“….benim kişisel düşüm tam olarak bomba yapmak değildir; çünkü insanları öldürmeyi sevmem. Ama bomba-kitaplar yazmak istiyorum, yani tam olarak birisi onları yazdığı veya okuduğu anda yararlı olacak kitaplar…. Bu kitaplar öyle olacak ki, okunduktan veya yararlanıldıktan kısa bir süre sonra yok olacaktır… Patlamadan sonra, bu kitapların çok güzel birer havai fişek olduğu insanlara hatırlatılabilir. Çok sonra, tarihçiler ve başka uzmanlar falanca kitabın bir bomba kadar yararlı ve bir havai fişek kadar güzel olduğunu söyleyebilirler”
İktidar Üzerine Diyalog
Michel Foucault’nun devrim olgusuna yaklaşımını ve devrim kavramına yönelik tavrını tartışmaya başlamadan önce kendisinin düşünce tarihi içindeki konumuna, daha doğrusu kendi kendisini düşünce tarihi içinde nasıl gördüğüne bakmakta yarar var. Zira Foucault’nun kendi konumuna biçtiği rol, onun bu yazıda üzerinde duracağım politikanın tanımı, iktidarın yapısı, öznenin kuruluşu ve entelektüelin işlevine dair yaklaşımlarının ipuçlarını daha baştan veriyor.
Yerleşik düşünce kalıplarına yönelik yadırgatmacı ve eleştirel tutumu, aydınlanmanın iki yüz yıl boyunca kök salan ve insanı merkezine alan bir hümanizma geleneğini karşısına alan tavrıyla Foucault, düşünce tarihinde adeta bir kırılma noktası olarak değerlendirilmiştir. Ne var ki, her şeyden önce, Michel Foucault’yu tüm bir felsefe tarihi içinde devrimci bir kopuşun öznesi olarak değerlendirmek onun tüm çalışmalarını ve mücadelesini yok saymak anlamına gelecektir. Bunun yerine onu içinde bulunduğu çağın siyasal, sosyal ve fikirsel bağlamını göz önünde bulundurarak konumlandırmak daha isabetli olur. Foucault, Sovyetlerin ve sol ortodoksinin Batı’da özellikle öğrenciler ve genç radikaller tarafından topa tutulduğu, Batı’ya karşı yürütülen sömürgecilik karşıtı hareketlerin doruk noktasına ulaştığı, nükleer silahların ve ağır sanayi kapitalizminin doğaya yönelik tehditlerinin gözler önüne serilip şiddetle protesto edildiği, bilimin ve aklın tarafsızlığına artık şüpheyle yaklaşıldığı yılların, 60’lar ve 70’lerin arasında bir yerlerde bir yazar olarak zuhur etmiştir. O ancak kendinden önce oluşmuş bir düşünce geleneğinin, Nietzsche’nin, Weber’in, Gramsci’nin, Heidegger’in, Adorno’nun, elbette Marx’ın ve yapısalcı Marksizmin önde gelen düşünürü ve aynı zamanda kendi hocası da olan Althusser’in takipçisi olarak anlaşılabilir. Kendisi, situasyonizmden anti-psikiyatriye, anarşizmden ekolojizme birçok farklı akımı barındıran bir kuşağın tezahürüdür. Dolayısıyla Foucault ne bir başlangıç ne bir kırılma ne de bir sondur. Gökten zembille inmiş ve tüm bir iktidar kuramını baştan aşağı tersine çevirmiş de değildir. O ne kendinden menkul bir öznedir, ne belli bir akım veya görüşün temsilcisi ne de bütünlükçü bir devrimin organik entelektüeli. Onu belki ancak kendinden önce inşa edilmiş bir dünyaya atılmış, bu dünyaya eklemlenmiş ve eklemlendiği dünyayı yeniden anlamlandırarak dönüştürmüş bir varlık olarak görebiliriz.
“Yazar Nedir?” başlıklı makalesinde, Foucault yazarın esasta içinde bulunduğu koşullar tarafından kurulduğundan, adının önemsizliğinden, varlığının geçiciliğinden, önemli olanın söylenenin, ağızdan çıkanın eyleyiciliği olduğundan dem vurmaktaydı. Foucault’ya göre bugün gündelik söylemde ‘yazar’ bu şekilde algılanmıyordu. O şimdiden geçmişe bakılarak yapılmış seçici bir okumanın bir ürünü olarak, bazı söyledikleri öne çıkarılıp bazı söyledikleri görmezden gelinerek, sanki tutarlı ve bütünlükçü bir düşüncenin yekpare bir temsilcisiymiş gibi sınıflandırılıyordu. Focault’nun eleştirdiği nokta, anlamın özgürleşmesinden korkulduğu bir noktada yazarın ideolojik bir figür olarak sabitlenmesi, düşüncesinin kapatılması ve donuk ve ruhsuz bir heykel gibi inşa edilmesiydi. Ne yazık ki, ilerleyen yıllarda Foucault’nun hayaleti de böylesi bir putlaştırmadan kendini kurtaramayacaktı. Bugün karşımıza çıkartılan bir dolu Foucault heykeli işte bu putlaştırmanın ürünleridir. Kimi tasvirlerde o bir postmoderndir kimisinde bir post-yapısalcı. Bazı temsillere göre o bir muhaliftir bazısına göre bir genç muhafazakar. Hayır, aslında Foucault bunlardan hiçbiri değildir. O belki yalnızca, altı imzalanmamış “Yazar Nedir” başlıklı bir makalenin yüzünü göremediğimiz bir aktarıcısıdır. Sadece bir aracı, bir ulaktır. Onu bir ‘izm’in, bir ideolojinin insanı olarak sınıflandırmak, düşüncesine, emeğine ve mücadelesine yapılacak belki de en büyük saldırıdır. Foucault’nun kendisini, kendine biçtiği rolü ve özyaşam öyküsünü anlamak bu yüzden elzemdir. Tüm bunlar, daha sonra onun siyasete, iktidara, entelektüele ve devrime yönelik tutumuna bakarken, onu daha iyi değerlendirmek için de iyi bir başlangıç noktası teşkil etmektedir.
1- İktidarın ve ‘Politik Olan’ın Yeniden Tanımlanması
“Siyaset kuramında kralın kellesini almalıyız”
Foucault’nun yaptığı çalışmalar her şeyden önce bizleri politiğin tanımını yeniden yapmaya zorluyor. İşçi sınıfına atfedilen ayrıcalıklı devrimci potansiyelin sorgulanmaya başlandığı, merkezi devlet kurumlarına artık şüpheyle yaklaşıldığı, iktidarın yaygın ve parçalı etkisinin geleneksel yasama-yürütme-yargı kurumlarının ötesinde tanımlanır ve hissedilir olduğu 60’lı yıllardan itibaren Foucault çalışmalarını akıl hastalarının, mahkumların, azınlıkların, kısacası toplumun sınırında yaşayan ve bugüne değin tarih içindeki etkileri yok sayılanların tarihini yazmaya adamıştı. Foucault bu çalışmalarında bir yandan akıllı/deli, masum/suçlu ve sağlıklı/hasta gibi kategoriler üzerinden disiplini tesis eden kurumların normal ya da, doğal olanı dolayısıyla bilgi/iktidar rejimlerini nasıl inşa ettiğine bakarken, diğer yandan da bugüne değin eyleyicilikleri yok sayılan birçok farklı grubu siyasetin alanına çağırıyordu.
Normalleştirme ve dışlama mekanizmaları üzerinden yeniden tanımlanan bir iktidarın karşısında artık delilerin, mahkumların, hastaların ve azınlıkların, yerelin, kenarda köşede kalmışın da politikasından söz etmek mümkün olacaktı. Böylece Foucault, daha sonraki yıllarda gerek feminist muhalefeti, gerek ekolojist yaklaşımı, gerekse tüm bir sömürgecelik karşıtı hareketi besleyecek yeni bir siyaset perspektifinin ilk nüvelerini atmış oluyordu. Politika artık sadece ayrıcalıklı seçkinler arasında oynanan, siyasi partilerin ve entelektüellerin önderliğinde yürütülen ve uzmanlık gerektiren bir oyun değildi. Çok daha yaygın, çok daha gündelik hayatın içinde, isimsiz, tanımsız kişi ve grupların etkilediği, akışkan, sürekli dönüşen, ucu açık, belirsiz süreçler de bundan böyle artık politikanın sınırları içinde tanımlanacaktı.
Elbette farklı ve marjinal gruplara eyleyicilik atfeden bu yaklaşımın, o zamana değin küçük, önemsiz ve etkisiz gibi görünen yerel olayların ve grupların varlığını ancak büyük anlatı ve yapılarla, yani devletle, işçi sınıfıyla veya üretim ilişkileriyle girdikleri etkileşim çerçevesinde açıklamaya çabalayan ve tüm bir siyasi mücadeleyi de homojen yapılar ve sınıflar üzerinden değerlendiren iktidar analizleri karşısında kapsamlı bir eleştiri olduğu aşikardır. Siyasi partilerin ve entellektüellerin güttüğü ve toplumu dönüştürmek konusunda ayrıcalıklı bir potansiyele sahip sınıf veya gruplardan bahsetmek bundan böyle ancak daha nüanslı yaklaşımların içerisinde mümkün olacaktır.
İşte tam bu noktada, Foucault’nun devleti yeniden yorumlayışının, onu güç ilişkilerinin üreticisi ve merkezi değil sadece bir sonucu olarak değerlendirişinin de altını çizmek gerekir. Foucault’ya göre ortada çok daha karmaşık bir ilişkiler ağı vardır. Herkesin konuştuğu, söz sahibi olduğu, etkilediği, değiştirdiği, dönüştürdüğü bir iktidar alanıdır bu. Bu iktidar alanı ancak işleyişinde ortaya çıkar, işleyişinden bağımsız olarak ortaya çıkan bir iktidar söz konusu değildir. Dolayısıyla devlet, yasa veya polis gibi iktidar odağı olarak gözüken yapılar sadece halihazırda işlemekte olan iktidar mekanizmalarının kristalleşmesinin bir sonucu olarak vardırlar. Keza politikanın aktörleri olarak görülen siyasi partiler, entellektüeller ve aktivistler de bunun muadili bir direnişin kristalleşmiş yansımaları olarak değerlendirilebilirler. Oysa ki, halihazırdaki iktidar ilişkileri tek bir yerden veya birkaç somut kaynaktan doğru işlemez.
İktidar merkezsiz ve dağınık bir ağ gibidir ve bedenleri, arzuları, aileyi, cinsel yaşamı, bilime dair söylemi, kadınlar ve erkeler arasındaki ilişiyi, eşcinsellere bakışı, batı-dışı toplumlara yaklaşımı, delilere yönelik tutumu, kısacası gündelik hayatın hemen her alanındaki söylem ve pratikleri kurucu bir yaygınlıktadır.
Foucault’ya göre hiçbir bilgi üretimi, hiçbir doğruluk iddiası tarafsız değildir. Dolayısıyla bilginin, bilimin, hakikate dair her söylemin ve eylemin olduğu yerde iktidar da vardır. Tüm bunlardan dolayı Foucault iktidarı anlamak için, devlet, ordu, polis gibi kurumların yapısını incelemek yerine, bilgi/iktidar rejimlerinin nasıl tesis edildiğine bakmayı seçer. Ailenin içinden hastahane koridorlarına, okul sıralarından hapishane hücrelerine kadar yaygınlaşmış, tanımlayan, sınıflandıran, gözetleyen ve disipline eden iktidar, gündelik hayatın her alanına sirayet etmiştir. Foucault’nun yönetimsellik adını verdiği bir dizi taktik ve yöntemden oluşan bu model, bir toprak parçasından ziyade belli bir nüfusu yöneten, bu nüfus üzerinde disipline edici, o nüfusun refahı, yeniden üretimi, verimi, eğitimi, sağlığı, doğal afetlerle başa çıkması, ekonomisi vs. ile ilgilenen bir ilişkiler ağını tanımlar. Yasaları içselleştiren, norma tabi olan özne de bu iktidar tarafından üretilmektedir.
Dolayısıyla hemen herkes, yani bir şekilde konuşan, bilgi üreten, söz söyleyen, hareket eden ve kendisini özne olarak konumlandıran herkes, varolan iktidar mekanizmalarına ait söylem ve pratiklere eklemlenen, onu yeniden üreten veya dönüştüren politik failler olarak ortaya çıkar. Ne var ki, Foucault’nun teorisinde ayrıcalıklı, belirli, somut politik faillere yer yoktur. Keza yine ayrıcalıklı, belirli, somut politik güç merkezleri de bulunmamaktadır.
Bu denli yaygın ve dağınık bir iktidar tahayyülünün elbette, devleti araçsallaştıran ve onu ele geçirmeyi devrimin temel amacı olarak gören, bunun içinde öncülere, yol göstericilere gereksinim duyan bir devrimci geleneğe yönelik kapsamlı bir eleştiriyi içinde barındırdığı rahatlıkla söylenebilir. Foucault’ya göre siyasi dönüşümün ne kaynağı devlet, ne de hedefi devleti ele geçirmek olabilir. Örneğin 1917’de Rusya’da yaşanan ve devleti ele geçirmek suretiyle üretim ve mülkiyet ilişkilerine dair yasaların ve merkezi siyasi kurumların değiştirmesiyle sonuçlanan, bundan dolayı da adına devrim denen süreç, esasta, Sovyetler Birliği’nde yaşayan kadın ve erkeklerin, ailelerin veya işçilerin, kendi bedenlerine, arzularına ve kendi aralarındaki ilişkilere dair bakışlarını, buradaki incelikli iktidar ilişkilerini ve gündelik pratiklerin büyük bölümünü hiç değiştirmemiştir. Oysa Foucault’ya göre asıl yapılması gereken belki de bu iktidar ilişkilerinin gündelik pratiklerde tahakkümcü bir şekilde işlediği, dışlama, kapatma, aşağılama, cezalandırma, denetim altına alma yöntemlerinin hayata geçirildiği yerleri tespit etmek ve bu alanları dönüştürmek için mücadele etmektir. Dolayısıyla bundan böyle politika, neredeyse gündelik hayatın her alanında ve neredeyse kesintisiz olarak devam eden, bir etkileşim, bir mücadele, bir tabi kılma ve direnme pratiği olarak anlaşılmalıdır. Özetle, politik alanın, politik mücadelenin sathı, Foucault’nun iktidar ve direniş için geliştirdiği yeni alanlarla beraber genişlemiştir. Bundan böyle kimsenin iktidardan, iktidara tabi olmaktan veya direnmekten kaçınamadığı bir evrende, elbette devrimciliğe ve toplumsal dönüşüme dair tahayyül de kaçınılmaz bir şekilde değişmek zorunda kalacaktır.
2- Entelektüelin Siyasi İşlevi
“Sorun insanların bilincini ya da kafalarını değil; hakikati üreten siyasi, ekonomik, kurumsal rejimi değiştirmektir.”
Hakikat ve İktidar
Peki iktidarın bu denli yaygınlaştığı, öznelliğin, özne konumlarının ve özgürlüğe dair algılayışın dahi iktidar tarafından kurulduğu bu yeni politik tahayyül alanında tahakkümcü iktidar ilişkilerine karşı mücadele nasıl yürütülecek, gündelik pratiklerdeki değişim kim tarafından ve ne şekilde sağlanacaktır? Elbette bu sorulara Foucault tarafından bir yanıt verilmesini beklemek onu hiç anlamamak demek olacaktır. Bir entellektüel olarak herhalde Foucault’nun sormaktan en çok rahatsızlık duyacağı soru, son iki yüzyıldır entellektüellerin bıkmadan usanmadan büyük bir zevkle sordukları şu meşhur “ne yapmalı?” sorusu olabilir. Zira Foucault’ya göre entellektüel, doğruluk ve hakikat iddiasında bulunduğu, toplumsal sorunlara reçetelerle çözüm aradığı, dolayısıyla bilgi/iktidar rejimlerini yeniden ürettiği sürece zorlayıcı ve tahakkümcü iktidar ilişkilerinin bir parçası haline gelmekten, tahakkümcü iktidarın ta kendisi olmaktan kurtulamaz. Şüphesiz, tüm temsil ilişkileri, yani birinin bir başkası adına doğru ve iyi olanı tanımlaması, kendisini ayrıcalıklı ve öncü bir konuma yerleştirip başkalarını kendi ürettiği doğruya ve iyiye doğru zorlaması tam da iktidarın işleyiş şeklinin çarpıcı bir tezahürüdür. Entellektüel veya sözde siyasi öncü ne hakla kendisini bir yol gösterici olarak konumlandırabilir? Foucault’ya göre kitleler zaten olan bitenin farkındadır ve farkında oldukları bu koşullarla kendi yöntemleri ile başa çıkmaya çalışmaktadır. Ortada ne gizli bir gerçek, ne de bilinçlendirilmesi ve bu gizli gerçek karşında uyarılması gereken kandırılmış kitleler vardır. Kaldı ki, ortada tek bir gerçeklik durumu dahi yoktur. Bu koşullar altında Foucault entelektüelin yeni rolünü, “herkes hakkındaki ifade bulamamış hakikati söylemek için biraz öne veya biraz yana çıkmak değil, iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etmek” olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla çağdaş entellektüel, iktidarın halihazırdaki biçimi ve kurumlarıyla değil de bir başka biçimde, başka kurumlar aracılığıyla işlemesi gerektiğini empoze eden yeni bir tahakküm aracı olmaktan ziyade, halihazırdaki iktidarın nasıl işlediğini ifşa eden, bu ilişkileri tüm çıplaklığıyla ortaya serip iktidarın ipliğini pazara çıkaran bir işlev görmelidir. Bir entellektüel olarak Foucault’nun yaptığı da esasta budur. O iktidar ilişkilerinin nasıl kurulmuş olduğunu gözler önüne sererek aslında bir direnişi örgütlemektedir. O, yeni iktidar ilişkilerinin, yeni yeni iktidarların kuruluşuna hizmet eden bir görüş üretmektense bu ilişkileri analiz etmekte, açığa çıkarmaktadır. Hakikatin bir iktidar rejimi aracılığı ile kurulmuş/keyfi olarak inşa edilmiş olduğunu bizlere gösterek bir yandan da tüm hakikat rejimlerinin aslında yeniden kurulabilir, dolayısıyla değişebilir/dönüşebilir olduğunu göstermektedir.
Pek tabii bu dönüşümün nasıl olacağını ve nereye doğru evrileceğini bize Foucault söylemeyecektir. Zira onun nazarında yeni entellektüel veya çağdaş siyasi aktivist, insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen, dolayısıyla kendisini diğer insanlardan hiyerarşik olarak üstün ve ayrıcalıklı kılan buyurgan bir peygamber işlevi görmekten ziyade, insanların konuşmaları, tartışmaları, kendi adlarına karar almaları ve farklılıklarını ortaya koymaları için alan açan bir işlevi yerine getirmelidir. Bu görüşlerinden dolayı Foucault sıklıkla, “sorunlar karşısında ne yapılacağını söylememekle, çözümler üretmek kaçınıp statükoyu yeniden üretmek hatta iktidara hizmet etmekle, aşırı bir rölativizme kapılıp (o da ne demekse?) sonunda muhafazakar bir siyasete gömülüp kalmakla” suçlanmıştı. Oysa o, ne yapılması gerektiğini söylememesinin hiçbir şey yapmamak gerektiğini söylemesi anlamına gelmediğini vurguluyordu ısrarla. Elbette temsil ilişkilerinin dışında da iş görmek, bir şeyler yapmak mümkündü. Bu ise ancak, sözde otonom ve rasyonel olan bir insanı merkezine alan ve insanlığa dair ideal durumu dayatan evrenselci bir hümanizmanın ve kitleler adına ayrıcalıklı seçkinlerin bilgi/iktidar rejimleri tesis edip dayatmasına yol açan temsili demokrasinin kategorilerinin dışında düşünmekle; farkı ve farklı olanı monolitik ideolojilere ve aynı olana tabi kılan, en hakiki düzeni tanımlayıp ne yapılması gerektiğini dayatan bir düzene karşı çıkmakla mümkün olabilirdi.
Bir entelektüel olarak Foucault da bu yolu takip etmişti. Gündemdeki meseleler konusunda kendisine danışıldığında sorunları basit kategorik ayrımlarla, iyi/kötü, doğru/yanlış türünden tanımlayıp kolaycı çözümler önermemiş, bilakis sorunun aslında hiçbir zaman göründüğü kadar basit olmadığını, olan bitenin çok daha karmaşık olduğunu, işin içinden böyle kolaycılıkla çıkılamayacağını gözler önüne sermeyi seçmişti. Öncü, yol gösterici değil tartışmalar için alan açıcı, açılmış tartışmaları derinleştirici, söz söyleyemeyenlere olanak yaratan bir entelektüel modeliydi bu. Amacı meselelerin daha geniş katılımla, daha derinlemesine ve daha uzun bir süre kamuoyunu meşgul etmesiydi. Herhangi bir sonuç öngörmüyor, çözüm önermiyordu. Her şey toplumsal etkileşim sonucunda şekillenecekti ve elbette bu etkileşim ve tartışma nihai bir noktaya, bir ereğe, bir mutlak hakikate bağlanmayacaktı.
(Burada önemle belirtmek gerekir ki Foucault ne entellektüel için, ne direniş için ne de siyasi mücadele için yukarıda sıraladığımız ve sınıflandırdığımız biçimdeki bir öneriler dizisini formülize etmiştir. Sözü geçen tüm bu direniş imkanları, Foucault’nun farklı zamanlarda farklı gerekçelerde yazdıklarından, konuştuklarından, verdiği derslerden devşirdiğimiz açılımlara dayanmaktadır. )
Foucault’nun yazıları kurcalandığında onun iktidarın işleyişini ifşa etmek ve toplumsal sorunlara dair tartışmalara derinlik katarak indirgemeci ikili karşıtlıkların ötesindeki farklılıkları da ortaya çıkaran bir etkileşim sürecine katkıda bulunmak dışında entellektüel ve siyasi aktivist için bir işlev daha biçtiğini görebiliriz. Bu işlevi, sesleri duyulmayanların seslerinin duyulur kılınmasına imkan yaratmak; baskı altına alınmış, unutturulmuş, ele geçirilmiş deneyimlerin tekrar hatırlanmasına ve yeniden ortaya çıkmasına olanak sağlamak ve bizlere insanın, devletin ve iktidarın, kısacası halihazırdaki hakikat rejiminin içeriğini sorgulatan, bizleri bunların tanımını yeniden yapmaya zorlayan sınır tecrübelerini ifşa etmek olarak özetleyebiliriz. Tüm bunlar hem halihazırdaki hakikat rejiminin keyfiliğini ortaya koymakta iş göreceklerdir hem de farklı hakikat rejimlerinin olabilirliğini gözler önüne sererek alternatif tarihlerin ve alternatif yaşantıların, kısacası başka dünyaların varlığını ortaya koyacaklardır. Foucault’nun takipçilerinin akıl hastalarının deneyimlerinden, göçmenlerin bilgisine, mahkumların yaşantılarından, köylü ayaklanmalarının tarihine kadar insanlığın karanlıkta kalmış yönüne yüzlerini çevirmeleri tam da bu yüzdendir. Zira ötekileştirme aracılığı ile akıl hastalarını, mahkumları, eşcinselleri, siyahları, kadınları, azınlıkları dışlayarak normalliğini tesis eden iktidarın egemenliği yine bu sınırda olanların, bu sınır tecrübesini yaşanların dayatılan kategorik tanımlara sığmayışları, tepkileri, mücadeleleri veya belki sadece varoluşları sayesinde sarsılmaktadır da. Foucault entellektüelin bu noktadaki görevini, aşağıdaki çarpıcı cümlelerle dile getirmektedir:
“Konuşan sayısız öznenin sesleri yankılanmalıdır ve sayılamayacak kadar çok deneyimi konuşturmak gerekir. Konuşan öznenin her zaman aynı olması gerekmez. Sadece felsefenin normatif kelimelerinin çınlaması gerekmez. Her türlü deneyimi konuşturmak, konuşma yeteneğini yitirmiş olanlara, dışlanmışlara, can çekişenlere kulak vermek gerekir. Çünkü biz dışarıda bulunuyoruz, oysa ki mücadelelerin karanlık ve yalnız yüzüyle gerçekten karşı karşıya olanlar onlardır. Batı’da yaşayan bir felsefe pratisyeninin görevinin bütün bu seslere kulak vermek olduğu kanısındayım.”
Hakikat ve İktidar
Direnişin fark üzerinden örgütlendiği bu koşullarda entelektüel de bu farkı ortaya çıkaran kişi olarak iş görecektir. İktidar kontrol etmeye, kategorize etmeye çalışırken, entellektüel de sınırda olana, sınır tecrübesine, iktidarın kategorize edemediklerine bakacaktır.
3- Şu Devrim Denen Şey
“İktidara aşık olmayın”
Anti-oedipus’a Önsöz
Politik olanın böylesi geniş bir satıhda tanımlandığı; iktidarın dönüşümünde tüm temsili süreçlerin, hümanizma ve demokrasinin, ve elbette liberalizmin ve marxsizmin birleştirici lakin tabi kılıcı ideallerinin terk edildiği bir evrende bir devrim tahayyül edilebilir miydi? Edilebilirse böyle bir devrim nasıl olabilirdi?
Focault asla somut, açık ve net bir devrim programı, modeli, öngörüsü, hedefi veya yöntemi ortaya koymadığı gibi, hayatı boyunca topyekün bir devrim fikrine de karşı çıkmıştır. Ne var ki, devrim, devrimcilik, isyan ve ayaklanma gibi kavram ve olgular hakkında görüş belirtmekten de kaçınmamıştır.
Her şeyden önce Foucault’nun çağımızdaki siyasi tahayyül yoksunluğundan yakındığını biliyoruz. Foucault, “Marxizmden Nasıl Kurtulmalı?” başlıklı bir söyleşinde geçmişin zengin ve yaratıcı politik hayalgücüne nazaran bugün hayalgüçlerimize ket vuran bir siyasi tahayyül yoksulluğundan açıkça söz etmektedir. Ona göre bu yoksunluğun ve yoksulluğun başlıca nedenlerinden biri marxism (Marx değil marxism) ve benzeri monolitik ideolojilerdir. Zira bu tip ideolojiler tarih boyunca ancak siyasi partiler ve devletlerle birlikte varolagelmiş bir iktidar ilişkileri toplamıdır. Farklı hayalleri, farklı beklentileri, farklı arzuları tek bir hedefe, tek bir programa yönlendirerek, merkezi bir karar alma mekanizmasına tabi kılarak hapseden, çeşitlilikten kaynaklanan bir hayalgücü zenginliğini kısırlaştıran, hakikat konusunda zorlayıcı dinamiklerdir. Oysa Foucault tabi kılıcı temsil ilişkilerinin ötesinde bir siyasi tahayyül arayışındadır. Kendisini evrensel hümanizmaya, evrensel sınıf çatışmasına veyahut evrensel yasalara dayandıran, ancak bu şekilde meşru ve haklı bir zemin elde ettiği düşünülen geçmişin politik örgütlenmelerinin aksine, yereldeki sorunlara büyük anlatılarla zoraki bir ilişki kurmaksızın ilgilenen, herkesin farklı beklenti, görüş ve ideallerini hayata geçirmesine olanak tanıyan bir siyasi tahayyüldür bu. Bu noktada Foucault’nun, devlete, siyasi parti veya örgütlere odaklanan, onları siyasi dönüşümün ana belirleyicileri olarak değerlendiren ve dolayısıyla devrimi de onların ele geçirilmesiyle gerçekleşen bir kırılma anı olarak gören yaklaşımlar yerine, insanların gündelik yaşamlarındaki dönüşümlere ve nelerin bu dönüşümlere yol açtığına bakan, gündelik hayatları iyileştirmeyi, gündelik pratikleri tahakkümcü ilişkilerden arındırmaya hedefleyen ve tüm bunları da uzun vadeli, sürekli ve etkileşimli evrimsel bir dönüşüm süreci olarak kurgulayan yeni bir devrimci anlayışı önerdiği söylenebilir. Dolayısıyla bizler de Foucault’yu hem siyaset kuramına getirdiği yeni bakış ve yöntemler hem de tahayyül ettiği ve zaman zaman kendisinin de bizzat yürüttüğü mücadelesi dolayısıyla ‘devrimci’ olarak adlandırabiliriz. Pek tabii bu noktada o, devrim ve devrimcilik arasında alışageldiğimiz ilişkiyi tersyüz eden bir farka dikkat çekecektir. Zira onun hayalindeki devrimcilik, tüm insanlar adına doğru olanın dayatıldığı sözde topyekün bir devrimi belli bir kırılma anında hayata geçirmek değil, incelikli iktidar ilişkilerini ifşa edip farklı olanın, alternatif olanın kapısını aralamayı amaç edinen sonu gelmez, sürekli bir mücadeledir.
Tam da bu nedenlerle, yani yerel sorunlara odaklandığı, insanların, görüşlerin, yaşantıların farklılığını ısrarla vurguladığı, hümanizmayı, marxizmi ve başta insan aklının merkeziliği olmak üzere her türlü merkezi söylem ve kurumu radikal bir dille eleştirdiği için Foucault devrime ihanet etmekle, muhafazakarlığa hizmet etmekle ve hatta özgürlük idealini yok etmekle suçlanmıştır. Oysa Foucault yaptığı felsefenin doğrudan bir siyasi ideoloji veya bir politik program öngörmediğini her daim tekrarlamamış mıydı? İktidar Üzerine Diyalog başlıklı metininde Foucault şöyle diyordu: “tutucu bir felsefenin veya devrimci bir felsefenin olduğuna inanmıyorum. Devrim siyasi bir süreçtir; aynı zamanda ekonomik bir süreçtir. Ama bu felsefi bir ideoloji oluşturmaz…” Ve ardından Hegel ve Nietzsche örneklerini veriyordu. Zira Hegel bir yandan devrimci bir felsefe, ideoloji ve yöntem üretmişti, bir yandan da düşüncelerinden tutucu bir yorum çıkarılabilirdi. Keza Nietzsche de fantastik denebilecek düşünceler ve araçlar geliştirmişti. Tüm bunlar Nazi partisi tarafından yeniden ele alındı. Bugün ise çok sayıda sol düşünür tarafından kullanılmaktaydı. Dolayısıyla, Foucault’ya göre söylediğimiz şeyin bir devrime hizmet edip etmeyeceğini baştan bilemeyiz. Bu ancak toplumsal etkileşim süreci içinde belli olacaktır. Düşünürün yapabileceği bu noktada, düşüncelerinin kapatılmasına, bir ideolojiye, bir dogmaya dönüştürülmesine karşı koymaktır.
Foucault’nun da büyük anlatılar ortaya koymaktan kaçınması gericilik yapmasıyla değil, düşüncelerinin böylesi bir ideolojiye dönüşmesini istememesi, birinin bir başkası adına konuşmasının en büyük utanç olduğunu düşünmesi ve farka saygı duyması ile açıklanabilir şüphesiz. Bu noktada aslında paradoksal bir şekilde yanılan, onu yerelle ve farklı olanla ilgilenmekle suçlayan ortodoks solculardır. Zira ortodoks solcuların yaptıkları da elbette yerel bir iştir. Fikirlerini ve programlarını kendi elitist ve ayrıcalıklı öncü partileri içinde, yani tamamen kendi yerel ve küçük gruplarında geliştirmişlerdir. Onların Foucault’dan farkları bu yerel ve kendi farklılıklarını ortaya koyan fikirlerini ayrıcalıklı ve üstün kılarak tüm bir insanlığa dayatma, insanları bu hakikate zorlamalarıdır. Dolayısıyla Foucault, “ben yerele, özel olana bakıyorum, zaten bunun aksi de hiçbir zaman mümkün değildir” derken çok haklıdır. Ona göre işin inceliği bunu yaparken yerele, özele dair fikri genele dayatmaktan kaçınmaktır.
Foucault’ya yönelik tepkilerin birçoğu, her türlü anti-hümanist, anti-rasyonalist yaklaşımın hatta sosyalizm dışından gelen her türlü anti-liberal tepkinin doğrudan doğruya muhafazakarlığa, faşizme hizmet edeceğine dair reaksiyoner refleksten kaynaklanmaktadır. Oysa Foucault’nun ne muhafazakarların ‘insan doğuştan kötü ve eksiktir’ önkabulünü benimsediği ne de ilahi bir din ve otoriteye boyun eğmeği savunduğu söylenebilir. O sadece öznenin liberal varsayımın aksine bağımsız ve otonom olmadığını; söylemler, kurumlar ve pratikler tarafından inşa edildiğini, dolayısıyla aklın mutlak egemenliğini kurmak ideali yerine içine atıldığı dünyaya eklemlenen insanların geçici, parçalı ve irili ufaklı evrimsel mücadelesini yürütmek gerektiğini savunmuştur. Bu ayrımları görmek çok önemlidir; çünkü Foucault aslında muhafazakar olmak şöyle dursun, bu görüşlerinden dolayı tam anlamıyla bir muhafazakarlık karşıtıdır. Temsil ilişkilerinden kaynaklanan her türlü otoriteyi, tahakkümcü ilişkiyi, dinleri ve büyük anlatıları reddeden, her türlü özcü atfa karşı çıkan ve yeni özgürlükçü siyasi tahayüllerin peşinden koşan bir görüşün aracısı nasıl muhafazakar olabilir? Elbette Foucault’nun bu duruşu hem sağcı hem de solcu muhafazakarlığa karşıdır. Ne var ki, sol ortadoksi veya Habermas türevi hümanistler, kendi pozisyonları ile muhafazakarlık arasındaki ilişkiyi görmekten aciz oldukları; dolayısıyla sol ile, hümanizm ile muhafazakarlığı bağdaşdırmaya yanaşmadıkları için Foucault’yu bu atıfla suçlama kolaycılığını seçmişlerdir.
Çünkü Foucault’nun söyledikleri bir zamanların devrimcilerinin işine gelmemektedir. Foucault fark fikrine vurgu yaparak, muhafazakarlığın farkın total bütünlük içinde eritilmesine, farkın yok edilmesine ve insanların aynı kategorilere tabii kılınarak denetim altında alınmasına yol açtığını söyleyerek kurtuluşçu devrimcilerin, ortadoks marxistlerin ve hümanistlerin otoriter eğilimlerini, iktidar fetişizmlerini ifşa etmektedir. Keza yine Foucault bu yaklaşımlarıyla devrimci tembelliğe karşı bir önçalışma başlatmış olmaktadır. Zira bundan böyle kendine devrimci diyen hiç kimse, kriz, kırılma ve devrim anını bekliyoruz yaftasına sığınamayacak veya “artık devrim oldu, devleti ele geçirdik, o da bir süre sonra zaten ortadan kalkacak, bizim işimiz burada bitti”, diyemecektir. Çünkü devrimcilik Foucault’dan sonra artık bir yaşam biçimi, gündelik hayatta sürekli devam eden, hiç bitmeyecek bir mücadele olarak görülecektir.
Tüm bu mücadeleler arasında Foucault’nun ayaklanma olgusuna, isyan anına yine de bir ayrıcalık tanıdığı söylenebilir. Zira çalışmalarında devamlı surette iktidarın yaygınlığından, yaşamın her alanına nüfuz etmişliğinden, iktidarın dışının olmadığından dem vuran Foucault İran’da 1978-79 döneminde yaşananlara dair yazdığı “Ayaklanmak Gereksiz mi?” başlıklı yazısında buradaki ayaklanmayı iktidarların mutlak olarak mutlak olmadıklarının, zaafiyetlerinin, böylesi hareketleri tamamiyle imkansız kılacak yetenekten yoksunluklarının göstergesi olarak tanımlamaktadır. Tek bir insanın, bir grubun, bir azınlığın ya da tüm bir halkın “artık itaat etmiyorum” dediği ve adaletsiz olarak değerlendirdiği bir iktidara karşı kendi hayatını ortaya koyduğu manasındaki bir ayaklanma Foucault’ya göre normatif bir şekilde haklı/haksız veya gerekli/gereksiz gibi kategorilerle değerlendirilemez. O bir olgudur. Hakikat rejimlerine, halihazırdaki gerçekliğe meydan okuyan ve tarihin akışına yön veren bir olgu. Foucault’ya göre ayaklanma yahut isyan hastalıkları iyileştirmez, suçluları masum kılmaz, yahut vaadedilmiş mutlu bir geleceği garanti etmez. İsyan anı yalnızca süregiden koşullara katlanamamanın bir dışavurumu olarak vuku bulur. Ve bu haliyle, yani yalnızca varoluşuyla, ayaklanma tüm iktidar ilişkileri için büyük ve sarsıcı bir tehdit oluşturur. Çünkü ayaklanmanın sonucu öngörülemez, neye yol açacağı bilinemez. Bundan dolayı iktidarlar ayaklanmadan korkarlar ve ayaklanmayı denetim altına alarak saf dışı bırakmaya çalışırlar. İşte tam bu noktada Foucault devrim ve ayaklanma arasındaki farkı çarpıcı bir şekilde dile getirir. Çünkü ne zaman bir ayaklanma, bir isyan, devrim haline gelir, devrim adını alır, belli bir programa, bir ideale ve belirli somut bir geleceğe bağlanırsa işte o an isyan denetim altına alınmış, öngörülür kılınmış ve iktidar ilişkilerinin bir parçası haline gelmiş olur. İşte bu süreçte ayaklananlar, iktidar ilişkilerine bulaşmaktan kaçınanlar hep kaybetmiş, iktidarı reddetmenin bedelini genellikle hayatlarıyla ödemişlerdir. Devrimi yapanlar, iktidarı alanlar ise hep kazanan, hep katleden taraf olmuştur şüphesiz. 1917 öncesinde “tüm iktidar sovyetlere” diye haykıran ve halkı çara karşı isyana kışkırtan Lenin ve ekibi de, 1979’da halkı monarşiye karşı isyana çağıran Humeyni ve molları da ikiyüzlüdür. Zira onlar ayaklanmayı iktidara giden yolca ancak araçsal ve geçici bir an olarak görmektedirler. Ne var ki, esasta ayaklanmadan herkesten çok onlar korkmaktadırlar. Çardan veya şahtan kurtuldukları ve iktidarlarını tesis ettikleri anda, ayaklanmaları en şiddetle bastıran ve dünyanın en despotik rejimlerini kuranlar, bu sözde devrimlerin önderleri olmuşlardır. Çara karşı ayaklanmanın Sovyetler Birliği’ne dönüşmesi ve bu isyanın Rus Devrimi adını alması Ukrayna’da, Kronştad’ta iktidara kara bayrak açan onbinlerce anarşistin kıyıma uğramasına mal olmuştur. Keza İran İslam Cumhuriyeti de şaha karşı isyanda islamcılarla omuz omuza mücadele eden onbinlerce komünist-Fedai’nin kanları üzerinde kurulmuştur. Tüm bu baskı, tüm bu zulüm, ancak insanlığın uzun zamandır tanık olmadığı böylesi büyük bir isyandan duyulan korkuyla açıklanabilir Foucault’ya göre. Devrim de ayaklanmadan hep korkmuştur ve hala korkmaktadır. Foucault iki yüz yıldan beri tarihe egemen olan ‘devrim çağı’nın ayaklanma üzerindeki normalleştirici tahakkümünü şu cümlelerle gözler önüne sermektedir:
“Devrim kavramı zaman algılayışımızı örgütledi, umutları kutuplaştırdı. Rasyonel ve hakim olunabilir bir tarih ortamına ayaklanmayı alıştırmak için büyük çaba gösterdi: Ayaklanmaya meşruiyet verdi, iyi ve kötü biçimlerini sınıflandırdı, gelişimini ve yasalarını belirledi; önkoşullarını hedeflerini ve tamamlanma usullerini saptadı. Hatta devrimcilik mesleği bile tanımlandı. Ayaklanma böylece uzlaştırılırken, kendi hakikati içinde ortaya çıkarıldığı ve gerçek sınırına kadar götürüldüğü varsayıldı. Şaşırtıcı ve korkunç bir vaat…”
Ve Foucault tam bu noktada Max Horkheimer tarafından ortaya atılan şu soruyu tekrar sorarak bizi devrim fikrine isyana çağırır:
“Peki şu devrim denen şey gerçekten bu kadar arzulanır bir şey mi?”
Anonim
İktidar Üzerine Diyalog
Michel Foucault’nun devrim olgusuna yaklaşımını ve devrim kavramına yönelik tavrını tartışmaya başlamadan önce kendisinin düşünce tarihi içindeki konumuna, daha doğrusu kendi kendisini düşünce tarihi içinde nasıl gördüğüne bakmakta yarar var. Zira Foucault’nun kendi konumuna biçtiği rol, onun bu yazıda üzerinde duracağım politikanın tanımı, iktidarın yapısı, öznenin kuruluşu ve entelektüelin işlevine dair yaklaşımlarının ipuçlarını daha baştan veriyor.
Yerleşik düşünce kalıplarına yönelik yadırgatmacı ve eleştirel tutumu, aydınlanmanın iki yüz yıl boyunca kök salan ve insanı merkezine alan bir hümanizma geleneğini karşısına alan tavrıyla Foucault, düşünce tarihinde adeta bir kırılma noktası olarak değerlendirilmiştir. Ne var ki, her şeyden önce, Michel Foucault’yu tüm bir felsefe tarihi içinde devrimci bir kopuşun öznesi olarak değerlendirmek onun tüm çalışmalarını ve mücadelesini yok saymak anlamına gelecektir. Bunun yerine onu içinde bulunduğu çağın siyasal, sosyal ve fikirsel bağlamını göz önünde bulundurarak konumlandırmak daha isabetli olur. Foucault, Sovyetlerin ve sol ortodoksinin Batı’da özellikle öğrenciler ve genç radikaller tarafından topa tutulduğu, Batı’ya karşı yürütülen sömürgecilik karşıtı hareketlerin doruk noktasına ulaştığı, nükleer silahların ve ağır sanayi kapitalizminin doğaya yönelik tehditlerinin gözler önüne serilip şiddetle protesto edildiği, bilimin ve aklın tarafsızlığına artık şüpheyle yaklaşıldığı yılların, 60’lar ve 70’lerin arasında bir yerlerde bir yazar olarak zuhur etmiştir. O ancak kendinden önce oluşmuş bir düşünce geleneğinin, Nietzsche’nin, Weber’in, Gramsci’nin, Heidegger’in, Adorno’nun, elbette Marx’ın ve yapısalcı Marksizmin önde gelen düşünürü ve aynı zamanda kendi hocası da olan Althusser’in takipçisi olarak anlaşılabilir. Kendisi, situasyonizmden anti-psikiyatriye, anarşizmden ekolojizme birçok farklı akımı barındıran bir kuşağın tezahürüdür. Dolayısıyla Foucault ne bir başlangıç ne bir kırılma ne de bir sondur. Gökten zembille inmiş ve tüm bir iktidar kuramını baştan aşağı tersine çevirmiş de değildir. O ne kendinden menkul bir öznedir, ne belli bir akım veya görüşün temsilcisi ne de bütünlükçü bir devrimin organik entelektüeli. Onu belki ancak kendinden önce inşa edilmiş bir dünyaya atılmış, bu dünyaya eklemlenmiş ve eklemlendiği dünyayı yeniden anlamlandırarak dönüştürmüş bir varlık olarak görebiliriz.
“Yazar Nedir?” başlıklı makalesinde, Foucault yazarın esasta içinde bulunduğu koşullar tarafından kurulduğundan, adının önemsizliğinden, varlığının geçiciliğinden, önemli olanın söylenenin, ağızdan çıkanın eyleyiciliği olduğundan dem vurmaktaydı. Foucault’ya göre bugün gündelik söylemde ‘yazar’ bu şekilde algılanmıyordu. O şimdiden geçmişe bakılarak yapılmış seçici bir okumanın bir ürünü olarak, bazı söyledikleri öne çıkarılıp bazı söyledikleri görmezden gelinerek, sanki tutarlı ve bütünlükçü bir düşüncenin yekpare bir temsilcisiymiş gibi sınıflandırılıyordu. Focault’nun eleştirdiği nokta, anlamın özgürleşmesinden korkulduğu bir noktada yazarın ideolojik bir figür olarak sabitlenmesi, düşüncesinin kapatılması ve donuk ve ruhsuz bir heykel gibi inşa edilmesiydi. Ne yazık ki, ilerleyen yıllarda Foucault’nun hayaleti de böylesi bir putlaştırmadan kendini kurtaramayacaktı. Bugün karşımıza çıkartılan bir dolu Foucault heykeli işte bu putlaştırmanın ürünleridir. Kimi tasvirlerde o bir postmoderndir kimisinde bir post-yapısalcı. Bazı temsillere göre o bir muhaliftir bazısına göre bir genç muhafazakar. Hayır, aslında Foucault bunlardan hiçbiri değildir. O belki yalnızca, altı imzalanmamış “Yazar Nedir” başlıklı bir makalenin yüzünü göremediğimiz bir aktarıcısıdır. Sadece bir aracı, bir ulaktır. Onu bir ‘izm’in, bir ideolojinin insanı olarak sınıflandırmak, düşüncesine, emeğine ve mücadelesine yapılacak belki de en büyük saldırıdır. Foucault’nun kendisini, kendine biçtiği rolü ve özyaşam öyküsünü anlamak bu yüzden elzemdir. Tüm bunlar, daha sonra onun siyasete, iktidara, entelektüele ve devrime yönelik tutumuna bakarken, onu daha iyi değerlendirmek için de iyi bir başlangıç noktası teşkil etmektedir.
1- İktidarın ve ‘Politik Olan’ın Yeniden Tanımlanması
“Siyaset kuramında kralın kellesini almalıyız”
Foucault’nun yaptığı çalışmalar her şeyden önce bizleri politiğin tanımını yeniden yapmaya zorluyor. İşçi sınıfına atfedilen ayrıcalıklı devrimci potansiyelin sorgulanmaya başlandığı, merkezi devlet kurumlarına artık şüpheyle yaklaşıldığı, iktidarın yaygın ve parçalı etkisinin geleneksel yasama-yürütme-yargı kurumlarının ötesinde tanımlanır ve hissedilir olduğu 60’lı yıllardan itibaren Foucault çalışmalarını akıl hastalarının, mahkumların, azınlıkların, kısacası toplumun sınırında yaşayan ve bugüne değin tarih içindeki etkileri yok sayılanların tarihini yazmaya adamıştı. Foucault bu çalışmalarında bir yandan akıllı/deli, masum/suçlu ve sağlıklı/hasta gibi kategoriler üzerinden disiplini tesis eden kurumların normal ya da, doğal olanı dolayısıyla bilgi/iktidar rejimlerini nasıl inşa ettiğine bakarken, diğer yandan da bugüne değin eyleyicilikleri yok sayılan birçok farklı grubu siyasetin alanına çağırıyordu.
Normalleştirme ve dışlama mekanizmaları üzerinden yeniden tanımlanan bir iktidarın karşısında artık delilerin, mahkumların, hastaların ve azınlıkların, yerelin, kenarda köşede kalmışın da politikasından söz etmek mümkün olacaktı. Böylece Foucault, daha sonraki yıllarda gerek feminist muhalefeti, gerek ekolojist yaklaşımı, gerekse tüm bir sömürgecelik karşıtı hareketi besleyecek yeni bir siyaset perspektifinin ilk nüvelerini atmış oluyordu. Politika artık sadece ayrıcalıklı seçkinler arasında oynanan, siyasi partilerin ve entelektüellerin önderliğinde yürütülen ve uzmanlık gerektiren bir oyun değildi. Çok daha yaygın, çok daha gündelik hayatın içinde, isimsiz, tanımsız kişi ve grupların etkilediği, akışkan, sürekli dönüşen, ucu açık, belirsiz süreçler de bundan böyle artık politikanın sınırları içinde tanımlanacaktı.
Elbette farklı ve marjinal gruplara eyleyicilik atfeden bu yaklaşımın, o zamana değin küçük, önemsiz ve etkisiz gibi görünen yerel olayların ve grupların varlığını ancak büyük anlatı ve yapılarla, yani devletle, işçi sınıfıyla veya üretim ilişkileriyle girdikleri etkileşim çerçevesinde açıklamaya çabalayan ve tüm bir siyasi mücadeleyi de homojen yapılar ve sınıflar üzerinden değerlendiren iktidar analizleri karşısında kapsamlı bir eleştiri olduğu aşikardır. Siyasi partilerin ve entellektüellerin güttüğü ve toplumu dönüştürmek konusunda ayrıcalıklı bir potansiyele sahip sınıf veya gruplardan bahsetmek bundan böyle ancak daha nüanslı yaklaşımların içerisinde mümkün olacaktır.
İşte tam bu noktada, Foucault’nun devleti yeniden yorumlayışının, onu güç ilişkilerinin üreticisi ve merkezi değil sadece bir sonucu olarak değerlendirişinin de altını çizmek gerekir. Foucault’ya göre ortada çok daha karmaşık bir ilişkiler ağı vardır. Herkesin konuştuğu, söz sahibi olduğu, etkilediği, değiştirdiği, dönüştürdüğü bir iktidar alanıdır bu. Bu iktidar alanı ancak işleyişinde ortaya çıkar, işleyişinden bağımsız olarak ortaya çıkan bir iktidar söz konusu değildir. Dolayısıyla devlet, yasa veya polis gibi iktidar odağı olarak gözüken yapılar sadece halihazırda işlemekte olan iktidar mekanizmalarının kristalleşmesinin bir sonucu olarak vardırlar. Keza politikanın aktörleri olarak görülen siyasi partiler, entellektüeller ve aktivistler de bunun muadili bir direnişin kristalleşmiş yansımaları olarak değerlendirilebilirler. Oysa ki, halihazırdaki iktidar ilişkileri tek bir yerden veya birkaç somut kaynaktan doğru işlemez.
İktidar merkezsiz ve dağınık bir ağ gibidir ve bedenleri, arzuları, aileyi, cinsel yaşamı, bilime dair söylemi, kadınlar ve erkeler arasındaki ilişiyi, eşcinsellere bakışı, batı-dışı toplumlara yaklaşımı, delilere yönelik tutumu, kısacası gündelik hayatın hemen her alanındaki söylem ve pratikleri kurucu bir yaygınlıktadır.
Foucault’ya göre hiçbir bilgi üretimi, hiçbir doğruluk iddiası tarafsız değildir. Dolayısıyla bilginin, bilimin, hakikate dair her söylemin ve eylemin olduğu yerde iktidar da vardır. Tüm bunlardan dolayı Foucault iktidarı anlamak için, devlet, ordu, polis gibi kurumların yapısını incelemek yerine, bilgi/iktidar rejimlerinin nasıl tesis edildiğine bakmayı seçer. Ailenin içinden hastahane koridorlarına, okul sıralarından hapishane hücrelerine kadar yaygınlaşmış, tanımlayan, sınıflandıran, gözetleyen ve disipline eden iktidar, gündelik hayatın her alanına sirayet etmiştir. Foucault’nun yönetimsellik adını verdiği bir dizi taktik ve yöntemden oluşan bu model, bir toprak parçasından ziyade belli bir nüfusu yöneten, bu nüfus üzerinde disipline edici, o nüfusun refahı, yeniden üretimi, verimi, eğitimi, sağlığı, doğal afetlerle başa çıkması, ekonomisi vs. ile ilgilenen bir ilişkiler ağını tanımlar. Yasaları içselleştiren, norma tabi olan özne de bu iktidar tarafından üretilmektedir.
Dolayısıyla hemen herkes, yani bir şekilde konuşan, bilgi üreten, söz söyleyen, hareket eden ve kendisini özne olarak konumlandıran herkes, varolan iktidar mekanizmalarına ait söylem ve pratiklere eklemlenen, onu yeniden üreten veya dönüştüren politik failler olarak ortaya çıkar. Ne var ki, Foucault’nun teorisinde ayrıcalıklı, belirli, somut politik faillere yer yoktur. Keza yine ayrıcalıklı, belirli, somut politik güç merkezleri de bulunmamaktadır.
Bu denli yaygın ve dağınık bir iktidar tahayyülünün elbette, devleti araçsallaştıran ve onu ele geçirmeyi devrimin temel amacı olarak gören, bunun içinde öncülere, yol göstericilere gereksinim duyan bir devrimci geleneğe yönelik kapsamlı bir eleştiriyi içinde barındırdığı rahatlıkla söylenebilir. Foucault’ya göre siyasi dönüşümün ne kaynağı devlet, ne de hedefi devleti ele geçirmek olabilir. Örneğin 1917’de Rusya’da yaşanan ve devleti ele geçirmek suretiyle üretim ve mülkiyet ilişkilerine dair yasaların ve merkezi siyasi kurumların değiştirmesiyle sonuçlanan, bundan dolayı da adına devrim denen süreç, esasta, Sovyetler Birliği’nde yaşayan kadın ve erkeklerin, ailelerin veya işçilerin, kendi bedenlerine, arzularına ve kendi aralarındaki ilişkilere dair bakışlarını, buradaki incelikli iktidar ilişkilerini ve gündelik pratiklerin büyük bölümünü hiç değiştirmemiştir. Oysa Foucault’ya göre asıl yapılması gereken belki de bu iktidar ilişkilerinin gündelik pratiklerde tahakkümcü bir şekilde işlediği, dışlama, kapatma, aşağılama, cezalandırma, denetim altına alma yöntemlerinin hayata geçirildiği yerleri tespit etmek ve bu alanları dönüştürmek için mücadele etmektir. Dolayısıyla bundan böyle politika, neredeyse gündelik hayatın her alanında ve neredeyse kesintisiz olarak devam eden, bir etkileşim, bir mücadele, bir tabi kılma ve direnme pratiği olarak anlaşılmalıdır. Özetle, politik alanın, politik mücadelenin sathı, Foucault’nun iktidar ve direniş için geliştirdiği yeni alanlarla beraber genişlemiştir. Bundan böyle kimsenin iktidardan, iktidara tabi olmaktan veya direnmekten kaçınamadığı bir evrende, elbette devrimciliğe ve toplumsal dönüşüme dair tahayyül de kaçınılmaz bir şekilde değişmek zorunda kalacaktır.
2- Entelektüelin Siyasi İşlevi
“Sorun insanların bilincini ya da kafalarını değil; hakikati üreten siyasi, ekonomik, kurumsal rejimi değiştirmektir.”
Hakikat ve İktidar
Peki iktidarın bu denli yaygınlaştığı, öznelliğin, özne konumlarının ve özgürlüğe dair algılayışın dahi iktidar tarafından kurulduğu bu yeni politik tahayyül alanında tahakkümcü iktidar ilişkilerine karşı mücadele nasıl yürütülecek, gündelik pratiklerdeki değişim kim tarafından ve ne şekilde sağlanacaktır? Elbette bu sorulara Foucault tarafından bir yanıt verilmesini beklemek onu hiç anlamamak demek olacaktır. Bir entellektüel olarak herhalde Foucault’nun sormaktan en çok rahatsızlık duyacağı soru, son iki yüzyıldır entellektüellerin bıkmadan usanmadan büyük bir zevkle sordukları şu meşhur “ne yapmalı?” sorusu olabilir. Zira Foucault’ya göre entellektüel, doğruluk ve hakikat iddiasında bulunduğu, toplumsal sorunlara reçetelerle çözüm aradığı, dolayısıyla bilgi/iktidar rejimlerini yeniden ürettiği sürece zorlayıcı ve tahakkümcü iktidar ilişkilerinin bir parçası haline gelmekten, tahakkümcü iktidarın ta kendisi olmaktan kurtulamaz. Şüphesiz, tüm temsil ilişkileri, yani birinin bir başkası adına doğru ve iyi olanı tanımlaması, kendisini ayrıcalıklı ve öncü bir konuma yerleştirip başkalarını kendi ürettiği doğruya ve iyiye doğru zorlaması tam da iktidarın işleyiş şeklinin çarpıcı bir tezahürüdür. Entellektüel veya sözde siyasi öncü ne hakla kendisini bir yol gösterici olarak konumlandırabilir? Foucault’ya göre kitleler zaten olan bitenin farkındadır ve farkında oldukları bu koşullarla kendi yöntemleri ile başa çıkmaya çalışmaktadır. Ortada ne gizli bir gerçek, ne de bilinçlendirilmesi ve bu gizli gerçek karşında uyarılması gereken kandırılmış kitleler vardır. Kaldı ki, ortada tek bir gerçeklik durumu dahi yoktur. Bu koşullar altında Foucault entelektüelin yeni rolünü, “herkes hakkındaki ifade bulamamış hakikati söylemek için biraz öne veya biraz yana çıkmak değil, iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etmek” olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla çağdaş entellektüel, iktidarın halihazırdaki biçimi ve kurumlarıyla değil de bir başka biçimde, başka kurumlar aracılığıyla işlemesi gerektiğini empoze eden yeni bir tahakküm aracı olmaktan ziyade, halihazırdaki iktidarın nasıl işlediğini ifşa eden, bu ilişkileri tüm çıplaklığıyla ortaya serip iktidarın ipliğini pazara çıkaran bir işlev görmelidir. Bir entellektüel olarak Foucault’nun yaptığı da esasta budur. O iktidar ilişkilerinin nasıl kurulmuş olduğunu gözler önüne sererek aslında bir direnişi örgütlemektedir. O, yeni iktidar ilişkilerinin, yeni yeni iktidarların kuruluşuna hizmet eden bir görüş üretmektense bu ilişkileri analiz etmekte, açığa çıkarmaktadır. Hakikatin bir iktidar rejimi aracılığı ile kurulmuş/keyfi olarak inşa edilmiş olduğunu bizlere gösterek bir yandan da tüm hakikat rejimlerinin aslında yeniden kurulabilir, dolayısıyla değişebilir/dönüşebilir olduğunu göstermektedir.
Pek tabii bu dönüşümün nasıl olacağını ve nereye doğru evrileceğini bize Foucault söylemeyecektir. Zira onun nazarında yeni entellektüel veya çağdaş siyasi aktivist, insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen, dolayısıyla kendisini diğer insanlardan hiyerarşik olarak üstün ve ayrıcalıklı kılan buyurgan bir peygamber işlevi görmekten ziyade, insanların konuşmaları, tartışmaları, kendi adlarına karar almaları ve farklılıklarını ortaya koymaları için alan açan bir işlevi yerine getirmelidir. Bu görüşlerinden dolayı Foucault sıklıkla, “sorunlar karşısında ne yapılacağını söylememekle, çözümler üretmek kaçınıp statükoyu yeniden üretmek hatta iktidara hizmet etmekle, aşırı bir rölativizme kapılıp (o da ne demekse?) sonunda muhafazakar bir siyasete gömülüp kalmakla” suçlanmıştı. Oysa o, ne yapılması gerektiğini söylememesinin hiçbir şey yapmamak gerektiğini söylemesi anlamına gelmediğini vurguluyordu ısrarla. Elbette temsil ilişkilerinin dışında da iş görmek, bir şeyler yapmak mümkündü. Bu ise ancak, sözde otonom ve rasyonel olan bir insanı merkezine alan ve insanlığa dair ideal durumu dayatan evrenselci bir hümanizmanın ve kitleler adına ayrıcalıklı seçkinlerin bilgi/iktidar rejimleri tesis edip dayatmasına yol açan temsili demokrasinin kategorilerinin dışında düşünmekle; farkı ve farklı olanı monolitik ideolojilere ve aynı olana tabi kılan, en hakiki düzeni tanımlayıp ne yapılması gerektiğini dayatan bir düzene karşı çıkmakla mümkün olabilirdi.
Bir entelektüel olarak Foucault da bu yolu takip etmişti. Gündemdeki meseleler konusunda kendisine danışıldığında sorunları basit kategorik ayrımlarla, iyi/kötü, doğru/yanlış türünden tanımlayıp kolaycı çözümler önermemiş, bilakis sorunun aslında hiçbir zaman göründüğü kadar basit olmadığını, olan bitenin çok daha karmaşık olduğunu, işin içinden böyle kolaycılıkla çıkılamayacağını gözler önüne sermeyi seçmişti. Öncü, yol gösterici değil tartışmalar için alan açıcı, açılmış tartışmaları derinleştirici, söz söyleyemeyenlere olanak yaratan bir entelektüel modeliydi bu. Amacı meselelerin daha geniş katılımla, daha derinlemesine ve daha uzun bir süre kamuoyunu meşgul etmesiydi. Herhangi bir sonuç öngörmüyor, çözüm önermiyordu. Her şey toplumsal etkileşim sonucunda şekillenecekti ve elbette bu etkileşim ve tartışma nihai bir noktaya, bir ereğe, bir mutlak hakikate bağlanmayacaktı.
(Burada önemle belirtmek gerekir ki Foucault ne entellektüel için, ne direniş için ne de siyasi mücadele için yukarıda sıraladığımız ve sınıflandırdığımız biçimdeki bir öneriler dizisini formülize etmiştir. Sözü geçen tüm bu direniş imkanları, Foucault’nun farklı zamanlarda farklı gerekçelerde yazdıklarından, konuştuklarından, verdiği derslerden devşirdiğimiz açılımlara dayanmaktadır. )
Foucault’nun yazıları kurcalandığında onun iktidarın işleyişini ifşa etmek ve toplumsal sorunlara dair tartışmalara derinlik katarak indirgemeci ikili karşıtlıkların ötesindeki farklılıkları da ortaya çıkaran bir etkileşim sürecine katkıda bulunmak dışında entellektüel ve siyasi aktivist için bir işlev daha biçtiğini görebiliriz. Bu işlevi, sesleri duyulmayanların seslerinin duyulur kılınmasına imkan yaratmak; baskı altına alınmış, unutturulmuş, ele geçirilmiş deneyimlerin tekrar hatırlanmasına ve yeniden ortaya çıkmasına olanak sağlamak ve bizlere insanın, devletin ve iktidarın, kısacası halihazırdaki hakikat rejiminin içeriğini sorgulatan, bizleri bunların tanımını yeniden yapmaya zorlayan sınır tecrübelerini ifşa etmek olarak özetleyebiliriz. Tüm bunlar hem halihazırdaki hakikat rejiminin keyfiliğini ortaya koymakta iş göreceklerdir hem de farklı hakikat rejimlerinin olabilirliğini gözler önüne sererek alternatif tarihlerin ve alternatif yaşantıların, kısacası başka dünyaların varlığını ortaya koyacaklardır. Foucault’nun takipçilerinin akıl hastalarının deneyimlerinden, göçmenlerin bilgisine, mahkumların yaşantılarından, köylü ayaklanmalarının tarihine kadar insanlığın karanlıkta kalmış yönüne yüzlerini çevirmeleri tam da bu yüzdendir. Zira ötekileştirme aracılığı ile akıl hastalarını, mahkumları, eşcinselleri, siyahları, kadınları, azınlıkları dışlayarak normalliğini tesis eden iktidarın egemenliği yine bu sınırda olanların, bu sınır tecrübesini yaşanların dayatılan kategorik tanımlara sığmayışları, tepkileri, mücadeleleri veya belki sadece varoluşları sayesinde sarsılmaktadır da. Foucault entellektüelin bu noktadaki görevini, aşağıdaki çarpıcı cümlelerle dile getirmektedir:
“Konuşan sayısız öznenin sesleri yankılanmalıdır ve sayılamayacak kadar çok deneyimi konuşturmak gerekir. Konuşan öznenin her zaman aynı olması gerekmez. Sadece felsefenin normatif kelimelerinin çınlaması gerekmez. Her türlü deneyimi konuşturmak, konuşma yeteneğini yitirmiş olanlara, dışlanmışlara, can çekişenlere kulak vermek gerekir. Çünkü biz dışarıda bulunuyoruz, oysa ki mücadelelerin karanlık ve yalnız yüzüyle gerçekten karşı karşıya olanlar onlardır. Batı’da yaşayan bir felsefe pratisyeninin görevinin bütün bu seslere kulak vermek olduğu kanısındayım.”
Hakikat ve İktidar
Direnişin fark üzerinden örgütlendiği bu koşullarda entelektüel de bu farkı ortaya çıkaran kişi olarak iş görecektir. İktidar kontrol etmeye, kategorize etmeye çalışırken, entellektüel de sınırda olana, sınır tecrübesine, iktidarın kategorize edemediklerine bakacaktır.
3- Şu Devrim Denen Şey
“İktidara aşık olmayın”
Anti-oedipus’a Önsöz
Politik olanın böylesi geniş bir satıhda tanımlandığı; iktidarın dönüşümünde tüm temsili süreçlerin, hümanizma ve demokrasinin, ve elbette liberalizmin ve marxsizmin birleştirici lakin tabi kılıcı ideallerinin terk edildiği bir evrende bir devrim tahayyül edilebilir miydi? Edilebilirse böyle bir devrim nasıl olabilirdi?
Focault asla somut, açık ve net bir devrim programı, modeli, öngörüsü, hedefi veya yöntemi ortaya koymadığı gibi, hayatı boyunca topyekün bir devrim fikrine de karşı çıkmıştır. Ne var ki, devrim, devrimcilik, isyan ve ayaklanma gibi kavram ve olgular hakkında görüş belirtmekten de kaçınmamıştır.
Her şeyden önce Foucault’nun çağımızdaki siyasi tahayyül yoksunluğundan yakındığını biliyoruz. Foucault, “Marxizmden Nasıl Kurtulmalı?” başlıklı bir söyleşinde geçmişin zengin ve yaratıcı politik hayalgücüne nazaran bugün hayalgüçlerimize ket vuran bir siyasi tahayyül yoksulluğundan açıkça söz etmektedir. Ona göre bu yoksunluğun ve yoksulluğun başlıca nedenlerinden biri marxism (Marx değil marxism) ve benzeri monolitik ideolojilerdir. Zira bu tip ideolojiler tarih boyunca ancak siyasi partiler ve devletlerle birlikte varolagelmiş bir iktidar ilişkileri toplamıdır. Farklı hayalleri, farklı beklentileri, farklı arzuları tek bir hedefe, tek bir programa yönlendirerek, merkezi bir karar alma mekanizmasına tabi kılarak hapseden, çeşitlilikten kaynaklanan bir hayalgücü zenginliğini kısırlaştıran, hakikat konusunda zorlayıcı dinamiklerdir. Oysa Foucault tabi kılıcı temsil ilişkilerinin ötesinde bir siyasi tahayyül arayışındadır. Kendisini evrensel hümanizmaya, evrensel sınıf çatışmasına veyahut evrensel yasalara dayandıran, ancak bu şekilde meşru ve haklı bir zemin elde ettiği düşünülen geçmişin politik örgütlenmelerinin aksine, yereldeki sorunlara büyük anlatılarla zoraki bir ilişki kurmaksızın ilgilenen, herkesin farklı beklenti, görüş ve ideallerini hayata geçirmesine olanak tanıyan bir siyasi tahayyüldür bu. Bu noktada Foucault’nun, devlete, siyasi parti veya örgütlere odaklanan, onları siyasi dönüşümün ana belirleyicileri olarak değerlendiren ve dolayısıyla devrimi de onların ele geçirilmesiyle gerçekleşen bir kırılma anı olarak gören yaklaşımlar yerine, insanların gündelik yaşamlarındaki dönüşümlere ve nelerin bu dönüşümlere yol açtığına bakan, gündelik hayatları iyileştirmeyi, gündelik pratikleri tahakkümcü ilişkilerden arındırmaya hedefleyen ve tüm bunları da uzun vadeli, sürekli ve etkileşimli evrimsel bir dönüşüm süreci olarak kurgulayan yeni bir devrimci anlayışı önerdiği söylenebilir. Dolayısıyla bizler de Foucault’yu hem siyaset kuramına getirdiği yeni bakış ve yöntemler hem de tahayyül ettiği ve zaman zaman kendisinin de bizzat yürüttüğü mücadelesi dolayısıyla ‘devrimci’ olarak adlandırabiliriz. Pek tabii bu noktada o, devrim ve devrimcilik arasında alışageldiğimiz ilişkiyi tersyüz eden bir farka dikkat çekecektir. Zira onun hayalindeki devrimcilik, tüm insanlar adına doğru olanın dayatıldığı sözde topyekün bir devrimi belli bir kırılma anında hayata geçirmek değil, incelikli iktidar ilişkilerini ifşa edip farklı olanın, alternatif olanın kapısını aralamayı amaç edinen sonu gelmez, sürekli bir mücadeledir.
Tam da bu nedenlerle, yani yerel sorunlara odaklandığı, insanların, görüşlerin, yaşantıların farklılığını ısrarla vurguladığı, hümanizmayı, marxizmi ve başta insan aklının merkeziliği olmak üzere her türlü merkezi söylem ve kurumu radikal bir dille eleştirdiği için Foucault devrime ihanet etmekle, muhafazakarlığa hizmet etmekle ve hatta özgürlük idealini yok etmekle suçlanmıştır. Oysa Foucault yaptığı felsefenin doğrudan bir siyasi ideoloji veya bir politik program öngörmediğini her daim tekrarlamamış mıydı? İktidar Üzerine Diyalog başlıklı metininde Foucault şöyle diyordu: “tutucu bir felsefenin veya devrimci bir felsefenin olduğuna inanmıyorum. Devrim siyasi bir süreçtir; aynı zamanda ekonomik bir süreçtir. Ama bu felsefi bir ideoloji oluşturmaz…” Ve ardından Hegel ve Nietzsche örneklerini veriyordu. Zira Hegel bir yandan devrimci bir felsefe, ideoloji ve yöntem üretmişti, bir yandan da düşüncelerinden tutucu bir yorum çıkarılabilirdi. Keza Nietzsche de fantastik denebilecek düşünceler ve araçlar geliştirmişti. Tüm bunlar Nazi partisi tarafından yeniden ele alındı. Bugün ise çok sayıda sol düşünür tarafından kullanılmaktaydı. Dolayısıyla, Foucault’ya göre söylediğimiz şeyin bir devrime hizmet edip etmeyeceğini baştan bilemeyiz. Bu ancak toplumsal etkileşim süreci içinde belli olacaktır. Düşünürün yapabileceği bu noktada, düşüncelerinin kapatılmasına, bir ideolojiye, bir dogmaya dönüştürülmesine karşı koymaktır.
Foucault’nun da büyük anlatılar ortaya koymaktan kaçınması gericilik yapmasıyla değil, düşüncelerinin böylesi bir ideolojiye dönüşmesini istememesi, birinin bir başkası adına konuşmasının en büyük utanç olduğunu düşünmesi ve farka saygı duyması ile açıklanabilir şüphesiz. Bu noktada aslında paradoksal bir şekilde yanılan, onu yerelle ve farklı olanla ilgilenmekle suçlayan ortodoks solculardır. Zira ortodoks solcuların yaptıkları da elbette yerel bir iştir. Fikirlerini ve programlarını kendi elitist ve ayrıcalıklı öncü partileri içinde, yani tamamen kendi yerel ve küçük gruplarında geliştirmişlerdir. Onların Foucault’dan farkları bu yerel ve kendi farklılıklarını ortaya koyan fikirlerini ayrıcalıklı ve üstün kılarak tüm bir insanlığa dayatma, insanları bu hakikate zorlamalarıdır. Dolayısıyla Foucault, “ben yerele, özel olana bakıyorum, zaten bunun aksi de hiçbir zaman mümkün değildir” derken çok haklıdır. Ona göre işin inceliği bunu yaparken yerele, özele dair fikri genele dayatmaktan kaçınmaktır.
Foucault’ya yönelik tepkilerin birçoğu, her türlü anti-hümanist, anti-rasyonalist yaklaşımın hatta sosyalizm dışından gelen her türlü anti-liberal tepkinin doğrudan doğruya muhafazakarlığa, faşizme hizmet edeceğine dair reaksiyoner refleksten kaynaklanmaktadır. Oysa Foucault’nun ne muhafazakarların ‘insan doğuştan kötü ve eksiktir’ önkabulünü benimsediği ne de ilahi bir din ve otoriteye boyun eğmeği savunduğu söylenebilir. O sadece öznenin liberal varsayımın aksine bağımsız ve otonom olmadığını; söylemler, kurumlar ve pratikler tarafından inşa edildiğini, dolayısıyla aklın mutlak egemenliğini kurmak ideali yerine içine atıldığı dünyaya eklemlenen insanların geçici, parçalı ve irili ufaklı evrimsel mücadelesini yürütmek gerektiğini savunmuştur. Bu ayrımları görmek çok önemlidir; çünkü Foucault aslında muhafazakar olmak şöyle dursun, bu görüşlerinden dolayı tam anlamıyla bir muhafazakarlık karşıtıdır. Temsil ilişkilerinden kaynaklanan her türlü otoriteyi, tahakkümcü ilişkiyi, dinleri ve büyük anlatıları reddeden, her türlü özcü atfa karşı çıkan ve yeni özgürlükçü siyasi tahayüllerin peşinden koşan bir görüşün aracısı nasıl muhafazakar olabilir? Elbette Foucault’nun bu duruşu hem sağcı hem de solcu muhafazakarlığa karşıdır. Ne var ki, sol ortadoksi veya Habermas türevi hümanistler, kendi pozisyonları ile muhafazakarlık arasındaki ilişkiyi görmekten aciz oldukları; dolayısıyla sol ile, hümanizm ile muhafazakarlığı bağdaşdırmaya yanaşmadıkları için Foucault’yu bu atıfla suçlama kolaycılığını seçmişlerdir.
Çünkü Foucault’nun söyledikleri bir zamanların devrimcilerinin işine gelmemektedir. Foucault fark fikrine vurgu yaparak, muhafazakarlığın farkın total bütünlük içinde eritilmesine, farkın yok edilmesine ve insanların aynı kategorilere tabii kılınarak denetim altında alınmasına yol açtığını söyleyerek kurtuluşçu devrimcilerin, ortadoks marxistlerin ve hümanistlerin otoriter eğilimlerini, iktidar fetişizmlerini ifşa etmektedir. Keza yine Foucault bu yaklaşımlarıyla devrimci tembelliğe karşı bir önçalışma başlatmış olmaktadır. Zira bundan böyle kendine devrimci diyen hiç kimse, kriz, kırılma ve devrim anını bekliyoruz yaftasına sığınamayacak veya “artık devrim oldu, devleti ele geçirdik, o da bir süre sonra zaten ortadan kalkacak, bizim işimiz burada bitti”, diyemecektir. Çünkü devrimcilik Foucault’dan sonra artık bir yaşam biçimi, gündelik hayatta sürekli devam eden, hiç bitmeyecek bir mücadele olarak görülecektir.
Tüm bu mücadeleler arasında Foucault’nun ayaklanma olgusuna, isyan anına yine de bir ayrıcalık tanıdığı söylenebilir. Zira çalışmalarında devamlı surette iktidarın yaygınlığından, yaşamın her alanına nüfuz etmişliğinden, iktidarın dışının olmadığından dem vuran Foucault İran’da 1978-79 döneminde yaşananlara dair yazdığı “Ayaklanmak Gereksiz mi?” başlıklı yazısında buradaki ayaklanmayı iktidarların mutlak olarak mutlak olmadıklarının, zaafiyetlerinin, böylesi hareketleri tamamiyle imkansız kılacak yetenekten yoksunluklarının göstergesi olarak tanımlamaktadır. Tek bir insanın, bir grubun, bir azınlığın ya da tüm bir halkın “artık itaat etmiyorum” dediği ve adaletsiz olarak değerlendirdiği bir iktidara karşı kendi hayatını ortaya koyduğu manasındaki bir ayaklanma Foucault’ya göre normatif bir şekilde haklı/haksız veya gerekli/gereksiz gibi kategorilerle değerlendirilemez. O bir olgudur. Hakikat rejimlerine, halihazırdaki gerçekliğe meydan okuyan ve tarihin akışına yön veren bir olgu. Foucault’ya göre ayaklanma yahut isyan hastalıkları iyileştirmez, suçluları masum kılmaz, yahut vaadedilmiş mutlu bir geleceği garanti etmez. İsyan anı yalnızca süregiden koşullara katlanamamanın bir dışavurumu olarak vuku bulur. Ve bu haliyle, yani yalnızca varoluşuyla, ayaklanma tüm iktidar ilişkileri için büyük ve sarsıcı bir tehdit oluşturur. Çünkü ayaklanmanın sonucu öngörülemez, neye yol açacağı bilinemez. Bundan dolayı iktidarlar ayaklanmadan korkarlar ve ayaklanmayı denetim altına alarak saf dışı bırakmaya çalışırlar. İşte tam bu noktada Foucault devrim ve ayaklanma arasındaki farkı çarpıcı bir şekilde dile getirir. Çünkü ne zaman bir ayaklanma, bir isyan, devrim haline gelir, devrim adını alır, belli bir programa, bir ideale ve belirli somut bir geleceğe bağlanırsa işte o an isyan denetim altına alınmış, öngörülür kılınmış ve iktidar ilişkilerinin bir parçası haline gelmiş olur. İşte bu süreçte ayaklananlar, iktidar ilişkilerine bulaşmaktan kaçınanlar hep kaybetmiş, iktidarı reddetmenin bedelini genellikle hayatlarıyla ödemişlerdir. Devrimi yapanlar, iktidarı alanlar ise hep kazanan, hep katleden taraf olmuştur şüphesiz. 1917 öncesinde “tüm iktidar sovyetlere” diye haykıran ve halkı çara karşı isyana kışkırtan Lenin ve ekibi de, 1979’da halkı monarşiye karşı isyana çağıran Humeyni ve molları da ikiyüzlüdür. Zira onlar ayaklanmayı iktidara giden yolca ancak araçsal ve geçici bir an olarak görmektedirler. Ne var ki, esasta ayaklanmadan herkesten çok onlar korkmaktadırlar. Çardan veya şahtan kurtuldukları ve iktidarlarını tesis ettikleri anda, ayaklanmaları en şiddetle bastıran ve dünyanın en despotik rejimlerini kuranlar, bu sözde devrimlerin önderleri olmuşlardır. Çara karşı ayaklanmanın Sovyetler Birliği’ne dönüşmesi ve bu isyanın Rus Devrimi adını alması Ukrayna’da, Kronştad’ta iktidara kara bayrak açan onbinlerce anarşistin kıyıma uğramasına mal olmuştur. Keza İran İslam Cumhuriyeti de şaha karşı isyanda islamcılarla omuz omuza mücadele eden onbinlerce komünist-Fedai’nin kanları üzerinde kurulmuştur. Tüm bu baskı, tüm bu zulüm, ancak insanlığın uzun zamandır tanık olmadığı böylesi büyük bir isyandan duyulan korkuyla açıklanabilir Foucault’ya göre. Devrim de ayaklanmadan hep korkmuştur ve hala korkmaktadır. Foucault iki yüz yıldan beri tarihe egemen olan ‘devrim çağı’nın ayaklanma üzerindeki normalleştirici tahakkümünü şu cümlelerle gözler önüne sermektedir:
“Devrim kavramı zaman algılayışımızı örgütledi, umutları kutuplaştırdı. Rasyonel ve hakim olunabilir bir tarih ortamına ayaklanmayı alıştırmak için büyük çaba gösterdi: Ayaklanmaya meşruiyet verdi, iyi ve kötü biçimlerini sınıflandırdı, gelişimini ve yasalarını belirledi; önkoşullarını hedeflerini ve tamamlanma usullerini saptadı. Hatta devrimcilik mesleği bile tanımlandı. Ayaklanma böylece uzlaştırılırken, kendi hakikati içinde ortaya çıkarıldığı ve gerçek sınırına kadar götürüldüğü varsayıldı. Şaşırtıcı ve korkunç bir vaat…”
Ve Foucault tam bu noktada Max Horkheimer tarafından ortaya atılan şu soruyu tekrar sorarak bizi devrim fikrine isyana çağırır:
“Peki şu devrim denen şey gerçekten bu kadar arzulanır bir şey mi?”
Anonim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder