5 Ekim 2009 Pazartesi

İki Şahit ve Diğerleri

Muzaffer olmak iktidarı paylaşanlara özgüdür. Haldun Bayrı ise denemelerinde bir yenilgiyi anlatıyor. Sadece toplumun yenilgisi değil söz konusu olan, öznenin yenilgisi de aynı zamanda.

İçinde yaşadığımız dünya herkesin toplumsal oyundaki rolünü gönüllü/gönülsüz olarak oynadığı bir "özneler sirki"dir. Eğlence ve alışverişin hâkim olduğu bu toplumda "panayır şartnamesi" kuralları geçerlidir. Özne, üzerine yıkılan işlevlerin rehinesidir. Fidyeyi ödemek için ömür boyu didinip durur. Gündelik telaş ve hayhuy ile geçen bir hayatın sonunda ona kala kala "ölümlerden ölüm beğenme" özgürlüğü kalır. Buna rağmen günümüz öznesi kendi ölçüsünü aramayı unutur, kendini bir şey zanneder. Bayrı kitabında öznenin geri çekildiği, kendini silikleştirdiği, iktidarsızlaştırdığı ve teslimiyete yöneldiği bir süreci olumluyor.

Batı rasyonalizminin sahiplendiği hafıza aynı zamanda iktidarın cisimlendiği bir alandır, bir baskıyı ifade eder, birçok şeyi siler veya kazananların lehine yeniden düzenler. Bu nedenle kişi ancak hafızasının zayıflıkları aracılığıyla "kendini uhrevî ahengin bir parçası olarak hissedebildiği mündemiç anlarla" karşılaşır. Böyle anlarda kişi varolma zevki ve minnet duyar. "O anlardaki vecd halinin hatırası insana hayat boyunca dost bir fener gibi eşlik eder".

Günümüz toplumunun öznesi ise ânı görmezlikten gelir, çünkü onun içinde kendinden geçerse öznelik konumunu yitirir. İktidar sadece hazzın ertelenmesine değil, kendinden geçmenin engellenmesine de dayanır. Bu yüzden "öznelik orta vadede soluk alınan bir konum"dur. Öte yandan özne, telaşı içinde ebediyetı de gözardı eder. Sürekli kendiyle meşgul olan, aynaya bakan kişiye hiçbir şey malûm olmaz. Ama kâinata bakan kul mucizeyi görebilme, teselli ihtiyacına cevap verecek sınırsız bir şefkate nail olma şansına sahiptir.

Mündemiç anlarda kişi "kendinin şahitliğini" yaptığında bunun muhatabı bir mercii olacaktır. Bayrı bu mercii adlandırma taraftarı değil, çünkü Tanrı'ya verilen adlar adına çirkin suçlar işlendiğini biliyor. Yine de Tanrı kelimesini kullanıyor ama daha çok bir mutlak, bir bütün anlamında. (Kitabı okurken Tanrı kelimesiyle karşılaştığımda önce yadırgamıştım, ama daha sonra eskiden gelen bir tanıdıklık duygusuna kapıldım.)

Karşılıksız olarak ancak çek verilen günümüzde, kişi Tanrı'nın tek taraflı ihsanının yükünü taşımakta zorlanır. Bu durumda kişi içindeki ağırlama kapasitesinin yetersizliğinin, kendi cılızlığının farkına varır ve böylece bir ölçü dersi almış olur. Kendisine karşılıksız verileni nasıl kabul edeceğini bilemeyen günümüzün öznesi minnet duygusunu da yitirmiştir. Şükür dahi asgari bir vicdan rahatlığını gerektirir. Tevekkül ise kendini eğlendirmeden, gönlünü hoş tutarak tatmin olmadan farklı bir şeydir. "Ölçüyü kaçırmamanın teminatı olarak muhafaza edilmesi yakışık alır, yeni bir düşkün sığınağı gibi kullanılması değil".

Yazar telaşı sevmiyor, haklı olarak. Bu nedenle içimize doğan başkalığıyla bize mucizeyi sunacak bir ilham kaynağının "telaşsız mevcudiyetine" yakın olmak istiyor. Yabancılaşmayı, hasarı telafi eden terbiyenin tutması için, mündemiç anlarda evrene olan bağlılığımızın kıvamının azar azar koyulaştırılmasını öneriyor. İnsanın kendinden çıktığı bu anlarda özneliğin yitiminin yol açtığı, başlarda duyulan endişe daha sonraları yerini sevgili kulun neşesine bırakır. Meşgalesiz, esersiz, özneliğinin yükünden kurtulmuş kul, sanılanın aksine, dünyaya eleştirel bir gözle bakmaya başlar. "Bir annenin sevinciyle kuşlar uçuşur ve ilişecek nokta ararlar. O kuşlar, yerinde-rahat-duramayan-hesap-sahibi-haklılar'ın uzağından geçer ve an-ı daim'de kaybolurlar. Nereye konduklarını da sadece, Şükran'ı tanıyanlar bilir".

Yazar insanlığın kibrini, küstahlığını, öznenin kendini ötekilere üstün kılma çabasını eleştiriyor. Buna karşılık başkalarına karşı dikkatte cömertliği olumluyor, içkin anların hatırasının başkasından beklenileni artırdığını söylüyor. İnsan kendini taşımak zorunda olduğu için zorunlu komşuluk kurallarına uymasında bir sakınca yok. Yazarın tercihi, özne hali hükümsüzleştiği için yalnızlığın yok olduğu, kişinin ne kendisinin ne de başkasının varolduğu, sadece mutlak olanın belirdiği mündemiç anlar. Geri kalan hayat, bir "hüzün terbiyesi" ve insanın hikâyeler anlatarak kendini avutması sadece.

Buraya kadar söylenenlerden Bayrı'nın cemaatçi bir inançtan yana olmadığı ortaya çıkıyor. Daha da öte, onun mistiği cemaatten ayrılmak zorunda. Bu ise toplumdan firar anlamına geliyor ve insanın kendi içine iltica etmesi tehlikesini barındırıyor. Yazara göre insanın kendiyle buluşması, kendini doğurması, kendini öteki olarak muhafaza etmesi için firarın bu riskini üstlenmesi gerekiyor.

İçinde yaşadığımız dünyadaki vahşetten hepimiz sorumlu ve suçluyuz. Müdahale ettiğimiz anda öznelerarası savaşın kuralları bizi de canavarlaştırıyor. Başkalarını aynı bırakmayalım derken biz de başkalaşıyoruz. Özneleşen kötülük yapmak zorunda kalıyor, özne yargı mercii olduğunda adaletsizlik yapıyor. Başkalarının suçlanamayacağını kabul etmek ve suçlamamızı yöneltecek devlet gibi soyut failler bulmak da suçumuzu hafifletmiyor. "Suçlu insan değil, insanlık durumudur. Mesele, kimin suçlu olduğu değil, kendisi suçlu olmamaktır". Yazarın suçu sabit olmayan firarisinin çocukluğunda yaşadığı özgürlük "artık sadece boşluk içinde cisimleşmektedir. 'Anlamlı' herhangi bir sahiplenme onu hemen geçersiz kılıyordur". Firari bağışlanmak istiyor, ama mazisinde yaşadığı hayaller onun bugün gidip bir kuruma teslim olmasını engellemektedir. O halde kendisi de özne olup cellatlaşmadan (taraf olmadan) içindeki suçluluk duygusunu nasıl dindirecektir? Yazarın önerisi şu: "Kötülük yapmamak mecburî, iyilik yapmak seçmeli". Yani bir yandan özneleşmenin yol açacağı kötülükten kaçınmak durumundayız. Bunun peşi sıra, sevginin güçlendirilmesi gerekiyor gibi beylik bir öneri bekliyorsanız yazardan, çok yanılıyorsunuz. Yazar günümüzde sevmenin öznelerin sidik yarışına dönüştüğünün çok iyi farkında. Onun için sevginin şiddetinin azaltılmasına taraftar. "Sevginin sempati biçimini aldığı, ama karşıtının düşmesiyle hükümsüzleşen nefretin de yokolduğu bir dünya" ona daha yakın geliyor. Bunun heyecansız bir dünya olması yazarın "sıkıcı aynılar cenneti"ni tercih etmesini engellemiyor. Çünkü öznenin kendinden feragat etmesi, başkasını aynı bırakmamak için canavarlaşmasından daha iyidir. "Yadsıma/yadsınma tahterevallisine hiç oturmayan aynı, kendisinin tekrarıyla başka için ayna işlevi görür. Kendini dayatmaması ve seçmeli olmasıyla soluk alınabilir alanlar bırakır. Ancak anlık tesadüfler kadar ısrarcı olan bu mevcudiyet, yeknesaklığını affettirmek istercesine saygılıdır".

Bayrı, özneyi eleştirip inancı öne çıkarmasına karşın toplumsal/kurumsal bir dinden yana değil. İnancı da süreklilik arzeden, ibadet gerektiren kalıcı bir durum olarak görmüyor. Önemli olan, kişinin yaşadığı mündemiç anlar ve bu anların bıraktığı hoş bir hatıra. Bu arada bir Cioran çevirmeni de olan Bayrı'nın nihilizmle temas halinde bulunduğunu, kitabının bir bölümünün Cioran üzerine olduğunu belirteyim.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk yarısı nihilizmin esas olarak dış dünyayı reddettiği bir dönemdi. Nihilizm kendi öznesini, bir ölçüde de olsa, saldırı hedefi haline getirmemişti. Çünkü bu dönem henüz öznenin bir gelecek umudu beslediği, angajmanı dışlamadığı, acının, isyan duygusunun, varoluşsal değerlerin yitirilmediği bir toplumsal çalkantılar, savaşlar ve devrimler dönemiydi. Günümüzün post-modern toplumunda bunların ortadan kalktığını görüyoruz. Özne, donuk bir pırıltı yayan "nötr" bir toplumsal işaretler sisteminin taşıyıcısı haline gelmiştir. Bu, kendi özneliğimizi dönüştürücü bir pratik içine sokmanın imkânlarının ortadan kalktığı anlamına gelmektedir. Bu hale düşmüş öznenin intiharı anlayışla karşılanabilirdi. Böylece nihilizm de bu kez kendi öznesine son darbeyi indirmiş olurdu.

Bayrı "yumuşak" bir "çözüm"den yana. Öznenin kibrinden uzaklaşmasını, tefekküre yönelmesini, tevekkülünü, telaştan vazgeçmesini, "katılmayarak" suçluluk duygusunu bir nebze olsun hafifletme çabasını, kendisiyle, ölümüyle barışma arzusunu anlatıyor bize. Bunlara mündemiç anların farkında olan şairlerden biri de Edip Cansever'dir. Bir şiirinde, öznenin yükselişlerinden geriye ne kaldığını sorduktan sonra şöyle der:


O kadar yalnızım ki birden, gördüm de
Binlerce yıldızıyla bu sonsuz mağaranın içini
Ha yanıp söndü, dedim
Ha yanıp sönmedi bir ateş böceği.


Çocukken bize karşılıksız olarak sevgisini veren, ağladığımızda teskin eden bir anne vardı. Bugünün "özneler sirki"nde şükran duyabileceğimiz bir varlığın yokluğunu sineye mi çekelim?


Yaşar Çabuklu

Hiç yorum yok: