Bir toplumsal kurtuluş projesine angaje olmuş politika mümkünün alanında yer alır. Ortada bir ütopyanın bulunması politikanın reel boyutunu ortadan kaldırmaz. On dokuzuncu yüzyıla baktığımızda daha önceki ütopik sosyalizmin yerini "bilimsel sosyalizme" bıraktığını görürüz, ikincisinde de komünist bir ütopya mevcuttur ancak tarihin ve ekonominin "yasaları" toplumsal evrimin amaçlanan ütopyayla sonuçlanacağını garanti etmektedir. İşçi sınıfının politik mücadelesi bu bağlamda çizgisel olarak ilerleyen, evrilen tarihsel sürecin bir parçasını oluşturur. Burjuvazinin iktidarı bir toplumsal devrim sonucu yıkılabileceği gibi buna gerek kalmadan demokratik bir süreç sonucu da ele geçirilebilir.
Yukarıda aktarılan Marksist yaklaşımın Aydınlanmanın, akılcılığın, pozitivizmin bir ürünü olması açısından politikası da kaçınılmaz olarak mümkünün, gerçekçiliğin, pragmatizmin alanında şekillenir.
Aynı dönemin anarşizmine baktığımızda bu kuramın da bilimcilikten, pozitivizmden etkilendiği görülür. Öte yandan anarşist toplum ütopyası komünist topluma çok benzer ve anarşistler de bu ütopyayı gerçekleştirmek için politik mücadeleye önem verirler.
Bununla birlikte anarşizmin politikası sosyalizminkine kıyasla mümkünden ziyade imkânsızın alanına daha yakındır. Anarşizm toplumsal kurtuluş mücadelesinde parti vb. merkezi, hiyerarşik, kurumsal yapıları reddederken sosyalizm bu tür örgütlenmelere sıcak bakar. Anarşizm marjinal kesimler dahil ezilen farklı toplumsal kesimlerin federatif örgütlenmesini savunur, temsiliyetçi yapıları reddeder, doğrudan demokrasiyi savunur. Sosyalizm ise temsili kurumlara açıktır ve bu durum onun iktidarın ele geçirilmesi ya da iktidar olma perspektifiyle ilişkilidir. Proletarya diktatörlüğü yaklaşımı Marksizmin mümkünün, kurumsalın, iktidarın, gerçekçiliğin alanıyla olan yakın ilişkisinin açık bir göstergesidir. Akla şöyle bir soru geliyor; Anarşizm de ezilenlerin iktidarını amaçlayan ve mümkünün alanında yer alan bir politik mücadele vermiyor mu? Önce şunu belirtmek gerekir; anarşizm iktidarın ele geçirilmesine ve geçici bile olsa ezilenlerin kendilerini doğrudan bizzat yönetmeleri dışında bir (temsili) politik yapının kurulmasına karşıdır. Bu şu anlama gelir: Toplumun kendini her türlü iktidar ilişkisinden arındırarak dolaysız biçimde yönetemediği her oluşum otoriterdir. Anarşizm ezilenlerin kendilerini yönetebileceğine inandığından politikasını mümkün olanın çerçevesi içinde görür. Ama sorun tam da bu noktada başlar. Tarih ezilenlerin özyönetim deneyimlerini birer birer boşa çıkardıkça anarşizm imkânsızın alanına daha çok itilir. Marksizm ise pragmatizmiyle ezilenler adına girişilen ama onların aleyhine sonuçlanan reel iktidar uygulamalarıyla özdeşleşir, mümkünün, otoritenin alanına yerleşir.
Yirminci yüzyılın ilk birkaç on yılı ezilenlerin kitlesel hareketlerine tanık olur. Mümkünün politikasının ancak öncü parti aracılığıyla gerçekleştirebileceğini düşünen Lenin bile Devlet ve İhtilal adlı kitabında kitlelerin kendiliğinden hareketine methiyeler düzer. Öncü parti yaklaşımına karşı mesafeli duran Rosa Luxemburg, konsey komünistleri, Hannah Arendt, George Sorel ve daha birçokları yığınların spontane ayaklanmalarından etkilenmişlerdir. Ancak İspanya yenilgisi, Sovyetler Birliği’nin totaliter bir devlete dönüşmesi, Nazizmin seçimle yönetime gelmesi, kitle kültürünün güçlenmesi ve diğer nedenlerden dolayı kitle hareketlerine duyulan umut ve güven azalır. Komünist bir ütopyayı amaçlayan devrimci Marksist yaklaşım ve anarşizm güçten düşer ve mümkünün politikası reformcu bir çizgiye yönelir. Marksizmin "yüz karası olan" reel sosyalizm uygulamaları ise Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla birlikte son bulur ve bu durum medyanın biçimlendirdiği kamuoyunca sosyalizmin yenilgisi ve sonu olarak algılanır. Aslında bu gelişmelerin tüm "kabahatini" Marksist teoride aramak yanlıştır. Sorun ezilenlerin kendi kendilerini yönetememeleri, kendilerini iktidar ilişkilerinden arındıramamaları sorunudur. Çalışanlar öz örgütlenmeleri ve doğrudan demokrasi aracılığıyla otoritesiz, hiyerarşisiz, iktidarsız bir oluşum ortaya koymayı beceremiyorlarsa eğer, onları elbet başkaları yönetecektir.
Kitlelere yönelik eleştiri sadece Marksizmin dışından gelmemiştir. Örneğin Frankfurt Okulu teorisyenleri işçi sınıfına, topluma olan güvensizliklerini yazılarında ifade etmişlerdir. Bununla birlikte Marksist teoride bireyselci bir radikallikle ilişkili yeni toplumsallık biçimleri üzerine pek kafa yorulmamıştır. Peki, bireyselci radikaller "nesnel" bir bakışa sahip Marksist kitle kültürü eleştirmenlerinden farklı olarak kitlede kendilerine neyi yakın bulurlar? Stirner, Bataille, Blanchot vb. kuramcıların önem verdikleri şey ezilenlerin spontane ayaklanmalarıdır. Buradaki isyan öncü parti, proje, nihai amaç gibi kavramlara eşlik eden devrim düşüncesinden farklıdır. Devrim bir üretim gücü olan disiplinli, örgütlü, homojen bir işçi sınıfına göndermede bulunurken; isyan daha çok heterojen, kaotik, başıbozuk bir kalabalığa çağrışım yapar. Besnier'nin de belirttiği gibi isyanda zorunluluk, hedef yoktur; daha çok gelecekle ilgili bir belirsizlik, tamamlanmamışlık, eksiklik duygusu söz konusudur, iktidarın ele geçirilmesini reddeden isyan bu anlamda iktidarsızlığın onaylanmasıdır; kullanımı olmayan bir olumsuzluk, yıkıcı bir imkânsızlıktır. Aldatıcı olan mümkünün politikasının maskesini indiren, imkânsızın politikasına açılan zirve deneyimlerine olanak veren bir eylemdir.
İsyan farklı bireyselliklerin kolektif bir pota içinde erimeden birbirleriyle karşılaşmalarına imkân verir. Vahşi bir imkânsızlık olma duygusu içinde olan, kendindeki ve ötekindeki imkânsızın payını korkusuzca karşılayan, birbiriyle çıplaklık ve yaralanmışlık yoluyla ilişki kuran bireyler ortaklık eksikliği temelinde bir iletişim kurarlar. İmkânsızın politikası sadece ayaklanma durumlarıyla sınırlı değildir. Bireye tüm yaşamı boyunca esin kaynağı olabilecek bir iktidar karşıtlığının, negativitenin ipuçlarını verir. Evrensel bir yurttaşlığın, cumhuriyetçiliğin, sivil toplumun, biçimsel demokrasinin homojenleştirici bir iktidar söyleminin parçaları olduğunu gösterir. Heterojenliğe ve otonomiye vurgu yapar. İmkânsızın politikası topluluksal olduğu kadar bireysel doruk noktalarında da olanaklı olabileceğinden içsel, esrik, erotik, mistik deneyimlerden geçer; aşırılıkla, ölümle, israfla, kötülükle, vahşilikle, dilsizlikle temas halindedir.
Ekonomik rasyonaliteyi, üretim ve çalışmanın yüceltilmesini, aklın emperyalizmini reddeder. Öte yandan ilerlemeci bir modernleşmenin konformist bir aksesuarı olarak umut, bireyler arasındaki gerçek iletişimi engeller. Sadece kötümserlik ve umutsuzluk yıkıcıdır. Köklü bir amaç, anlam ve çıkış yolunun varolmadığı hissedildiğinde insan aklı özgürleşir, umutsuzluk imkânsızlığın ışığında özgürleştirici bir biçim kazanır. Bir çıkış yolu eksikliği, bir cevap eksikliği, kopma hissi, bilinmezliğe ve kontrol edilemezliğe eşlik eden bir yıkıcılık, aylaklık, kullanımsızlık, taşkınlık, aşırılık ortaya çıkar. Ama işte artık politikanın mümkün görülmediği bu nokta iktidarsızlığı amaçlayan bir politikanın, imkânsızın politikasının yeşerdiği yerdir. Aynılaşmanın, şeffaflığın, bir yere varma arzusunun yok ettiği gerçek iletişim bu kez yalnız, kaybetmiş, mücadele etmek için "büyük" nedenleri olmayan insanlar arasında kurulur. Kendini tüketme, israf etme duygusu bireyler arasındaki iletişimi ve ortaklığı besler, umut umutsuzlara verilen bir hak olup çıkar. İmkânsızın politikası bu bağlamda hiçlikten, yokluktan, yoksunluktan beslenen bir politikadır.
İmkânsızın bulunduğu yerle iktidarsızlığın bulunduğu yer komşudur. Bu durumda radikal politika sürekli negatif, yadsıyıcı yıkıcılığın "tehdidi" altında bulunduğundan olumlayıcı iktidarlaşmanın hüküm sürdüğü "reel politika" alanında sendeler, her an imkânsız ile mümkünü ayıran sınır çizgisinde eğreti bir yaşam sürdürmeye doğru itilir. Reelleşmenin "lanetinden" kaçınmanın başka yolu yoktur.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki dönem kitlelerin gitgide daha çok iktidarla bütünleşmelerini beraberinde getirmiştir. 1970'lerin başlarına kadar kitleler tüketim standartlarını yükselten sosyal refah devletinin destekçisi olmuşlardır. 1980'lerde yükselişe geçen neoliberalizm Batı'da hatırı sayılır bir kitle desteği bulmuştur. Bununla birlikte kapitalist küreselleşmenin yoksulları daha da yoksullaştırması metropol ve çevre ülkelerin varoşlarında spontane ayaklanmalara yol açmaktadır. Azınlık hareketlerine gelince Yeni Sosyal Hareketler, hippi, punk ve situationist (durumcu) hareketler 1970'lerin sonunda güçlerini kaybetmişlerdir. Başka Bir Dünya Mümkün adlı kitapta geniş bir bağlam içinde tartışılan kapitalist küreselleşme karşıtı hareketlere gelince; bunlar da dünya nüfusu içinde bir azınlığı oluşturmaktadır. Ancak artık hiçbir alan küreselleşme dışında kalamadığından söz konusu hareket çok sayıda toplumsal kesimin taleplerini dile getirmektedir. İktidarı ele geçirmeyi hedeflememesi, parti türünden bir oluşuma yönelmemesi, temsili yapılar oluşturmaması, yatay ağsal ilişkilere yönelmesi, merkezi, hiyerarşik örgütlenmeleri dışlaması bu hareketin anarşizmle ortak yanlarını oluşturmaktadır. Öte yandan medyanın taraflı bir biçimde yansıttığı şiddet görüntüleri orta sınıf ideolojisinin hâkim olduğu kamuoyunda küreselleşme karşıtı hareketi suçlulaştırma yönünde bir işlev görmektedir.
Ancak bu konudaki sorumluluk aynı zamanda hâlâ on dokuzuncu yüzyıldaki "büyük siyaset" yapma mantığıyla hareket eden sola aittir. Tüm dünyada kitleler gündelik ve kamusal ilişkilerinde iktidarla bütünleşmişken bir azınlığın "kapıdaki dünya devrimi" psikolojisiyle hareket etmesinin yarardan çok zararı vardır.
Şunu kabul etmek gerekir: Tarih "hızlandırılamaz" ve başkalarının kurtuluşu adına mücadele edilmemelidir. Bunları kabul etmeyen her azınlık hareketi otoriterleşir ve ezilenlerin durumunu zorlaştırır. Muhalif çokluğu oluşturan farklı kesimlerin talepleri ancak bizzat kendilerinin oluşturacakları farklı pratikler yoluyla gerçekleşebilir. Bu hareketler arasında gönüllü, kurumsallaşmaya yönelmeyen bir dayanışma kurulması kapitalist küreselleşmeye karşı mücadelenin etkinliğini artıracaktır.
On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başlarının toptancı kurtuluş projeleri ve bununla ilişkili olarak bir azınlığın öncülük iddiası günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Kitlelerin artık yirminci yüzyıl başlarındaki gibi "devrimci" olmadığı günümüzde onlar adına bir gelecek ve devrim projesi üretmenin radikallikle bir ilişkisi kalmamıştır. Radikallik bugünün, gündelik ilişkilerin dönüştürülmesi ile ilişkilidir ve bu da bireysel alandan geçmektedir.
Bireyin içsel, tinsel ve gündelik deneyimlerinden kaynaklanmayan her "politik" edim, iktidar ilişkileriyle sakatlanmaya mahkûmdur ve bu tür bireylerin oluşturacakları her tür örgütlülük de otorite ilişkilerinden nasibini alacaktır. Eskinin kitle ve grup hareketlerinin başarısızlıklarının temel nedeni o dönemde bireysel, gündelik olanın "politik olamayışıydı". Bugün ise bireysel olan politik olmuştur ama iktidar ilişkilerinin egemen olduğu, üretildiği bir bireysellik, gündeliklik söz konusudur. Sanılanın aksine bireysel alanı iktidarsızlaştırmak devlet iktidarını ele geçirmekten çok daha zordur, imkânsızın politikasına gelince bu yaklaşım bireysel deneyimlere ve spontane toplumsal isyanlara önem vermesi anlamında eskiden olduğu gibi bugün de geçerliğini sürdürmektedir, imkânsızın politikası her tür grupsal, topluluksal, kolektif, örgütsel pratikte iktidar ve otorite ilişkilerinin oluşmasına karşı bir panzehirdir. Bu politikanın amacı grupsal, topluluksal otonominin olduğu kadar, hatta daha çok bireysel otonominin hayata geçirilmesidir.
Bireyin otonomisini kısıtlayacak her türlü ilişki, örgütlenme biçimi reddedilmelidir. Eski makro politikaya şartlanmış sol, bireysel otonomiyi ortadan kaldıran pratiklerden henüz kurtulmuş değildir ve bu nedenle kendi örgütleri içinde bir "bağımsızlar" topluluğu gün geçtikçe büyümekte, daha geniş bir kesim de eski büyük siyasetle özdeş olduğunu sandığı siyasetten tamamen kopmaktadır. Toplumun gözünde artık hiçbir itibarı kalmamış bildik siyaset yerine bugün tamamen kültürelleşmiş, politikleşmiş gündelik hayatın tüm "maddi" ve tinsel alanları içine dağılmış, ayrıntılanmış ve bu anlamda alışılagelmemiş bir politikayı, imkânsızın politikasını gerçekleştirmek otonomlaşma sürecinin ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır.
Yaşar Çabuklu
Yukarıda aktarılan Marksist yaklaşımın Aydınlanmanın, akılcılığın, pozitivizmin bir ürünü olması açısından politikası da kaçınılmaz olarak mümkünün, gerçekçiliğin, pragmatizmin alanında şekillenir.
Aynı dönemin anarşizmine baktığımızda bu kuramın da bilimcilikten, pozitivizmden etkilendiği görülür. Öte yandan anarşist toplum ütopyası komünist topluma çok benzer ve anarşistler de bu ütopyayı gerçekleştirmek için politik mücadeleye önem verirler.
Bununla birlikte anarşizmin politikası sosyalizminkine kıyasla mümkünden ziyade imkânsızın alanına daha yakındır. Anarşizm toplumsal kurtuluş mücadelesinde parti vb. merkezi, hiyerarşik, kurumsal yapıları reddederken sosyalizm bu tür örgütlenmelere sıcak bakar. Anarşizm marjinal kesimler dahil ezilen farklı toplumsal kesimlerin federatif örgütlenmesini savunur, temsiliyetçi yapıları reddeder, doğrudan demokrasiyi savunur. Sosyalizm ise temsili kurumlara açıktır ve bu durum onun iktidarın ele geçirilmesi ya da iktidar olma perspektifiyle ilişkilidir. Proletarya diktatörlüğü yaklaşımı Marksizmin mümkünün, kurumsalın, iktidarın, gerçekçiliğin alanıyla olan yakın ilişkisinin açık bir göstergesidir. Akla şöyle bir soru geliyor; Anarşizm de ezilenlerin iktidarını amaçlayan ve mümkünün alanında yer alan bir politik mücadele vermiyor mu? Önce şunu belirtmek gerekir; anarşizm iktidarın ele geçirilmesine ve geçici bile olsa ezilenlerin kendilerini doğrudan bizzat yönetmeleri dışında bir (temsili) politik yapının kurulmasına karşıdır. Bu şu anlama gelir: Toplumun kendini her türlü iktidar ilişkisinden arındırarak dolaysız biçimde yönetemediği her oluşum otoriterdir. Anarşizm ezilenlerin kendilerini yönetebileceğine inandığından politikasını mümkün olanın çerçevesi içinde görür. Ama sorun tam da bu noktada başlar. Tarih ezilenlerin özyönetim deneyimlerini birer birer boşa çıkardıkça anarşizm imkânsızın alanına daha çok itilir. Marksizm ise pragmatizmiyle ezilenler adına girişilen ama onların aleyhine sonuçlanan reel iktidar uygulamalarıyla özdeşleşir, mümkünün, otoritenin alanına yerleşir.
Yirminci yüzyılın ilk birkaç on yılı ezilenlerin kitlesel hareketlerine tanık olur. Mümkünün politikasının ancak öncü parti aracılığıyla gerçekleştirebileceğini düşünen Lenin bile Devlet ve İhtilal adlı kitabında kitlelerin kendiliğinden hareketine methiyeler düzer. Öncü parti yaklaşımına karşı mesafeli duran Rosa Luxemburg, konsey komünistleri, Hannah Arendt, George Sorel ve daha birçokları yığınların spontane ayaklanmalarından etkilenmişlerdir. Ancak İspanya yenilgisi, Sovyetler Birliği’nin totaliter bir devlete dönüşmesi, Nazizmin seçimle yönetime gelmesi, kitle kültürünün güçlenmesi ve diğer nedenlerden dolayı kitle hareketlerine duyulan umut ve güven azalır. Komünist bir ütopyayı amaçlayan devrimci Marksist yaklaşım ve anarşizm güçten düşer ve mümkünün politikası reformcu bir çizgiye yönelir. Marksizmin "yüz karası olan" reel sosyalizm uygulamaları ise Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla birlikte son bulur ve bu durum medyanın biçimlendirdiği kamuoyunca sosyalizmin yenilgisi ve sonu olarak algılanır. Aslında bu gelişmelerin tüm "kabahatini" Marksist teoride aramak yanlıştır. Sorun ezilenlerin kendi kendilerini yönetememeleri, kendilerini iktidar ilişkilerinden arındıramamaları sorunudur. Çalışanlar öz örgütlenmeleri ve doğrudan demokrasi aracılığıyla otoritesiz, hiyerarşisiz, iktidarsız bir oluşum ortaya koymayı beceremiyorlarsa eğer, onları elbet başkaları yönetecektir.
Kitlelere yönelik eleştiri sadece Marksizmin dışından gelmemiştir. Örneğin Frankfurt Okulu teorisyenleri işçi sınıfına, topluma olan güvensizliklerini yazılarında ifade etmişlerdir. Bununla birlikte Marksist teoride bireyselci bir radikallikle ilişkili yeni toplumsallık biçimleri üzerine pek kafa yorulmamıştır. Peki, bireyselci radikaller "nesnel" bir bakışa sahip Marksist kitle kültürü eleştirmenlerinden farklı olarak kitlede kendilerine neyi yakın bulurlar? Stirner, Bataille, Blanchot vb. kuramcıların önem verdikleri şey ezilenlerin spontane ayaklanmalarıdır. Buradaki isyan öncü parti, proje, nihai amaç gibi kavramlara eşlik eden devrim düşüncesinden farklıdır. Devrim bir üretim gücü olan disiplinli, örgütlü, homojen bir işçi sınıfına göndermede bulunurken; isyan daha çok heterojen, kaotik, başıbozuk bir kalabalığa çağrışım yapar. Besnier'nin de belirttiği gibi isyanda zorunluluk, hedef yoktur; daha çok gelecekle ilgili bir belirsizlik, tamamlanmamışlık, eksiklik duygusu söz konusudur, iktidarın ele geçirilmesini reddeden isyan bu anlamda iktidarsızlığın onaylanmasıdır; kullanımı olmayan bir olumsuzluk, yıkıcı bir imkânsızlıktır. Aldatıcı olan mümkünün politikasının maskesini indiren, imkânsızın politikasına açılan zirve deneyimlerine olanak veren bir eylemdir.
İsyan farklı bireyselliklerin kolektif bir pota içinde erimeden birbirleriyle karşılaşmalarına imkân verir. Vahşi bir imkânsızlık olma duygusu içinde olan, kendindeki ve ötekindeki imkânsızın payını korkusuzca karşılayan, birbiriyle çıplaklık ve yaralanmışlık yoluyla ilişki kuran bireyler ortaklık eksikliği temelinde bir iletişim kurarlar. İmkânsızın politikası sadece ayaklanma durumlarıyla sınırlı değildir. Bireye tüm yaşamı boyunca esin kaynağı olabilecek bir iktidar karşıtlığının, negativitenin ipuçlarını verir. Evrensel bir yurttaşlığın, cumhuriyetçiliğin, sivil toplumun, biçimsel demokrasinin homojenleştirici bir iktidar söyleminin parçaları olduğunu gösterir. Heterojenliğe ve otonomiye vurgu yapar. İmkânsızın politikası topluluksal olduğu kadar bireysel doruk noktalarında da olanaklı olabileceğinden içsel, esrik, erotik, mistik deneyimlerden geçer; aşırılıkla, ölümle, israfla, kötülükle, vahşilikle, dilsizlikle temas halindedir.
Ekonomik rasyonaliteyi, üretim ve çalışmanın yüceltilmesini, aklın emperyalizmini reddeder. Öte yandan ilerlemeci bir modernleşmenin konformist bir aksesuarı olarak umut, bireyler arasındaki gerçek iletişimi engeller. Sadece kötümserlik ve umutsuzluk yıkıcıdır. Köklü bir amaç, anlam ve çıkış yolunun varolmadığı hissedildiğinde insan aklı özgürleşir, umutsuzluk imkânsızlığın ışığında özgürleştirici bir biçim kazanır. Bir çıkış yolu eksikliği, bir cevap eksikliği, kopma hissi, bilinmezliğe ve kontrol edilemezliğe eşlik eden bir yıkıcılık, aylaklık, kullanımsızlık, taşkınlık, aşırılık ortaya çıkar. Ama işte artık politikanın mümkün görülmediği bu nokta iktidarsızlığı amaçlayan bir politikanın, imkânsızın politikasının yeşerdiği yerdir. Aynılaşmanın, şeffaflığın, bir yere varma arzusunun yok ettiği gerçek iletişim bu kez yalnız, kaybetmiş, mücadele etmek için "büyük" nedenleri olmayan insanlar arasında kurulur. Kendini tüketme, israf etme duygusu bireyler arasındaki iletişimi ve ortaklığı besler, umut umutsuzlara verilen bir hak olup çıkar. İmkânsızın politikası bu bağlamda hiçlikten, yokluktan, yoksunluktan beslenen bir politikadır.
İmkânsızın bulunduğu yerle iktidarsızlığın bulunduğu yer komşudur. Bu durumda radikal politika sürekli negatif, yadsıyıcı yıkıcılığın "tehdidi" altında bulunduğundan olumlayıcı iktidarlaşmanın hüküm sürdüğü "reel politika" alanında sendeler, her an imkânsız ile mümkünü ayıran sınır çizgisinde eğreti bir yaşam sürdürmeye doğru itilir. Reelleşmenin "lanetinden" kaçınmanın başka yolu yoktur.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki dönem kitlelerin gitgide daha çok iktidarla bütünleşmelerini beraberinde getirmiştir. 1970'lerin başlarına kadar kitleler tüketim standartlarını yükselten sosyal refah devletinin destekçisi olmuşlardır. 1980'lerde yükselişe geçen neoliberalizm Batı'da hatırı sayılır bir kitle desteği bulmuştur. Bununla birlikte kapitalist küreselleşmenin yoksulları daha da yoksullaştırması metropol ve çevre ülkelerin varoşlarında spontane ayaklanmalara yol açmaktadır. Azınlık hareketlerine gelince Yeni Sosyal Hareketler, hippi, punk ve situationist (durumcu) hareketler 1970'lerin sonunda güçlerini kaybetmişlerdir. Başka Bir Dünya Mümkün adlı kitapta geniş bir bağlam içinde tartışılan kapitalist küreselleşme karşıtı hareketlere gelince; bunlar da dünya nüfusu içinde bir azınlığı oluşturmaktadır. Ancak artık hiçbir alan küreselleşme dışında kalamadığından söz konusu hareket çok sayıda toplumsal kesimin taleplerini dile getirmektedir. İktidarı ele geçirmeyi hedeflememesi, parti türünden bir oluşuma yönelmemesi, temsili yapılar oluşturmaması, yatay ağsal ilişkilere yönelmesi, merkezi, hiyerarşik örgütlenmeleri dışlaması bu hareketin anarşizmle ortak yanlarını oluşturmaktadır. Öte yandan medyanın taraflı bir biçimde yansıttığı şiddet görüntüleri orta sınıf ideolojisinin hâkim olduğu kamuoyunda küreselleşme karşıtı hareketi suçlulaştırma yönünde bir işlev görmektedir.
Ancak bu konudaki sorumluluk aynı zamanda hâlâ on dokuzuncu yüzyıldaki "büyük siyaset" yapma mantığıyla hareket eden sola aittir. Tüm dünyada kitleler gündelik ve kamusal ilişkilerinde iktidarla bütünleşmişken bir azınlığın "kapıdaki dünya devrimi" psikolojisiyle hareket etmesinin yarardan çok zararı vardır.
Şunu kabul etmek gerekir: Tarih "hızlandırılamaz" ve başkalarının kurtuluşu adına mücadele edilmemelidir. Bunları kabul etmeyen her azınlık hareketi otoriterleşir ve ezilenlerin durumunu zorlaştırır. Muhalif çokluğu oluşturan farklı kesimlerin talepleri ancak bizzat kendilerinin oluşturacakları farklı pratikler yoluyla gerçekleşebilir. Bu hareketler arasında gönüllü, kurumsallaşmaya yönelmeyen bir dayanışma kurulması kapitalist küreselleşmeye karşı mücadelenin etkinliğini artıracaktır.
On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başlarının toptancı kurtuluş projeleri ve bununla ilişkili olarak bir azınlığın öncülük iddiası günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Kitlelerin artık yirminci yüzyıl başlarındaki gibi "devrimci" olmadığı günümüzde onlar adına bir gelecek ve devrim projesi üretmenin radikallikle bir ilişkisi kalmamıştır. Radikallik bugünün, gündelik ilişkilerin dönüştürülmesi ile ilişkilidir ve bu da bireysel alandan geçmektedir.
Bireyin içsel, tinsel ve gündelik deneyimlerinden kaynaklanmayan her "politik" edim, iktidar ilişkileriyle sakatlanmaya mahkûmdur ve bu tür bireylerin oluşturacakları her tür örgütlülük de otorite ilişkilerinden nasibini alacaktır. Eskinin kitle ve grup hareketlerinin başarısızlıklarının temel nedeni o dönemde bireysel, gündelik olanın "politik olamayışıydı". Bugün ise bireysel olan politik olmuştur ama iktidar ilişkilerinin egemen olduğu, üretildiği bir bireysellik, gündeliklik söz konusudur. Sanılanın aksine bireysel alanı iktidarsızlaştırmak devlet iktidarını ele geçirmekten çok daha zordur, imkânsızın politikasına gelince bu yaklaşım bireysel deneyimlere ve spontane toplumsal isyanlara önem vermesi anlamında eskiden olduğu gibi bugün de geçerliğini sürdürmektedir, imkânsızın politikası her tür grupsal, topluluksal, kolektif, örgütsel pratikte iktidar ve otorite ilişkilerinin oluşmasına karşı bir panzehirdir. Bu politikanın amacı grupsal, topluluksal otonominin olduğu kadar, hatta daha çok bireysel otonominin hayata geçirilmesidir.
Bireyin otonomisini kısıtlayacak her türlü ilişki, örgütlenme biçimi reddedilmelidir. Eski makro politikaya şartlanmış sol, bireysel otonomiyi ortadan kaldıran pratiklerden henüz kurtulmuş değildir ve bu nedenle kendi örgütleri içinde bir "bağımsızlar" topluluğu gün geçtikçe büyümekte, daha geniş bir kesim de eski büyük siyasetle özdeş olduğunu sandığı siyasetten tamamen kopmaktadır. Toplumun gözünde artık hiçbir itibarı kalmamış bildik siyaset yerine bugün tamamen kültürelleşmiş, politikleşmiş gündelik hayatın tüm "maddi" ve tinsel alanları içine dağılmış, ayrıntılanmış ve bu anlamda alışılagelmemiş bir politikayı, imkânsızın politikasını gerçekleştirmek otonomlaşma sürecinin ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır.
Yaşar Çabuklu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder