Sendikalar işçileri çoktan hayal kırıklığına uğratsa da, sendikalist ideoloji diye tanımlayabileceğimiz şeyin tuhaf artığı bugün hala devam etmektedir.
Bu güvensizliğin kökleri olayların kendisinde bulunabilir. Grevlerin bırakılması, sınıflar arası uzlaşmacı zihniyetin gelişmesi ve mücadeleden vazgeçilmesi sendikaları işverenlerin ellerinde uysal bir alete dönüştürdü. Diğer taraftan, analizlerin perspektif eksikliği ve işçici tutum, sendikacı ya da sendikalist ideolojinin birçok yoldaş arasında devam etmesinin sebepleridir.
Bizce, anarşist yoldaşların “işçilerin mücadele gerçeği” içinde yer alabilmek için kişinin kendisini “anarko-sendikalist” ilan etmesi yeterli olmadığını anlaması için birkaç gerekli noktayı açıklamak için her türlü çabayı göstermenin zamanıdır. Bizler sadece sendikacılıkta değil, devrimci ve anarşist sendikalizmde de neyin gerçekten devrimci olduğunu bilmeli ve anlamalıyız. Bu yolla bu manasızlaşmış formülün, iyi niyet ya da devrimci kapasite eksikliğinden değil, perspektifteki hatalar ve bu tip araçların sınırlılıklarını bilmemekten dolayı bazı çabaların boşa harcanmasını gizlemesine hizmet ettiğini görebileceğiz.
Biz sendikacılık ve sendikalizmin sınırlılıklarının sadece yapıdaki bozulma (görevlerin ve taraftar sayısının artmasıyla ilişkili) tarafından belirlenmediğini, sendikaların kapitalizmle kurduğu ilişki şeklinin de bir sonucu olduğunun göstermeye çalışacağız. Bu soruna bugünkü sendikaların amaçları ışığında sendikaların geleneksel eleştirileriyle kapitalist yönetimlerdeki değişikliklere bağlı olarak problemlerin farklı şekillerde ortaya konuluşuyla bağlantılı olarak bakacağız. Daha sonra kuru devrimci anarko-sendikalizmin sınırlarına bakacağız ve bu tür çözüme miras kalmış kusurları belirleyeceğiz. Ve bugünkü sendikalizmin yıkıcı bir eleştirisiyle, tabandan gelen çekirdek örgütlerin üretim hattında doğrudan eyleminin sendikal yapılar içinde mümkün olamayacağını gösteren bir eleştiriyle bitireceğiz. Bu imkânsızlığın sonuçları devrim zamanında çok vahim olmakla kalmayacak, devrim öncesi dönemde de ciddi yönleri olacaktır.
Sendikacılığın Geleneksel Eleştirileri
Bu, sendikaların gelişimindeki sınırları göstermek diye özetlenebilir. Sendikalar işçilerin kapitalist tarafından sömürülmesine karşı kurulmuşlardır, yani zamanla evrim geçirecek olan bir tarihsel dönemde doğmuşlardır, haliyle de görevlerinin yapısında bir evrim gerçekleşmiştir.
Sermayenin tekelci yoğunlaşması ve emeğin sendikal yoğunlaşması biri diğerine galip gelemeyecek şekilde birbirine karşıdır. Bu çelişki hiç çözülememiştir ve gecikme, bunu yapmak için nesnel koşullar ortadan kalkmış olsa bile sömürüyü devam ettirebilen sömürücü sınıfın yararına olmaktadır.
Kendi içinde bu eleştiri yanlış değildir. Ama genellikle analizcinin politik çıkarlarına göre yanlış kullanılır. Sendikaların eleştirilerini ele alarak, belki gayri ihtiyari, bugün İtalya’daki çeşitli konfederasyonlar arasındaki nesnel farklara değindik. Ancak bu farkları derinliğine incelemek bizi konumuzdan uzağa götürecektir. CGIL 1973 Temmuz kongresinde kendisini “talep eden”, haklarını ileri süren, hatta kimi zaman meydan okuyan olarak sundu, bu kongre boyunca “üretimi arttırmada işbirliği yapmaya" karar verdi. (Luciano Lama, 'V 'Unita", 29th July, 1973) CISL ele alındığında, CGIL ile çatışmalarında aldığı bekleme tavrı, Hıristiyan Demokratlarla bağları ve işbirlikçiliği şüpheye hiç yer bırakmayabilir. CGIL’e CISL tarafından yapılmış eleştirilerden biri şudur: "CGIL’in amacı, talepleri ekonomik düzenin sınırları içinde tutmak değil, tersine, politik güçleri zayıflatmak ve mümkünse zorla krize sokmak amacıyla durumu denge noktasından öteye sürmeye uğraşmaktır” (E. Parri).
Son yıllarda (1970) bir ölçüde CISL’nin politik çizgisinin sertleştiği gözlemlenebilir, özellikle üç büyük federasyonun olası bir birleşmesi tasarısı ve buna CISL’in sağ kanadının tavrı ile ilgili tartışmalarda.
Toplu sözleşmelerde daha az önemli olan sendika ise, hükümet yanlısı CISL ve CGIL’nin otoriterliği arasında kendini üçüncü güç olarak gören UIL’dir. Faşist olduğunu ilan eden CISNAL’den bahsetmeye burada gerek duymuyoruz.
Görebildiğimiz gibi sendika derecelerinin müdahale derecelerinde ve perspektifleri arasında büyük farklılıklar mevcut, ama olayların ışığında hepsi aynı mantığı paylaşıyor: işbirliği suçu. İster Marksist otoriterliğin sisi, isterse Hristiyan olasılıkçılığı olsun, sendikalar gerçek vazifelerinden kaçamazlar ki o da devletin sürekliliğinde ve işçilerin sömürüsündeki artarak aktifleşen rolleridir. Örnek olarak Gramsci’yi alalım. O der ki: “tarih göstermiştir ki, salt ekonomik direniş büyük kitlelerin örgütü için en faydalı platformdur ve gerçekte öyledir de. Bu, devlette ve beyaz muhafızlarda çok güçlü bir endüstriyel baskı aracına sahip olan kapitalizmi memnun ettiği zaman tutarsız bir hayalet olarak da görünebilir. Sendika hayatta kalır, proletarya sınıf ruhunu kaybetmez, ama sendika ve sınıf ruhu, işçilerin kendilerinin olarak gördükleri politik bir partinin etrafında çok çeşitli şekillerde kendini ifade eder. Salt ekonomik direniş, salt politik direniş olur.”
Gramsci’nin eleştirisinin sonucu işçilerin partisidir, yani Komünist Parti. Mücadele yapısal bir düzeyde devam ettirilemez ve üst-yapısal olana doğru kayar. Marksist bir proje herhangi bir başkası gibi bizi burada ilgilendirmez. Mesele bu sendika eleştirisinin, öncü partinin ideolojisini destekleyen otoriter bir eleştiri olmasıdır. Bugün sendika yapılarının bir eleştirisi de devrimci sendikalistler tarafından yapılmıştır. Sendika bürokratik hale gelmekle ve iktidar düşkünü olmakla suçlanır. “Enternasyonal’de rüşvet gibi bir yolsuzluk sorunu olamaz çünkü Birlik çok fakir… ama ne yazık ki Enternasyonal Birlik’in kaçamayacağı başka tür bir yozlaşma var: kibir ve hırs.” (Bakunin)
Aslında sendika yapısındaki nicel büyüme, sendika mücadelelerinin şafağında düşünülemeyen, ama daha sonra göreceğimiz gibi tahmin edilebilir olan iktidarlar ( ya da Bakunin’in deyişiyle kibir) için yeni yollar açıyor. Sorel’in ‘mit’ kavramının yerini alan teori Maurice Jouhaux ( Fransa Anarşist Federasyonu) tarafından şöyle ifade edilir: “Devrimci hareket maksimum kazanımlar elde etmeyi kapsar, reformu değil toplumsal dönüşümü. Bu sadece işçilerin durumunda ani bir gelişme anlamı taşıdığından değil, aynı zamanda böyle kazanımlar sosyal ilerleme, eğitim ve entelektüel gelişme imkânını içerdiğinden ve bu imkânlar devrime geçmişin güçleri üzerinde bir zafere adım olduğu içindir.”
Eğer Gramsci’nin eleştirisi çözüm olarak bizi partiye yönlendiriyorsa, Pelloutier ve Delesalle‘in mirasçısı olan devrimci sendikalist eleştiri sendikalizmin kendisinde sonlanır. Etkinlik varsayımı zayıflar ve geriye sadece sendikalizm kalır: Burjuva devletin içerisinde bir devlet embriyosu. Sendikalist örgütlenmenin, kapitalizmin sömürü süreciyle belirlenmesi gibi devrimci koşulları belirlediği doğru olsa da onun da politik parti gibi toplumsal devrime götüremeyeceğini anlayamayacaklar. Devrimin ertesinde, eğer gerçekten öyle olmasını istiyorsak, parti veya sendikalist örgütlenme gibi şeyler olamaz, tıpkı kapitalizmin olmayacağı gibi. Geleceğin yapıları politik değil, ekonomik taban örgütlenmelerinin federasyonları olacaktır, aksi takdirde işe tekrar en baştan başlamak zorunda kalınacaktır.
Burada başka bir eleştiri (dolaylı olarak bürokratikleşme eleştirisini içine alan) ortaya çıkar: sendikanın etkinliği eleştirisi. Bürokratların, taban genelde belli bir yöne, daha sert mücadele biçimlerine (yasadışı grevler gibi) ve doğrudan eyleme doğru ilerlediği için ondan gelen baskıya karşı çıkmakla suçlanırlar. Bu gerçek kolayca doğrulanabilir. Bu yazının yazarı kişisel olarak çarpışmalara girdi ve gösterilerde diğerlerinin ‘sendika polisi’ ile yaşadıklarına – o kadar kalın kafalı ve vahşi çatışmalardı ki en kavgacı polisi bile kıskandırır – şahit oldu. Her halükarda dikkat edilmesi gereken şey sendika yönetiminin pasifliğinin nedeninin basitçe hatalı bakış açısı değil, onların temel karakteristiği olduğudur. Hatta doğrudan eylem bile sendika boyutunda gerçekleştirilecek olursa önemini kaybeder ve sorunlu yapının tipik pasifliğine kolay bir yem olur. Birkaç örneğe göz atalım:
“Biz rejimin ve onun temsil ettiği her şeyin skandal, günah, pornografi ve hatta suç içinde çökmesinin sonucu olarak adalet, onur ve saflığa istekli olan genç insan yığının öfkesini anlıyoruz.
Bizler sapkınlık, yozlaşma ve ahlaksızlığın ciddi bir istilasına tanık oluyoruz. Hiçbir şey bundan kaçamıyor, ister basın, ister edebiyat ya da sinema olsun. Bazı belirli alanlarda yaratıcı özgürlük entelektüel çöküşle karıştırılıyor. Belki biz püritenlikle suçlanacağız çok da önemli değil. Ancak uzun bir zaman, hala ahlaki kültürel ve insani değerlerine bağlı olan bizler, bunları korumak ve sürdürmek için politik fikirlerimizde ve ya dini inancımızda hiçbir ayrım olmaksızın durabildik.” (G. Seguy, 6th September, 1973)
İnsanların kabul edilen devrimci ihtiyaçlarının nasıl soyut ahlaki değerlerinin savunulmasına doğru saptırıldığını birçok din büyüklerinin yazılarından biliyoruz. Biz biliyoruz ki bu iddialar engizisyondan da gelse, faşizmden, bir sendikanın başkanından ya da bugün Fransız sendikaların en çok temsil edileni, güçlü C.G.T.’den gelse hepsi aynıdır.
Sendika liderlerinin endişelerinin meslektaşlarıyla olan ilişkilerini tehlikeye atmamak olduğu her zaman açıktır. Örneğin, istihdam komisyonlarının kötü işleyişinden şikâyetlerde gördük ki sendikaların şikâyet ettiği noktalardan biri işverenlere zaman kaybettirmeleridir.
"Modern sendika yapılarının tüm dünyada gelişmesinin ya da yozlaşmasının bir ortak yönü var: Devletle uzlaşma ve birleşme.Bu süreç, tarafsız da olsalar, sosyal demokrat, komünist, anarşist de olsalar tüm sendikaların özelliğidir. Bu tek başına devletle birleşme eğiliminin herhangi bir doktrine özgü bir şey değil, tüm sendikalarda ve sendikalist örgütlerde ortak olan toplumsal koşulların sonucu olduğunu gösterir." (L. Troçki)
Bu ifade partiyi çözüm olarak görse de doğrudur. Bu verimsizlik değil, işbirliği sorusudur. Sendika kamusal hizmetten fazla bir şey değildir ve bürokrasinin işleyiş tarzına göre etkinliği farklı olabilir, ama devrimci olanlar bir yana başka hiçbir perspektif geliştiremez. İşçi tabanının çabalarını frenleyen mekanizmaların nasıl çalıştığını görmek ilginçtir. Burada örneğin 1953 ağustosunda Renault fabrikasındaki grev hakkında Daniel Mathe’nin “Socialisme ou Barbarie”de ( Sosyalizm ya da Barbarlık) yazdıkları var:
"4 ay önceden sendikanın taktiği tekrarlanan grevlerdi. Bu section 74’teki grev esnasında tüm endüstrinin lokavt olmasına neden olarak zirveye ulaştı. İşçiler, eğer eylemleri bir iki bölümde sınırlı kalmayacaksa hareket etmeye hazırdılar. "Ya genel grev ya da hiçbir şey" dediler. İnisiyatifi aldılar, diğer bölümlerin onları takip edeceğine inandılar. Hiçbir takip olmadığı gibi sendikaların onları izole etmek için güçleri dâhilinde yapabilecekleri her şeyi yaptığını fark ettiklerinde grevi reddettiler. Yıllardır sendikalarca kullanılan mücadele yöntemleri yarım günle, bir saatle, yarım saatle hatta çeyrek dakikayla sınırlı iş bırakmalar, toplu dilekçeler ya da bölüm başkanına gitmek için bir avuç adamdan oluşan heyet. Ağustos ayında işçiler maaşlarının tekrar düşünülmesini istiyorlarsa her şeyi durdurmak zorunda olduklarını fark ettiler. Ama orada bile sendikalar kendilerine karşı çıktı ve grevi yasal bir çerçevede tutmaya çalıştılar. Genel mecliste işçiler başkanlığa bir heyet gönderme teklifi için bir oylama yaptılar. Bir kez daha sendikalar bunu birkaç işçiye indirgeyerek heyeti şekillendirme görevini üstlendiler. Kendi amaçlarının sınırları ötesine giden hareketleri görmekten hiçbir çıkarı olmayan bürokrasi hiçbir kitlesel eyleme izin vermedi."
Bu tür bir işleyişsel etkinsizlik erteleme olarak adlandırılabilir. Sendikanın amaçlarından biri mücadeleyi radikalleştirmek değildir: Olumlu ya da olumsuz sonuçların bedelini sendika bürokratları ödeyecektir. Pasiflikleri bir reflekstir, doğuştan gelen bir devasa işbirlikçilik taşır.
Ancak burada başka bir tür etkisizlik de vardır; o da “sessizlik”, bilgiyi kısıtlamaydı. Taban herhangi bir bilgi kontrolünden uzak tutulur; mekanizma oldukça basittir. Mothe’nin analizine dönelim:
"İşçilerin kendiliğinden eylemine karşı çıkmanın ilk yolu yol göstermemektir: sessiz kalmak ile. Bu sessizlik, fabrika yayınları sendika bürokratlarının ellerinde olduğundan en kolayıdır. İşçilerin onların üzerinde hiçbir şekilde kontrolü yoktur. Sık sık greve gitmeye hazırlanan işçiler fikirlerini değiştirirler çünkü sendikalar tarafından desteklenmeyeceklerini fark ederler. Bu pasiflik yöntemi işçilerin isteğini azaltmaya yetmezse, onlar bozgunculuk yapacak ya da kavgacı olanları demoralize edeceklerdir. Sendika bürokrasisinin yöntemleri patronlarınkinden pek de farklı değildir."
Yukarıda tüm söylenenlerin anlamı bölücülüktür. Şüphe ve güvensizlik işçiler arasında yayılır. “Greve gideceksiniz ama diğerleri yapacaklarını söyleseler de sizin arkanızdan gelmeyecekler. Yolun ortasında sizi bırakacaklardır.”
İçlerinde en kavgacı olanlar hakkında şüphe yaratacaklardır. “Sen, grevi savunuyorsun, çünkü besleyecek çocukların yok.” Greve gitmek isteyenleri geçmişte bunu yapmamış olmakla suçlarlar.
Grev yanlılarını politik argümanlarla vazgeçirmeye çalışırlar. Diğer sektörler hakkında yanlış bilgi verirler ve işçilerin anlaşma içinde olmadıklarına inanılmasını sağlarlar.
Bu tarz davranışları değerlendirmek için birçok yol var. Bunların listesini yapmak niyetinde değiliz. Biz tabanın durdurulmasında kullanılan yöntemlere şaşırmıyoruz. Aksine, hala sendikaların iyi niyetli olduğuna inanan insanlar gördüğümüze şaşırıyoruz. Problem, işçilerin sendikaların kusurlarını bürokrasiye saldırmayı sağlayacak bir bakış açısı elde edecek şekilde anlamalarının nasıl sağlanacağı değil. Problem; doğrudan eyleme dayalı, sendikalardan çok uzakta sağlıklı bir tabandan ve yatay olarak örgütlenmiş etkili bir işçi yapısı inşa etmek.
İşçiler sendikalarla gerçekten ne yapabilir? Sendikalar sadece merkezleşmiş örgütler değildirler, ayrıca sadece işyeri delegelerinin kendilerini bilgilendirme hakkı vardır ve biliyoruz ki delegeler tabanı değil, sendika yapısını temsil eder. İşçileri katılmaya ikna ederken güçlerini rüzgârlara haykırmak bir sendikanın karakteristik manevrasıdır, ama liderlik işçilerin tabanına karşı bir yere yöneldiği zaman aynı birleşmeye ve kavgaya gücü yetmez hale geliyor. Sendikaların başka bir geleneksel eleştirisi ise bazı anarşistlerin sendikacılığın ve genel olarak sendikalizmin sınırlarını ve tehlikeli çelişkilerini görmeye çalışmaksızın koşulsuz bir şekilde devrimci sendikalizmi destekleyen anarko-sendikalist eğilime karşı kullandıkları bir eleştiridir.
Belki de bu sorun üzerindeki en net tartışmalar 1907 Amsterdam Kongresi’nde Monatte ve Malatesta arasında geçenlerdir. Monatte, sendikalizmin ve anarşizmin birbirini tamamlayacağı bir programı savunur: Daha iyi şartlar talep eden gündelik mücadeleler güncel iyileştirmelerle işçilerin gücünü koordine ederek ve esenliklerinin artmasını sağlayarak onları sermaye kamulaştırılmadan gerçekleşemeyecek tam özgürleşmeye hazırlarlar.
Malatesta, problem üzerinde temel bir açıklıkla der ki, “Sendikalizm bir araç olarak kabul edilebilir amaç olarak değil. Sendikalizm için devrimle eşanlamlı olan genel grev bile ancak bir araç olarak düşünülebilir.”
Aynı yıl Les Temps Nouveau’da şöyle yazdı, “En ateşli partizanların açıklamalarına rağmen sendikalizm doğası gereği geçmişte işçi hareketlerini yozlaştıran tüm yozlaşma unsurlarını içerir. Gerçekte, işçilerin çıkarlarını savunmayı vaat eden bir hareket olarak mutlaka bugünün koşullarına uyum sağlamalıdır.”
Daha ilerde göreceğimiz gibi Maletesta’nın duruşu radikal bir duruş, ama biz onunla tamamıyla aynı fikirde değiliz. Şüphe yok ki sendikalizm bir amaç değil, ancak onun bir araç olarak düşünülmesi devrime hazırlanma için bir araç olduğu anlamına gelmelidir; sömürüyü devam ettirmek ya da daha kötüsü karşı-devrime hazırlanmak anlamına değil. Sorun budur. Sendikacılık ve sendikalizm problemi, devletle rekabet içinde olan her örgütlenmenin barındırdığı bir politik iktidar problemidir. Bazen bu örgütlenmenin dinamikleri, yüzeyde çelişkileri görmeyi zorlaştıran, ama gerçek özünü değiştirmeyen böyle belirli özellikler gösterir.
“İşçi, gerekli toplumsal dönüşümü sağlayabilmek için fabrikada olduğu kadar toplumda da kazanımlar elde etmek gereklidir. Buna karşılık sendikanın da bu gerekliliğin yükünü sadece işçiler için değil halk kitleleri için de, aynı zamanda tüm ülkenin ekonomik, sivil ve demokratik gelişimi için de kabullenmesi gerekir. Daha genel talepleri kabul etmesi gerektiği gibi.” (C.G.I.L.)
C.G.I.L. için bu bir keşif problemi değil, tersine bu federasyonu özellikle zor zamanlarda çalışma sürecini yenileyecek ve ekonomik, sosyal gelişmeyi sağlayacak politik öneriler yaparak ulusal taleplerin tercümanı olarak gören genel bir politik geleneğin mantıksal gelişimidir.
Malatesta’nın görüşü pek uygulanabilir değil, ama bunun Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yani anarşistlerin çok aktif olduğu zamanlarda, Fransız sendikalistlerinin çalkantılı atmosferi hakkında olduğunu unutmamalıyız. Belki bugün özde farklı olmayan, ama o özü çevreleyen tiksindirici biçim açısından farklı olduğu günümüz gibi bir durumda fikirlerini değiştirirdi.
Program açıktır: Sendika devletin sürdürülmesiyle ilgilenmelidir. Hükümetteki siyasal operatörlerin (sendika bürokrasisine göre) açık kabiliyetsizlikleri karşısında işleri ele alıp sömürüyü sürdürmeyi – işçilerin çıkarı için – vazgeçilmez görürler.
Sendika ile politik iktidar arasındaki ilişki kendisini en dehşetengiz şekilde ortaya koyar: Sendika ve kapitalizm. Ekonomik güç sendika yönetimini reformizmin parametreleri içerisinde hareket etmeye koşullar ve böyle yaparak gücünü yakın geleceğimiz olan iktidarın birlikte yönetimine yönlendirir.
...
Alfredo M. Bonanno
Bu güvensizliğin kökleri olayların kendisinde bulunabilir. Grevlerin bırakılması, sınıflar arası uzlaşmacı zihniyetin gelişmesi ve mücadeleden vazgeçilmesi sendikaları işverenlerin ellerinde uysal bir alete dönüştürdü. Diğer taraftan, analizlerin perspektif eksikliği ve işçici tutum, sendikacı ya da sendikalist ideolojinin birçok yoldaş arasında devam etmesinin sebepleridir.
Bizce, anarşist yoldaşların “işçilerin mücadele gerçeği” içinde yer alabilmek için kişinin kendisini “anarko-sendikalist” ilan etmesi yeterli olmadığını anlaması için birkaç gerekli noktayı açıklamak için her türlü çabayı göstermenin zamanıdır. Bizler sadece sendikacılıkta değil, devrimci ve anarşist sendikalizmde de neyin gerçekten devrimci olduğunu bilmeli ve anlamalıyız. Bu yolla bu manasızlaşmış formülün, iyi niyet ya da devrimci kapasite eksikliğinden değil, perspektifteki hatalar ve bu tip araçların sınırlılıklarını bilmemekten dolayı bazı çabaların boşa harcanmasını gizlemesine hizmet ettiğini görebileceğiz.
Biz sendikacılık ve sendikalizmin sınırlılıklarının sadece yapıdaki bozulma (görevlerin ve taraftar sayısının artmasıyla ilişkili) tarafından belirlenmediğini, sendikaların kapitalizmle kurduğu ilişki şeklinin de bir sonucu olduğunun göstermeye çalışacağız. Bu soruna bugünkü sendikaların amaçları ışığında sendikaların geleneksel eleştirileriyle kapitalist yönetimlerdeki değişikliklere bağlı olarak problemlerin farklı şekillerde ortaya konuluşuyla bağlantılı olarak bakacağız. Daha sonra kuru devrimci anarko-sendikalizmin sınırlarına bakacağız ve bu tür çözüme miras kalmış kusurları belirleyeceğiz. Ve bugünkü sendikalizmin yıkıcı bir eleştirisiyle, tabandan gelen çekirdek örgütlerin üretim hattında doğrudan eyleminin sendikal yapılar içinde mümkün olamayacağını gösteren bir eleştiriyle bitireceğiz. Bu imkânsızlığın sonuçları devrim zamanında çok vahim olmakla kalmayacak, devrim öncesi dönemde de ciddi yönleri olacaktır.
Sendikacılığın Geleneksel Eleştirileri
Bu, sendikaların gelişimindeki sınırları göstermek diye özetlenebilir. Sendikalar işçilerin kapitalist tarafından sömürülmesine karşı kurulmuşlardır, yani zamanla evrim geçirecek olan bir tarihsel dönemde doğmuşlardır, haliyle de görevlerinin yapısında bir evrim gerçekleşmiştir.
Sermayenin tekelci yoğunlaşması ve emeğin sendikal yoğunlaşması biri diğerine galip gelemeyecek şekilde birbirine karşıdır. Bu çelişki hiç çözülememiştir ve gecikme, bunu yapmak için nesnel koşullar ortadan kalkmış olsa bile sömürüyü devam ettirebilen sömürücü sınıfın yararına olmaktadır.
Kendi içinde bu eleştiri yanlış değildir. Ama genellikle analizcinin politik çıkarlarına göre yanlış kullanılır. Sendikaların eleştirilerini ele alarak, belki gayri ihtiyari, bugün İtalya’daki çeşitli konfederasyonlar arasındaki nesnel farklara değindik. Ancak bu farkları derinliğine incelemek bizi konumuzdan uzağa götürecektir. CGIL 1973 Temmuz kongresinde kendisini “talep eden”, haklarını ileri süren, hatta kimi zaman meydan okuyan olarak sundu, bu kongre boyunca “üretimi arttırmada işbirliği yapmaya" karar verdi. (Luciano Lama, 'V 'Unita", 29th July, 1973) CISL ele alındığında, CGIL ile çatışmalarında aldığı bekleme tavrı, Hıristiyan Demokratlarla bağları ve işbirlikçiliği şüpheye hiç yer bırakmayabilir. CGIL’e CISL tarafından yapılmış eleştirilerden biri şudur: "CGIL’in amacı, talepleri ekonomik düzenin sınırları içinde tutmak değil, tersine, politik güçleri zayıflatmak ve mümkünse zorla krize sokmak amacıyla durumu denge noktasından öteye sürmeye uğraşmaktır” (E. Parri).
Son yıllarda (1970) bir ölçüde CISL’nin politik çizgisinin sertleştiği gözlemlenebilir, özellikle üç büyük federasyonun olası bir birleşmesi tasarısı ve buna CISL’in sağ kanadının tavrı ile ilgili tartışmalarda.
Toplu sözleşmelerde daha az önemli olan sendika ise, hükümet yanlısı CISL ve CGIL’nin otoriterliği arasında kendini üçüncü güç olarak gören UIL’dir. Faşist olduğunu ilan eden CISNAL’den bahsetmeye burada gerek duymuyoruz.
Görebildiğimiz gibi sendika derecelerinin müdahale derecelerinde ve perspektifleri arasında büyük farklılıklar mevcut, ama olayların ışığında hepsi aynı mantığı paylaşıyor: işbirliği suçu. İster Marksist otoriterliğin sisi, isterse Hristiyan olasılıkçılığı olsun, sendikalar gerçek vazifelerinden kaçamazlar ki o da devletin sürekliliğinde ve işçilerin sömürüsündeki artarak aktifleşen rolleridir. Örnek olarak Gramsci’yi alalım. O der ki: “tarih göstermiştir ki, salt ekonomik direniş büyük kitlelerin örgütü için en faydalı platformdur ve gerçekte öyledir de. Bu, devlette ve beyaz muhafızlarda çok güçlü bir endüstriyel baskı aracına sahip olan kapitalizmi memnun ettiği zaman tutarsız bir hayalet olarak da görünebilir. Sendika hayatta kalır, proletarya sınıf ruhunu kaybetmez, ama sendika ve sınıf ruhu, işçilerin kendilerinin olarak gördükleri politik bir partinin etrafında çok çeşitli şekillerde kendini ifade eder. Salt ekonomik direniş, salt politik direniş olur.”
Gramsci’nin eleştirisinin sonucu işçilerin partisidir, yani Komünist Parti. Mücadele yapısal bir düzeyde devam ettirilemez ve üst-yapısal olana doğru kayar. Marksist bir proje herhangi bir başkası gibi bizi burada ilgilendirmez. Mesele bu sendika eleştirisinin, öncü partinin ideolojisini destekleyen otoriter bir eleştiri olmasıdır. Bugün sendika yapılarının bir eleştirisi de devrimci sendikalistler tarafından yapılmıştır. Sendika bürokratik hale gelmekle ve iktidar düşkünü olmakla suçlanır. “Enternasyonal’de rüşvet gibi bir yolsuzluk sorunu olamaz çünkü Birlik çok fakir… ama ne yazık ki Enternasyonal Birlik’in kaçamayacağı başka tür bir yozlaşma var: kibir ve hırs.” (Bakunin)
Aslında sendika yapısındaki nicel büyüme, sendika mücadelelerinin şafağında düşünülemeyen, ama daha sonra göreceğimiz gibi tahmin edilebilir olan iktidarlar ( ya da Bakunin’in deyişiyle kibir) için yeni yollar açıyor. Sorel’in ‘mit’ kavramının yerini alan teori Maurice Jouhaux ( Fransa Anarşist Federasyonu) tarafından şöyle ifade edilir: “Devrimci hareket maksimum kazanımlar elde etmeyi kapsar, reformu değil toplumsal dönüşümü. Bu sadece işçilerin durumunda ani bir gelişme anlamı taşıdığından değil, aynı zamanda böyle kazanımlar sosyal ilerleme, eğitim ve entelektüel gelişme imkânını içerdiğinden ve bu imkânlar devrime geçmişin güçleri üzerinde bir zafere adım olduğu içindir.”
Eğer Gramsci’nin eleştirisi çözüm olarak bizi partiye yönlendiriyorsa, Pelloutier ve Delesalle‘in mirasçısı olan devrimci sendikalist eleştiri sendikalizmin kendisinde sonlanır. Etkinlik varsayımı zayıflar ve geriye sadece sendikalizm kalır: Burjuva devletin içerisinde bir devlet embriyosu. Sendikalist örgütlenmenin, kapitalizmin sömürü süreciyle belirlenmesi gibi devrimci koşulları belirlediği doğru olsa da onun da politik parti gibi toplumsal devrime götüremeyeceğini anlayamayacaklar. Devrimin ertesinde, eğer gerçekten öyle olmasını istiyorsak, parti veya sendikalist örgütlenme gibi şeyler olamaz, tıpkı kapitalizmin olmayacağı gibi. Geleceğin yapıları politik değil, ekonomik taban örgütlenmelerinin federasyonları olacaktır, aksi takdirde işe tekrar en baştan başlamak zorunda kalınacaktır.
Burada başka bir eleştiri (dolaylı olarak bürokratikleşme eleştirisini içine alan) ortaya çıkar: sendikanın etkinliği eleştirisi. Bürokratların, taban genelde belli bir yöne, daha sert mücadele biçimlerine (yasadışı grevler gibi) ve doğrudan eyleme doğru ilerlediği için ondan gelen baskıya karşı çıkmakla suçlanırlar. Bu gerçek kolayca doğrulanabilir. Bu yazının yazarı kişisel olarak çarpışmalara girdi ve gösterilerde diğerlerinin ‘sendika polisi’ ile yaşadıklarına – o kadar kalın kafalı ve vahşi çatışmalardı ki en kavgacı polisi bile kıskandırır – şahit oldu. Her halükarda dikkat edilmesi gereken şey sendika yönetiminin pasifliğinin nedeninin basitçe hatalı bakış açısı değil, onların temel karakteristiği olduğudur. Hatta doğrudan eylem bile sendika boyutunda gerçekleştirilecek olursa önemini kaybeder ve sorunlu yapının tipik pasifliğine kolay bir yem olur. Birkaç örneğe göz atalım:
“Biz rejimin ve onun temsil ettiği her şeyin skandal, günah, pornografi ve hatta suç içinde çökmesinin sonucu olarak adalet, onur ve saflığa istekli olan genç insan yığının öfkesini anlıyoruz.
Bizler sapkınlık, yozlaşma ve ahlaksızlığın ciddi bir istilasına tanık oluyoruz. Hiçbir şey bundan kaçamıyor, ister basın, ister edebiyat ya da sinema olsun. Bazı belirli alanlarda yaratıcı özgürlük entelektüel çöküşle karıştırılıyor. Belki biz püritenlikle suçlanacağız çok da önemli değil. Ancak uzun bir zaman, hala ahlaki kültürel ve insani değerlerine bağlı olan bizler, bunları korumak ve sürdürmek için politik fikirlerimizde ve ya dini inancımızda hiçbir ayrım olmaksızın durabildik.” (G. Seguy, 6th September, 1973)
İnsanların kabul edilen devrimci ihtiyaçlarının nasıl soyut ahlaki değerlerinin savunulmasına doğru saptırıldığını birçok din büyüklerinin yazılarından biliyoruz. Biz biliyoruz ki bu iddialar engizisyondan da gelse, faşizmden, bir sendikanın başkanından ya da bugün Fransız sendikaların en çok temsil edileni, güçlü C.G.T.’den gelse hepsi aynıdır.
Sendika liderlerinin endişelerinin meslektaşlarıyla olan ilişkilerini tehlikeye atmamak olduğu her zaman açıktır. Örneğin, istihdam komisyonlarının kötü işleyişinden şikâyetlerde gördük ki sendikaların şikâyet ettiği noktalardan biri işverenlere zaman kaybettirmeleridir.
"Modern sendika yapılarının tüm dünyada gelişmesinin ya da yozlaşmasının bir ortak yönü var: Devletle uzlaşma ve birleşme.Bu süreç, tarafsız da olsalar, sosyal demokrat, komünist, anarşist de olsalar tüm sendikaların özelliğidir. Bu tek başına devletle birleşme eğiliminin herhangi bir doktrine özgü bir şey değil, tüm sendikalarda ve sendikalist örgütlerde ortak olan toplumsal koşulların sonucu olduğunu gösterir." (L. Troçki)
Bu ifade partiyi çözüm olarak görse de doğrudur. Bu verimsizlik değil, işbirliği sorusudur. Sendika kamusal hizmetten fazla bir şey değildir ve bürokrasinin işleyiş tarzına göre etkinliği farklı olabilir, ama devrimci olanlar bir yana başka hiçbir perspektif geliştiremez. İşçi tabanının çabalarını frenleyen mekanizmaların nasıl çalıştığını görmek ilginçtir. Burada örneğin 1953 ağustosunda Renault fabrikasındaki grev hakkında Daniel Mathe’nin “Socialisme ou Barbarie”de ( Sosyalizm ya da Barbarlık) yazdıkları var:
"4 ay önceden sendikanın taktiği tekrarlanan grevlerdi. Bu section 74’teki grev esnasında tüm endüstrinin lokavt olmasına neden olarak zirveye ulaştı. İşçiler, eğer eylemleri bir iki bölümde sınırlı kalmayacaksa hareket etmeye hazırdılar. "Ya genel grev ya da hiçbir şey" dediler. İnisiyatifi aldılar, diğer bölümlerin onları takip edeceğine inandılar. Hiçbir takip olmadığı gibi sendikaların onları izole etmek için güçleri dâhilinde yapabilecekleri her şeyi yaptığını fark ettiklerinde grevi reddettiler. Yıllardır sendikalarca kullanılan mücadele yöntemleri yarım günle, bir saatle, yarım saatle hatta çeyrek dakikayla sınırlı iş bırakmalar, toplu dilekçeler ya da bölüm başkanına gitmek için bir avuç adamdan oluşan heyet. Ağustos ayında işçiler maaşlarının tekrar düşünülmesini istiyorlarsa her şeyi durdurmak zorunda olduklarını fark ettiler. Ama orada bile sendikalar kendilerine karşı çıktı ve grevi yasal bir çerçevede tutmaya çalıştılar. Genel mecliste işçiler başkanlığa bir heyet gönderme teklifi için bir oylama yaptılar. Bir kez daha sendikalar bunu birkaç işçiye indirgeyerek heyeti şekillendirme görevini üstlendiler. Kendi amaçlarının sınırları ötesine giden hareketleri görmekten hiçbir çıkarı olmayan bürokrasi hiçbir kitlesel eyleme izin vermedi."
Bu tür bir işleyişsel etkinsizlik erteleme olarak adlandırılabilir. Sendikanın amaçlarından biri mücadeleyi radikalleştirmek değildir: Olumlu ya da olumsuz sonuçların bedelini sendika bürokratları ödeyecektir. Pasiflikleri bir reflekstir, doğuştan gelen bir devasa işbirlikçilik taşır.
Ancak burada başka bir tür etkisizlik de vardır; o da “sessizlik”, bilgiyi kısıtlamaydı. Taban herhangi bir bilgi kontrolünden uzak tutulur; mekanizma oldukça basittir. Mothe’nin analizine dönelim:
"İşçilerin kendiliğinden eylemine karşı çıkmanın ilk yolu yol göstermemektir: sessiz kalmak ile. Bu sessizlik, fabrika yayınları sendika bürokratlarının ellerinde olduğundan en kolayıdır. İşçilerin onların üzerinde hiçbir şekilde kontrolü yoktur. Sık sık greve gitmeye hazırlanan işçiler fikirlerini değiştirirler çünkü sendikalar tarafından desteklenmeyeceklerini fark ederler. Bu pasiflik yöntemi işçilerin isteğini azaltmaya yetmezse, onlar bozgunculuk yapacak ya da kavgacı olanları demoralize edeceklerdir. Sendika bürokrasisinin yöntemleri patronlarınkinden pek de farklı değildir."
Yukarıda tüm söylenenlerin anlamı bölücülüktür. Şüphe ve güvensizlik işçiler arasında yayılır. “Greve gideceksiniz ama diğerleri yapacaklarını söyleseler de sizin arkanızdan gelmeyecekler. Yolun ortasında sizi bırakacaklardır.”
İçlerinde en kavgacı olanlar hakkında şüphe yaratacaklardır. “Sen, grevi savunuyorsun, çünkü besleyecek çocukların yok.” Greve gitmek isteyenleri geçmişte bunu yapmamış olmakla suçlarlar.
Grev yanlılarını politik argümanlarla vazgeçirmeye çalışırlar. Diğer sektörler hakkında yanlış bilgi verirler ve işçilerin anlaşma içinde olmadıklarına inanılmasını sağlarlar.
Bu tarz davranışları değerlendirmek için birçok yol var. Bunların listesini yapmak niyetinde değiliz. Biz tabanın durdurulmasında kullanılan yöntemlere şaşırmıyoruz. Aksine, hala sendikaların iyi niyetli olduğuna inanan insanlar gördüğümüze şaşırıyoruz. Problem, işçilerin sendikaların kusurlarını bürokrasiye saldırmayı sağlayacak bir bakış açısı elde edecek şekilde anlamalarının nasıl sağlanacağı değil. Problem; doğrudan eyleme dayalı, sendikalardan çok uzakta sağlıklı bir tabandan ve yatay olarak örgütlenmiş etkili bir işçi yapısı inşa etmek.
İşçiler sendikalarla gerçekten ne yapabilir? Sendikalar sadece merkezleşmiş örgütler değildirler, ayrıca sadece işyeri delegelerinin kendilerini bilgilendirme hakkı vardır ve biliyoruz ki delegeler tabanı değil, sendika yapısını temsil eder. İşçileri katılmaya ikna ederken güçlerini rüzgârlara haykırmak bir sendikanın karakteristik manevrasıdır, ama liderlik işçilerin tabanına karşı bir yere yöneldiği zaman aynı birleşmeye ve kavgaya gücü yetmez hale geliyor. Sendikaların başka bir geleneksel eleştirisi ise bazı anarşistlerin sendikacılığın ve genel olarak sendikalizmin sınırlarını ve tehlikeli çelişkilerini görmeye çalışmaksızın koşulsuz bir şekilde devrimci sendikalizmi destekleyen anarko-sendikalist eğilime karşı kullandıkları bir eleştiridir.
Belki de bu sorun üzerindeki en net tartışmalar 1907 Amsterdam Kongresi’nde Monatte ve Malatesta arasında geçenlerdir. Monatte, sendikalizmin ve anarşizmin birbirini tamamlayacağı bir programı savunur: Daha iyi şartlar talep eden gündelik mücadeleler güncel iyileştirmelerle işçilerin gücünü koordine ederek ve esenliklerinin artmasını sağlayarak onları sermaye kamulaştırılmadan gerçekleşemeyecek tam özgürleşmeye hazırlarlar.
Malatesta, problem üzerinde temel bir açıklıkla der ki, “Sendikalizm bir araç olarak kabul edilebilir amaç olarak değil. Sendikalizm için devrimle eşanlamlı olan genel grev bile ancak bir araç olarak düşünülebilir.”
Aynı yıl Les Temps Nouveau’da şöyle yazdı, “En ateşli partizanların açıklamalarına rağmen sendikalizm doğası gereği geçmişte işçi hareketlerini yozlaştıran tüm yozlaşma unsurlarını içerir. Gerçekte, işçilerin çıkarlarını savunmayı vaat eden bir hareket olarak mutlaka bugünün koşullarına uyum sağlamalıdır.”
Daha ilerde göreceğimiz gibi Maletesta’nın duruşu radikal bir duruş, ama biz onunla tamamıyla aynı fikirde değiliz. Şüphe yok ki sendikalizm bir amaç değil, ancak onun bir araç olarak düşünülmesi devrime hazırlanma için bir araç olduğu anlamına gelmelidir; sömürüyü devam ettirmek ya da daha kötüsü karşı-devrime hazırlanmak anlamına değil. Sorun budur. Sendikacılık ve sendikalizm problemi, devletle rekabet içinde olan her örgütlenmenin barındırdığı bir politik iktidar problemidir. Bazen bu örgütlenmenin dinamikleri, yüzeyde çelişkileri görmeyi zorlaştıran, ama gerçek özünü değiştirmeyen böyle belirli özellikler gösterir.
“İşçi, gerekli toplumsal dönüşümü sağlayabilmek için fabrikada olduğu kadar toplumda da kazanımlar elde etmek gereklidir. Buna karşılık sendikanın da bu gerekliliğin yükünü sadece işçiler için değil halk kitleleri için de, aynı zamanda tüm ülkenin ekonomik, sivil ve demokratik gelişimi için de kabullenmesi gerekir. Daha genel talepleri kabul etmesi gerektiği gibi.” (C.G.I.L.)
C.G.I.L. için bu bir keşif problemi değil, tersine bu federasyonu özellikle zor zamanlarda çalışma sürecini yenileyecek ve ekonomik, sosyal gelişmeyi sağlayacak politik öneriler yaparak ulusal taleplerin tercümanı olarak gören genel bir politik geleneğin mantıksal gelişimidir.
Malatesta’nın görüşü pek uygulanabilir değil, ama bunun Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yani anarşistlerin çok aktif olduğu zamanlarda, Fransız sendikalistlerinin çalkantılı atmosferi hakkında olduğunu unutmamalıyız. Belki bugün özde farklı olmayan, ama o özü çevreleyen tiksindirici biçim açısından farklı olduğu günümüz gibi bir durumda fikirlerini değiştirirdi.
Program açıktır: Sendika devletin sürdürülmesiyle ilgilenmelidir. Hükümetteki siyasal operatörlerin (sendika bürokrasisine göre) açık kabiliyetsizlikleri karşısında işleri ele alıp sömürüyü sürdürmeyi – işçilerin çıkarı için – vazgeçilmez görürler.
Sendika ile politik iktidar arasındaki ilişki kendisini en dehşetengiz şekilde ortaya koyar: Sendika ve kapitalizm. Ekonomik güç sendika yönetimini reformizmin parametreleri içerisinde hareket etmeye koşullar ve böyle yaparak gücünü yakın geleceğimiz olan iktidarın birlikte yönetimine yönlendirir.
...
Alfredo M. Bonanno
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder