Sosyal mücadelelerdeki devrimci girişimlerini kadın olmasına dayandıran, anarşist Emma Goldman'dı, -yazıları da bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Emma'nın 30 yıllık anarşist propagandasında ve desteklediği tartışmalarda karşılaştığı engeller, bugünün devrimci hareketinde hâlâ mevcuttur ve kadın özgürleşmesi mücadelelerinde hiç de önemsiz bir yer kaplamamaktadır.
Emma, iyi tanınan, tüm yaşamlarını sosyal devrim mücadelelerinde geçirmiş anarşistlerin bariz erkek şovenizmiyle çatışırken, Johann Most ya da Kropotkin gibi adamlarla tartışırken, bunu öncelikle bir kadın olarak yaptı, bu adamların -neredeyse bilinçsizce- kendisine dayattığı marjinal rolü reddetti. Cinsiyet meselesini ortaya attığında, kadının maruz kaldığı ayrımcılığa ve bunun sosyal sonuçlarına çok açık bir biçimde işaret ettiğinde, sıklıkla skandala neden oldu ve devrimci örgütlenmeler içerisinde şüphe tohumları ekti.
Bu durum hâlâ büyük ölçüde devam ediyor; daha doğrusu, temaların keskinleşmesi ve analizlerin derinleşmesiyle birlikte daha vahim bir hal aldı; erkek ve kadın yoldaşlar arasındaki hayali bir çatışma içinde, iki tarafın da birbirine derdini anlatamadığı ve birbirini anlamadığı keskin bir ayrıma yol açtı.
...
Temel olarak, bizce kadınların uğruna mücadele verdikleri devrime, otoriter bir perspektif yoluyla ulaşılamaz -yani, gelecekteki iktidar "elitinin" (proletaryanın rehber partisinin) erkekler yerine kadınların denetiminde olması anlamında. Böyle düşünmek yalnızca kadınlar tarafından verilen özgürleşme mücadelesinin geçmişteki hatalarını tekrar etmesine yol açabilir: Bu mücadele, daha önce erkeklere mahsus olan mesleklerde kadınların da yer almalarını, kadınların parlamentoya girmelerini ve oy kullanmalarını sağladı; ama özgürleşme ve feminist devrim yolunda onları bir santim ileriye taşımadı. Sadece bu da değil. Asırlar boyu kapatıldıkları "harem"le daha en baştan sakatlanan kadınlar, kendilerini "ayrıcalıklı" erkek öznelerle eşit hale getirmek için insanüstü çabalar sarf etmek zorunda kaldılar ve bu çabaların tek sonucu kapitalist servetin üretimine katkıda bulunmak oldu.
Bütün bunlara, mücadelelerin ilerici bir biçimde evrildiği söylemiyle, sömürülen kitlelerin olgunlaşması söylemiyle vs. karşı çıkılabilir; ama bu, temeldeki problemi değiştirmez: Feminist devrim, otoriter bir model üzerine inşa edilemez, niteliksel açıdan farklı bir yolda ilerlemelidir; erkek iktidarının merkezlerine, onları başka bir (kadın) merkezle ikame etmek için değil, topyekûn ortadan kaldırmak için saldırmalıdır. Bu perspektife göre, bizce feminist devrim ile anarşist devrim çakışmalıdır.
Gelgelelim, nihai hedef, kadınları (ve anarşistleri) kısmî yapıyla iştigal etmekten, bu yapıyı doğru bir şekilde analiz edip ona devrimci biçimde müdahale etmekten muaf tutamaz.
İlk önce, nicelik yanılsamasından kurtulmak gerekir. Aslında şunu sormalı: Goldman'ın Kropotkin ya da Most'la arasındaki karşıtlıklar nelerdi ve bugün kadın ve erkek yoldaşlar arasındaki anlaşmazlıklar neler? Tam da şu: İki tarafın da, kendilerini, müdahale kapasitelerini, parti şemasına göre, militan sayısı çerçevesinde ölçmeleri. ABD'deki Almanca konuşan anarşist hareket temelde Most'un elindeydi. Biliyordu ki Alman yoldaşlarının çoğu, hem dinsel kökenlerinden ötürü, hem de kadınları cinsiyete dayanarak değerlendirmekten kaçınmakta zorlanan erkekler için doğal olan ikilikten ötürü, kadın yoldaşların (ne de olsa sonuçta kadındılar) bazı tartışmalara dâhil olmalarından hoşlanmıyorlardı (saygınlık ikiyüzlülüğünün kalıntısı olarak). Most'un Goldman'la arasındaki anlaşmazlıkların, Goldman'ın hareketin "itibarını zedeleyeceği", yani üye sayısını azaltabileceği yönündeki kaygılarının sebebi buydu.
Her kim nicelik mantığıyla hareket ediyorsa, devrimci bir perspektifte, ama yetersiz araçlarla mücadele ediyordur. Her kim, sürekli ölçüp sayıyorsa, sorgulamaya hazır olmadığı nesnel bir yaklaşım terazisini sabitlemekle son bulur. Onun referans noktası, belirli bir zamanda sahip olduğu fikirleriyle, genel olarak ezilenlerin hareketidir. Şimdi, kadın sorunu söz konusu olana kadar, bir bütün olarak ezilenler hareketinin konu üzerine (seks objesi, evdeki melek olarak, en fazla işteki arkadaşımız olarak kadın) tamamen karşıt düşüncelerinin olduğuna şüphe yoktur. Sonuç olarak, niceliksel mantığa girmeye karar verenler, bu fikirlere siyasi propaganda ve eylemle tesir etmeyi üstlenirler, ancak, aynı zamanda bunun üzerinde kontrolü sürdüremez, böylece (kadın) yoldaşa "saflara yeniden katılmayı" önermekte başarısız olamazlar. Anarşistler bu açıdan Marksistlerden farksızdırlar. Niceliksel mantığa (hareket inşa etmek) giren kadın yoldaşlar bile başka türlü eyleyemezler (eğer gerçekten bir şey inşa etmek istiyorlarsa).
Dolayısıyla, bize öyle görünüyor ki, feminist hareket, erkek yoldaşların şovenistik hastalıklarını reddetmek için hatırı sayılır bir çaba harcamakta son derece haklıdır. Ayrıca, "benim için yer aç" çelişkisine düşmekten kaçınmak için hareketin hedeflerini ve her halükarda yapılarını analiz etmeyi amaçlamalıdır.
İkinci olarak, sorunun başka bir tarafı var. Eğer feminist devrim ister istemez anarşist olacaksa, o zaman bundan çıkan sonuç, müdahale yöntemlerinin de, aynı olmasa bile, ister istemez benzer olacağıdır. Ve anarşistler kendilerini kitle ile ilgili nasıl görüyorlar? Ve kadınlar aynı problemle ilgili kendilerini nasıl görüyorlar?
Anarşistler kendilerini hakikat sahipleri, rehberler, ya da devrimci hafıza olarak sunmazlar. Hatta kendilerini "kitlelerin önüne" de yerleştirmezler, onlar kitlenin parçasıdırlar. Kendi örgütlenmelerine önem verdiklerinde, bunu devrimci durumu daha da "derinleştirmek" için yapıyorlar çünkü devrime kademeli olarak yaklaşmaya zorlanmaktadırlar ve iktidara karşı mücadele için stratejik bir gereksinimleri vardır. Niceliksel kelime oyunlarına kanmamak zorundadırlar. Özgürleştirici-devrimci olayları belirleyecek büyük anarşist hareketler değildir. Devrimci olayı belirleyen muazzam sayıda koşullardır, anarşistler bu bileşenlerden sadece birisidir, çıkarcı bir azınlık tarafından bir kenara itilebilecek ve katledilebilecek, kendisini özgürleştirici eylemlere şimdiden yöneltenlerden birisi.
Aynısı kadınlar için de söylenebilir. Eğer kendilerini kadınlar olarak kitlelerin önüne yalnız yerleştirirlerse, aynı kitle içindeki farklı cinsiyetten iki grup arasında ayrım yapmaları kaçınılmaz olur.
Bu şekilde, "tüm kadınlar", ortaya çıkmayı bekleyen devrimci bir potansiyele sahip olurlar. Benzer şekilde, tüm işçiler, polisler, hâkimler, politikacılar, mafya üyeleri bile, bu varsayımsal devrimci potansiyelin parçası olurlar. Tabii ki, nicelik mantığıyla yola çıkıldığında bu çözüm çok elverişlidir, kadının kendisini güçlü hissetmesini sağlar, onu "büyük kız kardeşler kitlesinin" bir parçası haline getirir, ama kesinlikle özgürleşmeye taşımaz.
Diğer taraftan, eğer kadın kendisini otorite karşıtı bir devrimci olarak görürse; diğer cinsiyeti, belki de kendisinin şimdiye kadar hiç ezilmediği kadar ezmek için herhangi bir şeyi devralma perspektifinden feragat eder, ancak feminist matristen başlayarak kadın sorununu başa koyan motivasyonların ve temaların değerini saptayabilecek olan örgütsel yapılara katılarak kurtarıcı ve devrimci durumlara katılımını etkiler. Sonrasında cinsel farklılıklara dayanan tüm bölünmelerin yok edilmesi ve kesin özgürleşme gününe kadar, artık dünyayı iki büyük dilime bölme sorunu olmayacaktır, ancak bu bölünmeyi her zaman daha fazla ifşa ederek, onu kızdırarak, kapitalist sömürü tarafından bölündüğünü göstermek sorun olacaktır.
Bunu bir tarafa yazdıktan sonra, şunu ifade etmek gerekiyor: Kadınların, devrimci harekete "arınmış" vaziyette girmek için, uğradıkları çifte sömürünün bilincine vardıkça, içlerinde patlayan şiddet enerjisini "yumuşatmaları" gerektiğini söylemek istemiyoruz. Ne yazık ki, devrim için mücadele eden, özgürleşme doğrultusunda çaba sarf eden yoldaşlar arasında bile, kesin olarak bu nedenle erkek yoldaşların yanında "eşit haklarla birlikte" mücadele etmemektedirler. Ne yazık ki, devrim için mücadele eden, kurtuluş doğrultusunda çaba sarf eden yoldaşlar arasında bile, kökünden kolaylıkla söküp atılamamış önyargı ve üçüncü şahıslara yönelik ayrımcılık kalıntıları vardır ve kesinlikle "özgürleşmemişlerdir". Kadın tüm bunları hisseder ve kendi mücadelesini kabul eder. Ancak bu durum kadını tam bir sömürü gettosunda (sosyal ayrımcılık gettosunda) sınırlayan kapitalist sömürünün bir sonucudur.
Kadına cinsel bir obje olarak değer verilir. Ne yaparsa yapsın, hangi aktiviteyi yerine getirirse getirsin, kendisini hangi alana kanalize ederse etsin, cinsiyeti veya erkeklerin onunla ilgili düşündüğü cinsiyeti, kendisinden önce gelir. Bu, kadını yaralamakta başarısız olamaz ve onu feminist devrime ulaşmak isteyen, ancak hepsinden önce kendi engellerini yıkmak zorunda olduğu bilincine götürür. Ancak engeli yıkmak diğer engelleri eşzamanlı yıkımı olmadan gerçekleşemez. Kadın, var olan sınıflara bölündüğünden beri bir cinsel obje olarak düşünülmeye her zaman devam edecektir, çünkü bir objeye indirgenerek, diğer tehlikeli azınlıklarla (tutsaklar, yabancılaşmışlar vs.) birlikte kabul edildiği aynı kriminalleştirme süreciyle beraber gettoya kapatılmıştır.
O muhteşem devrimci şiddet enerjisi kadının gettoya kapatılmışlık hissinin bilincine varmasından doğar. Benzersiz bir süreçle değil, tutsaklar bugün kendi durumlarının bilincine gettolaşmış olarak ulaşmaktadırlar ve çok daha zorlukları içeren ayaklanmalarda patlamaktadırlar. Ayrıca burada kolaylıkla önlenemeyen tehlikelerle karşı karşıya geliyoruz. Birisi sadece "tutsak" vurgusu yapma riskini alır çünkü tutsak dört duvar arasına kapatılmış bir insandır. Bu, bize öyle görünüyor ki, kesin olarak hareketin kendisini somutlaştırdığı ve bunu eğilim olarak (total bir kurum, bir bina olarak hapishane durumunda; erkek (ezen) ve kadın (ezilen) iki dünya arasında ayırt edici bir özellik olarak kadın cinsiyeti durumunda) en çıplak gözle görülebilir araçlarla yaptığı hareketin gelişiminin ilk anıdır.
Ama şu da var ki hareket büyüyor. En mevcut özelliğiyle tanınabilir olduğu çocukluk dönemini terk etmekte ve kendi devrimci sürekliliğini geliştirmektedir. Bu şekilde tutsaklar mevcut hapishaneye karşı mücadelenin şayet kendisini diğer mevcut hapishane biçimi olan sömürü toplumuna bağlarsa çıkışlar bulabileceğinin ve sonradan gelenin kararlılığının her zaman ve sürekli olarak önceden gelenin yıkımını önlediğinin farkındadırlar. Ve bir sınıf analizi geliştirmenin farkında olarak, onlar düşmanlarını bireyleştirmekte ve onları müttefiklerinden ayırmaktadırlar. Onlar devrimci bir azınlığı organize etmekte ve onlara ulaşmak için amaç ve araçlar seçmektedirler. Ancak o zaman iktidar için gerçekten tehlikeli olurlar ve ancak o zaman baskı acımasız hale gelir, çünkü artık onları azaltılmış cezalar, kefalet, af ve hapishane reformu gibi tuzaklara, küçük bir gettodan büyük olanına geçmek anlamına gelen iktidarın dönüşümlerine düşürmek mümkün değildir.
Ve feminist hareket de büyüyor, tüm çabalarının başlangıca yöneldiği cinsiyet temeli üzerinde kendi ayrıştırıcılığını bir kenara bırakarak. Diğer cinsiyete karşı mücadelenin; erkeğin sömürüyü sürdürmek için yarattığı mekanizmalara karşı, patronu savunan kuruma karşı ve patrona karşı mücadele içerisine yerleştirildiğinde sadece anlamı olabilir. Bu daha geniş perspektifte, feminist mücadele ayrıca herkesi, (ayrıcalıklılar için) ikincil olarak görülen bir sorunun farkına varması için zorlayarak önemli hale gelmiştir.
Sadece bu bağlantı kurulduğunda feminist hareket iktidara tüm tehlikeliliğini gösterecektir ve bu nedenle, o safhada sadece "kadına" özel değil, tüm ezilenlere yönelik çağrı geliştirecektir: Topyekûn bir devrimci arzu, sadece sömürünün en kötüsünün elinden geçmiş olanlar olarak. Ve kadınların öfkesine karşı, iktidar için boyun eğdirici bir çözüm bulmak kolay olmayacaktır.
Alfredo Bonanno
Emma'nın 30 yıllık anarşist propagandasında ve desteklediği tartışmalarda karşılaştığı engeller, bugünün devrimci hareketinde hâlâ mevcuttur ve kadın özgürleşmesi mücadelelerinde hiç de önemsiz bir yer kaplamamaktadır.
Emma, iyi tanınan, tüm yaşamlarını sosyal devrim mücadelelerinde geçirmiş anarşistlerin bariz erkek şovenizmiyle çatışırken, Johann Most ya da Kropotkin gibi adamlarla tartışırken, bunu öncelikle bir kadın olarak yaptı, bu adamların -neredeyse bilinçsizce- kendisine dayattığı marjinal rolü reddetti. Cinsiyet meselesini ortaya attığında, kadının maruz kaldığı ayrımcılığa ve bunun sosyal sonuçlarına çok açık bir biçimde işaret ettiğinde, sıklıkla skandala neden oldu ve devrimci örgütlenmeler içerisinde şüphe tohumları ekti.
Bu durum hâlâ büyük ölçüde devam ediyor; daha doğrusu, temaların keskinleşmesi ve analizlerin derinleşmesiyle birlikte daha vahim bir hal aldı; erkek ve kadın yoldaşlar arasındaki hayali bir çatışma içinde, iki tarafın da birbirine derdini anlatamadığı ve birbirini anlamadığı keskin bir ayrıma yol açtı.
...
Temel olarak, bizce kadınların uğruna mücadele verdikleri devrime, otoriter bir perspektif yoluyla ulaşılamaz -yani, gelecekteki iktidar "elitinin" (proletaryanın rehber partisinin) erkekler yerine kadınların denetiminde olması anlamında. Böyle düşünmek yalnızca kadınlar tarafından verilen özgürleşme mücadelesinin geçmişteki hatalarını tekrar etmesine yol açabilir: Bu mücadele, daha önce erkeklere mahsus olan mesleklerde kadınların da yer almalarını, kadınların parlamentoya girmelerini ve oy kullanmalarını sağladı; ama özgürleşme ve feminist devrim yolunda onları bir santim ileriye taşımadı. Sadece bu da değil. Asırlar boyu kapatıldıkları "harem"le daha en baştan sakatlanan kadınlar, kendilerini "ayrıcalıklı" erkek öznelerle eşit hale getirmek için insanüstü çabalar sarf etmek zorunda kaldılar ve bu çabaların tek sonucu kapitalist servetin üretimine katkıda bulunmak oldu.
Bütün bunlara, mücadelelerin ilerici bir biçimde evrildiği söylemiyle, sömürülen kitlelerin olgunlaşması söylemiyle vs. karşı çıkılabilir; ama bu, temeldeki problemi değiştirmez: Feminist devrim, otoriter bir model üzerine inşa edilemez, niteliksel açıdan farklı bir yolda ilerlemelidir; erkek iktidarının merkezlerine, onları başka bir (kadın) merkezle ikame etmek için değil, topyekûn ortadan kaldırmak için saldırmalıdır. Bu perspektife göre, bizce feminist devrim ile anarşist devrim çakışmalıdır.
Gelgelelim, nihai hedef, kadınları (ve anarşistleri) kısmî yapıyla iştigal etmekten, bu yapıyı doğru bir şekilde analiz edip ona devrimci biçimde müdahale etmekten muaf tutamaz.
İlk önce, nicelik yanılsamasından kurtulmak gerekir. Aslında şunu sormalı: Goldman'ın Kropotkin ya da Most'la arasındaki karşıtlıklar nelerdi ve bugün kadın ve erkek yoldaşlar arasındaki anlaşmazlıklar neler? Tam da şu: İki tarafın da, kendilerini, müdahale kapasitelerini, parti şemasına göre, militan sayısı çerçevesinde ölçmeleri. ABD'deki Almanca konuşan anarşist hareket temelde Most'un elindeydi. Biliyordu ki Alman yoldaşlarının çoğu, hem dinsel kökenlerinden ötürü, hem de kadınları cinsiyete dayanarak değerlendirmekten kaçınmakta zorlanan erkekler için doğal olan ikilikten ötürü, kadın yoldaşların (ne de olsa sonuçta kadındılar) bazı tartışmalara dâhil olmalarından hoşlanmıyorlardı (saygınlık ikiyüzlülüğünün kalıntısı olarak). Most'un Goldman'la arasındaki anlaşmazlıkların, Goldman'ın hareketin "itibarını zedeleyeceği", yani üye sayısını azaltabileceği yönündeki kaygılarının sebebi buydu.
Her kim nicelik mantığıyla hareket ediyorsa, devrimci bir perspektifte, ama yetersiz araçlarla mücadele ediyordur. Her kim, sürekli ölçüp sayıyorsa, sorgulamaya hazır olmadığı nesnel bir yaklaşım terazisini sabitlemekle son bulur. Onun referans noktası, belirli bir zamanda sahip olduğu fikirleriyle, genel olarak ezilenlerin hareketidir. Şimdi, kadın sorunu söz konusu olana kadar, bir bütün olarak ezilenler hareketinin konu üzerine (seks objesi, evdeki melek olarak, en fazla işteki arkadaşımız olarak kadın) tamamen karşıt düşüncelerinin olduğuna şüphe yoktur. Sonuç olarak, niceliksel mantığa girmeye karar verenler, bu fikirlere siyasi propaganda ve eylemle tesir etmeyi üstlenirler, ancak, aynı zamanda bunun üzerinde kontrolü sürdüremez, böylece (kadın) yoldaşa "saflara yeniden katılmayı" önermekte başarısız olamazlar. Anarşistler bu açıdan Marksistlerden farksızdırlar. Niceliksel mantığa (hareket inşa etmek) giren kadın yoldaşlar bile başka türlü eyleyemezler (eğer gerçekten bir şey inşa etmek istiyorlarsa).
Dolayısıyla, bize öyle görünüyor ki, feminist hareket, erkek yoldaşların şovenistik hastalıklarını reddetmek için hatırı sayılır bir çaba harcamakta son derece haklıdır. Ayrıca, "benim için yer aç" çelişkisine düşmekten kaçınmak için hareketin hedeflerini ve her halükarda yapılarını analiz etmeyi amaçlamalıdır.
İkinci olarak, sorunun başka bir tarafı var. Eğer feminist devrim ister istemez anarşist olacaksa, o zaman bundan çıkan sonuç, müdahale yöntemlerinin de, aynı olmasa bile, ister istemez benzer olacağıdır. Ve anarşistler kendilerini kitle ile ilgili nasıl görüyorlar? Ve kadınlar aynı problemle ilgili kendilerini nasıl görüyorlar?
Anarşistler kendilerini hakikat sahipleri, rehberler, ya da devrimci hafıza olarak sunmazlar. Hatta kendilerini "kitlelerin önüne" de yerleştirmezler, onlar kitlenin parçasıdırlar. Kendi örgütlenmelerine önem verdiklerinde, bunu devrimci durumu daha da "derinleştirmek" için yapıyorlar çünkü devrime kademeli olarak yaklaşmaya zorlanmaktadırlar ve iktidara karşı mücadele için stratejik bir gereksinimleri vardır. Niceliksel kelime oyunlarına kanmamak zorundadırlar. Özgürleştirici-devrimci olayları belirleyecek büyük anarşist hareketler değildir. Devrimci olayı belirleyen muazzam sayıda koşullardır, anarşistler bu bileşenlerden sadece birisidir, çıkarcı bir azınlık tarafından bir kenara itilebilecek ve katledilebilecek, kendisini özgürleştirici eylemlere şimdiden yöneltenlerden birisi.
Aynısı kadınlar için de söylenebilir. Eğer kendilerini kadınlar olarak kitlelerin önüne yalnız yerleştirirlerse, aynı kitle içindeki farklı cinsiyetten iki grup arasında ayrım yapmaları kaçınılmaz olur.
Bu şekilde, "tüm kadınlar", ortaya çıkmayı bekleyen devrimci bir potansiyele sahip olurlar. Benzer şekilde, tüm işçiler, polisler, hâkimler, politikacılar, mafya üyeleri bile, bu varsayımsal devrimci potansiyelin parçası olurlar. Tabii ki, nicelik mantığıyla yola çıkıldığında bu çözüm çok elverişlidir, kadının kendisini güçlü hissetmesini sağlar, onu "büyük kız kardeşler kitlesinin" bir parçası haline getirir, ama kesinlikle özgürleşmeye taşımaz.
Diğer taraftan, eğer kadın kendisini otorite karşıtı bir devrimci olarak görürse; diğer cinsiyeti, belki de kendisinin şimdiye kadar hiç ezilmediği kadar ezmek için herhangi bir şeyi devralma perspektifinden feragat eder, ancak feminist matristen başlayarak kadın sorununu başa koyan motivasyonların ve temaların değerini saptayabilecek olan örgütsel yapılara katılarak kurtarıcı ve devrimci durumlara katılımını etkiler. Sonrasında cinsel farklılıklara dayanan tüm bölünmelerin yok edilmesi ve kesin özgürleşme gününe kadar, artık dünyayı iki büyük dilime bölme sorunu olmayacaktır, ancak bu bölünmeyi her zaman daha fazla ifşa ederek, onu kızdırarak, kapitalist sömürü tarafından bölündüğünü göstermek sorun olacaktır.
Bunu bir tarafa yazdıktan sonra, şunu ifade etmek gerekiyor: Kadınların, devrimci harekete "arınmış" vaziyette girmek için, uğradıkları çifte sömürünün bilincine vardıkça, içlerinde patlayan şiddet enerjisini "yumuşatmaları" gerektiğini söylemek istemiyoruz. Ne yazık ki, devrim için mücadele eden, özgürleşme doğrultusunda çaba sarf eden yoldaşlar arasında bile, kesin olarak bu nedenle erkek yoldaşların yanında "eşit haklarla birlikte" mücadele etmemektedirler. Ne yazık ki, devrim için mücadele eden, kurtuluş doğrultusunda çaba sarf eden yoldaşlar arasında bile, kökünden kolaylıkla söküp atılamamış önyargı ve üçüncü şahıslara yönelik ayrımcılık kalıntıları vardır ve kesinlikle "özgürleşmemişlerdir". Kadın tüm bunları hisseder ve kendi mücadelesini kabul eder. Ancak bu durum kadını tam bir sömürü gettosunda (sosyal ayrımcılık gettosunda) sınırlayan kapitalist sömürünün bir sonucudur.
Kadına cinsel bir obje olarak değer verilir. Ne yaparsa yapsın, hangi aktiviteyi yerine getirirse getirsin, kendisini hangi alana kanalize ederse etsin, cinsiyeti veya erkeklerin onunla ilgili düşündüğü cinsiyeti, kendisinden önce gelir. Bu, kadını yaralamakta başarısız olamaz ve onu feminist devrime ulaşmak isteyen, ancak hepsinden önce kendi engellerini yıkmak zorunda olduğu bilincine götürür. Ancak engeli yıkmak diğer engelleri eşzamanlı yıkımı olmadan gerçekleşemez. Kadın, var olan sınıflara bölündüğünden beri bir cinsel obje olarak düşünülmeye her zaman devam edecektir, çünkü bir objeye indirgenerek, diğer tehlikeli azınlıklarla (tutsaklar, yabancılaşmışlar vs.) birlikte kabul edildiği aynı kriminalleştirme süreciyle beraber gettoya kapatılmıştır.
O muhteşem devrimci şiddet enerjisi kadının gettoya kapatılmışlık hissinin bilincine varmasından doğar. Benzersiz bir süreçle değil, tutsaklar bugün kendi durumlarının bilincine gettolaşmış olarak ulaşmaktadırlar ve çok daha zorlukları içeren ayaklanmalarda patlamaktadırlar. Ayrıca burada kolaylıkla önlenemeyen tehlikelerle karşı karşıya geliyoruz. Birisi sadece "tutsak" vurgusu yapma riskini alır çünkü tutsak dört duvar arasına kapatılmış bir insandır. Bu, bize öyle görünüyor ki, kesin olarak hareketin kendisini somutlaştırdığı ve bunu eğilim olarak (total bir kurum, bir bina olarak hapishane durumunda; erkek (ezen) ve kadın (ezilen) iki dünya arasında ayırt edici bir özellik olarak kadın cinsiyeti durumunda) en çıplak gözle görülebilir araçlarla yaptığı hareketin gelişiminin ilk anıdır.
Ama şu da var ki hareket büyüyor. En mevcut özelliğiyle tanınabilir olduğu çocukluk dönemini terk etmekte ve kendi devrimci sürekliliğini geliştirmektedir. Bu şekilde tutsaklar mevcut hapishaneye karşı mücadelenin şayet kendisini diğer mevcut hapishane biçimi olan sömürü toplumuna bağlarsa çıkışlar bulabileceğinin ve sonradan gelenin kararlılığının her zaman ve sürekli olarak önceden gelenin yıkımını önlediğinin farkındadırlar. Ve bir sınıf analizi geliştirmenin farkında olarak, onlar düşmanlarını bireyleştirmekte ve onları müttefiklerinden ayırmaktadırlar. Onlar devrimci bir azınlığı organize etmekte ve onlara ulaşmak için amaç ve araçlar seçmektedirler. Ancak o zaman iktidar için gerçekten tehlikeli olurlar ve ancak o zaman baskı acımasız hale gelir, çünkü artık onları azaltılmış cezalar, kefalet, af ve hapishane reformu gibi tuzaklara, küçük bir gettodan büyük olanına geçmek anlamına gelen iktidarın dönüşümlerine düşürmek mümkün değildir.
Ve feminist hareket de büyüyor, tüm çabalarının başlangıca yöneldiği cinsiyet temeli üzerinde kendi ayrıştırıcılığını bir kenara bırakarak. Diğer cinsiyete karşı mücadelenin; erkeğin sömürüyü sürdürmek için yarattığı mekanizmalara karşı, patronu savunan kuruma karşı ve patrona karşı mücadele içerisine yerleştirildiğinde sadece anlamı olabilir. Bu daha geniş perspektifte, feminist mücadele ayrıca herkesi, (ayrıcalıklılar için) ikincil olarak görülen bir sorunun farkına varması için zorlayarak önemli hale gelmiştir.
Sadece bu bağlantı kurulduğunda feminist hareket iktidara tüm tehlikeliliğini gösterecektir ve bu nedenle, o safhada sadece "kadına" özel değil, tüm ezilenlere yönelik çağrı geliştirecektir: Topyekûn bir devrimci arzu, sadece sömürünün en kötüsünün elinden geçmiş olanlar olarak. Ve kadınların öfkesine karşı, iktidar için boyun eğdirici bir çözüm bulmak kolay olmayacaktır.
Alfredo Bonanno
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder