28 Şubat 2011 Pazartesi

Küreselleşme III - Dünyanın Sahipleri

80'li yıllarda Margaret Thatcher ve Ronald Reagan iktidarları döneminde yeni bir ivme kazanan kapitalizm, komünizmin çökmesinin ve küreselleşmenin hızlanmasının ardından mutlak zaferini ilan etti. Yaşanan gelişmeler sonucunda dünya üzerindeki hakimiyeti çok daha kuşatıcı bir hal alan kapitalizm, kendi ekonomi felsefesiyle ciddi tezatlar içine girmiş olmasına rağmen, mevcut sistemin hem taraftarları, hem de karşıtları işin bu yanını ihmal ederek cari uygulamaları kapitalist felsefe adına veri kabul ettiler. Ancak emperyalist yapısı giderek daha da belirginleşen yeni dünya düzeni, aslında pek çok açıdan hiç de yeni olmayan, bilindik roller üzerine bina ediliyordu.

Söz konusu hakim politikaların seçiminde ve sürdürülebilmesinde hangi güç odaklarının belirleyici olduğu sorusu, doğal olarak lobi faaliyetleri konusunu akla getiriyor. Lobi faaliyetleri konusunda da, 'elitist' ve 'çoğulcu' olmak üzere iki temel yaklaşım söz konusu.

Elitist yaklaşım, politikaların, çok büyük bir maddi güce, üst düzeyde bir eğitime, politik ve finansal anlamda ciddi seviyede bir uzmanlığa ve herkesin ulaşamadığı kritik bilgilere erişim gücüne sahip olan elit kesimin tercihleri doğrultusunda belirlenmekte olduğu varsayımına dayanıyor.

Çoğulcu yaklaşımın varsayımı ise, politikaların toplumun her kesiminin katılımıyla ortaya çıkan farklı lobilerin mücadeleleri ve karar alma sürecine doğrudan ya da dolaylı olarak katılımları sonucunda belirlenmekte olduğu şeklinde.

Çoğulcu yaklaşım çeşitli konularda kamuoyunda önemli seviyede farkındalık oluşturmayı başarmış olan lobilerin birbirleriyle mücadelelerini ve nihayetinde üretilen politikalar üzerindeki tesirlerini makul bir şekilde dikkate alıyor olsa da, uluslararası ya da küresel boyuttaki ekonomik politikaların belirlenmesi söz konusu olduğunda elitist model çok daha fazla açıklayıcı güce sahip. Zira dünyada tamamen sivil çabalarla taban bularak (grassroots) güçlenmiş olan ve aşağıdan-yukarıya örgütlenen çok sayıda büyük lobi bulunsa da, bu lobilerin ilgi ve faaliyet alanları genellikle ulusal boyutla sınırlı kalıyor. Uluslararası politikalar konusunda belirleyici olmak isteyen çevreler ise, yasama organı üyelerine yönelik lobi faaliyetinde bulunma konusunda gerek erişim ağı (networking), gerek bilgi, gerekse finansman açısından çok daha  avantajlı bir durumdalar. Dahası, uluslararası boyuttaki kritik kararlar, (sonuçlarına farkında olmadan katlanacak olsalar da) kitlelerin, gerek sahip oldukları ezik hayat felsefesi, gerek söz konusu felsefe ve yetersiz bilgi ile şekillenen gündemleri, gerekse bu ikisinden doğan yüzeysellikleri nedeniyle çoğu zaman ilgisini dahi çekmiyor. Bütün bunlardan ötürü de, oy kullanmak (ya da daha ileri seviyede bir katılımcılık sergileyerek lobi faaliyetlerinde bulunmak) suretiyle düşüncelerinin temsil edilmesini sağladığını zanneden 'demokratik' çoğunluk, hiyerarşik üçgenin en tepesinde yer alan elitlerin gündeminden haberdar dahi olmuyor.


Dünya'nın Sahipleri

Dünyanın işleyişine yön veren ve oyunun kurallarını belirleyen insanların dünyanın sahipleri oldukları varsayılacak olursa, hayatlarını bu kurallar doğrultusunda ve bu kuralların oluşturduğu fanusun içerisinde sürdürmek durumunda olan yığınların söz konusu kurulu sistem içerisindeki rollerinin nitelik itibariyle edilgen mahiyette olduğu söylenebilir. Bu durumun küçük ölçekteki basit bir örneğini, ABD'de esaret döneminde yaşanmış olan olaylardan uyarlanan 'The Roots' adlı dizi filmin bir sahnesinde görmek mümkün:

Güneyliler iç savaşı kaybetmiş ve anayasaya eklenen bir madde ile esaret suç haline getirilmiştir. Ancak geçimleri ve zenginlikleri arazilerinin işlenmesine bağlı olan çok sayıda güneyli beyaz, esirlerini serbest bırakmak istememektedir. Bu duruma kanuni bir kılıf uydurmak isteyen beyaz efendiler, eski esirlerine bir borç dökümü çıkartırlar ve söz konusu borcu kapatmadan gidemeyeceklerini söylerler. Siyahlar borçlarını arazilerde çalışarak ödeyeceklerdir. Ancak artık esir olmadıkları için barınma, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını eski efendileri karşılamak zorunda değildir. Bu nedenle de eski efendileri bir yandan çalışmaları karşılığında (sözde) kazandıkları miktarı borçlarından düşerken, diğer yandan maliyetlerini hesaba ekleyecekler, ancak bunu yaparken gelir ve gider dengesini borcun hiçbir zaman sıfırlanamayacağı şekilde ayarlayacaklar, sonuç olarak da siyahlar ilelebet karın tokluğuna arazilerde çalışmaya mahkum olacaklardır. Anayasayla teminat altına alınmış olan özgürlükler, bu şartlar altında elbette siyahlara ekonomik anlamda pek bir şey sunmayacaktır. Zira önceden 'esir' olarak çalışan ve temel ihtiyaçları efendileri tarafından karşılanan insanlar, artık 'işçi' olarak aynı şartlarda çalışmaktadırlar. Kazandıkları para ancak temel ihtiyaçlarına yetebildiği için de, fakirlikten kurtulmaları bir yana, özgür olmaları dahi mümkün olmayacaktır.

Sosyalistlerin (çoğu zaman haklı olarak) maaş esareti olarak nitelendirdikleri bu durumun, günümüzde hiç yaşanmadığını, ya da daha doğrudan bir ifadeyle, günümüzde hakim kesimin piyasa koşullarını sun'i bir şekilde oluşturma adına hiçbir şey yapmadığını söylemek epey zor. Yukarıdaki yaşanmış hikaye, konunun sosyal, kültürel ve politik yönleriyle birlikte ele alınırsa, bu durumun karşılık geldiği uluslararası boyuttaki örneklerin çok daha kuşatıcı bir şekilde değerlendirilebilmesi mümkün olabilir. Bu aşamada dikkate alınması gereken bir diğer nokta ise, politika ve ekonomi kavramlarının tekil olarak ele alındıklarında bir seviyeden sonra son derece yetersiz kalıyor olduklarını fark etmek ve güç ve kaynak paylaşımını merkeze alan konulara odaklanan uluslararası politik ekonomi paradigmalarını incelemek olabilir. Zira, bu yapılmadığı takdirde, gerek politikanın, gerekse ekonominin sadece kendi içlerinde belli dinamiklere sahip olan ve ara-ilişkileri bulunmayan sistemler olarak algılanması ve dolayısıyla yöneten-yönetilen ilişkisinde belirleyiciliği olan kimi önemli konuların göz ardı edilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu noktaya odaklanan söylemler çoğu kez (sanki çok tuhaf bir şeymişçesine) 'ideolojik' olmakla yaftalanarak marjinalize edilmeye çalışılsa da, gerek teori, gerekse uygulama bazında ilk odaklanılması gereken nokta bu ilişki olmalı.


Küreselleşme - Korporatokrasi İlişkisi

Globalleşmeyle birlikte uluslararası şirketlerin ulusal ve küresel boyutta politik karar alma süreçleri üzerindeki yoğun etkilerine işareten yanlış şekilde (korporatokrasi anlamında) kullanılan korporatizm kavramı, küreselleşmeyi gerekçeleme adına öne sürülen kapitalist ilkelerin tek taraflı olarak uygulanıyor olmaları nedeniyle mevcut yapıyı en doğru şekilde tanımlayan ifade haline geldi. Şöyle ki, korporatizmin (tanımı gereği) 'hangi politikaların belirlendiği' ile değil, 'politikaların nasıl belirlendiği' konusuyla ilgilendiği hatırlanacak olursa, küresel politikaların belirleniş şeklinin korporatist modele olan benzerliğinden hareketle 'zorlama' bir çıkarsamada bulunmak ve küresel oyunun şartlarının aynı masaya oturan dünyanın sahipleri tarafından belirlendiğini söylemek mümkün. Bu çıkarsama, uluslararası politikaları belirleyenlerin 'serbest bir piyasada eşit koşullar altında rekabet eden birey ve şirketler' değil, 'dünyanın sahipleri' olduğu varsayımına dayanıyor. Bu varsayım da, emperyalizm-küreselleşme ilişkisinin incelenmesini zorunlu kılıyor.

1890'lı yıllarda ABD, Britanya ve Hollanda menşe'li (7 Kardeşler olarak adlandırılan) 7 petrol şirketinin, dünyadaki bütün petrollere hükmediyor olması, bu duruma iyi bir örnek olarak sunulabilir. O dönemde meşruiyet de ciddi bir sorun olarak görülmediğinden, hiç kimse son derece açık olan emperyalist kaygıları gizleme ya da gerekçeleme ihtiyacı duymuyordu. 7 Kardeşler'in hakimiyeti, 1970'lere kadar sürdü. Bugünün dünyası 1890'lardan çok farklı. Ancak bu durum, dünyanın artık sahipsiz olduğu anlamına gelmiyor.


Serdar Kaya

Hiç yorum yok: