2 Ağustos 2010 Pazartesi

Sendikalist Yöntemlerin Eleştirisi III

Gelin bir de anarko-sendikalizmin klasik örneğine İspanya’ya bakalım:
Anarşistler hükümette. Hükümeti oluşturan on beş bakanın dördü C.N.T.’den. “Solidaridad Obrera” 1936’da şöyle yazıyor: “C.N.T’nin Madrid hükümetine girmesi ülkemizin politik tarihindeki en önemli olaylardan biridir. C.N.T. her zaman ilkesel olarak ve kesin bir şekilde devlet karşıtı olmuştur ve her türlü hükümetin düşmanı olduğunu ilan etmiştir. Tarihsel koşullar, her ne kadar insan iradesi tarafından belirlenebilir olsalar da, neredeyse her zaman ondan üstündür. Ve koşullar hükümetin ve İspanya Devleti’nin özünü değiştirmiştir. İçinde bulunduğumuz şu durumda devletin olağan bir aracı olan hükümet, işçi sınıfına karşı baskıcı bir güç olmaktan çıkmıştır.”


Zavallı Bakunin ve zavallı işçi sınıfı. Kendi kişisel beceriksizliklerini anarko-sendikalizmin “gerçekçilik” perdesinin ardına gizlemeye çalışan anarşistler, ne yazık ki bu alıntı üzerine enine boyuna düşünmezler, düşünemezler. Bu satırlarda sadece anarşist devlet karşıtlığı değil, anarşist iradecilik de basit bir laf salatası haline getirilmiştir.


“Sendikalist ve anarşist grupların en öne çıkmış isimlerinin hepsi oradaydı… Biz hükümete girdik, fakat sokaklar bizden kaçarcasına uzaklaştı” Federica Montseny


“Tuhaf bir duruma işaret etmek istiyorum: Zirvedekilerin, yönlendirici azınlığın, liderlerin hezimeti. Sadece sosyalist ve komünist politikacılardan söz etmiyorum. Günlük dili kullandığımızda lider olduklarını rahatlıkla söyleyebileceğimiz iyi tanınan anarşist militanlarda bu hezimetin başrol oyuncularındandı.” G. Leval


“Gerçek şuydu ki, tabana danışılmamıştı, C.N.T. ve F.A.I.’nin sadece en iyi bilinen üyelerinin küçük bir bölümü toplantılarda boy göstermişti. Ortada bir dalavere vardı.” (Los Amigos de Durruti -Durruti’nin Dostları-, ‘Ie Combate Socialist’, 1971’den alıntı)


Liderler bir yanda, kitleler öbür yanda. Sonuç şu: Kitleler büyük kolektivist ve komünitaryan inşa faaliyetlerini omuzlarken, ekonomik problemleri önemli ölçüde çözümlerken, faşistlere ve onlardan daha az tehlikeli olmayan kızıl faşistlere karşı sokaklarda savaşırken; liderler kendilerini bunlardan ayrı tuttular, önce hükümete girdiler sonra da hiçbir şey yapamaz hale geldiler.


Leval’ın genel anlamda ya da C.N.T. örneğinde sendikalist örgüte karşı olduğu söylenemez. Bakın ne diyor: “İspanya anarşizminin hiçbir rol üstlenmemiş pek çok ‘lideri’ vardı. Daha başından üstlendikleri resmi görevlerinin içine gömülmüşlerdi… Bu durum onları liderlik görevlerini sürdürmekten alıkoydu. Proleteryanın gelecek için paha biçilmez değerde olan dersler çıkardığı bu büyük yeniden inşa girişiminin dışında kaldılar… Resmi görev köşelerindeki pek çok entelektüel, toplumun radikal dönüşümünden pek uzaktı.” Leval


Gördüğümüz gibi Leval bir sendikal “liderin”, hatta bir politik liderin varlığına karşı çıkmıyor. Ancak dürüst bir gözlemci olarak, olayların geldiği noktada bir yanda kitlelerin kendi kendilerini yönettikleri, liderlerin bunun öte yanında kaldıkları bir duruma gelindiğini ifade etmekten kendini alamıyor.


Bu durumun sonuçlarının ortaya çıkması için fazla bir süre beklemek gerekmedi. Çatışmalar, kavgalar, didişmeler ve baskılar kendini gösterdi. İspanya’nın her köşesindeki anarşist (ve anarşist olduklarını ifade etmeseler de ondan etkilenmiş olan) gruplar doğrudan eylemleri, eşitlikçiliği ve yeni bir toplumun acil örgütlenmelerini savunmaktaydılar. Böylece bir yanında C.N.T. ve F.A.I.’nin olduğu öbür yanında bu diğer grupların bulunduğu bir çatışma baş gösterdi.


Mart 1937’de Valence yakınındaki Vilanese’de olaylar patlak verdi. Olayları fitilleyen anarşist bakan Lopez’in de çıkmasını onayladığı, (C.N.T. ve sosyalist U.G.T. tarafından kurulmuş) yerel kolektiflere zarar verecek olan bir hükümet kararıydı.


Mayıs 1937’de anarşistlerle Barselona’daki Komünist Parti (K.P.) arasındaki bir fikir ayrılığı, bir hafta kadar süren ve kimi komşu kentlere de sıçrayan bir dizi çarpışmaya sebep oldu. Durruti’nin Dostları gruplarının üyeleri olan anarşistlerin yanında, P.O.U.M.’a bağlı gruplar (muhalif komünistler) ve Liberter Gençlik vardı. C.N.T tarafından kınanan Durruti’nin Dostları çarpışmaya ara vermek zorunda kaldı. K. P. derhal silahlı bir birlik gönderdi ve bastırma hareketine başladı, çok sayıda yoldaşı öldürdü. “Durruti’nin Dostları” gazetesi yeraltına geçti.


Lister’in komünist bölüğü Aragon kolektifini sistemli bir şekilde yıkma hareketine giriştiğinde, anarşist yoldaşlar direnişi örgütlemek istediler, fakat C.N.T.’den gelen kesin bir emirle engellendiler. İspanya’da yasaklandığı için Fransa’da yeraltında basılan “Espagne Nouvelle” gazetesinde şöyle yazıyordu: “C.N.T.’nin bozguncu tutumuna rağmen Konseylerimizi silahlarla savunmalıyız” (29 Ekim 1937).



Corale grubundan yoldaşlar şöyle yazıyorlar:
“1936 İspanya’sında anarko-sendikalizm kendini Fransa’da 1906’da bulduğu durumda buldu: burjuva toplumunun iddialarını kabul etmenin sonucu olarak hareketin düzenle entegrasyonu. Mecbur kaldığında cumhuriyetçi burjuvazi ağır sanayinin kolektifleştirilmesini, onu daha sonra bir savaş sanayi olarak kontrol edebilmek için kabul etti. Yasamanın İspanya’nın geri kalan bölgelerinden farklı olduğu Katalonya’da kolektifleştirme tüm sanayi için Ekim 1936’da resmen yürürlüğe kondu. Kolektiflere yalnızca hizmet sektöründe ve tarımda müsamaha gösterildi. Anarko-sendikalistler, 1919 Almanya’sındaki Spartkistlerin ve ikiyüzlü burjuva iktidarının; 1919 Ukrayna’sındaki Mahnovistlerin ve komünistlerin yaşadıklarından dersler çıkarmak yerine devrimcileri ezdiler, işçilerin kazanımlarını ellerinden aldılar: kitleleri kontrolleri altında tutan anarko-sendikalistler politik iktidarı kendileri için ele geçirdiler.” Corale


Bu durumun pek fazla bir açıklaması olamaz. Kimi zaman bazı özel sorunlar fazlasıyla vurgulanırken (örneğin askeri problem, silahların azlığı, vs.) diğerleri unutulur. Bir değerlendirme yapıldığında genelde olumlu şeyler önplana çıkarılırken, olumsuz olanlar (belki de yurt sevgisinden ötürü) sessizce geçiştirilirler. Bizce sendikalizmin sorunlarına odaklanmamızın ve onun yapısal sorunlarını incelememizin vaktidir.


“Faşizm geniş anlamıyla faşist olarak tanımladığımız rejimin sembolleri ve niteliklerinden ibaret değildir… o tüm çeşitli biçimleri ve görünümleriyle faşizmin yükselmesine yol açan otoritedir.


Devletinki ve geleneksel baskı aygıtlarınınki ile özdeş bir ordu kurduk. Toplumsal olarak faydalı bir şeyler yapmaya çalışan işçilere polisler önceden olduğu gibi karşı koyuyor. Halk milisleri ortadan kayboldular. Tek bir sözle: Toplumsal devrim boğuldu.” Colonna di ferro, in "Linea de Fuego".


Askeri yenilginin koşulları sağlam bir şekilde sağlanmıştı. Moraller ve ilkeler sarsılmıştı, bu aslında yabancı bir şeyin, yani anarşist sendikalist örgütlere nüfuz etmiş hâkim zihniyetin bir yenilgisiydi. Bu yenilgiyi garantileyen bu zihniyetin kökeninde sendikalist örgütlerin yapısal nitelikleri yatmaktaydı.



Sendikalizm ve Devrim-öncesi Aşama

Şu ana kadar sendikalizmin sorunlarına dair söylediğimiz her şey, devrim öncesi aşamada özellikle önemli hale geliyor. Kökten bir dönüşüm için koşullar olgunlaştığında, kitleler kendilerini çok karmaşık problemlerle baş başa bulurlar ve bu tarihsel anlara bir cevap olabilmeleri için geleneksel işçi örgütlerine başvurulur. Partiler gibi, aslında benzer sorunları içinde barındıran özel politik örgütlere de benzer nedenlerle gidilebilir. Ancak şimdilik argümanımızın basitliğini korumak için ilgimizi sendikalist örgütlerle sınırlayalım.


Rus devrimi Sovyetler temelinde gelişti. Bu taban örgütlerinin sendikalizm ile hiçbir alakası yoktur. “Sovyet düşüncesi toplumsal devrimden ne anladığımızın tam bir ifadesi; bu sosyalizmin kurucu yanına denk düşer. Proletarya diktatörlüğü düşüncesi burjuva kökenlidir ve sosyalizm ile hiçbir alakası yoktur.” R. Rocker


Maruz kaldıkları yozlaştırıcı süreç burada bahsedilmeyi gerektirmeyecek kadar biliniyor. Asıl önemli olan, devrimde kitlelerin rolünün sendikalist örgütünkinden daha belirleyici olmasıydı. Bu durumun nedeninin örgütün yetersizliğine veya ekonomik koşulların elverişsizliğine bağlı olduğu iddia edilebilir, yine de bu bir çözüm değildir. Kitleler, devrime ve devrimin getirdiği gereksinimlere hazırlıklıydı. Başta partiler olmak üzere işçi örgütlerinin yaptığı, olayların akışını takip etmekti. Lenin’in ST Petersburg’a döndüğünde yaptığı konuşma bu stratejiye olan “hevesin” açık bir örneğidir:


“Macaristan’da kelimenin gerçek anlamıyla bir devrim yaşanmadı. Devlet, adeta bir gecede proletaryanın eline düştü” Varga. Konseyler Macaristan’ının, işçi özyönetimine yönelik hiçbir girişim olmadan, özel mülkiyetin kapitalistlerin elinden doğrudan devletin eline geçişine şahit olmasının nedeni budur. Varga devam ediyor: “İşçilere üretimin kendi kontrollerinde olduğu izlenimini vermek yeterlidir. Aslında bunun çok büyük bir anlamı yok, çünkü merkezi kontrol bizim elimizde ve net karlar ücret politikası tarafından belirlenmekte.”


Eğer devrim Rusya’da boğulmuşsa Macaristan konseylerinde hiç gerçekleşmemiş demektir.


Almanya’da durum daha farklıydı. 1918 hareketinde denizciler yeni bir katliam olasılığı ile yüzleştiklerinde ayaklandılar. Kızıl bayrağı dalgalandırarak Hamburg kıyılarına geldiler. Milyonlarca işçi onlarla birlik oldu ve birkaç gün içinde Almanya’nın tamamı bir işçi ve köylü konseyleri ağı haline geldi. Partiler ve sendikalar bu kendiliğinden harekete saldırdılar ve hareketin gelişmeme nedeni de buydu. Karşı devrimle mücadele etmekten tükenen proletarya boyun eğmek zorunda kaldı, böylece devrimin başarısızlığı da kesinleşmiş oldu. Bu olayın benzerleri İtalya’da, İspanya’da, liderlerle devrimci kitleler arasındaki gerilimin reformist ileri görüşlülük adına arttığı her yerde yaşandı.


Devrim öncesi aşamada temel olarak üzerinde durduğumuz şey, işçi tabanının politik veya sendikalist (ekonomist) her çeşit yapıdan bağımsız olarak oluşturacağı örgütüdür. Politik örgüt, kesin sınıf çıkarlarını öylesine geniş olarak ele alacaktır ki bu onları tamamen geçersiz bir hale getirecektir. Sendikalist örgüt ise bu çıkarları radikal bir devrim anlayışı olanağını engelleyen (ya da en azından bunu pratiğe dökmekte yetersiz kalan) aşamacı bir “daha iyi koşullar talebi” ekseninde tanımlayacaktır. Veya en iyi ihtimalle radikal bir devrimi pratiğe dökmekte yetersiz kaldığı için aynı yola sapacaktır.


Emek hareketinin geleneksel halinin; tek istedikleri, “olabildiğine çıkar sağlamak için sermaye mantığına eklemlenmek” olan işçilerin ve liderlerinin hareketi olduğunu anlamamız gerekiyor. Bunu anladığımız zaman, bu konuda hayaller kurmayı bırakırız. Devrim öncesi aşama, öznel ve nesnel olgunlaşmayı içerebilecek belirli durumların oluşmasına yol açar ama asıl problemi engelleyemez: sendikalist hareket devrimci bir hareket değildir. Devrimci bir algılayışla, bu hareketin araçlarının (veya bu harekete ait olduğu iddia edilen araçların) kullanılabilmesi istisna olacaktır. Sonuçlar genelde engellenmeye çalışılan durumdan daha beter bir noktaya varmak olur.


Sendika atmosferine sınıflar arası bir işbirliği, yani işçilerin azami iyiliğini garantileme niyetiyle burjuva ve proletaryayı birleştiren ekonomik bir ortaklık havası sinmiştir.


Kapitalizm geçmişte üretim içinde çeşitli krizlerden geçti, modern demokratik okul içinde olgunlaştı, çevikleşti, kendi kendisinin efendisi haline geldi ve güçlü bir dönüşüm ve yenilenme ruhuyla hareket ediyor. Kapitalizm, eski girişimci sınıfın yok olması sonucu artan uluslararası gereklilikleri karşısında, ulusalcı ve benzeri saçmalıkları kaldıracak durumda değil. Eski tarz kapitalizm, yerini yeni yönetimsel bir biçime bırakıyor. Bu yeni biçim, en iyi dostu ve ittifakının sendika olduğunun farkındadır. İş adamı miti ile teknokrat mitinin yer değiştirmesi sonucu, sendika lideri ve fabrika müdürü arasındaki benzerlikler (ortak amaçları, çabalarının paralelliği ve aldıkları benzer eğitimler) de belirginleşmiştir. Nasırlı eliyle patronun elini öfkeli bir şekilde sıkmaya kadir eski sendika temsilcisi ile temiz elleri ve beyaz yakasıyla üniversite mezunu bir entelektüel karakteri yer değiştirmiştir. Aynı üniversiteden mezun olan ve eşit koşullar altında fabrika patronu olan diğer entelektüelle karşılaşabilir, konuşabilir. Eğer kapitalizm eski aslanların elinden kaçma sürecindeyse, sendikacılıkta eski sendika liderleri olmayacaktır. Sendikacılık geleceğin gerekliliklerini akıllıca ve beklenilenden daha erken bir şekilde karşıladı. Kesinlikle inanıyoruz ki eski sendika temsilcisinin cesaretiyle patronu korkutabildiği dönemde bile, şimdiki sendikal durumun kökenleri bulunmaktaydı; aynı, kapitalizmin yönetimsel evriminin kökenlerinin de eski girişimci kapitalizmde bulunduğu gibi. Toplumsal yapının yozlaşması, hiçbir zaman anarşistlerin düşündüğü gibi yeni bir şey değildir, yozlaşma her zaman bir evrim şeklindedir; zaten var olan durumun ufak değişimler geçirmesidir. Ve o, ulaşılan amaçları belirleyen araçları kullanma yoludur. Burada yine, daha iyi koşullar talep etmek veya bir azınlığın (kendi karşı çıktığına benzer) yekpare bir yapı kurma girişimleri gibi araçların kullanımı, proletaryanın hedeflerini net bir şekilde anlamaya yönelik mevcut kabiliyetsizliğe yol açmıştır.


Doğal olarak, okuyucu anarko-sendikalizmin bakış açısının bu olmadığını söyleyecek ve itiraz edecektir. Ama ölüm hakkında konuşmak ve ölmek ayrı şeylerdir. Bir yanda harika toplumsal fanteziler kurmak vardır, bir yanda da gerçeklerle temasa geçmek. Bir yanda sendikalist örgüt içinde bile anarşist ilkeleri korumaya çalışmak varken, bir yanda da o ilkeleri, sendikalizmin bilerek veya bilmeyerek, mecburen bağlandığı kısmi taleplere oturtmaya çalışmak vardır. Bu noktada doğrudan eylem üzerinde ısrar etmenin de bir anlamı yoktur. Bir mücadele örgütü kendisini gerçekten doğrudan eylem üzerine kurduğunda, ya bu örgüt sendikalist değildir (bu örgütte, sendikalist örgüte özgü bölgeselliğe, temsiliyete, parasal desteğe ve ideolojiye dayalı yapılar bulunmaz ki bu sadece anlambilimsel bir soruna indirgenmiş olur), ya da basitçe bu eylemlilikler “doğrudan eylemin” kötü bir taklididirler, örneğin görünürde doğrudan eylem özellikleri taşıyan ama taban özerkliğinin temel öğelerini barındırmayan eylemler...


Radikal bir örnek verelim: Sabotaj. İşçi, kendi çalışma araçlarıyla (mutlak direniş gücüyle mesela) sömüren yapıya saldırır, bu şekilde hem çalışmanın ideolojisine (rejimin uşaklarının meyvelerine) hem de onu bunaltan, “sınıfın üretim çıktılarına” zarar vermiş olur. Bu mücadele yönteminin tren yollarında uygulandığını düşünelim örneğin. İki olasılığı önceden görebiliriz:


1) Sendika, o an sahip olmadığı ama sonradan geliştirebileceği araçları gizlice kullanarak demiryolları mülkiyetindeki lokomotiflere sabotaj yapılması emrini verir. Bir tarafta sendika direktiflerine uyan işçiler lokomotiflerin tamamını veya bir kısmını kullanılmayacak hale getirirler. Böylece, karşı taraf üzerinde güçlü bir sendika baskısı oluşur (bu örnekte karşı taraf “devlet”, ama yapılan talepleri kabul eden özel sektör olsaydı da durum çok farklı olmazdı).


2) İşçiler tabanda, yalıtılmış gruplar halinde olsalar bile kapitalist sömürüye ve sendikanın işbirliğine karşı mücadele olasılıklarını tartışarak örgütlenirler. Önce lokomotiflerin bir kısmını sabote etme kararı alırlar, tek bir bölgede bile olabilir bu. Diğer işçiler (çünkü eylem önerisi diğer sektörlere yayılmaktadır) bu tip eylemlerin geçerliğini fark ederler ve kendilerini gizli bir eylemle veya o anki yer ve ihtiyaçlara göre belirleyecekleri başka bir araçla kendilerini garanti altına alırlarken, inisiyatiflerini genişletirler. Karşı tarafa çeşitli teklifler yapılabilir, ama gerekli değildir.


İlk durum, doğrudan eylem değildir. Sabotajın kullanımı, bir talep göz önüne alınarak liderlerin kararıyla sendikal örgüt tarafından yürürlüğe sokuldu. Pratikte, böylesi bir aracın kullanılması olasılığı sendikaların devrimci bir dönüşüme -ama mutlaka otoriter eğilimli bir dönüşüme- girdiği dönemlerde ortaya çıkar. Sonuç, en iyi ihtimalle ardı ardına ortaya çıkacak neticeleriyle Blankist (Blanqui takipçisi) bir devrim girişimi olacaktır. Örgütün yapısı gereği her türlü eğilimi otoriterlik ile boğmaya muktedir olan anarko-sendikalistleri aşıp, devrimci bir tavrı ortaya koyabilecek liberter sendikalistler bulunsa bile, bu devrimci tutum kitle üzerine empoze edilen bir şey olarak kalacaktır. Nesnel koşullar göz önüne alındığında, eyleme geçirilecek herhangi bir karar, üzerinde gelişebileceği verimli bir alan bulamayacaktır. Argümanımızı geliştirmek için şöyle bir durum hayal edelim: tarafsız, dupduru bir samimiyete sahip ve anarşist düşüncede kendi görevlerine ya da konumlarına dair hiçbir özel düşkünlük göstermeyecek kadar yetkinleşmiş sendikalist liderlerimiz olsun. Bu “melekler” ve bazen bir meleğin mesajını anlamaktan aciz olan emekçi kitleler arasındaki ayrışma açık bir şekilde ortaya çıkacaktır.


Bu bir “doğrudan eylem” vakası olurdu. Anarko-sendikalist “melek” gerçekten melek olsa, kendi makamını çarçabuk terk edip belirli ve somut işlerle uğraşan diğerlerine katılırdı. İşçi, pek tabi ki, “doğrudan mücadele örgütü” sorununa her zaman kendi kendine bir çözüm bulamayabilir ve bu belirli durumda, bir lokomotif sabotajına dair ahlaki soruların çözümlerini bulamayabilir (teknik sorunlarda ise tüm sendikalistlerin ve devrimcilerin toplamından daha fazla bilgiye sahiptir). Bu noktada devrimcilere görev düşer ve bu görev geçerlilik kazanır. Ama bir işçi kendi kurtuluşu adına kesinlikle kendisini sendikalara, partilere, hiziplere veya bu çeşit herhangi bir şeye örgütleyecek birilerine ihtiyaç duymaz.








Yaşanan olaylar, ulaşılması gereken hedeflerin açıklık kazanmasını istedikleri ve kendilerini patronlara ve onların “danışmanlarına” karşı korumak için araçlar istedikleri zaman, işçilerin bu çözümlemelere nasıl ihtiyaç duyduklarını göstermiştir. Ne yöne gideceklerini bilmeden, tavsiye almak ve rehberlik için kendileri bir lider veya parti aramaya uğraşırlar. Hayatının tamamını zincirlenmiş bir şekilde geçiren bir köle zincirlerine rağmen yaşadığını düşünmektense, zincirleri sayesinde yaşayabildiğini düşünmeye meyillidir ve onları kırmayı deneyecek herkese saldırır. Fakat şu anda halletmemiz gereken, kaçınılmaz görevin tam da bu kısmı. Kaçınılmaz olarak yönlendirmeye ve emre yol açacak bu engel, aşılmaz bir engel değildir.





Devrim öncesi aşamada, işçiler sendikanın belirli kısıtlı hakları kazanmayı garantileyen, fakat bu mücadelenin oluşmasına neden olan koşulların sürmeye devam etmesi için de mücadele eden, işverenlerin arabulucusu konumunda işbirlikçi bir yapı olduğunu fark etmeleri gerekiyor. Tersi bir durum olsaydı, kendi yok oluşu için mücadele eden bir araçtan bahsediyor olurduk.


Alfredo M. Bonanno

Hiç yorum yok: