3 Mayıs 2012 Perşembe

Olağanüstü Bir Vaka: Davidson'un Gözleri

Sidney Davidson'ın zaten yeterince olağanüstü olan geçici zihinsel rahatsızlığı, eğer Wade'in açıklamasına kulak verilirse, daha da olağanüstü bir hal almakta. Bu vaka, dünyanın öbür ucunda fazladan bir beş dakika geçirmek, ya da varlığından haberdar olmadığımız gözlerce en gizli işlerimiz sırasında gözlenmek gibi, gelecekteki iletişim olanaktan hakkında en tuhaf şeyleri düşlemeye itiyor insanı. Davidson'un geçirdiği kriz sırasında bizzat oradaydım, doğal olarak bu hikayeyi kağıda dökmek de bana düşüyor.

Krizi sırasında bizzat orada bulunmaktan kastettiğim, olay yerine gelen ilk şahıs olduğumdur. Her şey, Highgate Kemeri'nin hemen ötesindeki Harlow Teknik Koleji'nde gerçekleşti. Olay vuku bulduğunda, Davidson büyük laboratuarda bir başınaydı. Bense terazilerin bulunduğu küçükçe odada bazı notlar yazıyordum. Gök gürültülü fırtına, haliyle işimi tamamen altüst etmişti. Şiddetli gök gürültülerinden birinin hemen ardından, diğer odadan kırılan camların sesini işittiğimi sandım. Yazı yazmayı bir kenara bırakıp kulak kesildim. Bir süre için hiçbir şey duymadım; dışarıda yağan dolu, oluklu çinko çatıda davul çalıyordu. Sonra bir ses daha geldi, bu seferki bir kırılma sesiydi şüphesiz. Oldukça ağır bir şey tezgahın üzerinden aşağıya devrilmişti. Bir anda ayağa fırlayıp büyük laboratuara giden kapıyı açtım.

Tuhaf bir kahkaha duyunca şaşırdım, ve Davidson'ın odanın ortasında sallanarak, yüzünde afallamış bir bakışla dikilmiş olduğunu gördüm. İlk izlenimim, onun sarhoş olduğuydu. Benim farkıma varmadı, yüzünden otuz santim ötedeki görünmeyen bir şeyi tutmaya çalışıyordu. Elini yavaşça, oldukça duraksayarak uzattı, ve boşluğu kavradı. "Bu da nesi?" dedi. Parmaklarını açarak, ellerini yüzüne yaklaştırdı. "Ulu Scott!" dedi. Bunlar, üç ya da dört yıl önce, herkesin bu ismin üzerine yemin ettiği zamanlar olmuştu. Sonra, sanki onları yere yapıştırılmış halde bulmayı beklermişçesine ayaklarını hantalca kaldırmaya başladı.

"Davidson!" diye haykırdım. "Neyin var senin?" Etrafında dönüp, benim bulunduğum yöne baktı, beni aramaya başladı. Bana, benden öteye ve beni gördüğüne dair en ufak bir işaret olmaksızın iki yanıma baktı. "Dalgalar," dedi; "ve oldukça güzel bir gemi. Bunun Bellow'un sesi olduğuna yemin edebilirim. Merhaba!" Bir anda avazı çıktığınca bağırdı.

Bunun bir tür şaka olduğunu düşündüm. Sonra, ayaklarının altında en iyi elektrometremizin parça parça olmuş kalıntısını fark ettim. "Neyin var be adam?" dedim. "Elektrometreyi darmadağın etmişsin."

"Yine Bellows!" dedi. "Ellerim yittiyse de arkadaşlarım kalmış demek. Elektrometre hakkında bir şey söylüyor. Ne taraftasın Bellows?" Ansızın sendeleyerek bana yürüdü. "Allahın cezası şey tereyağı gibi kesiliyor," dedi. Dosdoğru masaya çarptı ve geriledi. "Hiç de tereyağı gibi değilmiş!" dedi ve sallanarak durdu.

Korktuğumu hissettim. "Davidson," dedim, "ne oldu sana?" Her yöne bakındı. "Bunun Bellows olduğuna kalıbımı basarım. Neden bir erkek gibi kendini göstermiyorsun, Bellows?"

Bir anda aklıma onun kör olmuş olduğu geldi. Masanın etrafından dolanıp elimi koluna attım. Tüm hayatım boyunca daha bu kadar ürkmüş bir insan görmemiştim. Sıçrayarak benden uzaklaştı ve kendini koruma pozisyonu aldı, yüzü dehşetten çarpılmıştı. "Ulu Tanrım!" diye bağırdı, "o da neydi?"

"Benim, Bellows. Kahretsin, Davidson!"

Onu yanıtlayınca sıçradı ve -bunu nasıl dile getirebilirim?- benden öteye baktı. Benimle değil, ama kendi kendine konuşmaya başladı. "Böylesine dümdüz bir kumsalda, üstelik güpegündüz. Saklanacak bir yer bile yok." Çılgınca etrafına bakındı. "İşte! Gidiyorum." Aniden döndü ve dümdüz büyük elektromıknatısa doğru koştu, öylesine şiddetli çarptı ki, omzunu ve çenesini insafsızca bereledi. Bunun üzerine geriye doğru bir adım attı ve neredeyse inleyerek bağırdı, "Tanrı Aşkına, neyim var benim?"

Bu sırada çok endişelenmiş ve epey korkmuştum. "Davidson," dedim, "sakın korkma."

Sesimi duyunca yine irkildi, ama önceki kadar şiddetli değildi. Sözlerimi, bürünebildiğim en net ve katı tonda yineledim. "Bellows," dedi bana, "bu sen misin?"

"Ben olduğumu göremiyor musun?"

Güldü. "Kendimi bile göremiyorum ki. Hangi kahrolasıca yerdeyiz?"

"Buradayız," dedim, "laboratuarda."

"Laboratuarda mı?" diye sordu hayretler içinde, ve elini alnına koydu. "O şimşek çaktığında laboratuardaydım, ama şimdi oradaysam ne olayım. Ne gemisi bu böyle?"

"Gemi falan yok," dedim. "Aklını başına topla eski dostum."

"Gemi yok ha," diye tekrarladı, ve itirazımı hemen unutuverdi. "Sanırım," dedi yavaşça, "ikimiz de öldük. Ama işin ilginç tarafı bana hala bir bedenim varmış gibi geliyor. Galiba hemen alışılmıyor. Bizim dükkana yıldırım düşmüş olsa gerek. Oldukça çabuk oldu, değil mi Bellows?"

"Saçma sapan konuşma. Capcanlısın. Laboratuardasın. ve her şeyi kırıp döküyorsun. Az önce yeni bir elektrometreyi paraladın. Boyce geldiği vakit senin yerinde olmak istemezdim."

Benim bulunduğum yönden, kryohidratların diyagramlarına doğru baktı. "Sağır olmuş olmalıyım," dedi. "Bir top ateşlediler, çünkü dumanı görüyorum ama hiç ses duymadım."

Elimi yine koluna koydum, bu sefer daha az heyecanlandı. "Sanırım görünmez bedenlere sahibiz," dedi. "Tanrı Aşkına! Burnun ötesinden bu yöne gelen bir sandal var. Tıpkı değişik bir iklimde, eski hayat gibi."

Kolunu sarstım. "Davidson," diye bağırdım, "uyan!"

Boyce da işte o anda içeriye girdi. O konuşur konuşmaz Davidson bağırdı, "İhtiyar Boyce! Demek o da ölmüş! Ne cümbüş ama!" Vakit kaybetmeksizin Boyce'a Davidson'un bir tür somnanbulistik transta olduğunu açıkladım. Hemen ilgilendi, ikimiz de adamcağızı içinde bulunduğu olağanüstü halden kurtarabilmek için elimizden geleni yaptık. Davidson sorularımızı yanıtladı, ve bize de sorular sordu, ama dikkati bir kumsal ve gemi hakkındaki halüsinasyon yüzünden dağılmış gibiydi. Arada devamlı bir sandal, mataforalar ve rüzgarın şişirdiği yelkenlerden dem vurup duruyordu. Onun karanlık laboratuarın ortasında böyle şeyler söylediğini duymak insanı bir tuhaf yapıyordu.

Davidson görmüyordu, ve yardıma muhtaçtı. İkimiz de birer koluna girip onu koridor boyunca yürüterek Boyce'un şalisi odasına götürdük, ve orada Boyce onunla konuşup o gemi hayali hakkında şakalar yaparken ben de yaşlı Wade'den gelip bir bakmasını rica ettim. Dekanımızın sesi Davidson'u biraz ayılttı. ama kendine getirmedi. Ellerinin nerede olduğunu, ve neden beline kadar yere gömülü bir halde yürümek zorunda olduğunu soruyordu. Wade onunla ilgili epey kafa yordu -kaşlarını nasıl çatar bilirsiniz- ve onun ellerine rehberlik ederek kanepeye dokunmasını sağladı. "Bu bir kanepe," dedi Wade. "Profesör Boyce'un odasındaki kanepe. İçi at kılıyla doldurulmuş."

Davidson kanepeyi yokladı, ve uzun uzadıya düşündükten sonra da onu hissedebildiğini, ama göremediğini söyledi.

"Peki ne görüyorsun?" diye sordu Wade. Davidson, etrafla bolca kum ve kırık istiridye kabuklarından başka bir şey göremediğini anlattı. Wade, ona eliyle yoklaması için başka şeyler de verdi, onların ne olduğunu söyledi ve Davidson'u pür dikkat izledi.

"Geminin neredeyse sadece direk ve yelkenleri görünüyor." dedi Davidson şimdi de, durumla ilgisiz bir şekilde.

"Boş ver gemiyi," dedi Wade ona. "Dinle beni Davidson. Halüsinasyon nedir, bilir misin?"

Davidson "oldukça," diye yanıtladı.

"İyi, gördüğün her şey halüsinasyon."

"Piskopos Berkeley," dedi Davidson.

"Beni yanlış anlama," dedi Wade. "Hayattasın, ve Boyce'un odasındasın. Ama gözlerine bir şey oldu. Göremiyorsun; işitebiliyorsun ve hissedebiliyorsun, ama göremiyorsun. Beni anladın mı?"

"Bana da fazlasıyla görüyormuşum gibi geliyor." Davidson parmaklarının boğumlarını gözlerine sürttü. "Yani?"

"Hepsi bu. Bunun aklını karıştırmasına izin verme. Bellows burada, ve seni bir taksiyle evine götüreceğim."

"Biraz durun." Davidson düşündü. "Oturmama yardım et," dedi; "şimdi -sana zahmet olacak ama- bana hepsini en baştan bir kez daha anlatır mısın?"

Wade son derece sabırlı bir şekilde tekrarladı. Davidson gözlerini yumdu ve ellerini alnına bastırdı.

"Evet," dedi. "Doğru. Gözlerim kapalı ve haklı olduğunuzu biliyorum. Kanepede yanımda oturan sensin, Bellows. Yine İngiltere'deyim ve karanlıktayız."

Sonra gözlerini açtı."Ve işte," dedi, "gün daha yeni ağarıyor, geminin serenleri, çalkantılı bir deniz, ve havada uçuşan bir çift kuş. Hayatımda bu kadar gerçek hiçbir şey görmedim. Ve ben de boynuma kadar bir kum yığınına gömülü duruyorum."

Öne eğildi, ve elleriyle yüzünü örttü. Sonra yine açtı gözlerini. "Karanlık deniz, ve gün doğumu! Ve yine de bizim Boyce'un odasında, bir kanepede oturuyorum!... Tanrım, yardım et bana!"

Bu. başlangıçtı. Davidson'un gözlerinin garip rahatsızlığı azalmaksızın üç hafta devam etti. Kör olmaktan çok daha kötüydü. Davidson kesinlikle yardıma muhtaçtı, yumurtadan yeni çıkmış bir civciv gibi beslenmesi gerekiyordu, ona yol gösterilmeli ve elbiseleri değiştirilmeliydi. Eğer hareket etmeye kalkışırsa bir şeylere takılıp düşüyor, ya da kendini kapıya duvara vuruyordu. Bir iki gün sonra bizi görmeden seslerimizi duymaya alıştı, evde olduğunu ve Wade'in ona söylediklerinin doğruluğunu şevkle kabullendi. Onunla nişanlı olan kızkardeşim gelip onu görmekte ısrar etti, ve Davidson kumsalını anlatırken, her gün saatler boyu beraberce oturdular. Gözüken o ki, kızkardeşimin elini tutmak onu son derecede rahatlatıyordu. Koleji terk edip arabayla eve giderlerken -Hampstead köyünde oturuyordu- sanki doğrudan doğruya bir kum tepesinin, taşların, ağaçların ve katı cisimlerin içinden geçermiş gibi olduğundan bahsetti -tekrar belirinceye kadar her taraf kapkaraydı- ve odasına çıkarıldığında düşeceğinden korkarak deliye döndü, çünkü merdivenleri tırmanmak, onu hayali adasında kayaların dokuz-on metre yukarısına çıkarmıştı sanki. Devamlı yumurtaları kıracağından bahsediyordu. Sonunda babasının muayene odasına indirilip oradaki bir divana yatırılması gerekti.

Adayı genellikle kasvetli bir yer olarak betimledi, biraz çürük yosun dışında çok az bitki, ve bir sürü çıplak kaya vardı. Her yer penguen kaynıyordu, kayaları bembeyaz, ve bakılması nahoş hale getiriyorlardı. Deniz çoğu zaman dalgalıydı, bir seferinde fırtına çıktığında uzanıp, sessiz şimşeklere bağırdı. Bir iki kez de kıyıya foklar geldiler, ama bu sadece başlangıçtaki birkaç gün oldu. Penguenlerin paytak paytak yürüyerek onun içinden geçmelerinin, ya da onun hayvanları rahatsız etmeksizin aralarında yatabilmesinin çok komik olduğunu söylüyordu.

Tuhaf bir şey hatırlıyorum, bu, canı fazlasıyla pipo içmek islediği vakit gerçekleşmişti. Eline bir pipo verdik -neredeyse gözünü çıkarıyordu- ve de yaktık. Ama hiç tad alamıyordu. O günden beri benim için de aynı şeyin geçerli olduğunu fark ettim herkes için böyle midir, bilemiyorum- fakat dumanını görmediğim sürece tütünün zevkine varamıyorum.

Ama Davidson'un hayallerinin en garip kısmı, Wade onu bir tekerlekli iskemleyle dışarıya temiz hava almaya gönderdiği zaman gerçekleşti. Ailesi Davidson için bir tekerlekli iskemle kiralamış, sağır ve dik kafalı hizmetçileri Widgery'yi de ona bakmakla görevlendirmişlerdi. Widgery'nin sağlığa yararlı gezi anlayışı da bir tuhaftı. Dogs' Home'a uğramış olan kızkardeşim, onlara Caniden Town'da rastlamıştı; Widgery, King's Cross'a doğru kendinden hoşnut şekilde giderken, belli ki kaygı içinde olan Davidson, zayıf ve kör halde onun dikkatini çekmeye çabalıyordu:

Kardeşim onunla konuştuğu vakit, Davidson basbayağı ağlamış. "Ah, kurtar beni bu korkunç karanlıktan!" demişti onun elini tutarak. "Bundan kurtulmalıyım, yoksa öleceğim." Sorunun ne olduğunu anlatmaktan tamamıyla acizmiş, ama kız kardeşim onun hemen eve dönmesi gerektiğine karar vermiş, ve Hampstead'e doğru yokuş tırmanırlarken korkusu azalmış. Güneş pırıl pırıl., ve öğlen vakti olmasına karşın, yıldızlan tekrar görmenin güzel olduğunu söylemiş.

"Sanki," dedi Davidson bana sonraları, "karşı konulmaz bir şekilde suya doğru çekiliyordum. İlk başta çok paniklemedim. Tabii ki geceydi orada, güzel bir geceydi."

"Tabii ki?"

"Tabii ki," dedi. "Burada gündüzken, orada hep gecedir... Neyse, dosdoğru suya girdim, ay ışığının altında çarşaf gibi, ve ışıl ısıldı -ben yaklaşırken bir dalga genişleyip düzleşiyormuş gibi göründü. Denizin yüzeyi deriyi andırırcasına parlaktı- altı, şimdi anlatacaklarımın tam tersine, boş gibiydi. Su ağır ağır gözlerime kadar yükseldi. Sonra suyun altına girdim, ve sanki deri yarılıp, gözlerimin önünde yine birleşti. Ay, gökyüzünde bir kez sıçradı, soluklaştı ve yeşile döndü, hafifçe parıldayan balıklar ok misali atıldılar yanımdan - her şey fosforlu camdan oluşmuş gibiydi; ve yağlı cilayla parlatılmış karmakarışık yosunların arasından geçtim. Böylece denizin içinde ilerledim, yıldızlar teker teker söndüler, ay gittikçe yeşilleşti ve karardı, yosunlar ışık saçan bir mora dönüşlüler. Her şey çok belirsiz ve gizemliydi, her yer titriyor gibiydi. Tüm bu sırada, iskemlemin tekerleklerini, geçip giden insanların ayak seslerini ve uzakla, özel Pali Mail satan bir adamın sesini duyuyordum.

"Denize gömüldükçe gömüldüm. Etrafım mürekkep karası kesildi, yukarıdan bir tek ışık huzmesi bile gelmiyordu o karanlığa, ve fosforlu cisimler giderek aydınlandılar. Derinliklerdeki yosunların yılankavi dalları, ispirto ocağının alevleri gibi titreşiyorlardı; ama bir süre sonra bir tek yosun bile kalmamıştı. Balıklar bakarak ve ağızlarını açıp kapayarak benim bulunduğum tarafa, bana geldiler, ve içimden geçtiler. Öyle balıkları hayal bile etmemiştim daha önce. Yanlarında sanki fosforlu kalemle çizilmişçesine ateşli hatlar vardı. Ve korkunç bir yaratık, dolanan kollarıyla geri geri yüzüyordu. Ardından, karanlığın içinden çok yavaşça bana yaklaşan bulanık bir ışık kümesi, sürüklenen bir şeyin etrafında dolanan ve mücadele eden balık sürülerine ayrıştı. Doğruca üzerine gittim, o zaman kargaşanın ortasında, balıkların ışığı altında hayal gibi, parçalanmış bir seren ve yana yatmış karanlık bir gemi gövdesi belirdi, bazı ışıldayan fosforlu bedenler, balıklar onları ısırdıkça sallanıyor, kıvranıyorlardı. Bir korku çöktü üzerime. Ah! Eğer kız kardeşin gelmiş olmasaydı, doğruca o yan yarıya yenmiş şeylerden birine çarpacaktım! Üzerlerinde koca koca delikler vardı Bellows, ve... Boş ver. Ama dehşet vericiydi!"

Davidson üç hafta boyunca, bizim o zamanlar baştan aşağı hayali olduğunu sandığımız bir şeyi görür halde, çevresinden tamamen habersiz şekilde, o tuhaf durumda kaldı. Derken, bir Salı günü uğradığımda, koridorda yaşlı Davidson ile karşılaştım. Yaşlı centilmen kendinden geçmiş bir halde "başparmağını görebiliyor!" dedi. Paltosunu sırtına geçirmeye çalışıyordu."Başparmağını görebiliyor. Bellows!" dedi gözü yaş içinde. "Çocuk iyileşecek artık!"

Davidson'un yanına koşturdum. Yüzünden az ötede küçük bir kitap tutuyor, ona bakıp, zayıfça gülümsüyordu.

"Şaşırtıcı," dedi."Şuradan sanki bir parça açıldı. "Parmağıyla işaret etti. "Her zamanki gibi kayaların üzerindeyim, penguenler de her zamanki gibi sendeleyip kanat çırpıyorlar, ara sıra bir balina boy gösteriyor, ama hava karardığı için pek seçilmiyor. Ama şuraya bir şey koyunca görüyorum -gerçekten görüyorum. Çok sönük ve yer yer kırık, ama sanki bulanık bir hayalmiş gibi görebiliyorum. Bu sabah beni giydirirlerken farkettim. Sanki bu cehennemi hayalet dünyaya açılmış bir delik gibi. Elini benimkinin yanına koy. Hayır oraya değil. Ah! İşte! Görüyorum. Başparmağının altı, ve elbisenin kolunun bir kısmı! Kararan gökte elinin bir parçası hayalet gibi görünüyor. Hemen yanında da haç şeklinde dizilmiş bir grup yıldız var."

Davidson o günden sonra düzelmeye başladı. Tıpkı gördükleriyle ilgili anlattıkları gibi, bu değişim konusunda anlattıkları da tuhaf şekilde inandırıcıydı. Görüş alanındaki parçaların ötesinden hayalet dünya gittikçe silikleşti, adeta şeffaflaştı. ve Davidson bu saydam boşlukların arasından belli belirsiz çevresindeki gerçek dünyayı görür hale geldi. Bu parçalar sayı ve boy bakımından çoğaldılar, gözlerinde sadece orada burada birkaç kör nokta kalıncaya değin birleştiler ve yayıldılar. Artık ayağa kalkıp kendini idare edebiliyordu, beslenip, okuyabilir, pipo içebilir, her insan gibi davranabilir olmuştu. İlk başla lambanın iki görünüşü gibi üst üste gelmiş iki görüntü onun kafasını karıştırıyordu, ama çok geçmeden gerçeği yanılsamadan ayırdeder oldu.

Başlangıçta gerçekten de memnundu, ve egzersiz yapıp ilaçlarını içerek iyileşmek için sabırsızlanıyordu. Ama o garip ada yok olmaya yüz tutunca, alışılmadık şekilde onunla ilgilenmeye başladı. Özellikle tekrar denizin derinliklerine inmek istiyor, vaktinin yarısını Londra'nın aşağı kısımlarında dolaşıp, sürüklenirken gördüğü içi su dolu gemi enkazını aramakla geçiriyordu. Gerçek gün ışığının göz kamaştıran parıltısı, kısa zamanda onu o gölgeler içindeki dünyasını silip atacak kadar kuvvetli şekilde etkiledi, ama gece vakti, karanlık bir odadayken hala adanın suyun çarptığı kayalarını ve hantal penguenlerin ileri geri dolandıklarını görebiliyordu. Bunlar da gittikçe soldular, ve nihayet, kız kardeşimle evlendikten az sonra, onları son kez gördü.

Şimdi sıra, en tuhaf olayı anlatmaya geldi.

Onun iyileşmesinden yaklaşık iki yıl sonra, akşam yemeği için Davidson'lardaydım, yemekten sonra Atkins adında bir adam uğradı. Kraliyet Donanması'nda bir teğmendi, hoş konuşkan biriydi. Eniştemle iyi dostlu, kısa süre sonra biz de samimi olduk. Öğrendim ki, Davidson'un kuzeniyle nişanlıydı, aklına gelmişken bize sevgilisinin yeni bir resmini göstermek için bir tür fotoğraf albümü çıkarttı."Ve işte," dedi, "bu da yaşlı Fulmar."

Davidson resme ilgisizce baktı. Bir anda yüzü aydınlandı. "Ulu Tanrım!" dedi."Neredeyse yemin edebilirim-"

"Neye?" dedi Atkins.

"Bu gemiyi daha önce gördüğüme."

"Bu nasıl olabilir, bilmiyorum. Fulmar altı senedir Güney Denizleri'nden yukarıya çıkmadı, ondan önce de-"

"Ama," diye başladı Davidson."Evet -bu rüyalarımda gördüğüm gemi; eminim ki bu o düşlediğim gemi. Penguenlerle dolu bir adanın açıklarındaydı, ve bir top attı."

"Aman Tanrım!" dedi Davidson'un geçirdiği krizin ayrıntılarından habersiz olan Atkins. "Nasıl oldu da bunu rüyanda görebildin?"

Ve sonra, yavaş yavaş ortaya çıktı ki. tam Davidson'un rahatsızlandığı gün, H. M. S. Fulmar gemisi. Antipodes Adası'nın güneyinde, küçük bir adanın açıklarındaydı. Geceleyin penguen yumurtası toplamak için bir sandal indirilmiş, geç saate kadar kalmış ve bir fırtına yaklaşmakta olduğu için sandalın mürettebatı gemiye dönmeden önce sabaha dek beklemişlerdi. Atkins de bu kişilerden biriydi, ve Davidson'un ada ile sandal hakkında söylediği her şeyi kelimesi kelimesine doğruladı. Davidson'un o yeri gerçekten gördüğüne dair zihinlerimizde en ufak bir şüphe bile yok. Açıklama getirilemeyecek bir şekilde, Davidson Londra'da hareket ederken, onun gözleri de uzaklardaki bu adada aynı şekilde davranmıştı. Bunun nasıl olduğuysa, tamamen bir gizem.

Davidson'un gözlerinin olağanüstü hikayesi, işte böyle bitiyor. Bu, belki de en iyi doğrulanmış uzaktan görüş vakasıdır. Profesör Wade'in ileriye sürdüklerinden başka da hiç bir açıklama getirilemedi, ama bu açıklama Dördüncü Boyut, ve boşluğun türleriyle ilgili kuramsal bir teze başvuruyor. "Uzayda bir karışıklıktan bahsetmek, bana sadece bir saçmalıkmış gibi geliyor; belki de bir matematikçi olmadığım içindir. Ona iki yer arasında seksen bin mil olduğu gerçeğini hiçbir şeyin değiştiremeyeceğini söylediğim vakit, bir kağıt üzerinde birbirinden otuz santim uzaklıkta bulunan iki noktanın, kağıdın bükülmesiyle bir araya getirilebileceğinden bahsetti. Belki okuyucu bu savı kavrayabilir, ama ben kesinlikle anlayamıyorum. Onun fikrine göre, büyük elektro-mıknatısın iki kutbu arasına eğilmiş olan Davidson, güç alanında şimşeğin getirdiği ani değişiklik yüzünden retinal unsurlarında sıra dışı bir durum yaşamıştı.

Wade bunun sonucu olarak, görsel olarak dünyanın bir yerindeyken, bedenen bir başka yerde yaşamanın mümkün olabileceği fikrinde. Hatta görüşlerini destekler nitelikte birkaç deney bile yaptı; ama şimdiye kadar tek başardığı birkaç köpeği kör etmek oldu. Onu birkaç haftadır görmemiş olmama karşın, deneylerinde vardığı net sonucun bu olduğu kanaatindeyim. Ama tüm bu kuramı akıldışı buluyorum.

Davidson'la ilgili gerçekler, tamamen başka temeller üzerinde duruyor, ve ben, size anlattığım her detayın doğruluğuna bizzat tanıklık ederim.

The Remarkable Case of Davidson's Eyes
H.G. WELLS
Çeviren: Barış Emre Alkım

Hiç yorum yok: