12 Temmuz 2010 Pazartesi

Ekmeğin Fethi

Ekmeğin Fethi



I


Özel mülkiyete son vermiş her toplum, bizce, derhal anarşist komünizmin temellerini atmaya başlamalıdır. Anarşizm, kaçınılmaz olarak komünizme varır dayanır, komünizm de anarşizme; kaldı ki bunların her ikisi de çağdaş toplumlara egemen olan aynı büyük sevdanın, eşitlik sevdasının ifadesidirler. (1)


Geçmişte, bir köylü ailesinin, yetiştirdiği buğdayı, aile üyeleri için evde örülen giysiyi kendi el emeklerinin ürünü olarak gördüğü bir dönem yaşanmıştı: Esasen bu yine de pek doğru değildi, çünkü o zamanlarda da ortaklaşa yapılmış yollar, köprüler vardı; bataklıkken ortaklaşa kurutulup meraya dönüştürülmüş alanlar, ortaklaşa yükseltilmiş kent duvarları vardı. Tekstil tezgâhlarındaki her yenilik ya da ketenin boyanmasıyla ilgili her buluş, herkesin yararınaydı. Köylü ailesinin varoluş koşulları da, kuşkusuz, dünya yardımından bütün öbür insanlar kadar yararlanma esasına dayalı olacaktı.


Ama her şeyin sanayi içinde bir ağ gibi birbirine girdiği, her üretim dalının öteki üretim dallarının yardımını gereksindiği günümüz koşullarında, yapılan üretimden herkesin payını çıkarmak, hesaplamak olacak şey değildir. Elyaf işlenmesinde ya da metal dövülmesinde eğitim düzeyi yüksek ülkeler öyle büyük bir mükemmeliyet düzeyine ulaştılar ki, bununla binlerce başka büyük ve küçük sanayi dalını da gelişmeye iteklediler; demiryollarının yayılmasına, gemi sanayinin gelişmesine, sayısı milyonları bulan işçi sınıfında el uzluğunun, becerinin artmasına ve son olarak da yeryüzü yuvarlağında üretim adına yapılan her türlü işin gelişmesine ön ayak oldular.


Süveyş Kanalı'nın yapımı sırasında koleradan, ya da St. Gothard tünelinin yapımı sırasında eklem kireçlenmesinden ölen İtalyanların; köleliğin kaldırılması için giriştikleri savaşta top mermileriyle parçalanıp ölen Amerikalıların, Rusya, Avrupa ve Amerika'da dokuma sanayiinin gelişmesine, Manchester ya da Moskova'da dokuma tezgâhları başında öksüre tıksıra çalışan çocuklardan ya da işçilerden birinin getirdiği sorun üzerine dokuma tezgâhının bilmem ne kusurunu nasıl giderebileceğine kafa yoran mühendisten daha az şey yapmamışlardır.


Bu durumda, yaratılmalarına hepimizin katkıda bulunduğu zenginliklerden her birimizin payına düşen bölüm nasıl belirlenecek?


Biz kamulaştırma konusunda kolektivistlerin görüşlerini paylaşamıyoruz, bu bir; ikincisi, bu zenginliklerin üretilmesinde herkesin harcadığı saati esas alma, ödüllendirme gibi şeylerin de ideal ya da ideale giden yolda ileri doğru bir adım olduğunu kabul etmiyoruz. Çağdaş toplumlarda eşyanın trampa değerinin, o şeyin üretimi için harcanan emekle mi ölçüldüğü konusuna hiç girmeyeceğiz burada (Adam Smith, Ricardo, onlardan sonra da Marx'ın görüşü buydu, bilindiği gibi; bu konuya daha sonra geleceğiz), burada şu kadarını belirtelim ki, üretim araçlarının toplumun ortak malı kabul edildiği bir toplumda, kolektivistlerin idealleri artık gerçekleşemez demektir. Toplumsalcılık ilkelerine dayalı bir mülkiyet sistemini benimsemiş bir toplumun ücretli emeğin her biçimini reddetmesi de kaçınılmazdır.


Şundan kesinlikle eminiz ki, kolektivistlerin yumuşatılmış bireyciliklerinin, komünizmin -tam olmasa bile hiç değilse toprak ve üretim araçlarının herkesin malı olduğunu savunabilen bir komünizmin- yanında tutunabilmesi olanaksızdır. Bu yeni mülkiyet biçimi, ortak topraklarda ortak alet edevatla elde edilen üretimin dağıtımı konusunda da yeni bir biçime gidilmesini gerektirmektedir. Yeni üretim biçiminin var olduğu yerde eski tüketim biçimi olamaz, tıpkı yeni üretim biçimi varsa eski biçim siyasal örgütlerin olamayacağı gibi.


Ücretli emek, toprakların ve üretim araçlarının herkesin değil, birkaç kişinin malı olmasının sonucudur ve kapitalist üretimin gelişebilmesinin olmazsa olmaz koşuludur; yok oluşu da kapitalist üretimle birlikte olacaktır. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, kaçınılmaz bir biçimde, ortak üretilen nimetlerin tüketiminin de ortak olmasını getirecektir.


Biz komünizmin iyi, arzu edilir bir düzen olduğunu söylemekle kalmıyoruz, kişiselciliğe dayanan çağdaş toplumların kendilerinin kaçınılmaz olarak komünizm istikametine yöneleceklerini düşünüyoruz.


Şu son üç yüz yıldır kişiselciliğin gelişmesi, yani tek tek kişilerin başkalarının haberi olmadan kendi çıkarını kollaması eğiliminin güçlenmesi, başka bazı nedenler de olmakla birlikte, esas olarak bireyin kendini sermaye egemenliğine, devlete karşı koruma arzusuyla açıklanmaktadır. Bir vakitler de bazı kişiler, çoğunluğun hissiyatına tercüman olduklarını da söyleyerek şu vaazı verip gezdiler: Herkes tek tek kendini kurtardı mı, tüm toplum devletten de, sermayeden de kurtulmuş olur. "Para, özgürlük de dâhil, bana ihtiyacım olan her şeyi satın alma olanağını sağlar." Ancak, çok büyük bir yanlışı içeriyordu bu görüş: Çünkü çağdaş tarih, parayla değil özgürlüğün, kalıcı, sürekli, sağlam, güven verir bir bireysel yaşamın bile satın alınamayacağını göstermektedir: Başka insanlarla işbirliği içinde olmadıkça; sandığı, çıkını ne kadar altınla, parayla dolu olursa olsun, tek insan güçsüzdür.


Öte yandan, tüm çağdaş tarih boyunca bireycilik akımının yanı sıra, hem kadim komünizmin kalıntılarına tutunma çabalarına, hem de toplumsal yaşamın son derece farklı alanlarında komünist ilkeleri yeniden canlandırma çabalarına tanık oluyoruz.


Onuncu, on birinci ve on ikinci yüzyıl halk toplulukları sivil ya da dinsel egemenlerinden kurtulur kurtulmaz, ortaklaşa çalışma-kardeşçe bölüşme ilkelerini hayata geçirmek arzusuyla doldular.


Kent, -altını çiziyorum, tek tek kişiler değil, kent; Rusya'da "Gospodin Velikiy Novgorod" kenti- gemiler, kervanlar donatıyor ve uzak ülkelere ticaret için gönderiyor ve bu ticaretten elde edilen gelir ayrı ayrı tüccarların değil, yine tüm kentin oluyor; kente yiyecek, içecek ve başka gerekli malzemeler almıyor. Bu deneyimle ilgili kuruluşların izlerine on dokuzuncu yüzyıla (1848'e) dek orda burada rastlanabiliyordu, ailelerin kuşaktan kuşağa aktardıkları söylenceler arasında da bu deneyimle ilgili anılar baş yeri tutuyordu.


Bütün bunlar yitti gitti. Bu komünizmin son izlerinin de silinip gitmemesi için savaşım veren bir tek Selskaya Obşçina-köy cemaati kaldı; o da olsa olsa, devlet ağır kılıcını terazinin kefesine indirene kadar sürdürebilir bu işi.


Bununla birlikte her yerde, çok değişik biçimler altında, ama aynı ilkeye dayalı yeni örgütlenmeler görülüyor. İlke: Herkese ihtiyacına göre, çünkü belli bir ölçüde komünizm olmadan çağdaş toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri olanaksızdır. İnsanların kafalarına mal üretimi fikrini yerleştiren o çok dar egoist karakterine rağmen günümüzde pek çok yerde komünist yönelişler gözleniyor, komünizmin insanlar arasındaki ilişkilere en akla gelmez biçimlerde sızdığı görülüyor.


Çok değil, daha dün denilecek kadar yakın zamana kadar bir ırmağın üzerine köprü yapıldı mı, gelenden geçenden "köprü parası" adı verilen bir para alınırdı. Şimdiyse köprüler kamu malıdır, isteyen canının istediği kadar geçebilir. Şose yollarda, gidilen verst başına para ödeme uygulamasına bugün yalnızca Doğuda rastlanıyor. Müzeler, kitaplıklar, devlet okulları, çocuklara topluca verilen öğle yemekleri, parklar, bahçeler, yıkanan-süpürülen, aydınlatılan yollar, evlere kadar çekilen sular (ne kadar su harcandığını hesaplama uygulamasından vazgeçilmesi yönünde güçlü bir eğilim var) herkese açıktır, herkes bunlardan yararlanabilir... Hepsindeki ilke, "ne kadar ihtiyacınız varsa, buyurun” dur.


Kara ulaşımını sağlayan arabalarla, demiryolu ulaşımını sağlayan trenler artık aylık, yıllık biletler satıyorlar: Bir gün ya da bir yıl içinde istediğiniz kadar gidiş-geliş yapabilme olanağı sağlanıyor bu yolla. Geçenlerde de bir ülkenin tümünde, Macaristan'da (onun ardından da Rusya'da) demiryolları beş yüz versti de, yedi yüz versti de aynı fiyata gitmenizi sağlayan bölgesel tarife uygulaması başlattı. Bu uygulamanın çok yakında tıpkı posta tarifesi gibi, koca bir bölge (diyar) için geçerli olması beklenebilir. Bütün buralarda ve pek çok başka kurumda daha (oteller, pansiyonlar vb.) hâkim eğilim, tüketimi ölçmemek yönündedir. Kiminin gidecek bin verstlik yolu vardır, kiminin yedi yüz verstlik... Kimi üç funt ekmek yer, kimi iki... Bunlar, insanların kişisel durumlarıyla bağlı olan tüketim miktarlarıdır ve birincilerden sen fazla yol gittin, çok ekmek yedin diye bilmem ne kadar daha fazla para almanın hiçbir dayanağı yoktur. Bu türden dengeleyici uygulamalara bizim bireyci toplumumuzda bile rastlanıyor.


Bu da bir yana, şimdilik fazla güçlü olmamakla birlikte kendini hissettiren bir eğilim daha var: Kişisel tüketimi, kişinin topluma verdiği ya da bir gün vereceği hizmetin üstünde bir yere koymak. Böylece tek tek her parçası bütün diğer parçalarıyla sıkı sıkıya bağlı olan toplum, olayı bir bütün olarak görmekte, birinin verdiği hizmeti, herkesin verdiği hizmet olarak algılamaktadır.


Bir halk kütüphanesine gittiğiniz zaman -yalnız Paris'te değil, örneğin Londra ya da Berlin'de de- kitaplık görevlisi size istediğiniz kitabı (elli kitap istemiş olsanız bile) vermeden önce sizin topluma ne gibi hizmetleriniz olduğunu sormaz. İstediğiniz kitabı verir, o kadar; hatta eğer beceremiyorsanız, kataloglarda aradığınız kitabı bulmanıza yardım eder. Tıpkı bunun gibi, belli bir kayıt ödentisiyle -ki çoğu kez emek katkısı nakdi ödemeye yeğlenmektedir- bilimsel dernekler, kuruluşlar sizlere müzelerinin, bahçelerinin, kitaplıklarının, laboratuvarlarının... Kapılarını açmaktadır... Herkese eşit bir şekilde: İster Darwin olsun, ister sıradan bir amatör!


Bazı kentlerde, siz eğer herhangi bir icat üzerinde çalışıyorsanız, sizi özel bir işliğe gönderiyorlar, burada yer sağlıyorlar, marangoz tezgâhı, demir tezgâhı ve ihtiyaç duyduğunuz başka bütün aletleri sağlıyorlar (tek ki bunları kullanmak elinizden geliyor olsun) ve "Buyurun, istediğiniz kadar, istediğiniz gibi çalışın!" diyorlar. "İstediğiniz bütün gereçleri sağladık... Gerekli görüyorsanız, işinize arkadaşlarınızı da katabilirsiniz, başka zanaatlardan kişileri de çağırabilirsiniz Ya da öylesi hoşunuza gidiyorsa eğer, yalnız çalışabilirsiniz... Havada uçan bir alet icat edin... Ya da hiçbir şey icat etmeyin, siz bilirsiniz. Bir fikriniz olduğunu söylemiştiniz ya, bu yeter".


Yine bunun gibi, cankurtaranlar derneği üyesi gönüllüler, batan bir geminin tayfalarına unvanlarını ya da bugüne dek topluma verdikleri hizmeti sormuyorlar; hiç düşünmeden kendilerini denize atıp kudurmuş dalgaların arasından hiç tanımadıkları insanları kurtarabilmek için kimi kez kendi canlarından oluyorlar. Boğulmakta olanları tanıyıp tanımamanın ne önemi var ki? "Orda bizim sunacağımız hizmete muhtaç, imdat isteyen bir insan var... Onun kurtarılma hakkının doğması için bu kadarı yeter. Hemen atlayıp kurtaralım kendisini!"


Bu her bakımdan komünist eğilime artık her yerde rastlanabiliyor; akla gelebilecek her kılık altında, toplumumuzun en bireyci geçinen, bireycilik vaazlarının kaynaklandığı yer olan şu en orta kesiminde bile.


Yarın bir felaket olsa, örneğin bir kentimiz düşman işgaline uğrasa, normal zamanlarda son derece bencil olan büyük kentlerimizden biri kuşatılsa, bu kent herkesten önce çocukların ve yaşlıların karınlarının doyurulması, barındırılması ve her türlü gereksiniminin karşılanmasına karar verecektir. Bunu yaparken de bu insanların bunu hak eden hizmetleri olmuş mu ya da olmakta mı diye bir soruşturma yapmayacaktır. Öncelikle onların karınları doyurulacak, sonra çarpışanların durumu düşünülecek, bu yapılırken de çarpışmalarda kimin daha akıllı ya da cesur davrandığına vb. bakılmayacaktır. Sonra kadınlar da erkekler de büyük bir özveriyle, kendi rahatlarını unutup yaralıların tedavisiyle uğraşacaklardır.


Kısacası bu eğilim, bu heves, bu sevda var ve yaşıyor. İnsanların en can alıcı gereksinimlerini giderebildiği ölçüde; insanlığın üretici güçlerinin büyümesi ölçüsünde ve bunlardan da çok olarak, gündelik hayatımızın eften püften kaygıları yerine bir büyük genel ülkü ortaya çıktıkça gitgide daha da belirginleşecektir bu duygu.


Üretim araçları herkesin ortak mülkiyetine geçmiş, insanlar hep beraber çalışıyorlar, emek toplumda hukukun kendisine verdiği saygın yeri almış, dolayısıyla da üretkenliği artmış, beklenenden daha çok ürün veriyor... Bu durumda, şu anda bile güçlü olan komünist düşüncenin uygulanmakta olduğu alanın daha da genişleyeceğinden ve toplumsal yaşamın temel ilkelerini de bu düşüncenin oluşturacağından kuşku duyulabilir mi?


Bütün bu verilerin ışığında (ve gelecek bölümde konu edineceğimiz istimlak ve müsadere pratiğine ilişkin hususlar da göz önünde bulundurarak), mevcut düzeni ayakta tutan gücü yerle bir ettiğimiz anda, birinci görevimiz derhal komünizmi hayata geçirmek olacaktır.


Ama bizim komünizmimiz falanster komünizmi ya da Alman devletçilerinin komünizmi gibi değildir. Bu anarşik komünizmdir; hükümetin olmadığı, özgür insanların komünizmidir. Bu, insanoğlunu bütün zamanlarda izlemiş bulunan ekonomik özgürlük ve siyasal özgürlük gibi iki kendi başına kavramın bir bütün halinde ele alındığı bireşimdir.



II


Anarşiyi siyasal örgütlenmenin ideal biçimi olarak alırken bizim yaptığımız şey, yine, insanlığın gözle görülür yönelişinden söz etmektir. Gelişmiş Avrupa toplumları ne zaman egemenlerin boyunduruğunu omuzlarından atmayı başarsalar, toplum hemen bu yöne doğru koşmaya başlıyor ve üzerine bireysel özgürlüklerin inşa edilebileceği bir karşılıklı ilişkiler sistemi kurmaya girişiyor. Ve biz tarihten biliyoruz ki, yerel ya da genel ayaklanmalarla hükümetlerin gücünün sarsıldığı, zayıflatıldığı ya da en düşük düzeye indirildiği zamanlarda, bu gelişmeyle birlikte, ara ara ekonomik ve siyasal başarılar -hiç beklenmeyen, hızlı başarılar- görülür.


Bunu bağımsız kentler döneminde görmüşüzdür: Bu dönemlerde insanlık bilimde, sanatta, zanaatkârlıkta, mimarlıkta, geçmiş zamanlarda beş-on yüzyılda gerçekleştiremediği atılımları, başarıları gerçekleştirmiş, kısacık zaman dilimlerinde iki yüz, üç yüz yıllık başarı sıçrayışlarını yaşamıştır. Reform sırasında gerçekleşen ve Papa'nın egemenliğini tehdit eder boyutlara ulaşan köylü ayaklanmaları sırasında aynı şeyi görmüşüzdür; keza, Atlantik Okyanusu'nun karşı kıyısında, eski Avrupa'nın hoşnutsuz unsurlarının yarattıkları özgür topluluklarda görmüşüzdür.


Eğitim düzeyleri yüksek Avrupa halklarında bugün yaşanmakta olan gelişmeleri dikkatle gözleyecek olursak, hükümetlerin etki alanlarını daraltmak, buna karşılık kişi hak ve özgürlüklerini genişletmek yönündeki eylemlerin nasıl çoğaldığını açıkça görürüz. Geçmişin kurumlarının ve kör inançlarının mirasını yemeye alışmış bir güruhun bütün engellemelerine karşın çağdaş gelişmeler özellikle bu doğrultuda gerçekleşiyor. Bütün evrimlerde olduğu gibi burada da beklenen tek şey, devrim: İnsanın, yolunun üstünde duran toz toprak içindeki köhne yapılan yerle bir etmesi ve yeni doğmuş, dipdiri bir toplumda özgür bir biçimde yer alabilmesi için.


İnsanlar uzunca bir süre çözümsüz bir soruya çözüm aradılar durdular. Soru şuydu: "Bireyleri boyun eğmeye zorlayabilecek, ama bunu yaparken de kendisi topluma boyun eğme çizgisinden ayrılmayacak bir hükümet olamaz mı?" Günümüzdeyse, insanlık hükümet denen şeyden bütünüyle kurtulmaya ve gereksinimlerini, aynı hedefe yönelmiş kişi ve gruplar arasında özgür anlaşma yoluyla gidermeye çalışıyor. Her bölgesel birimin, yani köylerin, kentlerin, bölgelerin, ülkelerin zorunlu, ivedi gereksinimleri vardır; karşılıklı anlaşma yavaş yavaş yasaların yerini alır ve kişisel, ayrı ayrı çıkarları, devlet sınırlarından bağımsız, ortak bir hedefe doğru yönlendirir.


Daha yakın zamanlara dek devletin asli işleri olarak düşünülen kimi görevlerin bugün devletle ilgisi tartışılıyor: Devlet karışmadığı zaman insanlar işlerini çok daha kolay, elverişli bir şekilde hallediyorlar. Ve biz bu doğrultuda kazanılan başarılara baktığımızda kaçınılmaz olarak şu sonuca ulaşıyoruz: İnsanlık hükümetlerin etkinliklerini sıfır düzeyine düşürme ve haksızlığın, zorbalığın, zulmün ve tekellerin timsali olan devleti yok etme çabası içindedir. (2)


Bugün artık şöyle bir toplum düşünebilme durumundayız: Bireyin elini kolunu bağlayan yasalar yok, dolayısıyla yasalara göre değil, alışkanlıklarına göre hareket ediyor birey; toplum içinde herkesin yaşamış olduğu; ihtiyaçların giderilmesi, başkalarıyla işbirliği, yardımlaşma içinde olmak ve başka insanlara kayıtsız olmamak, onları sevmek gibi davranışlarla edindiği toplumsal alışkanlıklarına göre hareket ediyor.


Devletsiz bir toplum düşüncesi, kuşkusuz, özel sermayenin olmadığı bir ekonomik yapı kadar tepki çekecek bir düşüncedir. Bizler, insanların kendi aralarındaki ilişkilerinde Tanrı rolü oynayan devlete ilişkin bir yığın kör inançlar içinde yetiştik. Okullarımızda Roma tarihi olarak belletilen Roma söylencelerinden tutun da, Roma hukuku adıyla okutulan Justinyen'in Bizans yasalarına dek, -üniversitelerimizde okutulan "hukuk" üzerine akla gelebilecek her türlü bilimi de bunlara katın- bunların hepsi ve genel olarak tüm eğitim sistemimiz, bize her yerde hazır ve her şeye kadir bir devlet fikrini aşılamaya çalışırlar.


Bu önyargıyı desteklemek üzere, okullarda ders konusu olarak okutulan koca koca felsefe sistemleri oluşturuldu. Aynı amaçla değişik hukuk kuramları yaratıldı. Siyaset denilen şey bütünüyle bu ilke üzerine bina edildi ve hangi partiden olursa olsun her siyasetçi halka şu sözlerle seslendi: "Bize iktidarı verin, sizi dertlerinizden kurtaralım: Bizim bunu yapacak olanaklarımız var."


Beşikten mezara kadar bütün davranışlarımıza "devletin, hükümetin gücüne boyun eğme" ilkesi yön veriyor. Toplumbilim ya da hukukla ile ilgili herhangi bir kitabı açtığınızda, hükümetin, onun örgütleri ve eylemlerinin son derece önemli bir yer kapladığını göreceksiniz, öylesine ki, bu kitapları okuyan öğrenciler yavaş yavaş, hükümet, devlet ve devlet adamları dışında dünyada hiçbir şeyin olmadığını düşünmeye başlar.


Aynı şey gazeteler için de söz konusudur. Parlamento tartışmaları, siyasal entrikalar sütun sütun yer bulabilirken, devletin dışımda-kendi yolunda seyreden halkın o muazzam gündelik yaşamı, ya çıkarılan yeni bir yasa, ya da polisten yapılan bir açıklama nedeniyle son sayfalarda birkaç satırla geçiştirilir. Bu gazeteleri okurken dünyayı dolduran nice bin şeyi unutursunuz; örneğin bütün insanlığı unutursunuz: Doğan, büyüyen, ölen, acı çeken, çalışan, tüketen, düşünen ve tepemize binmiş ve kene gibi yapışmış sırnaşık insanlara karşın yaratan insanlığı... Bizim bilgisizliğimizin büyüttüğü bu keneleri gözümüzde öyle yüceltmişizdir ki, tüm insanlığın üzerini kaplayacak irilikte, ürkütücülükte gölgeleri olmuştur bunların.


Gözümüzü gazetelerden ayırıp hayatın kendisine, çevremizdeki insanlara yönelttiğimizde, hükümetin akıp giden hayat üzerinde hiç denecek bir rolü olduğunu görür ve çok şaşırırız. Milyonlarca köylünün, vergi verme dışında, devlet hakkında hiçbir şey bilmeden yaşayıp öldüklerini ta Balzac saptamıştır. Ticaret alanında olsun ya da başka alanda olsun, milyonlarca iş her gün hükümetin hiçbir karışması olmadan yürüyüp gitmektedir. Bunların en önemlileri, örneğin ticaret ya da borsa sözleşmeleri bile öylesine resmiyetten uzak bir biçimde bağıtlanmaktadır ki, sözleşmenin taraflarından biri üzerine aldığı yükümlülüğü yerine getirmekten cayacak olsa bile hükümet bu işe karışamaz. Ticaret işlerinden anlayan herhangi biriyle konuşun, her gün tüccarlar arasında gerçekleşen ticari operasyonların önemli bir bölümünün karşılıklı güvene dayandığını söyleyecektir. Sözünü tutma alışkanlığı (bu basit alışkanlık), kredi değerini yitirme korkusu, ticari dürüstlük denen göreli dürüstlüğü ayakta tutmada çok daha etkili olmaktadır. Dahası, hiç utanıp sıkılmadan müşterisini kötü bir malı pahalıya satarak kazıklayan bir tüccar, bir başka tüccarla ilişkisinde sorumluluğunu yerine getirmeyi bir görev olarak görmektedir. Zenginleşmenin hayatın biricik motoru, biricik amacı olduğu günümüz koşullarında bile şu göreli dürüstlük gelişebilmişse eğer, bir başkasının emeğini sömürmenin toplumsal hayatın temeli olmaktan çıkarıldığı koşullar altında bu gelişmenin ilkiyle karşılaştırılamayacak denli hızlı olacağından kuşku duyulabilir mi?


Günümüz dünyası için çok karakteristik bir başka olgu daha var ki, aynı gelişmeyi çok daha çarpıcı bir biçimde vurguluyor. Bu olgu, özel girişimciliğe dayalı işletmecilik alanının sürekli büyümesi ve çok çeşitli amaçlarla kurulan özgür birliklerin alabildiğine çoğalmasıdır. Daha ilerde bu konu üzerinde ayrıntılarıyla duracağımız için, şimdilik şu kadarını söyleyelim: Bu türden olgular öyle çoğaldı, öyle alışılmış olgular haline geldi ki, 19. yüzyılın ikinci yarısının en önemli olayı olarak bunlar kabul edilecektir... Siyaset yazarları ve sosyalist yazarlar bunları ne kadar görmezden gelirlerse gelsinler ve hükümetlerin gelecekte çok önemli, çok işlevsel rolleri olacağına ilişkin ne kadar ahkâm keserlerse kessinler, bu böyle.


Bu sınırsız ölçüde çeşitlilik gösteren özgür örgütler öylesine doğallar, öylesine hızlı büyüyorlar, öyle kolay gruplaşıyor ve eğitimli insanın sürekli büyüyen ihtiyaçları için öylesine bir kaçınılmazlık oluşturuyorlar ki ve son olarak öylesine kolayca ve öylesine elverişli bir şekilde hükümet müdahalelerinin yerini alıyorlar ki, sonuçta kaçınılmaz olarak toplum hayatında önemi gitgide büyümesi gereken olgular olarak kabul etmemiz gerekiyor bunları.


Eğer bu türden özgür örgütler toplumsal yaşamın ve gündelik yaşamın her alanında yaygınlık kazanmamışlarsa, bunun tek nedeni, işçilerin yoksulluğu, çağdaş toplumun kastlara ayrılmış olması, özel mülkiyet ve hepsinden çok da emekçilerin sürekli olarak devlet engelleriyle karşılaşıyor olmasıdır. Bu engelleri kaldırın ortadan, "birlikler” in eğitimli kesiminin tüm etkinlik alanını kapladığını göreceksiniz.


Son elli yılın tarihi de, keza, hiçbir anayasal hükümetin, devletin ele geçirdiği alanlardan herhangi birinde etkinlik kuramamış olduğunun canlı bir kanıtıdır. Ama on dokuzuncu yüzyıl, bir gün, bir şekilde, parlamentarizmin yerle bir olduğu yüzyıl olduğunu gösterecektir.


Parlamentarizmin yanlışları ve temsili yönetim adı verilen garabetin kusurları öylesine kör kör parmağım gözünedir ki, bu yönetim biçiminin eleştirisiyle uğraşan düşünürlerin bile (J. Stuart Mill, Lavergne) yalnızca genel hoşnutsuzluğu dile getirdikleri söylenebilir. Gerçekten de, saçmalığı düşünebiliyor musunuz: Üç beş kişiyi seçiyorsunuz ve onlara "Bizim hayatımızın her alanıyla ilgili yasalar çıkarın, hatta hayatımızın sizin hiç bilip anlamadığınız alanlarıyla bile ilgili olabilir bu yasalar" diyorsunuz? Artık insanlar şunu anlamaya başladılar: "Çoğunluk yönetimi" demek, uygulamada, tüm ülke işlerini, ülkenin nerede ne kadar meclisi varsa hepsinde çoğunluğu elinde tutan kişilere -Fransız Devrimi sırasındaki adlandırmalarıyla "bataklık kurbağalarına- ya da belirli hiçbir dünya görüşleri olmayan, rüzgârın nereden estiğine ve nereden daha çok parsa toplayacaklarına bakarak bazen "sol", bazen "sağ" partilerde yer kapan insanlara vermek demektir. Anayasal yönetim, kuşkusuz, saray partilerinin sınırsız yönetimlerine göre ileri doğru bir adımdı, ancak insanlık mayalanmayı bekler gibi burada takılıp kalamaz, yeni yollar aranacak ve bulunacaktır. (3)


Dünya posta birliği, demiryolları derneği, değişik bilimsel dernekler... Bunların hepsi insanların özgür iradeleriyle kurdukları, yasaların yerini alan kurumlardır.


Günümüzde yerkürenin dört bir yanına dağılmış farklı insan grupları herhangi bir amaçla örgütlenmek istediklerinde "her işe uygun parlamenterlerden oluşan" bir uluslararası parlamento seçip, "Bize yasa yapın, size boyun eğeceğiz" demiyorlar. Eğer birebir oturup konuşamıyorlar ya da yazışma yoluyla sonuca yaramıyorlarsa, bir kongre düzenleyip söz konusu sorun üzerine yetişmiş adamlarını buraya yolluyorlar ve ona diyorlar ki: "Gidin, oturup konuşun ve bir anlaşmaya varmaya çalışın; ama buraya cebinizde hazır yasalarla dönmeyin, bize yasa gerekli değil; buraya anlaşma tasarısıyla dönün, biz onu ister benimseriz, ister benimsemeyiz."


Neredeyse yarım yüzyıldır İngiliz işçi birliklerinin yaptıkları budur işte. Kongrelerinden öneriden başka bir şeyle dönmüyor işçiler; her işçi birliği bunu ayrı ayrı değerlendiriyor ve isterse benimsiyor, istemezse reddediyor. Büyük sınai şirketlerinin, bilimsel derneklerin, Avrupa ve Birleşik Devletleri adeta bir ağ gibi saran her türden dernek ve birliğin yaptığı da budur. Devlet egemenliğinden kurtulan toplumun yapacağı şey de budur. Toprağı ve fabrikaları bugün onları ellerinde tutanlardan geri almak parlamentoların işine gelmez. Toplum feodal hukuk üzerine yapılandıkça, monarşinin sınırsız erkine rıza gösterebilir; ama toplumsal yapı ücretli emeğe ve yığınların kapitalistlerce sömürülmesine dayanıyorsa, parlamentarizmde sömürünün en sağlam dayanağını bulur. Ortak mirası -toprak, fabrikalar, sermaye- ele geçirmiş özgür toplum ise, bu yeni ekonomik düzene uygun politik örgütlenmeyi -özgür birliklere ve özgür federasyonlara dayalı örgütleri- kendisi yaratacaktır.


Her ekonomik evre, tarihte belirli bir politik evreye denk düşer. Bugünkü mülkiyet biçiminin yıkılması da, ancak yeni bir siyasal hayatın gerçekleştirilmesiyle mümkündür.


Pyotr Kropotkin


(1) Büyük Fransız Devrimi döneminde özel mülkiyetin ekonomik seçeneği olarak anlaşılan "communaute des biens"-"varlık toplumu" kavramı yaygınlık kazanmıştı; bu kavramı temel alarak da XIX. yüzyılın 40'h yıllarında ilk kez komünizm (Latince communis-ortak) teriminin kullanıldığına tanık olunmuştu. Kropotkin'in ideal toplumsal yapılanma anlayışı ister istemez şu soruyu gündeme getiriyor: ideal toplum yapısı anlayışı olarak Marxist ve anarko-komünist anlayışlar arasında ne fark var? Bakunin ve Kropotkin de, tıpkı Marx ve Engels gibi, komünist toplumda toplumsal ilişkilerin temelini, üretim araçları üzerindeki ortak mülkiyetin oluşturduğunu düşünüyorlardı. Onlar da Marxistler gibi, komünizmde herkese gereksindiğince ilkesinin uygulanacağını, sınıflar arası, kentle köy arası, kafa emeğiyle kol emeği arası farkların tümüyle ortadan kalkacağını savunuyorlardı. Böylece, anarko-komünistlerle Marxistlerin komünizm anlayışlarının bütün temel noktalarda çakışmakta olduğunu görüyoruz. Çelişkiler, bu ideale ulaşmanın yollan ve araçları faslında başlıyor. "Ana ilkeler ve hedefler: bunlar iki ayrı şeydir," diyor Lenin: "Hedefler konusunda anarşistler de bizimle aynı düşüncede olacaklardır. Kendileriyle konuştuğumda hedefler konusunda anlaştığımızı şahsen tespit etme fırsatını buldum; ama ilkeler ve bunların detayları konusunda, asla... Bu bağlamda bizi anarşistlerden ayıran şey nedir?.. Geçiş döneminde proletarya diktatörlüğü kurmak ve devlet zoruna başvurmak..." (Toplu Yapıtlar: c.44, s.24). Marxistlerden farklı olarak anarko-komünistler, sosyalist devrimin zafere ulaşmasının hemen ardından "komünizm uygulaması"na geçilebileceğini savunuyorlardı.

(2) Merkezi devletin egemenliğinin sınıflandırılmasının gerekliliğini XIX. yüzyılda bir tek anarşistler değil, erken kapitalizmin T. Jefferson, A. Hamilton, B.Franklin vd. gibi kimi liberal ideologları da savunuyorlardı. Sivil yurttaşlar topluluğuyla devletin etkinlik alanlarının ayrı ayrı olması görüşünden hareketle, kişi özgürlüğüne geliniyor, ancak bu özgürlük daha çok sınırsız ekonomik girişim özgürlüğü ve özel mülkiyete devletin asla dokunamaması gerektiği anlayışıyla sınırlı tutuluyordu. Böylece, insan haklan devletin varlığına bağlanıyor, ancak buradaki devlet, toplumsal yaşamın "gece bekçisi"nden öte işlevi olmayan bir devlet olarak görülüyordu.

(3) Tüm XIX. yüzyıl boyunca temsili demokrasi anarşizmin şiddetli eleştirilerine uğradı. Bakunin'e göre halk yönetimi eğer kurumsallaşırsa, kaçınılmaz olarak sivil topluma yabancılaşır ve daha incelikli bir sınıf egemenliğine dönüşür. Böylece, parlamenter cumhuriyet "sanal halk meclislerinde-ki sanal temsilcilerinde ifadesini bulan sanal halk iradesi"nin sanal devletidir. Parlamentarizme bu bakış açısından yola çıkan anarşistler I. Enternasyonal'de, "politikayı ret" şiarını yükselttiler: Mademki parlamentarizm devletin gerçek yüzünü -sömürücü yüzünü- gizliyordu, öyleyse emekçilerin tüm legal politik etkinlikleri devrimci hareketi zayıflatacak uzlaşmacı hareketler olmaktan ileri gidemezdi. Bakunin, Marx ve Engels'i "oportünizm" ve "reformizm"le suçluyordu. "Burjuva radikal sosyalistleri" dediği Marx ve Engels'le aralarındaki en önemli farkı açıklarken şöyle diyordu Bakunin: "...onlar politika ve devletten yararlanmak, bu ikisini reforme etmek, dönüştürmek istiyorlar... bizim biricik kabulümüz ise, egemenliği ve onun zorunlu tezahürü olan politikayı kökünden yok etmektir (M.A. Bakunin, Seçilmiş Yapıtlar. Mosk., 1919, c.l, s.68). Legal siyasal etkinliklerin reddi politikasını eleştiren Marx ve Engels, tüm umutların zorla gerçekleşecek bir devrime bağlanmasının işçi hareketini zayıflatacağını savunmuşlardır. "Siyasal özgürlükler, toplantı yapma, ittifaklar kurma hakkı, basın özgürlüğü... bütün bunlar bizim silahlarımız. (Düşman) bu silahlan bile elimizden almaya çalışırken, eli kolu bağlı oturup, politikayı reddediyoruz denilebilir mi hiç?" (Marx K., Engels F., Yapıtlar, c.l7, s.424).

Hiç yorum yok: