15 Şubat 2010 Pazartesi

Anarşi ve Eylem Sorunsalı I

"Gösteriler, yürüyüşler, eylemler ve mitinglerin hiçbir yere götürmediği artık kabul edilmeye başlandı. Bayrak sallamak, afiş asmak, bildiri dağıtmak, polise saldırmak; bunların hepsi bir ritüeli -polisin her zaman yenilmez boyun eğdiriciler rolü oynadığı bir ritüel- devam ettiren faaliyetler... Eski mücadele alanı- hem işyerinde, hem sokaklarda- reddedilmeli... Yeni yaşam biçimlerinin yaratılmasına yönelik eş zamanlı hareket gerekecek." Jacques Canette

Canette’nin ’73 yılındaki yazısından alıntı bu paragraf, bize yeni eylem biçimleri, savaşmanın farklı yolları konusundaki arayışın çok öncelere dayandığını, ancak bugünkü duruma bakıldığında pek de yol kat edilmediğini gösteriyor.

Yaşı biraz geçkin olanlarınız şimdiye dek kaç kez yürüyüş eylemine gittiğini bir düşünsün. 25? 45? 100? Ve birde ilk gittikleri eylemden bu yana sistemin değişimi ya da yıkımına dair nelerin değiştiğine bir baksın. Bir arpa boyu bile yol gidilmediği fikri gerçekten içlerini acıtır. O zaman bir yerlerde uzun zamandır bir hata yapıyoruz demektir.

“Eylem” denildiğinde akla ilk gelen hep, sloganlı, bayraklı yürüyüşlerdir. Neden böylesi “klasik” bir tema bu? Çünkü anarşistler ortodoks marksist gelenekten kopyaladıkları bu eylemsel geleneği aşamadılar. “Anarşist yaratıcılık” küçük zaman dilimleri dışında aktif kalamadı, çoğunlukla düşünce tembelliğinden...

Yürüyüş eylemlerinin canına okur bir dil kullanıyorum belki. Ancak sistemin en çok sevdiği eylem tarzıdır bu, çünkü yığınla çıkar sağlar bundan. Zavallı bizler ise radikal muhalefet adına bir şeyler yapıyormuş hissettiğimizden, mışıl mışıl uyuruz...

Öncelikle çoğu yasal izin alınarak gerçekleştirilen – bir anarşist için ne ironi ama!- bu eylemler, topluluğun etrafına yığılan bir dolu polisle devletin tam kontrolü altındadır. Olası taşkınlık durumlarına karşı müdahale imkânı çok kolaydır böylece. Diğer bir çıkar unsuru, bu yürüyüşlerin, kendine karşı dolup taşan öfkenin “deşarj” alanı oluşudur. Öfke, slogan atarak, bayrak yakılarak, önemli ölçüde baskılanır. Yani devletin, bu muhalif yürüyüşlere, insanların düşüncelerine saygılı olduğu için izin verdiği sanılıyorsa bu büyük bir yanılgı, hatta aptallık olur. Sistem, muhalif görüşün her zaman var olacağını bilir ve ona en basit en zararsız biçimlerde olduğu sürece kendini ifade lütfu sunar ki, daha büyük bir tehlike oluşturamasın.

Sonuç olarak bu yürüyüşler birer isyan odağı değil, birer “şov”dur. Çünkü böylesi eylemlerin yaşamlarımızın kendisiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ne düşüncemize ne yaşamımıza yön verici, geliştirici, değiştirici hiçbir unsur barındırmaz içinde...

Alternatif çözümler sunmadan eleştiri yapmak anlamsızdır tabi ki. Anarşistler, anarşistçe ne tarz eylemler yapabilir? Eylemlerin yaşamsal değeri nasıl arttırılabilir? Bu soruların yanıtları kişiden kişiye, yaratıcılığı ölçüsünde oldukça değişken olacaktır. Ve her birimizin yaratıcılığının sınırlarını zorlayarak, uzunca bir zaman, bu konuda düşünmesi gerekiyor sanırım.

Ben, kendimce haklı bulduğum, beğendiğim vs. eylem biçimlerini bu ve sonraki yazılarda anlatmaya çalışabilirim ancak...


Biraz squat, biraz değişim...

Oldukça yaşamsal ve dönüştürücü bir eylemdir bina ya da arazi squatları. Squat evlerde yaşamak, düşünsel anlamda mülke karşı olmayı ifade ederken, yaşamsal olarak da önemli ölçüde ekonomi sağlar. Ancak zorluğu, bunu bir topluluk halinde gerçekleştirmek gerektiğidir. Yurt dışında squat zincirleri ve toplulukları gelenekleşmiş biçimde ilerliyor, ancak Türkiye’de hala pek benimsenmiş değil. Bu da açıkça kira ödeyerek, kendi eşyalarımızla oturduğumuz evlerimizden ayrılmayı göze alamadığımızı, yaşamlarımızı dönüştürmeye dair cesaretsizlik içinde bulunduğumuzu gösteriyor. Haklı olarak hepimiz – ailesi ya da çocukları olanlar için çok daha fazla olarak- gelecek kaygısı içinde yaşıyoruz, ancak riski göze almadan hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimiz gerçeği sürekli beynimizi kamçılamalı sanırım...

Bir de okurken bile çok eğlendiğim ve iştah kabartıcı bulduğum, Londra da gerçekleştirilen bir eylem pratiğini Karen Goaman ve Mo Dodson’un bir yazısından alıntılayarak aktarmak istedim. Derdim “aynısını biz de yapalım” değil, sadece yaratıcı olmanın mümkünlüğünü görünür kılmak.


The Artful Dodger (Maharetli Kurnaz)
Bu, Londra’da bulunan Fare Dodger’s Liberation Front (Yol Parasını Kaytaranlar Kurtuluş Cephesi) gazetesinin başlığıdır. İki nolu sayısı (Temmuz ’95) “HALA ÖDEMİYORUZ!” başlığıyla başlar ve şöyle devam eder:

“ Milyonlarca insan için metroya binmek çoğunlukla bir işe gitme aracıdır. Genellikle işgününün en hoş olmayan kısmıdır, patronlarda bunun parasının bizim cebimizden çıkmasını bekler! Adi herifler, bu parayı onların ödemesi gerekir! Zavallı çoğunlukla tam olarak teslim olmamış her işçi, bir hırsızlık ve sabotaj işinin işgününü neşelendirmeye yardım edeceğini bilir. Öyleyse bunu sefil iş yolculuğuna kadar da genişletelim – biletlerin parasını ödemeyi reddedelim ve hazır bunu yaparken de reklam kampanyalarının, turnikelerin, izleme sistemlerinin canına okuyalım... Hadi hayal gücümüzü kullanalım!”

FDLF sonra kapitalizme karşı çıkışını açıklar:

“Bizim için parasız ulaşım mücadelesi, karı insanların önüne geçiren o çılgın sistemin, kapitalizmin ihtiyaçlarına karşı insanlar olarak kendi ihtiyaçlarımızı çıkarmanın yollarından biridir: sokaklarda uyuyan binlerce insan, kapanan hastaneler, açlık çeken insanlar... Yağmurda otobüs duraklarında beklerken zenginler evlerimizden daha değerli arabalarla yanımızdan geçip gidiyor. Onların zenginlikleri nereden geliyor? Bizden! Herşey parasız olmalı diyoruz!”

The Artful Dodger da Mayıs ‘95te yapılan bir “metro partisi” anlatılıyordu. Bu parti otuz kişiyle başlamış ve Londra metrosunda bir buçuk saat kadar sürmüştü. Balonlar ve renkli şeritler getirilmiş, çikolatalı kekler dağıtılmıştı ve iki yerde müzik çalınmıştı. Trenin içinde çıkartmalar dağıtılmıştı. Diğer yolcuların tepkisinin büyük oranda olumlu olduğunu yazıyorlardı.

A4 kâğıdına siyah harflerle sade bir şekilde basılan ve ucuza mal olan The Artful Dodger, mesajını verirken bizi eğlendiriyor, örneğin parasız yolculukla ilgili şunları söylüyor: “Çok ufak tefek bir insansanız, yük için ayrılan boşluğa uzanmayı tercih edebilirsiniz ama bazıları bunu onursuz bir şey olarak görür.” “ Serbestçe bedava yolculuk günü” adını verdikleri bir şey de var; tercihen büyük gruplar turnikelerin üzerinden atlıyor ya da onlarca arkadaşını geçirmek için kapıyı açık tutuyor. Gazete, “Bilet alan insanların yanına gidip bu kadar aptallık yapmamaları için onları ikna edebilirsiniz” diyerek yeni yollarda öneriyor.

Yazılar ve eylemler anarşist simgesel faaliyetin ruhunu gösteriyor. Biletlerin fiyatından (ya da varlığından) şikayet etmeye yönelik ortodoks yaklaşım milletvekillerine ve Londra Ulaşım Dairesi’ne mektup yazmak, dilekçe vermek ve metro istasyonlarının ya da Londra Ulaşım bürolarının önünde gösteri yapmak olurdu. Fare Dodger’s Liberation Front adı, ortodoks ulusal hareketlerin sıkça kullandığı adları alaya aldığını gösterir. FDLF’nin yaklaşımı insanların dikkatini çekmek ve düş gücünü harekete geçirmek için eylemlerini eğlenceli olaylarla sunarak mizah ve eğlenceyi kullanmaktır. Bu tür bir müdahale potansiyel olarak “günlük yaşamın sıkıcılığı”nı kırarak dünyevi durumlara (örneğin bir metro treninde oturmak gibi) normal olarak var olmayan bir eğlence ve keyif duygusu getirir ve böylece alternatif bir gerçekliğin keyfini önerir.”

Sonuç olarak; yıkılması gereken tabular, öncelik bakımından toplumsal ya da dışardan olanlar değil; biz ve bizim yaptıklarımızla ilgili olanlar. Sadece “action” olsun, ya da bir şeyler yapmış olalım diye değil; biraz daha neden ve sonuçlarını irdeleyerek, yeni eylem çeşitleri bulmak, anarşizmi, muhalefeti bir kenara bırakın; kendi yaşamlarımız için gerekli ve canlandırıcıdır. Çok mu tembeliz? Çok mu korkağız? Dışarıdan bakıldığında, devleti ve hiyerarşinin her biçimini reddettiğini bas bas bağıran insanlar olarak, pek de inandırıcı bir imaj sayılmaz sanırım bu...


Lilith Noir

Hiç yorum yok: