23 Mart 2015 Pazartesi

Yalnızlık

Ben neden böyle sürekli düşünüyorum? Bu soru ve cevabını bile düşünüyorum. Düşünmek aslında iyi bir faaliyetmiş gibi görünüyor ancak her şeyin olduğu gibi bununda fazlası zarar. Her olasılığı bilmek veya tahmin edebilmek. Herhalde asıl amaç bu. Ancak geldiğim noktada paranoyaklığa doğru ilerliyorum. Her şey hakkında fikir sahibi olmak insana aslında hiç bir şey kazandırmıyor. Sırf beynimi durdurabilmek için içki içmek zorunda kalıyorum. Alkolikliğe giden yol buralardan geçiyor diye düşünmeye başladım. Zaten bir kere de düşünmeye başlamasam. Cahillik, mutluluktur. Aslında ortada bir şey olmamasına rağmen sürekli bir kurgulama, sürekli kendi kendine konuşma ve cevaplar uydurma, her durum için ayrı senaryolar ama gerçekte hiç biri gerçekleşmiyor. Hem ben bu senaryoları gerçekleştirebilecek cesarete sahip değilim, hem de bunların çoğu benim hayal gücümün ürünü. Sürekli hayal dünyamda yaşadığım ve yaşamak istediğim için böyle bir gelişim, değişim yaşadım. Ama benim de kendimce haklı sebeplerim var. İnsanlarla iletişim kuramıyorum, ilişki kuramıyorum. Yalnızlığımı giderebileceğim tek yer kendi kafamın içi. Bu çokta sağlıklıymış gibi gelmiyor bana, ama gerçek bir insanla konuşmak yerine kendi kurgularınla konuşmak bana daha çekici geliyor. Durum ne olursa olsun benim kontrolümde gerçekleşiyor. Kızmak istediğimde kimseyi kırmadan kızıyorum, sevmek istediğimde kimseyle muhatap olmadan, platonik, seviyorum, sevişmek istediğimde her şey hayal gücüme kalıyor. Beni insanlardan uzaklaştıran şeylerden biri de bu güç herhalde. Ne zaman bir ilişki kurmaya çalışsam hayal kırıklığı yaşıyor olmak beni bu çıkmazın içine soktu. Artık saçma sapan insanlar yüzünden hayal kırıklığı yaşamak istemiyorum. Kendi tercihlerimi ne kimseye zarar vermeden ne de onlar bana zarar vermeden gerçekleştirmek istiyorum. Bu rüyalar, işe yarıyormuş gibi görünseler de, benim gibi gerçekçi bir insanı olumsuz yönde etkilediğini hissediyorum. Ben gizli hayali dünyamda kabuğum içinde huzurluymuş gibi yaşamaya çalışırken, bilincim yalnız beş para etmez bir insan olduğumu çok iyi biliyor. İnsanlar bariz bir şekilde benimle olmak istemiyorlar. Doğrusu ben de çok hevesli olduğum söylenemez. Sırf ilişki kurmak için neden belli toplumsal normlara uymak zorunda olayım ki. Eğer ben kendim olmayacaksam, birisiyle arkadaş, sevgili olmanın anlamı ne her gün her an tiyatro mu oynayacağım. Bir insan buna ne kadar dayanabilir ki. Başkaları dayanabiliyor mu, bilmiyorum ama ben kendim dayanamayacağımı biliyorum. İnsanlar resmen gözümün içine bakıp merhaba bile demeye tenezzül etmezken ben onlarla muhatap olamam ki. Ben de bu şartlar altında kendi doğrularımla yaşamaya çalışıyorum. Elimden geldiğince insanlara saygılı, düşünceli, yardımsever olmaya çalıştıkça onlar beni kendilerinden itiyorlar. Sonuçta ben de onlarla arama, onların beni itemeyeceği bir mesafe koyma ihtiyacı hissediyorum. Bu mesafe beynimde ciddi sıkıntılar yaratıyor. Bir insan, sosyal bir canlı olarak etrafımdaki insanlarla karşılıklı bir ilişki içinde olmam gerek ve olmak istiyorum. Çünkü evrimsel sürecim beni bu noktaya getiriyor ama yalan bir sosyallik, ilişkiler istemiyorum. Ben denedim, rol yapmayı denedim, sevmediğim şeyleri seviyormuş gibi yapmayı denedim, hoşlanmadığım insanların yüzüne güldüm, hayattan bir şeyler alamama rağmen hep vermek istedim (verdim mi, hayır çünkü hayat bir şeyler vermeme dahi izin vermedi). Aradaki mesafeyi doldurabilmek için kişisel dünyam ve sosyal çevrem arasında bir de gizli hayal dünyam oluyor. Yaşım ilerledikçe bu hastalıkta daha hızlı ve etkili bir şekilde ilerliyor. Sürekli ve her şeyi sorguluyorum. Klasik ben kimim, yaşam amacım ne, niye yaşıyorum gibi sorular değil bunlar. Çok daha sığ, çok daha bencilce, bu kişi benimle neden olmuyor, bu kişi bana niye selam vermiyor, arkadaşlarım (neye göre bende bilmiyorum) neden benimle birlikte olmak istemiyor gibi. Bu fikirler beni her geçen gün daha mutsuz daha bencil daha huysuz ve de daha kendi içime dönük hale getiriyor. Korkak bir insan oluyorum, sırf insanlarla muhatap olmamak için her şeyden, her yerden kaçıyorum. Gördüğüm tüm insanlardan, arkadaşlarımdan, annemden, kardeşimden, çevremdeki herkesten uzak durmaya çalışıyorum. Onları da rahatsız etmemek için, biliyorum ki ben rahatsızlık veren birisiyim. İnsanlar benimle yan yana olmak istemiyor. Diğer insanlara göre yüzümde ya da fiziğimde ne gibi bir ifade var çok merak ediyorum. Ben kendim hiç öyle biri gibi görmeme rağmen yolda dilenci bana bulaşır, tinerci bana bulaşır, yolda yürürken insanlar sanki ufacık tefecik biriymişim gibi, sanki ben yokmuşum gibi üzerime yürür. Oysa ben kendimi aynaya bakınca korkulası biriymiş gibi görüyorum. Espri kabiliyetim olduğunu biliyorum ben zaten kendi soyadını ve adını taşımayı hak eden birisiyim ama ben etrafımdaki insanlar sırf beni sevsinler diye komiklik yapamam ki. Bu şeyler doğaçlama olmalı kendi küçük yaşam alanımda zeki ve akıllı, eğitimli bir insanım hatta gereksiz çok fazla bilgiye sahibim, belki de millet benim çok bilmişliğimden, ukalalığımdan sıkılıyorlardır. Ne zaman kendimi engellemeye çalışsam susmuyorum ve kendi monoloğum bir sinir krizine dönüşene kadar devam ediyorum. Bu durum beni sürekli yüklüyor, nefret ve öfkeyle. Kendimi ancak, o da geçici olarak, alkolle sakinleştirebiliyorum, daha az düşünmemi sağlıyor. Yazarken çay almak için çıktığım ufak bir ara bile benim daha yalnız hissetmeme yol açabiliyor. Bu da beni daha da öfkeli yapıyor. Sabırsızlıkla bekliyorum, yakında yılanlar gibi kendi zehrimi üreteceğim. Ya soğukkanlı hayvanlar gibi tamamen yalnız yaşayıp avlanacağım ya da yakın zamanda öleceğim, bir alternatifte delirmek aslında. Akıllı olup da dünyanın kahrını çekeceğine deli ol dünya senin kahrını çeksin. Keşke bu kadar basit olsaydı hayat. Hiç mücadele edecek iradem, gücüm hiçbir şeyim yok, hiçbir şey yapmak istemiyorum sadece zaman geçsin ve zamanım dolsun. O da, ben de kurtulayım. Aslında yanımda sevdiğim insanlardan başka bir şey istemiyorum. Sevmesem bile çok sevdiğim, benimle olacak, bana sosyal hayatımda eşlik edecek, aynı şekilde benim de onlara eşlik edeceğim, çok özel olmasına da gerek yok, birbirimiz anlayıp iletişim kurabileceğimiz insanlar, arkadaşlar. Galiba çok şey istiyorum. Ne yaparsam yapayım ne kadar denersem deneyim geldiğim nokta her zaman başladığım noktanın da gerisi. Bilemiyorum ne yapsam. Para harcamak beni mutlu etmeyecek biliyorum, ama öyle bir yanılgı içindeyim ki sanki para harcarsam insanları etkileyebilecekmişim gibi hissediyorum. Sanki para harcayınca yeni cicilerim, oyuncaklarım olduğunda mutlu olacakmışım gibi. Oysa öyle bir şey olmadığını en iyi bilen benim. Bireysel olarak kesinlikle karşı olduğum bir şeyi bile yapmayı düşünmeye başladım. Acaba diyorum bu internet siteleri arkadaşta satıyorlar mı? Ya da benim param buna yeter mi? Yalnızlık içimde kenserli bir hücre gibi sürekli büyüyor ve beni yavaş yavaş ama acıyla öldürdüğünü hissediyorum. Şu anda yazmak dahi istemiyorum. Yapmak istediğim, öğrenmek istediğim pek çok şeyi bile bu bıkkınlık ve üşengeçlik yüzünden yapmıyorum. İstemiyorum, kısaca istemiyorum çünkü kendi üzerime koyduğum bu değerleri, bilgileri eğer kimseyle paylaşamayacaksam niye yapacağım ki. Ben sahip olduklarımı, bildiklerimi, her şeyim değer verdiğim insanlarla paylaşmak istiyorum fakat paylaşamayacaksam amaç ne?

18 Mart 2015 Çarşamba

Yorgunluk

                Saat üç buçuk gibi otel arıyorduk, Samsun’da. Şans eseri yol üzerinde gördüğümüz bir benzinliğe girerek orada çalışan arkadaşa sorduk. Bize ucuz bir otel tarif etti. Bizim sevindiğimiz otelin yakın olmasıydı. Sabah saat 6’da kalkıp uçağa yetişmemiz gerekiyor ve biraz uykuya ihtiyacımız vardı. Ne uyusam, uyusak kardı. Bir oda ayarladı, hemen çıktık. Daha internete girerek sabah uçağına bilet almamız gerekiyordu. Uzun zamandır ilk defa kendimi bu kadar yorgun hissediyordum. Hiç birbirimize bakacak halimiz yoktu. Her ikimizin de iyi bir banyoya ihtiyacı var, ama yapacak gücü yoktu. Biletleri alınca iyice bir huzur çöktü üzerimize. Çok yorgun olmama rağmen çok uzun zamandır bu kadar huzurlu ve rahat hissetmemiştim kendimi. Ne olduğunu bile anlamadan kendimizi uykunun sevgi dolu kollarına kendimizi bıraktık.

                Yaklaşık 8 saat sonra İstanbul’daydık. Arada ne oldu, kalktık mı, uçağa nasıl gittik, ne yaptık hiç hatırlamıyorum. Aslında çokta umurumda da değil. Çok güzel bir gezi yaşamıştım ve sıkıntılarından ziyade güzel anılar daha çok canlıydı. İnsanın sevdiği, sevgili ile birlikte olması zaten başlı başına bir keyifken birlikte bir şeyler yaşamak bu duruma daha da değer katıyor. Ben bu konuda biraz şanslı sayılırım. Her ikimizde üşengeç insanlar olmamıza rağmen karşımıza ilginç bir fırsat çıktığında (üretmedik mazeret bırakmasak da) fırsatı kaçırmayız. Mızmızlanmak biraz bizi motive ediyor galiba. Yıllardır hayata, hayatıma dair aradığım tüm eksikler, her şey sanki bir kişi de toplanmış gibi. Eileen’den önce nadiren mutlu olabilirdim ve mutluluklarım çikolata yemekten ileri gidemezdi. Gülmek bile sonrasında rahatsızlık veren bir yüz kasları faaliyeti olarak görürdüm. Bu arada insan yüzünü normal (mimik yapmadan) bıraktığında yüz kasları, gülme halinden daha çok çalışıyormuş. Ne gereksiz ve sinir bozucu bir bilgi. Çok uzun zamandır İstanbul benim için bir angaryadan, bir hapishaneden, daha da kötüsü hayatı bana zehir eden bir şehir olmaktan öteye gidemiyordu. Şimdi ise evimin, evimizin bir anlamı var.

              Eve gelince birlikte koltuğa çöktük. Artık yüz ifadem nasılsa, gülmeye başladı, o gülmeye başlayınca bende kendimi tutamadım. Her ikimizde yorgunluktan ve uykusuzluktan bitmiş bir haldeydik. Birlikte banyoya girdik. Birbirimize masaj yapınca biraz kendimize geldik ancak her ikimizin de aklında tek bir şey vardı. Uyumak. İçeri gidip sızmaktan başka bir şey istemiyor ve de düşünemiyordum. Yattık ve yatmamla birlikte yorgunluk kafamda farklı etkiler yapmaya başladı. Önce saçma sapan düşünceler kafamda dönmeye başladı. Hafif sol tarafıma dönümce, o güzel yüzü yüzüme karşı sakin bir şekilde nefes alıp verirken buldum. İki gün sonra hayatıma en sonunda bir anlam katan kadının doğum günüydü. Bunun için mutlaka güzel, ilginç, özellikle de onu mutlu edecek bir organizasyon yapmam lazım.

                Düşünceler kafamda dönüyor, uyuyamıyorum. Hayatımın birkaç ay önce anlamsızlığı ve şu anda ki mutluluğumu düşünüyorum. Aslında sebep çok netti, ama insan her konuda, nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde özellikle de kendisini kandırmakta çok başarılı. Hep güçlü, kendi kendisine yetebilen, kimseye ihtiyacı olmayan, yalnızlığı kendi seçmiş birisi. O kişi bendim. Ama (sebebi açıklanamayan) sonsuz boşluk, sıkıntı ve mutsuzluk. Çözüm ve sorun çok basitti, yalnızlık. Etrafımda onlarca ilişki içinde olduğum insan, milyonlarca da hiç yüzüne bile bakmadığım ama yalnızım. İnsanlar sana merhaba deyince senin arkadaşın ya da dostun olduğunu düşünüyorlar. İş yerinde pek çok insanla ilişki içindesin, bir şeyler paylaşıyorsun, gülüyorsun, üzülüyorsun, kızıyorsun. Gün sonunda dönüp baktığında hepsi iş, hepsi işte kalıyor. Tüm bu insanlar, bu hayat, sabah servise binip akşam servisten inene kadar. Kaç kere denesem de daha ileri götüremediğim ilişkiler. Sosyal hayatımda benimle olmayan, olmak istemeyen insanlar. Arkadaşım mı, tabi ki değil. Her sabah kalkıp, çokta mutlu olmadığın bir işe gidiyorsun, gerçekte seninle olmayan insanlarla iş arkadaşçılık oynuyorsun, neredeyse hiçbir şey yapmadan eve döndüğünde de inanılmaz bir yorgunluk ve bezginlik hali. Normal bir insan (eğer öyle bir şey varsa) buna ne kadar dayanabilir ki. Bilmiyorum. Benim hatırladığım, sabırsızlıkla ölümü beklediğimdi. Bunların hepsinin sebebi yalnızlık iken çözümü O’ymuş.

                Çok uzun süredir, hayattan beklentimin kariyer, daha çok para veya iyi bir araba, ev olmadığını biliyordum. Hatta önceleri bu gibi şeylere verdiğim önemi ve bunlara ulaşmak için harcadığım cabayı düşününce kendimi gülünç buluyorum. Hayattan beklentim bu kadar karmaşık değilmiş. Beklentilerim çok basitmiş, benim sevdiğim ve beni seven insanlarla huzurlu bir yaşam. Bunu farkettiğim zaman içimi önce bir rahatlama kaplamıştı, sonra da kaybettiğim zamanı düşünüp üzülmüştüm. Şimdiyse durum çok farklı, yakın zamana kadar hayattan tek beklentisi ölmek olan bir insandan, daha yapacak çok şeyi olan bir insana dönüştüm. Artık yalnız değil, iki kişiyim. Onunla ne yaparsam yapayım (kavga bile etsek) çok keyifli. Sanki birbirimizi tamamlıyoruz. Eskiden böyle sevgi için söylenen zırvalara inanmaz, değer vermezdim. Şimdi de önem vermiyorum ama insanların bunları neden söylediklerini anlayabiliyorum.

                Ben ona bakarken sanki hissedipte uyanmış gibi gözlerini aralayarak yüzüme bakıyor. O’nun o mayhoş haline gülüyorum, O’da gülüyor. Yaklaşık olarak 7 gün sürmüş Gürcistan’dan başlayan ve Samsun’da son bulan Doğu Karadeniz gezisinden sonra insan yorulduğunu hissediyor. Ama O’nun gülüşü tüm yorgunluğumu aldı. Artık hazırlıklara başlamamız gerektiğini söylüyorum, yüzünü biraz buruşturuyor ve nasıl olduysa farketmediğim bir açlık vücuduma yayılıyor, aç olduğunu söyleyince. Gidip mutfağa iki küçük sandviç hazırlıyorum, tutsun diye. Akşam güzel bir yemek var aklımda. Kandırıyorum, O’nu. İstiklal’de ikimizin de çok sevdiği bir restoran var, oraya gidiyoruz. Ben hiç uyumamış olsamda hiç uykum ve yorgunluğum kalmamış. Yemekte ertesi akşam kalkacak uçağımız ve Belgrad hakkında konuşuyor ve orada yapacaklarımız hakkında planlarımızı anlatıyoruz birbirimize. İkimizde bunlar için zamanımızın yetmeyeceğini anlayınca biraz üzüntüyle ama kahkahalar attık. Önümüzde ki güzel günleri düşünüp, mutluluğumuzun tadını çıkarıyoruz. Yemekten çıktıktan sonra her zaman gittiğimiz bara geçtik. Biralarımızı yudumlarken güzel müzik dinlemenin, birbirimizin yanında olmanın keyfini çıkardık.


     Eve döndüğümüzde her ikimizde yeni bir seyahate hazırdık. Hemen çantaları hazırlamaya başladık. Gerekli şeylerin kontrolleri yapıldı, sonra bir kez daha yapıldı. Belgrad çok eskiden beri benim görmek istediğim bir şehirdi. Yıllarca Kocamustafapaşa’da Belgradkapı’ya yakındı evim. Belgradapı’nın esprisi Belgrad’a giden ordular o kapıdan çıkıyorlarmış. Ancak bir Atatürk Havalimanı’ndan çıkacağız. Ve bir düşman olarak değil, iki meraklı turist olarak oraya varacağız. Avrupa’nın önemli şehirlerinden ve başkentlerinden birisi. Yakın tarihte milletlerin kötü anıları olsa da biz bunu kendimize dert etmiyoruz. Kalacağımız yeri önceden ayarlamıştık zaten. Şehir merkezinde bir yer. Gezilecek yerler için de planımız hazırdı. Geriye tek bir sıkıntı kalıyordu, zaman. Bir doğa gezisinin ardından kültür ve sanat gezisi gerçekten eğlenceli olacak. Uçağımız erken olduğu için biraz erken yatıyoruz. Sabah ben zaten erken kalkmayı sevdiğim için kalkıp kahvaltıyı hazırlıyorum ve O’nu uyandırıyorum. Her şeyimiz hazır olduğu için rahat rahat kahvaltımızı yapıp çıkıyoruz. Taksiyle havaalanına geçiyoruz. Dış hatlarda yoğunluk yok, hemen pasaport kontrolünü geçiyoruz. Biraz Tax Free’de içki fiyatlarına ben, çikolatalara O, baktıktan sonra kapımıza geçiyoruz. Birazdan anons  geliyor ve uçağa kalabalıkla beraber biniyoruz. Yerlerimize yerleşiyoruz. Bir tatlı huzur ve yorgunluk, uçağın tekerleri yerden kesilirken…

18 Şubat 2015 Çarşamba

Günler Geçiyor

Günler geçiyor… Sabah uyandım, yataktan kalkmaz çok zordu. Gece yatmadan Funda kombiyi kısmış. Evin içi buz gibi, ben de yatakta terlemişim. Şöyle bir dönüp Funda’ya baktım. Benim telefon sesimden artık rahatsız olmuyor. Alışmış, birbirimize alışmışız. İki insanın birbirine alışması için ne kadar geçmesi gerekir. Şimdi uyanık olsaydı, birbirimizi ısıtırdık. Günler geçiyor… Eskiden olsa kaldırırdım. Şimdi ise rahatsız etmek istemiyorum. Birlikte olmamız sanki bir rahatsızlıkmış gibi. Zamanın bu kadar hızlı, yavaş ve anlaşılmaz bir şekilde hareket ediyor olması artık başımı döndürüyor. Etrafımdaki her şeye karşı duyarsızlaştırıyor beni. Aslında insan bulunduğu durum ne olursa olsun değişiklik istiyor. Bir sonraki durumun ne getireceğini bilmemekse kişiyi çok rahatsız ediyor. Cesur insanla korkak insan arasındaki asıl farkta bu galiba; arkasında ne olduğunu bilmediğin kapıyı açabilmek. Zaman geçiyor… Herhalde bir saat geçmiştir diye bakıyorum saate beş dakika olmuş. Yavaşça Funda’dan ve yorganın bana ait kısmından sıyrılarak yatakta düzeliyorum. Çok soğuk. Elimi yatağın hemen yanındaki komodine uzatıp çorabımı alıyorum. Biraz da olsa ısınırım belki diye. Elimi yüzümü yıkayınca artık uyandım diyebilirim. Sırf sabah rahat rahat kahvemi içebilmek için bu kadar erken kalkıyorum. Şu kahve keyfimde olmasa sanki hayat hiç çekilmez olacakmış gibi hissediyorum. Oysa hayat zaten çekilmez. İçinde yaşadığın ufak mutluluklar, eğer biraz yaşam aptalıysan, hayattan keyif almana yetiyor. Ama bir kere uyandıysan artık uyumak imkansız. Şimdi bende tam bu durumdayım; elimi yüzümü yıkadım, kahvemi içtim, klasik nescafe gold iki şekerli, üzerimi değiştirdim, hazırım ama daha hiç kendimi hazır hissetmedim, şu kapıdan çıkarken. Daha hava karanlık. Her gün aynı yokuşu çık, daha kötü bir ulaşım yöntemine ulaşabilmek için. Yıllar geçiyor… Bu iğrenç yokuşu neredeyse 5 yıldır çıkıyorum. İnsan her şeye alışıyor derler ya, yok, yokuş çıkmaya alışmıyor. İnsan bu zor işi başarınca bir şey yapabildiğini ya da ne iş olsa yapabileceğini sanabilir. Oysa daha gün yeni başlıyor ve insanın canını sıkan en küçük problem karşımda büyüyen şu yokuş. Böyle büyük bir şehirde yaşıyor olmanın benim gibi modern insan için avantajları çok fazla ama eğer ne bu avantajları kullanamıyorsan bir de üzerine sanki bu avantajlara daha çok çalışırsan ulaşabilecekmiş gibi bir yanılgı içindeysen bu hayatın anlamı ne. Sürekli çalışıp hayata dair bir şey elde edemezken, çalışmayıp yine, bu sefer para yüzünden, hayata dair güzelliklere ulaşamıyorsan, ulaşamıyorsak bu işkenceyi insanlar niye çekiyor. Bunları düşününce sinirlenmeye başlıyorum ve öfke bende adrenalin düzeyini arttırıyor. Adrenalin yokuş hızlı hızl çıkmamı sağlıyor. Kendime geldiğimde biraz sakinliyorum, yokuşu çıkmışım. Şimdi toplu taşıma ile işe gidebilirsem ne mutlu bana. Her gün işe gidip gelirken neredeyse dört saatim yolda geçiyor. Kalabalık bir şehirde yalnız olmak ve birilerini bulmak bir ilişki kurmak için çaresizce çırpınıyorum. Şimdi hayatımda birisi var ve bu sefer de yalnız kalamadığıma sıkılıyorum. İnsanlar diyerek suçu paylaşmak istiyorum ama biliyorum ki iki yüzlü olan benim. Karamsar kelimesinin karşılığında ne yazıyor acaba gerçekçi yazıyor mudur? Ben aslında karamsar olmadığımı düşünüyorum. Kendimi gerçekçi olarak tanımlayabilirim ama gerçekler neden hep acı, berbat. İş başı yapıyorum ama ne işin benden ne de benim işten haberim var. Neden buradayım bu iş benim işim bile değil. Ne bir yetkinliğim, ne eğitimim, ne de kişisel bir bilgim, çabam var. Doğrusu kendi işim dışında bu işi yapmakta istemiyorum. Ama biliyorum ki aslında sahip olmadığım ama öyle olduğu duygusu için yaşadığım şeylerin sebebi bu iş olduğu için vazgeçemiyorum da. Beş para etmez hayatımdan, evimde benim için aslında değeri olmayan ıvır zıvırdan ve en önemlisi de Funda’dan nasıl vazgeçebilirim ki. Bir gün bende mutlu olacağım diye bu hayatı, bu ilişkiyi, bu işi daha ne kadar devam ettirebilirim. Ne kadar devam ettirmeliyim. Etrafımdaki insanlara bakınca da bir ümit göremiyorum. Yaşlısı, genci, yeni işe başlayanı, uzun süredir çalışanı, işçisi, müdürü herkes mutsuz. Mutlu insan çok az. Hatta mutluluk çok az. Bunlar sürekli kafamın içindeyken, kendimi işe veriyorum. Bir umut belki kafam dağılır, rahatlarım diye. Şimdi yine biraz daha iyiyim. Yaşım ilerleyince olgunlaştım herhalde. Daha gençken bu fikirler ben de sadece öfkeye yol açar ve keskin sirke küpüne zarar verirdi. Şimdi en azından daha kabullenilmiş durum olarak yaklaşıyorum. Öğrenilmiş çaresizlik. Büyük ihtimalle bu akşam şehir dışına çıkacağım. Şehir dışına çıkmak hoşuma gidiyor. Özellikle insandan uzak yerler. Hava değişimi iyi geliyor. Hem de şehir dışındayken parada harcamıyorum. Bir nevi meditasyon, arınma gibi. Modern hayatın nimetlerinden uzak olmak. İnsan kalabalığından uzak olmak manevi temizlenme hissi veriyor. Bir süre tüketmemek hatta üretmek (en azından öyleymiş gibi yapıyorum) insana huzur veriyor. Kimsenin üretmediği bir toplumda insanlar huzuru tüketmekte arıyor ve gelinen nokta sadece kendine değil tüm topluma ve tüm çevreye zarar veriyorsun. İşin daha da kötüsü bir süre sonra bunun farkında olarak bunu yapmaya devam ediyorsun. Bile bile lades. Çaresiz insanın gelebileceği en son nokta. Bende şu anda aynen bunu yapıyorum. Kendimi ne kadar düzene teslim edersem o kadar düzenin dışına çıkmam zorlaşıyor. Bu sayede hayatımı devam ettiriyorum. Acaba birisiyle konuşsam kafamı toplayabilir miyim? Kimle konuşsam? Telefonumu çıkartıyorum ve arkadaşlardan birini arıyorum. Biraz konuşmak, dertleşmek için, eminim o benden bende ondan daha dertliyizdir. Profesyonel psikolojik destek alamayınca arkadaş arkadaşın psikoloğu oluyor. Bir süre daha delirmeden devam etmene yardımcı oluyor, arkadaşların. Konuşmak iyi geliyor. Binadan çıkıp biraz hava alıyorum ve de çikolata. Hayatta insanı gerçekten, özellikle ihtiyaç olduğunda, mutlu eden tek şey. Kaldığım yerden bilgisayarımın başına geçiyorum. Şimdi biraz daha iyiyim. Bir bunalım krizi daha atlatıldı. Günler geçiyor… Hayatım bir şekilde devam edecek. Pencereden dışarı baktığımda çok güzel bir kar yağışı var. Karı her zaman çok sevmişimdir. Bana huzur verir. Böyle bir şehri bile güzel gösterebiliyor. Hemen masamdan kalkıp kendime bir kahve koyuyorum ve bu güzel görüntüyü izleyeceğim. Günler geçerken…

5 Ocak 2015 Pazartesi

Max Stirner ve "Biricik"

Kuşlar gibi şarkı söylerim
Konduğum dalda
İçimden gelen şarkı
Bedelini öder herşeyin.

(Max Stirner'in bir şiirinden)



Max Stirner (Gerçek adı: Johann Kaspar Schmidt) 25 Ekim 1806’da Almanya’nın Bavyera Eyaletinin ücra bir kenti olan Bayreuth’de doğdu. Babası Flüt imalathanesi olan orta sınıf bir zanaatkardı. Mesleğinde ticari açıdan başarı sağlayamamıştı. Küçük Max, babasını erken yaşta kaybetti. Annesi maddi zorluklar nedeniyle tekrar evlendi. Doktorlar, Max’ın annesinin ruh sağlığı için hava değişimi önermişlerdi. O da yeni kocasıyla beraber Kuzey Almanya bölgesine gitmeyi tercih etti. Max ailesinden uzakta ilk defa yalnız kalmıştı. Annesi Max’ı akrabalarına bırakmıştı. Öğrenimi aynı şehirde devam ederken liseye kadar okulun en zeki öğrencisiydi. Lise öğretmeninin koyu bir Hegel hayranı olması, Stirner’i etkilemişti Annesinin tekrar Bayreuth’a dönmesiyle beraber Stirner kararını vermişti; O günün bütün Avrupalı genç radikalleri gibi Hegel’in derslerini izlemek için Berlin’e yol aldı. Berlin Üniversitesi’nde bölümü felsefeden çok siyaset felsefesi ve iktisada merak sardı. İleri derece İngilizce ve Fransızca öğrendi. Liberal düşüncenin bütün ekonomik ve siyasi düşüncesini bu zamanda kavradı. Bu kavramaya, eserleri orijinalinden okumasının büyük etkisi vardı. Daha sonra birdenbire hayat çizgisini alt-üst edecek bir şey yaptı. Max Stirner, annesinin ruh sağlığının bozulması nedeniyle tam 3 yıl boyunca kendi deyimiyle bilinçli olmayan egoist bir halde yani “Özgeci” olarak annesine baktı.

Annesinin bakımını tek başına üstlenemeyeceğini anlayan, Stirner tekrar kendi hayatına döndü. Stirner, geçimini sağlamak için Berlin üniversitesinde Prusya hükümetinin vereceği öğretmenlik belgesini almak için sınavlara girdi. Zor bir sınavı kazandı ve belgeyi aldı. Fakat Prusya Hükümeti Stirner’i herhangi bir okula atamayı reddetti. Stirner bu olayın üstüne asla gitmedi. Stirner’in kişiliğinde, bağımsızlık yanının ağır basması haricinde, başka kimseden hiç bir şey istememesi ve üzücü olaylar karşında saygıyla karışık bir kayıtsızlık hali hakimdi. Stirner’in bu demirden kişiliği onu aşırı bilinçli ve mütevekkil yapmıştı. Bunu izleyen senelerde Stirner tam üç yıl boyunca parasız stajyer öğretmen olarak çalıştı. Bu yıllarda ev sahibesinin kızıyla geçirdiği aşk dolu yıllarda kızın annesi Stirner’den ev için tek kuruş para istemedi ve yemekleri onun evinde yemesi Stirner’i bu yıllarda kurtardı. Daha sonra bu hanımla evlenmesinin ardından karısı çocuğuyla beraber doğumda öldü. Stirner bu üzücü olayın etkisiyle tekrar annesinin bakımı için doğduğu yere döndü. Ve 1840’da özel bir okul olan Madam Gropius’un okuluna iyi bir maaş ile kabul edilmesiyle birlikte Max Stirner kafasındaki zekayı, hüneri ve farklılığı çıkartabilecek bir duruma kavuşmuştu. Anında Almanya’nın en radikal grubu kabul edilen “Die Freien”, “Özgürler”e katılarak, kendisini göstermeyi bildi. Fakat Stirner şaşkındı, bu grup ününe rağmen kendisinden daha radikal ve entelektüel bir birikime sahip değildi. Grup içindeki tartışmalarda profesörler, kürsü başkanları, şairler, çok satanlar listesinde ön sırada bulunan yazarların yanında Kızlar akademisinin sakin ve gösterişsiz öğretmeni az konuşmasına rağmen etkili olmaya başladı.

“Özgürler” grubunda herkes ile iyi anlaşan, iyi bir dinleyici ve güler yüzlü olan Stirner, buna rağmen asla kimse ile dost olmamaya özen gösteren bir kişiydi. Grubun güzel, bakımlı, hür ruhlu Musevi asıllı üyesi Marie Dahnhardt ile takılmaya başlamasıyla birlikte hayatının en önemli yapıtı olan “Biricik ve Mülkiyeti”ni yazdı. Marie ile evlenmeye karar verdiğinde evlilik yüzüğü olarak kullanılan perde’ye takılan bakır halkalarının yanında gelinin gelinliği bile yoktu. Papaz nikah kıyarken gelin ve damadın arkadaşları poker oynuyorlardı. Stirner bohemce evlendiği bu dönemde bir çok makale ve en önemli yapıtını kaleme aldı. Biricik ve Mülkiyeti; yeni doğmuş bir bebeğin geleneğin ve dilin onu daha baştan köleleştirmesiyle başlar. Stirner bu durumu olumlar ve “doğal durum” der. Ama bebek “doğal durum”da bile sadece kendisidir. Çünkü bebek kendi DNA’sıyla, kendi zihniyle ve kendi acıkan midesiyle yani, tepeden tırnağa varoluşuyla kendisidir. Bebek büyüdükçe dünyayı “Kendi” algısıyla yorumlar.

Yapılacak en önemli şey bu yoruma başkalarının hiyerarşisi, eğitimi, zorbalık ve sinsi planla katılmamasıdır yalnızca. Dil için yeni bir şey ifade etmenin son derece zor olmasıyla koşulu ile Stirner bu durumu hazmetmemiz gerektiğini söyler. Bebek büyüdükçe kendi algısıyla dünyayı biricik olarak ifadelendirmeye başlar. Bu da onu eşsiz, örneksiz ve sadece kendi olması ile sonuçlandıracaktır. Artık Biricik, nasıl ki annesinin oyun oynarken arkadaşlarının arasından zorla almasına direniyorsa onu çerçeveleyen başkalarının dünyasına da karşı çıkmaya başlayacaktır. Bu Bebeğin dünyasından önce varolan bilgi ve düşünce geleneğini, demir leblebi’yi çiğnemesi gibidir. Çünkü zihin, mantık ve akıl her bir bireyde bir ve tek’tir. Bunun için “biriktirilmiş bir bilgi denizi” varolsa bile yine de bu bütünlüklü denizi biricik-birey yalnızca kendisi kendi kadar algılayacaktır ve başkalarına da onların algılayabileceği kadar aktarabilecektir. Sadece birkaç durum bu olayı bozar. O da EVRENSELCİLİK ve ÖZCÜLÜK meselesidir. Çünkü “Biriktirilmiş Bilgi Denizi”ni algılamak eğer bir yasaya, karara ve zorbalığa bağlanmak istenseydi; bu da Dil’in köleliği ile yapılabilirdi. Yani Biricikte bir biricik daha bularak bunu HERKES’te var olduğunu iddia etme durumu olarak özcülük (Örn: Ahmet, Mehmet bir türe aittir. Bu tür, türdeş durumdur ve Bunun adı İNSAN’dır. İnsan hak ve özgürlükleridir), genel’i tek’e üstün sayma, Doğa’da olmayan Hiyerarşi yaratma, Parçaları BÜTÜN karşısında yok sayma... vs. Yapıt daha sonra bunun gibi Biricik’liği reddeden Soyutlamalara, siyasete, dine, geleneğe, prangalara, Kutsal düşünceye, Medeniyet denilen aslında Birey için büyük bir hapishane olan gerici tarihe, Doğrunun ve gerçeğin asla ve kata biricik dışında düşünülemez ve söylemez olduğunu ifade ederek devam eder. Bu yapıt’ın getirdiği yankı Almanya’da büyük yankı uyandırdı. Karl Marx, kıskançlıkla anında bir cevap verme gereksinimi duydu. “ALMAN İDEOLOJİSİ” adlı eserinde Stirner’in yapıtına kelimesi kelimesine cevap vermek gereğini hissetti. Marx, Stirner’den hareketle maddecilik, emek sömürüsü ve yabancılaşma teorisini birebir Stirner’den alarak eserleriyle daha tanınmış hale geldi. Nietzsche, Stirner’in düşüncesini birebir alarak kendi üslubuyla aforizmalarıyla üne kavuştu. Fakat birçok düşünürün Stirner’in düşüncelerini alıntılayarak üne kavuşmalarına rağmen Stirner’in karanlıkta kalan fazla aydınlık eserini asla ön plana çıkarmamayı düşündüler. Bu da Stirner gibi mütevazı ve sinik gözüken bir kişiliğin deha parıltıları taşıyan bir eser vermesinden kaynaklanır. 1856 yılında zehirli bir sinek sokmasıyla 50 yaşında ölen Stirner’in, ölmeden önce gene Alman ve Avusturya liberal düşüncesini etkileyen iki kitap çevirmesi çok önemlidir. Zahmeti büyük kazancı çok küçük olan bu iki kitap çevirisi çok ilginçtir. Bu kitaplar J. B. Say’in iktisat eseri ve Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabıdır.