynı zamanda etik bir yöntem olduğunu, Devlet ile birey arasında gelecekte bir ortak yaşam yarattığını, bireysel eylemin o üstün birlik içinde kolektif hale geldiğini öne sürmüştür. Burada Marksistler ile faşistlerin nasıl aynı ideolojik kökenden geldiğini görürüz ve buna, ardından gelen her tür pratik sonuç ve konsantrasyon kampları da dahildir. Ama devam edelim. Hayır, faşizm yalnızca cop değildir, yalnızca Pound, Celine, Mishima ya da Cioran bile değildir. O unsurlardan, bireysel olarak ele alınan biri ya da diğeri değildir, hepsi birdendir. Tüm diğerlerine, hatta zaman zaman Devlet’e karşı kendi kişisel mücadelesini seçen yalıtılmış bireyin isyanı da değildir ve tüm isyankârlara, hatta huzursuz tiplere karşı duyduğumuz insanı duygudaşlığı bile çekebilir.
İktidar için, tarih boyunca zaman zaman diktatörlükler altında var olmuş olan kaba faşizm artık pratik bir siyasi proje değildir. Yeni idari güç biçimleri ile birlikte yeni araçlar belirmektedir. Bu yüzden bırakalım da tarihçiler diledikleri kadar geviş getirsinler. Faşizm’in, siyasi bir hakaret ya da suçlama olarak bile modası geçmiştir. Bir sözcük iktidar sahibi olanlar tarafından küçük düşürücü olarak kullanılmaya başlandığında, biz ondan faydalanamayız ve bu sözcük ve ilgili kavram bizi tiksindirdiğinden, onu ve diğerini tarihin tüm diğer dehşetleri ile birlikte tavan arasına kaldırıp unutmak daha iyi olacaktır.
Sözcüğü ve kavramı unutun, ama onun altında gizli olanı değil. Kendimizi eyleme hazır etmek için bunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Faşist avına çıkmak bugün hoş bir spor olabilir, ama gerçekliğin daha derin bir analizinden kaçınmaya, gittikçe daha derin bir analizinden kaçınmaya, gittikçe daha karmaşıklaşan ve çözülmesi güçleşen o yoğun güç entrikalarının arkasına bakmaktan kaçınmaya dair bilinçsiz arzuyu temsil ediyor olabilir.
Antifaşizmi anlayabilirim. Ben de antifaşistim, ama benim sebeplerim, kendilerini bu şekilde tanımlayan geçmişte duyduğum, bugün de duymaya devam ettiğim pek çok kişinin sebepleri ile aynı değildir. Çok kişi için faşizm, yirmi sene önce, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Şili, vesairede güç sahibi olduğunda savaşılması gereken bir şeydi. Bu ülkelerde yeni demokratik rejimler başa geçtiği zaman, bunca hararetli muhalifin antifaşizmi kendi kendini söndürdü. İşte o zaman mücadeledeki eski yoldaşlarımın antifaşizminin benimkinden farklı olduğunu fark ettim. Benim için hiçbir şey değişmemişti. Yunanistan, İspanya, Portekiz sömürgelerinde yaptıklarımız demokratik Devlet başa geçtikten ve eski faşizmin geçmiş başarılarını miras aldıktan sonra da sürdürülebilirdi. Ama buna herkes katılmıyordu. Maceralarını, tanıdıkları trajedileri, faşistler tarafından öldürülen onca kişiyi, şiddeti ve başka her şeyi anlatan eski yoldaşları dinlemeyi bilmek gereklidir. “Ama” demiş yine Tolstoy, “tarihi olaylarda rol oynayan birey onların önemini aslında asla anlamaz. Anlamaya çalışırsa verimsiz bir unsur olur.” O deneyimleri yaşamayan, dolayısıyla yarım yüzyıl sonra kendilerini bu tür duyguların tutsağı olarak bulmayan kişilerin artık var olması için sebep bulunmayan, aslında arkasına saklanacak basit bir duman perdesinden başka bir şey olmayan açıklamaları ödünç almasını anlamıyorum.
“Ben antifaşistim!” diye yüzünüze fırlatıyorlar bir savaş bildirisi gibi, “ya sen?”
Bu tür durumlarda düşünmeden verdiğim yanıt –hayır, ben antifaşist değilim, çünkü sen, Scelba, Andreotti ve Cossiga gibi mafyöz tipleri hükümete getiren İtalyan demokrasisinin sıcaklığında otururken ben o ülkelerdeki faşistlerle savaşmaya gittim. Ben antifaşist değilim, çünkü ben komedi dizisi faşizminin yerini alan demokrasiye karşı savaşmaya devam ettim. Faşizm gittikçe daha güncel baskılama yöntemleri kullanıyor ve bu yüzden, böyle ifade etmeme izin verirsen, kendinden önceki faşistlerden de faşist. Ben antifaşist değilim, çünkü ben hala bugün iktidarı elinde bulunduranları teşhis etmeye çalışıyorum ve etiketler ve simgelerce gözlerimin bağlanmasına izin vermiyorum, ama bu arada sen “Kahrolsun Faşizm!” pankartlarının arkasında saklanarak sokaklara çıkmanı haklı göstermek için kendine antifaşist demeye devam ediyorsun. Elbette, “direniş” zamanında sekiz yaşından büyük olsaydım belki ben de gençlik anılarıma ve eski tutkularıma gark olurdum ve aklım bu kadar başımda olmazdı. Ama sanmıyorum. Çünkü insan gerçekleri dikkatle incelerse, siyasi formasyonların karmaşık ve anonim yığını içinde bile uyum göstermeyenler, onun ötesine geçenler, devam edenler ve “ateşkesin” çok ötesine taşıyanlar vardı! Mücadele, ölüm kalım mücadelesi yalnızca geçmiş ve bugünün faşistlerine karşı, kara gömleklilere karşı değildir, aynı zamanda ve temel olarak, hoşgörülü, tahammülkâr demokrasi kılığına bürünmüş olsa bile, bize zulmeden iktidara ve bunu mümkün kılan tüm destek unsurlarına karşıdır.
“Tamam, o zaman, baştan da söyleyebilirdin!” diyebilir karşımdaki, “sen de antifaşistsin.”
“Peki, başka nasıl olabilirdi ki? Sen bir anarşistsin, demek ki antifaşistsin! Kılı kırk yararak yorma bizi.”
Ama ben ayrımlar yapmanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Ben faşistlerden hiç hoşlanmadım, sonuç olarak bir proje olarak faşizmden de hoşlanmadım. Başka sebeplerden dolayı (ama dikkatle evirilip çevrilirse hepsi aynı çıkan sebepler), demokratik, liberal, cumhuriyetçi, Gaulcü, emekçi, marxist, komünist, sosyalist ya da başka herhangi türden projeleri de hiç sevmedim. Onlara anarşist olmamla değil farklı, dolayısıyla anarşist olmamla karşı çıktım. Öncelikle bireyselliğimle, hayata dair kendi kişisel anlayışımla, başka birininkiyle değil ve dolayısıyla onu yaşamamla, hissetmemle, duygularımla, arayışımla, keşfetmemle, tecrübe etmemle ve âşık olmamla. Bu, bana ait dünyaya ancak bana cazip gelen insanların girmesine izin veriyorum; kalanını nazikçe ya da başka şekillerde uzak tutuyorum.
Savunmuyorum, saldırıyorum. Ben pasifist değilim ve olaylar güvenlik seviyesinin ötesine gidene kadar beklemiyorum. Yaşam tarzıma karşı potansiyel tehlike oluşturanlara karşı bile harekete geçiyorum ve hayat tarzımın bir parçası da başkalarına ihtiyaç, başkalarını arzulama… metafizik varlıklar olarak değil, açıkça tanımlanmış başkaları olarak, benim yaşam ve var olma tarzımla benzerlik taşıyan kişiler olarak ve bu benzerlik durağan, belirlenmiş bir şey değil. Değişen, büyümeye ve genişlemeye devam eden, daha başka insanlar ve fikirler ortaya koyan, bir muazzam ve muhtelif ilişkiler ağı ören bir şey, ama asıl sabitin her zaman, tüm varyasyonları ve evrimi ile benim yaşama ve varlık tarzım olduğu bir şey.
İnsan âlemini her anlamda enine boyuna dolaştım ve henüz bilgi, çeşitlilik, tutku, düş susuzluğumu giderebileceğim bir yer bulamadım. Aşka âşık bir aşığım. Gördüğüm her yerde, muazzam potansiyel beceriksizlik tarafından ezilmesine izin veriyor ve sadakat ve teslimiyet güneşi altında zayıf bir kapasite çiçekleniyor. Ama farklı olana açılan geliştiği, içine işlenmesine izin verme ve diğerinden korkulmadığı, ama insanın kendi sınırlarının ve yeteneklerinin –ve dolayısıyla başkalarının sınırlarının ve yeteneklerinin- farkına vardığı noktaya gelinme açıklığı geliştiği sürece benzerlik mümkündür; bağımlı, insani yaklaşımın ötesinde ortak, sürekli bir girişim mümkündür. Bütün bunlardan ne kadar uzaklaşırsak, benzerlikler zayıflar ve sonunda yok olur ve böylece kendimizi dışarıda buluruz, duygularını madalya gibi takanlar, kaslarını gerenler ve büyüleyici görünmek için güçleri yeten her şeyi yapanlar ve bunun ötesinde, gücün damgası, mekânları ve adamları, zorlama canlılık, sahte putperestlik, ısısız ateş, monolog, gevezelik, şamata, kullanılabilir, tartılabilen ve ölçülebilen her şey.
Benim kaçınmak istediğim bu işte. Benim antifaşizmim bu.
Alfredo Bonanno
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder